KONUŞTUR’MALAR KONUŞ’MALAR

 






NECATİ ÇAVDAR

Bir gün (1955) Hıra Dağı’nın ( Hseyinağbad/Alaca’da Resul sığınağı Hıra Dağı’na özlemle isim verilen Danlı Dağlar’a bakan bir dağ) eteklerinde dünyaya merhaba dedi.

Olayların peşinde koşmadı.  Hep olayların içinde oldu.  Başkalarının telaşla arkasından koştuklarına aldırmaması üzerine ‘sen divane misin?” diyen anasının tespitine uyarak bazı şiirlerini “Divane “ mahlası ile “Çığlık “ismini verdiği kitapta topladı.  Yayınlanan kitaplarından bazıları..

 “Güneşi  Getiririm ,

Türkmen Gocabubası Darıverenli Mehmet Emin Yarbay “

Kendi adı ve “Kurtuluş Codaroğlu”, “Alpay Cantürk” , “Çağrı Akın” mahlasları ile kaleme aldığı yazıları, araştırmaları, çeşitli alanlarda ve çocuklardan en “böyüklere” kadar değişik kişilerle yaptığı röportajları ve şiirlerinden bir kısmı yazılı basında yer aldı.

Ankara’nın elitleri ile görüşüp, varoşlarında yaşamaktadır.

 “Kim nasıl ne nerde görmüş ise öyle bilir”

 Bazı değer bilenler¸ Onu “Halk ve Hak şairi” olarak niteler..

 

KONUŞTUR’MALAR

   KONUŞ’MALAR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NECATİ ÇAVDAR-MUSTAFA BAŞOĞLU

 

 

NECATİ ÇAVDAR - Sayın Başoğlu, bu 28 Şubat süreci dediğimiz süreç içerisinde sizin demokratik mücadeleniz bayağı ön plana çıktı, çünkü, siz bir sendika liderisiniz, dolayısıyla, sizin bağlı bulunduğunuz üst kuruluş, 28 Şubat sürecinin tamamen lehinde, yanında tavırlar koyuyor; hatta, bu sürecin getirdiği bütün hükümetlere -ne hikmetse- tamamına peşinen destek verdi; ama, sizin de, daha önceki görüşmelerimizde, bunun normal olmadığını, işçi haklarının öne geçmesi gerektiğini, sendikaların temsil ettiği işçilere hükümetlerin ne verdiğine bakılması gerektiği noktasında duruyordunuz. Şu anda o noktaya gelindi zannediyorum ve bu beşli komite denilen komite dağıldı ve şu anda emek komitesi başladı. Tabiî, çalışmalar hangi noktaya gider bilemiyoruz. Bu konuda ne dersiniz efendim?

MUSTAFA BAŞOĞLU  - Önce teşekkür ediyorum bu fırsatı verdiğiniz için; daha önce de sizinle bir konuşma yapmıştık. 12 gün devam etti Akit Gazetemizde, çok olumlu yankılarının olduğunu bana söyleyenlerden anlıyorum. Yaptığımız bu tür söyleşilerle ben düşüncelerimi açıklıyorum, siz neşrediyorsunuz, bu sayede insanlarımız görüşlerimi öğrenmiş oluyorlar.

28 Şubat sürecini, başından itibaren ben, TÜRK-İŞ, DİSK ve HAK-İŞ gibi değerlendirmedim; çünkü, 28 Şubat aslında takvimde bir yapraktır normal olarak bakarsanız, fakat 1997 28 Şubatı’nın bir özelliği oldu. O Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu bazı kararlar aldı, bu kararlar önce normal kararlar olarak kamuoyuna yansıtıldı ilgililer tarafından, büyütülmemesi gerektiği tarzında yumuşatıldı. Sonra aradan zaman geçti, 28 Şubatı unutmayın denildi. Bu, bir bakıma bir tehdit unsuru haline getirildi. Şimdi yeni yeni açıklamalar da gösteriyor ki, “28 Şubatı kimse aklından çıkarmamalıdır, 28 Şubat önemli bir tarihtir, bu tarihte önemli kararlar alınmıştır” denilmektedir. Eğer, 28 Şubat kararları olmasaydı, Türkiye rayından çıkmış olacaktı, rejim yıkılmış olacaktı gibi iddialar öne sürülmektedir.

O gün katılmadığım bu iddialara, bugün de katılmıyorum. Yani, bu iddiaları kim söylerse söylesin ben inandırıcı bulmuyorum.

Önce olaya şöyle bakmamız gerekir: 28 Şubat kararlarına uyuldu uyulmadı suçlamaları yapıldı. Milli Güvenlik Kurulu bu kararları aldı, Milli Güvenlik Kurulu, bir Anayasa kurumudur, Sayın Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanır, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları, Başbakan ve ilgili bakanlar toplantıya üye olarak katılır. Bu kurulda ülke sorunları görüşülür. Bu sorunlar, ülkenin güvenlikle ilgili sorunlarıdır. Bu sorunlar iç politikaya dayalı siyasî içerikli, siyasî ağırlıklı sorunlar değildir, öyle olmamak gerekir. Anayasaya göre sorunlar iç politikaya yönelik değildir; orada, ülkenin güvenliğiyle ilgili konular tartışılır, dış ve iç güvenlikle ilgili gelişmeler değerlendirilir. Ülkenin coğrafi konumunu korumada bir tehlike olup olamadığı, ülke birliğinin ve bütünlüğünün korunması dikkate alınır, savunmayla ilgili olarak gücümüzü artıracak herhangi bir tehlikeye karşı olabilecek sıkıntılara anında cevap verebilecek konular tartışılır. Anayasaya göre kurulun öncelikle görevi budur.

Ama, konuşulan 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu kararlarında başka konular da yer aldı. Daha sonraki toplantılarda zaman zaman bu kararlar yeni konularla takviye edildi. Biliyorsunuz, ilk kararda Türkiye'nin eğitim sistemine, hatta Kuran kurslarına ve başka konulara yer verildi. Daha sonra Susurluk ve başka konuların da Milli Güvenlik Kurulunda tartışılması istenildi. İş öyle bir hale geldi ki, bazı çevreler Milli Güvenlik Kurulu, sanki hükümet üzeri bir hükümet, sanki ikinci bir hükümet, hatta bazı hallerde sanki Meclis üstü gücü varmış gibi bir konuma sokulmak istendi.Bu düşünceyi o zaman da doğru bulmadım, karşı çıktım, bugün de karşı çıkıyorum.

Milli Güvenlik Kurulu, Türkiye için ihtiyacı hissedilen bir kurumsa, devletin güvenliği açısından ihtiyaç olunan bir kurulsa, -ki öyledir- onu o çizgide tutmak gerekir. Geçen konuşmamızda da söylemiştim, bütün tartışmaların  odağında hep siviller ön plandadır; başörtüsü tartışması da dahil talepler hep sivillerden geliyor. Siviller, zaman zaman, adeta askerlere sığınarak veya zaman zaman askerleri ön plana çıkarma gayretine girerek birtakım kararlar alınmasına sebep oluyorlar.

Olaya böyle bakarsak, o zaman, sivillerin bir bakıma kendine güvensizliği ortaya çıkar. Bu yıl seçim yapılacak, seçimin sonuçları daha şimdiden tartışılıyor, kabul edilir mi edilmez mi diye!..

Necati Bey, ben prensip olarak siyasî partileri eleştirmem sendikacı konumum bakımından; ama, çok önemli saydığım konularda da görüşümü açıklamaktan geri duramam. Anavatan Partisi Genel Başkanı Sayın Mesut Yılmaz, İstanbul'da, seçimi başlatma toplantısında ön plana çıkardığı husus irticadır. Bu anlayış, bu seçimi irticacı olanlarla olmayanlar gibi bir noktaya dönüştürür. Bu anlayışın demokrasiye olan zararı şudur: Diyelim ki, siz, falancıları irticacı diye suçladınız, ama o suçladıklarınız aldığı oyla en çok milletvekilini kazandılar. Bu defa, bunlara hükümeti kurdurup kurdurmama tartışması başlar. O zaman da, bunun arkasından seçimlerinin meşru olup olmadığı tartışması gelir. Böylelikle, demokrasi tartışılır ve sonunda katledilir.

Siyasî partilerimiz, kendilerini halka anlatırken üzerinde durmaları gereken nokta, neler yapacaklarını söylemek olmalıdır. Falan partinin programı şu bakımdan iyi değildir, çünkü şu hususlar Türkiye'nin şartlarına uygun değildir; bizim programımız şu bakımdan iyidir, “Türkiye'nin sorunlarını şu şekilde çözeceğiz” demek yerine, ilerici-gerici, irticacı olan-irticacı olmayan, laik-laik olmayan tartışmaları demokrasiyi zedeleniyor.

Şimdi konuyu 5’lere bağlıyorum. Biliyorsunuz, 28 Şubat sürecinden önce üçler vardı. TÜRK-İŞ, DİSK ve HAK-İŞ. Daha sonra HAK-İŞ dışlandı. TESK, TOBB ve TİSKilave oldu. Bunlar, yani 5’ler “demokrasiyi kurtarıyoruz “ diye yola çıktılar.

“Biz beşimiz bir araya gelmeye mecburuz; çünkü, Atatürk ilkeleri, laiklik, demokrasi tehlikededir. Bu aşamada biz, aramızdaki bütün menfaat tartışmalarını bir kenara ittik, vatan için, memleket için, rejim için bir araya geldik” dediler. Bu iddianın doğru olmadığı, bana göre gelişmelerle iyice açığa çıktı.Çünkü  bugün de aynı tartışmalar hâlâ devam ediyor.

O gün de söylediğim gibi, o zaman yapılan, bir menfaat kavgasıydı. TÜRK-İŞ ve DİSK, işverenlerle birlikte olmak suretiyle 54 üncü hükümetin, bazı kimselerin menfaatlerini sınırlayıcı tavrına karşı tavır koydular. Benim anlayışım budur. Bunu siyasi amaçla söylemiyorum.

Benim bir siyasî geçmişim var. Ben, hiçbir zaman Adalet Partisinin dışında bir partide siyaset yapmadım,. Başka bir siyasi partinin üyesi olmadım. Milletvekili olduğum ve siyaset yaptığım tek Adalet Partisidir. Ama bu, doğruları söylememe mani değildir. Ben bir sendikacı olarak o gün de söyledim bugün de söylüyorum; 54 üncü hükümet döneminde, biz, toplu sözleşmelerimizi çok rahat yaptık, küçümsenmeyecek zamlar aldık, toplu sözleşmeden doğan haklarımız anında ödendi; daha önceki hükümetler döneminde olduğu gibi alacaklarımız, üç beş ay ertelemeye tabi tutulmadı. Üyelerimiz toplu iş sözleşmesinden çok memnun oldular, bunu telefonla, telgrafla faksla bildirdiler. Mersin Şubemiz, bana bu amaçla bir kuzu hediye etti.

“Üyelerimiz, toplu sözleşmeden çok memnun oldular” diye. Ben bu kuzuyu aldım, “darbe geldi geliyor” tartışmaları devam ederken, Başbakanlıkta 54 üncü Hükümetin Başbakanına ve Başbakan Yardımcısına, yani Sayın Erbakan’a ve Sayın Çiller’e, diğer bakanlarımızın da katıldığı toplantıda takdim ettik.

Tabiî, kuzu burada bir semboldü, yani dikkati çeksin diyeydi. Orada söylediğim şudur: “Demokratik kurallara göre cumhuriyet hükümetleri gelmeli ve gitmelidir. Yan etkilerle hükümetler değiştirilmemelidir.” Bununla demokrasiye destek verdik.

Ben bunu söylediğim zaman, 5’ler farklı bir konumdaydı ve normal şartlar altında kurulmuş, güvenoyu almış, faaliyetini sürdüren bir hükümeti, adeta zorlayarak, görevinden alaşağı edilmesinin zeminini hazırladılar.

O dönemde memurlara, emeklilere  çok önemli zamlar verildi. Esnaf emeklileri, Bağ-Kurlular, eczanelerden reçetelerini yaptıramıyorlardı, bazı eczanelerde ben gördüm, Bağ-Kurlunun reçetesi yapılmaz diye ilanlar asılmıştı. Sonra o hükümet geldi, Bağ-Kur’a destek verdi ve bir rahatlama oldu. Bu arada hiç şüphesiz havadan, fazladan para kazananların menfaatlerinde kısıtlamalar oldu; bildiğiniz o büyük sermaye bu gelişmelerden rahatsız oldu.

Dolayısıyla, 5’lerin yer aldığı nokta, emeklilerin, işçilerin, çalışanların, küçük esnafın, küçük çiftçinin yer aldığı nokta değil, tam onun karşısındaki noktadır. Bu tutumları demokrasiyi falan da kurtarmadı. O dönemde TÜRK-İŞ üyesi 10 sendika ortak bildiri yayınlayarak demokrasiye bağlılığımızı açıkladık. Sonra aradan zaman geçti, siz de söylüyorsunuz, 5’lerin tutmadığı belli oldu. Şimdilik dağıldılar. En azından bugün için böyle bir görüntü vardır. Bu ne kadar sürer bilemiyorum. Yarın tekrar bir araya gelirler mi gelişmelere bağlı. Gerçek olan şudur; ilke olmadan bir şeyi savunamazsınız. Savunsanız bile bu, uzun ömürlü olmaz.

Bugün çalışanların adına bir emek birliği kuruldu. Üç işçi sendikası konfederasyonu, üç memur sendikası konfederasyonu altı konfederasyon bir araya geldiler, güç birliği yaptılar. Ortak toplantı yapıp, bildiri yayınladılar. Bu devam eder mi? Çok fazla umutlu değilim. Bu emek birliğinin, sorunları çözmede büyük katkıları olur mu; ondan da çok fazla emin değilim. Ama 5’lere göre 6’lar daha doğru bir seçim ve oluşumdur.

NECATİ ÇAVDAR - Mesela bu son yapılan Ekonomik ve Sosyal Konseyde etkisi oldu mu acaba?

MUSTAFA BAŞOĞLU  - Şimdi oraya geliyorum, zaten o manada söylüyorum. Sorunların çözümüne bir etkisi olur mu; bundan emin değilim, hiç değilse çok fazla umutlu değilim. Sizin temas ettiğiniz gibi, Sayın Başbakanın başkanlığında bir Ekonomik ve Sosyal Konsey toplandı. Bu toplantıya memur dışındaki işçi işveren ve esnaf kuruluşları  katıldı.

Alınan kararlara baktım -ki, bu kuruluşun aldığı kararın değerlendirmesini ilk defa burada yapıyorum- bu kararda işçilerin lehine hiçbir madde yok; mesela, esnaflar için var, ziraatçiler için var, işverenlerin zaten ihtiyacı olmaz; ama, işçiler için hiçbir şey yok. Öyle bir aşamada yok ki, 500 bin kamu işçisinin toplu sözleşmesini tartıştığımız bir dönemde hiçbir şey yok; burası Ekonomik ve Sosyal Konsey, işçiler için leyhte hiçbir karar alınmamış.

Ama işçilerin aleyhinde alınmış, çünkü özelleştirmeye aşağı yukarı onay verilmiş. Karara göre, “Özelleştirmeye devam edilecek. Özelleştirme nedeniyle işsiz kalanlara yeni işyerleri açılarak iş bulunacaktır.”

NECATİ ÇAVDAR - Somut bir şey yok; ileriye matuf, açılacak!..Açılmazsa ne olur?!

MUSTAFA BAŞOĞLU  - Doğru, üstelik bu ifadenin yaptırımcı bir gücü yok. Sizin, çalıştığınız işyeri özelleşiyor, işsiz kalıyorsunuz, buna karşı yeniden yatırımlar yapılacak ve size iş verecekler! Buna kim inanır. Bu aynı zamanda, üç konfederasyonun özelleştirme iddialarının kendi kendine tekzip edilmesidir. DİSK; TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ, özelleştirmeye karşı olduklarını, böyle apar topar bir özelleştirme yapılmaması gerektiği iddialarından bu kararla vazgeçmiş oluyorlar. Çünkü prensip olarak özelleştirmeyi kabul ediyorlar; ama “efendim, işsiz kalanlara yeni işyeri açılacak”!  Ama ne zaman açılır, belli değil; kim açar, belli değil!

İkincisi, konfederasyonlar seçim ekonomisi uygulanmaması taahhüdünde bulunmuşlar. TÜRK-İŞ Genel Sekreterine dedim ki “Siz bunu kabul etmişsiniz, hükümet seçim ekonomisi uygulamayacak diyorsunuz. Biz de toplu sözleşme yapacağız. Bizim ücret zammı taleplerimizi hükümet yüksek bulur, “Kusura bakma, bu isteğiniz aşırı. Bu seçim ekonomisi uygulanmaması kararına ters düşer. Fedakarlıkta bulunmanız lâzım gelir. 50 yerine 25’e razı olmanız gerekir” derse, haklılığımızı savunmakta zorlanırız. Bu da işçi aleyhine ikinci geriye gidiştir.

Üçüncü geriye gidiş, işten çıkarmalardır. Konsey kararında işten çıkarmalarda komisyon kurulacağı, bu komisyonun işten çıkarma sebeplerini inceleyeceği kuralı kabul edilmiş, yani  siz işçiyi işten çıkaracaksınız, sonra biz işçi-işveren-hükümet bir araya geleceğiz soracağız “sen niye bu işçiyi çıkardın, doğru mu çıkardın yanlış mı çıkardın” diye!. Buradan alacağımız bilgiyi konseye götüreceğiz, konsey bu konuda karar verecek! Bunlar boş laflardır. Bunlar toplumu avutma laflarıdır. Bunlar, topluma şirin görünme laflarıdır. Böyle yapılana kadar şu yapılabilirdi:

İş Kanuna bir fıkra ilave edilir, iş güvencesi diye bir müessese getirilir ve haksız işten çıkarmalar karşısında mahkeme yolu açılırdı. Bunu hükümet taahhüt edebilirdi, pek ala diğer siyasî partilerden de destek görebilirdi seçim arifesinde. Bunun için Bankalar Kanunu gibi fazla maddeli bir tasarıya ihtiyaç yok. Böyle yapılabilirdi, bu yapılmadı.

İşçi çıkaran işverenlere kredi verilmemesi çok inandırıcı değildir.  Buna ne kadar uyulur, belli değil. Demek istediğim şudur: 5’ler, (işçi-işveren ortaklığı) ne kadar işimize yaramadıysa, bu üç işçi konfederasyonunun içinde bulunduğu emek-işveren ve hükümetin ortaklığı da o kadar işimize yaramayacak görüntüsü veriyor. Alınan karar bunu gösteriyor.

Bizim görevimiz, birinci derecede üyelerimizin hakkını korumaktır. Hükümete destek verelim mi; verin, yani ben, hükümete destek vermenize karşı değilim. İlla da, bizim arkadaşlarımız hükümete destek vereceklerse, bunu bir başka türlü verebilirler. Hükümete destek vermek ayrı şeydir, sorunları çözerek teşekkül etmek ayrı şeydir. Yani, Sayın Başbakan Ecevit’e destek verecek; verirsin. Mesela burada şu yapılabilirdi bunu TÜRK-İŞ’in sayın  Başkanına söyledim: Sayın Bülent Ecevit’i Bülent Ecevit yapan unsurların arasında işçilerin ve öncelikle TÜRK-İŞ'in ona verdiği destek önemli bir yer tutar. Çalışma Bakanlığı döneminde işçiler gerçekten ona büyük destek verdiler. Çalışma Bakanlığından sonraki siyasî hayatında da çok büyük destek verdiler. Biz, 24 Temmuzu, Sendikalar Kanunu, Toplu Sözleşme Kanunu çıktığı gün olarak işçi bayramı kabul edip kutladık. Bu kutlamalar, zamanla Sayın Ecevit Bayramı’na dönüştü.

Bana göre, Sayın Ecevit’e, işçi kesiminin, yani TÜRK-İŞ'in verdiği destek onun için çok önemliydi, onun siyasî hayatındaki yükselmede önemli etkisi oldu.

Bununla Sayın Ecevit, bize borcunu ödesin demiyorum, öyle bir iddiam yok, ama en azından, emeğin haklılığını kabul ederek sorunların çözümüne olumlu katkıda bulunsun. 500 bin kamu işçisinin toplu iş sözleşmelerinde emeğin ezilmesine fırsat vermesin. Bunu bir diyet ödeme olarak söylemiyorum, öyle bir iddiam yok.

NECATİ ÇAVDAR - Onun Arayış Dergisi vardı, 12 Eylülden sonra çıkardı bu dergiyi, orada bir makalesi var, diyor ki: “Rejimin niteliği, o devletin işçilerine olan göstergesinin karşılığıdır. Rejimin niteliği ona bağlıdır.”

MUSTAFA BAŞOĞLU  - Evet; Sayın Ecevit sosyaldemokrat, solu da gerçekte DSP’nin temsil ettiğini söylüyor. Solda, genel olarak, en azından, kavram olarak emeğin hakkına saygı duyma birinci planda gelir. Bu, işveren hakkına saygı duymama anlamına gelmez. Ama, korunması gereken işverenden çok işçidir. Çünkü, bir işverenin şu veya bu şekilde işi bozulabilir, ama onun geride bıraktıkları onu ve ailesini uzun süre geçindirebilir; fakat, bir işçi işini kaybederse geride onu koruyacak hiçbir şey yoktur. Aybaşı geldiğinde ücret alamıyorsa, yeni iş bulma imkanı da bugünkü ortamda hemen hemen yok sayıldığından, çoluğu çocuğu aç kalır. Sosyal güvenliği belli bir süre sonra biter. SSK hastanelerine gidip sağlık hizmeti alma imkanını da kaybeder. Böyle bir ortamda, bu hükümet, hiçbir şey yapmasa bile, bir işgüvencesini mutlaka ön planda tutmalıydı. Çünkü insanlar işini kaybediyor, yeni iş bulma imkânları da yoktur. O halde, üç konfederasyon, bu Ekonomik ve Sosyal Konseyden böyle bir karar çıkarabilmeliydi. Ama maalesef bunu başaramadılar.

Bir şey daha dikkatimi çekti: Mesela, DİSK’in Sayın Başkanı, genel olarak, prensip olarak Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantılarına katılmazdı, yararlı bulmadığı için protesto ederdi. Şimdi bu toplantıya katıldı; sonra da DSP’ye üye oldu ve milletvekili aday adayı oldu. Ben ona karışmıyorum. Eğer, bu yüzden, yani sırf Demokratik Sol Partiye katılmak için Ekonomik ve Sosyal Konseye katıldıysa, bu, kendi kendini inkâr olur bir bakıma; çünkü, bu işlerde tutarlılık çok önemlidir.

Konumuzun içinde olduğu için bir şeyi daha söylemek zorundayım. Sayın Budak DSP’ye katıldı, bunu saygıyla karşılıyorum, yani niye katıldı demiyorum; milletvekili olabilir, bunu da saygıyla karşılarım; ama, yöntemine karşıyım. Bir sendikacı böyle bir  yönteme başvurmamalı diye karşıyım. O yöntem de şudur: Daha önceden Sayın Budak’ın DSP’ye katıldığı ilan edildi, Sayın Başbakan, gazetecilerin “milletvekili mi olacak” sorusuna “her halde” diye cevap verdi. Aradan bir hafta on gün geçti, Bir toplantıda, Sayın Başbakanla Sayın Budak salona beraber alkışlarla girdiler ve oradaki grup “Başkan nerede biz oradayız” diye bağırdılar. Esas dikkatimi çeken şu: Sayın Budak “ben, sizden, DSP’de siyaset yapmak için izin istiyorum, izin veriyor musunuz” diye sordu. Onlar da “veriyoruz” diyor! Bunu doğru bulmuyorum.  Görüntüsü hoş olmayan işlerdir.

Eğer, siz, siyaset yapmak için bir yerden izin alacaksanız, bu, sizin genel kurulunuzdur veya yönetim kurulunuzdur. Alkışlayanlar, oraya gelenler işçi midir değil midir, kaçı işçidir, bu belli değildir. Sizin “tamam, bana izin verdiniz, ben siyaset yapacağım” demek, benim bu yorumumu tekzib etmez.

NECATİ ÇAVDAR - Ya getirdiğiniz insanlar...

MUSTAFA BAŞOĞLU  - Biz, siyasileri, toplumu avutuyorlar, yanıltıyorlar diye suçlarken, biz bu izlenimi veren işleri yapmamalıyız. sendikacılar bunu yapmamalıdırlar.

Başladığım noktadan devam ediyorum; beşlerin çizgisi ne kadar yanlış idiyse bu gelişmeler de o kadar yanlıştır. Daha önce protesto edip, arkasından Ekonomik ve Sosyal Konseye katılmak, oradaki kararlara razı olmak doğru değil; eğer siyaset yapacaksanız, bunu, işçiden izin alıp yapıyor gibi bir görüntüye sokmak yanlıştır.

Ben milletvekilliği yaptım, bunu kendi teşkilatıma danıştım, sendikamın şube başkanlarını topladım, onlara bunu anlattım ve onlar da bana destek verdiler. Ama işçileri toplayıp da “bana müsaade eder misiniz” demedim. “Hayır, etmiyorum” dese ne olacaktır, gitmeyecek misiniz?!. Bunlar yanlış şeylerdir. Bunu şu bakımdan söylüyorum: Tutarlılık çok önemlidir; demokraside tutarlılık, ilkelerde tutarlılık, emeğin hakkını korumada tutarlılık, ilkelerin savunulmasında, siyasî parti farkı gözetmeksizin tutarlılık şarttır. 54 üncü hükümet eğer iyi işler yapmışsa buna teşekkür edeceksiniz, yanlışlarını da eleştireceksiniz. 55 inci hükümet iyi işler yapmışsa ona da teşekkür edeceksiniz. Varsa yanlışlarını tenkit edeceksiniz.

Bakın, bizim tutarlılığımız şuradan belli: 54 üncü Cumhuriyet Hükümeti’ne, demokrasi açısından  destek verdik, 55 inci hükümet işbaşındayken yine darbe tartışmaları çıktı. Ben o zaman yine Sağlık İş’in şube başkanlarını topladım, Sayın Yaşar Okuyan, Sayın Ali Kemal Başaran’dan, (o zaman Genel Başkan Yardımcısı olarak bu işlere bakıyordu) “Sayın Başbakana gidip destek vereceğiz, bize randevu alın” dedim, ama randevu alamadılar; çünkü, Sayın Başbakan Antalya’dan dönmedi, programı vardı. Yani, bizim, 54 üncü hükümete verdiğimiz desteği 55 inci hükümete de verecektik, bu tutumumuz, diğer hükümetler için de geçerlidir.

NECATİ ÇAVDAR - O zaman Sayın Yılmaz’ın sesi bir yükseldi, ondan sonra sustu.

MUSTAFA BAŞOĞLU  - Temel ilkelerde tutarlılık; siyasî parti farkı gözetmeden tutarlılığını göstermek lâzım gelir. Sendikacılar siyaset yapacaklarsa yaparlar, benim ona bir itirazım olmaz.

Sendikacılar, siyasî düşünceleri uğruna temsil ettikleri insanların haklarından vazgeçemezler, o noktada taviz veremezler, böyle bir hakları yoktur, böyle bir yetkileri yoktur. Bizim, işçinin adına toplusözleşme yapma yetkimiz vardır, yani onun avukatlığını yapıyoruz. Görevimiz, onun davasını mahkemede en iyi şekilde savunmaktır, tabiî haklı davasını. Biz şimdi haklıyız, niye haklıyız; hayat pahalılığı vardır, enflasyonun düştüğü falan yok, kimse kimseyi kandırmasın. Maliye Bakanı akşam anlatıyor “Enflasyonu düşürmede çok büyük başarımız oldu, ama faizleri düşüremedik” diyor. Allah aşkına, bir memlekette enflasyon düşer de faizler düşmez diye bir şey olabilir mi?! Enflasyon düştü mü faizler de düşer, kendiliğinden düşer bu. Siz devlet olarak yüksek faizle para satın alıyorsunuz. Eğer enflasyonu düşürmüşseniz faizlerin de bunun tabii sonucu olarak kendiliğinden düşmesi gerekir. Madem ki, enflasyon yüksektir. Bizim hedefimiz; enflasyona ayak uydurabilecek bir zam almaktır.

Bir şeye daha dikkat etmek gerekir; seçimlerden sonra büyük zamlar gelecektir, kimse bunu gözden ırak tutmamalıdır. Bizim şimdi alacağımız ücret zammımız, seçimden sonra da bir dayanıklı olabilmelidir, bundan vazgeçemeyiz. Bu Sayın Ecevit’e zorluk çıkarmak değildir, hükümete zorluk çıkarmak değildir. Ben ANAP döneminde de, Sayın Demirel’in Başbakanlığı döneminde de bu mücadeleyi yaptım, 54 üncü hükümet döneminde mücadele yapmaya ihtiyaç kalmadı, çünkü işler normal yolunda yürüdü. 55 inci hükümet döneminde de gündemimizde toplu sözleşme yoktu; ama, o zaman da alabileceğimiz bazı şeyler vardı, fakat bizimkiler, maalesef “hükümete zorluk çıkarmayalım, destek veriyoruz” diye bazı şeyleri göz ardı ettiler.

Hatırlayacaksınız, Genel Başkan Sayın Meral ile DİSK Başkanına, zaman zaman da TİSK Başkanına hükümete destek soruldu; hep söyledikleri “biz, hükümete zorluk çıkarmak istemiyoruz.” Peki, desteğiniz devam ediyor mu? Hiçbir zaman “etmiyor” demediler. İşler düzgün gitmediği halde bunu demediler. Bu tutum, bana göre, temsil ettiğimiz kitlenin hakkını korumada bir gevşemedir.

Şunu üzülerek söylüyorum, son yıllarda sendikacılıkta ciddi bir gevşeme vardır diğer alanlarda olduğu gibi; tabiî, bu gevşeme, bu yumuşama, bizim hak alamama sıkıntımızı doğurmaktadır ve maalesef, bu gevşeme, bu yumuşama, demokrasiye gereği gibi sahip çıkamamamızı getirmektedir.

NECATİ ÇAVDAR - Efendim, demokrasi dedik de, geçenlerde, engin tecrübenizden ve siyasî geçmişinizden istifadeyle sormak istiyorum: Sayın Cumhurbaşkanımız “askerle mücadele eden seçimlerde hep mağlup olmuştur.” dedi. Ben de şöyle bir şey hatırlıyorum: 1960’larda -biz o zaman çocuktuk tabiî- deniyor ki: “Demokrat Partinin devamı AP’dir, AP gelirse iktidar verilmez, AP gelirse seçimler iptal olur. Hatta, seçim sistemiyle de oynayarak CHP’nin getirilmesi yönünde kararlar alınıyor.” Ama, buna rağmen, bu millet, AP’yi tek başına iktidar yaptı. 1971 muhtırasında en güçlü ses olarak ben Ecevit’i hatırlıyorum. Bu millet Ecevit’i, tarihi kişiliğine rağmen İnönü’yü devirmesine ve 1973’te de iyi bir sonucu elde etmesine sebep oldu. Daha sonraki mücadelesinde Sayın Demirel’i görüyoruz ve Özal’ın mücadelesi var, Kenan Paşanın çıkıp “buna vermeyin, şöyle olur böyle olur” demesine rağmen seçmen kendi bildiğine göre oy verdi.Yani, Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren’in söylediği o söz biraz ters işledi. Yani, buradan bir şeyler mi çıkarmak gerekir, Cumhurbaşkanımızın bunu dememesi lâzım. Ne dersiniz?MUSTAFA BAŞOĞLU  - Benim şöyle bir zorluğum var; sorunuza cevap vereceğim; ama, zorluğum şu: Sayın Cumhurbaşkanıyla ilgili sorulara muhatap kaldığım zaman genelde şöyle yapıyorum:  Sayın Cumhurbaşkanının sözlerini yorumlayıp eleştirmiyorum, kendi görüşlerimi söylüyorum. Şimdi arz edeceklerimi de lütfen bu ölçüde kabul edin.Bizim Sayın Demirel ile 1965 yılından beri ilişkilerimiz vardır, sendika başkanı olarak, Parti Genel Başkanım olarak, Başbakanlık döneminde ilişkilerimiz oldu, Cumhurbaşkanlığında da lütfetti 4 yıl kadar danışmanlık görevi yapmamı sağladı. TÜRK-İŞ Eğitim Sekreterliğim sırasında şunu gördüm, Sayın Demirel’in Başkanlığını beğenmeyenler, 12 Eylül sonrasında işçilerin O’nun Başbakanlığı döneminde altın çağını yaşadığını söylediler. Buna şahit oldum. Gerçekten O’nun başbakanlığında önemli gelişmelere şahit oldum; kalkınmada, gelir dağılımının düzgün yürümesinde, % 5-10 enflasyon ve % 7 civarında kalkınma sağlanmasında Sayın Demirel’in böyle bir geçmişi vardır. Yani haklar kısıtlanmamış, hak ve yürriyetlerin mücadelesi yapılmıştır.Önce şuna bakmak gerekir: Acaba, Türkiye'de Türk vatandaşlarının Türk Silahlı Kuvvetleriyle bir mücadelesi var mı? Ben böyle bir şey görmüyorum.NECATİ ÇAVDAR - Hiçbir zaman da olmamış.MUSTAFA BAŞOĞLU  - Olması için bir sebep yok zaten. O halde, bu nereden çıkıyor?! Birileri, çıkıp birtakım ileri geri konuşmalar yapabilirler, yanlış şeyler de söyleyebilirler. Eğer bu söyledikleri suçsa devletin adlî mekanizması devreye girer, Türk Silahlı Kuvvetlerini rencide eden, herhangi bir komutanı rencide eden, Türk Silahlı Kuvvetlerinin gücünü rencide eden veya onu aşağılayıcı birtakım sözler söylenirse, normal olarak o adamların yakalanıp yargılanmaları ve cezalandırılmaları gerekir. Normal olarak yapılması gereken şey budur. Birisi “ben, Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarısını beğenmiyorum” gibi birtakım değerlendirmeler yapabilir. Bunlar, yine de o müessesenin manevî şahsiyetini rencide etmediği sürece, suç değilse yapacak bir şey yoktur. Türk Silahlı Kuvvetleriyle Türk Milletinin bir kavgası yoktur, olmamalıdır. Bulunduğumuz coğrafya, çok güçlü bir silahlı kuvvetlere ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Bu millet, zaten, başkalarına verdiğinden daha fazlasını ordusuna veriyor, bunu isteyerek, severek veriyor. Zaten kamuoyu yoklamalarında, Türk Silahlı Kuvvetlerine duyulan güvenin üst düzeylere çıkmasının sebebi bundan kaynaklanıyor. Siyasî olarak, yani bir yanda askerler bir yanda siviller diye bir kamuoyu yoklaması yapacak olsanız veya sorsanız ki, efendim, farz edelim, Genelkurmay Başkanının falan partinin başkanı olmasını ister misiniz diye, çok farklı sonuçlar alabilirsiniz. Ben de Türk Silahlı Kuvvetlerine sonuna kadar güvenen bir insanım, çok güçlü olmasını isteyen bir insanım. Bunu hep savundum. Savunmaya devam ediyorum.Eğer, bazı kimseler, askere atfen bazı sızlanmalarda bulunuyorsa, bu sızlanmaların kaynağına bakmak lâzım. Mesela, bazı gazetelerde, zaman zaman sizin gazetede de bazı haberler çıkıyor. Millî Güvenlik Dersine giren asker görevliler, öğretmenlerin başının örtülü olup olmadığına, öğrencilerin başlarının kapalı olup olmadığına bakıyorlarmış. Başların açılmazsa ders vermezlermiş. Bunlar söyleniyor. Bu tutuma aileler üzülüyor, niye böyle oluyor diye. Bu birinci noktadır.

İkinci nokta, bugünlerde gazetelerde ilanlar var bazı yerlere alınacak askerî öğrencilerle ilgili ilanlar. Mesela, en son ilanda irticayla ilgili bir ifade var. Kendisi, ailesi, annesi, babası, kardeşinin birtakım olaylara adının karışması halinde askeri okula alınmayacakları belirtiliyor. Bunun sebebini anlayamıyorum. Bir insan yanlış işler yapmış olabilir, ama çocuğunun bununla ilgisi neye göre kurulacak? Babasının suçundan dolayı çocuğunu yargılayıp mahkum etmek, hukuken mümkün değildir. Aksi halde büyük bir haksızlık olur. Bu çocuk çok zeki, çok da dürüst olabilir. Devlete çok iyi ve hayırlı hizmetler yapabilir. Onu ve devleti bundan mahrum etmemek gerekir. İnsanlar bunu okudukları zaman bundan farklı sonuçlar çıkarabilirler, acaba bu iş nereden kaynaklanıyor diyebilirler. Mesela, bu ilanı yorumlayan bir eski generalimiz -tabiî, ordu adına söylediği ne kadar geçerli, o ayrı bir konu- diyor ki: “Böylelikle orduya sızmalar önlenecektir”. Sızma dediği nedir; bazı çocuklarımız imam-hatip okulunun üçüncü sınıfından itibaren, normal liseye geçerek askerî okullara giriyorlarmış. O emekli paşa “zaman zaman bunlar dikkatten kaçtı, sızmalar oldu; bu sızmaları önlemek için bu tedbir alındı” demiş. Yani, bir çocuğun imam-hatip okulunda okuması ve orada İslamî terbiye alması, onun, devletin herhangi bir kademesinde görev almamasını gerektirecek sakınca sayılabilir mi? Bunu böyle söylediğiniz andan itibaren, İslamı, bir suç mekanizması, onları suça teşvik eden, onları kötülüğe teşvik eden bir olgu saymış oluyorsunuz.  Buna kimsenin hakkı yoktur. Başörtüsü yasağı tartışması bu düşüncenin bir başka yönünü oluşturmaktadır.Geçenlerde sizin gazetede vardı, Bursa İdare Mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararı vermemesinde oradaki komutan ricada bulunmuş bu haber olarak gazetelerde yer alınca insanlar bunları okuyup, üzülüyorlar. Disiplinsizlik nedeniyle ordudan ihraç edilen kardeşlerimiz vardır. İhraç sebebi nedir bilemiyorum. Sadece zaman zaman gazetelerde ihraç edilenlerin yaptığı açıklamalar yer alıyor. Bu açıklamalarda: “Eşimizin başı örtülü olduğu için bize disiplin cezası verildi, ihraç edildik.”  İnsanlar bunları okuyunca “acaba bizim ordumuzda niye bunlar oluyor?” üzülüyorlar. Bazı kimseler “başörtüsü yasağını askerler istiyor” diyorlar. Bu haberler de vatandaşları üzüyor.Bu haberlerin doğruluğu yanlışlığı bir tarafa, doğru olanı yanlış olanı vardır ama, bunlar milletimizin askeri olan sevgisini azaltmasa da içinde bir burukluk meydana getiriyor. Bunu ordu karşıtı göstermemek lâzım. Böyle bir ordu karşıtlığı olmaz. O kadar olmaz ki, milletimiz ordu ile bütünleşmiştir. Genç gazi kardeşlerimizin kiminin kolu yok, kiminin bacağı yok, kiminin gözü yok; televizyonlarda bunları görüyoruz; ama, gençlerimiz hâlâ, davullarla zurnalarla askere gidiyor ve giderlerken de zafer işareti yapıyorlar “gideceğiz, kökünü kazıyacağız” diyorlar.NECATİ ÇAVDAR - Dün Cebeci Askerî Şehitliğindeydik, şehit aileleri başörtülüydü, şehitleri ziyaret ediyorlardı. Şehitliğe giderken iyi ve muhterem insan, ama bu başörtülü kadın, çocuğunu okula gönderirken muhterem insan değil!..MUSTAFA BAŞOĞLU  - Askere karşı diye sorduğunuz soru vardı; milletimizin askere karşı bir tarafı yok. Onu inciten şeylere de dikkat etmek lâzım. Yani, insanların kafasında birtakım istifhamlar meydana getirmemek lâzım. Galiba üç sene önceydi, bir subayımız, düğününe gidenlerden başı örtülü olanların kutlamalarını dışarıda kabul etmek zorunda kaldığı basında yer aldı. Bunlar, bizim milletimizin askere olan sevgisini azaltmaz, ama üzüntüsüne sebebiyet verir. Bir başka şey var, Resmî Gazetede bir yönetmelik yayımlandı, harp akademilerine alınacaklarda yeni birtakım şartlar getirilmiş, yönetmelikte deniliyor ki: “Sivil ve askerler için, eşi çağdaş görünümde olmalı -herhalde bu çağdaş görünümden başı açık olma kastediliyor- ilave olarak, öğrenim durumu ve genel kültürü bakımından eşine yardımcı nitelikte olmalıdır.”Bu nasıl olabilir, bunu kim tespit edecek?! Diyelim ki, siz yüzbaşısınız, evlendirdiler sizi, hanımınız ilkokul veya ortaokul mezunu, lise mezunu veya üniversite mezunu olabilir, ama üniversite mezunu olmasına rağmen genel kültürü bakımından kocasına yardımcı olamaz diye birisi rapor verirse ne olacak?! Böyle yaparsanız ne olur; hanımının yetenekli olmaması çok önemli değil, ama kendisi çok yetenekli bir insan olabilir, üstün zekalı bir insan olabilir, devlete çok büyük faydaları olacak ve büyük hizmetler yapacak insan olabilir; siz, hanımından dolayı onun önünü kesmiş olursunuz. Bunun devlete olumlu hiçbir katkısı olmaz.Siz, çok başarılı bir insansınız, ama hanımızın başı kapalı. Hanımınızın başının kapalı olması -devletle hiçbir ilgisi yok, devlette hiçbir görevi yok evde oturuyor- ama, başının örtülü olması sizin terfinize ve yükselmenize engel sayılırsa bunun haklı bir dayanağı olamaz.NECATİ ÇAVDAR - Memlekete hizmete engel...MUSTAFA BAŞOĞLU  - Gayet tabi... O zaman da böyle bir tutumla çok önemli elemanları kaybetmiş oluyorsunuz. Devletin işinin çok muntazam bir şekilde görülmesi gerekir. Siz, bilgili insanları, evindeki hanımının başının örtülü olmasından dolayı harcıyorsunuz veya ilanda belirtildiği üzere, ailesinde amcası, kardeşi, kız kardeşi, herhangi birisi irticai faaliyete adı karıştığı veya haksız menfaat sağlamaya adı karışmışsa, bu yüzden çok büyük değerleri kaybetmiş olursunuz.Böyle bir karara varmadan önce, bunun, devlete ne kadar çok zararı olacağını düşünmek zorundasınız; çünkü, her insan aynı karaktere sahip değildir, her insan aynı zekaya sahip değildir. Bunları dışladığınız zaman bazı önemli değerleri dışlamış olursunuz. “Şimdi, askerle kimse mücadele etmesin” deniliyor. Tabiî kimse askerle mücadele etmesin, niye mücadele etsin; benim sürdürdüğüm bir  mücadele yok. Bizim bilmediğimiz şeyler olabilir, birileri vardır da, böyle alttan alttan, gizli gizli askerle mücadele ediyordur; kim mücadele ediyorsa biz de onlarla mücadele ederiz. Özellikle seçim öncesinde bu tip söylentiler seçmenin kafasında bulanıklıklar meydana getirebilir veya vatandaşların “acaba,askere karşı bir düşmanlık mı var, bir grup mu var?” gibi şüpheler meydana getirebilir. Kendi açımdan ben bu manada bir değerlendirme yapmıyorum, değerlendirmenin de bu manada fayda olduğu kanaatinde değilim; ama, yine aynı noktaya geliyorum: Siviller, askerlerle olan ilişkilerine çok dikkat etmelidir. Yani, askerleri asker olarak kabul etmelidir, onların görevlerinin, vatanın ve milletin birlik ve bütünlüğünü koruma olduğunu bilmeleri gerekir. Onlara ilave görevler, yüklememelidirler. Yani, onlara başörtüsü sorununu çözme görevi yüklenmemelidir. Susurluk olayını çözün diye devreye sokulmamalıdır, mafya olayını çöz diye devreye sokmamalıdır; yani, sivillerin yapacağı işleri aynı zamanda asker de yapar diye devreye sokmamalıdır. Eğer her işi askere yaptıracaksak sivillere lüzum yok; o zaman Türkiye'de sivil hükümete de lüzum yoktur. Bakanlıklara, müsteşarlıklara ve genel müdürlüklere lüzum yok gibi bir sonuç çıkar.NECATİ ÇAVDAR - Ondan sonra çiftçiye kadar inersin...MUSTAFA BAŞOĞLU  - Büyük bir gazetede yazı yazan, oldukça da kıdemli bir yazar, işi döndürmüş dolandırmış, neticede “arkadaş, siz iyi yapmazsanız askerler gelir”e getirip bağlamış. İşte benim kastettiğim siviller bunlar. Zaman zaman bir profesörden, bir doçentten, bir aydından bu lafları duyarsınız veya makalesinde okursunuz. Yani, asker, adeta, sivillerin üzerinde bir denetim mekanizması. “Bak bunlar sizi gözetliyorlar, yanlış yaparsanız tepenize binerler” gibi bir noktaya getiriliyor. Böyle bir anlayışla demokrasi falan olmaz. İnsanları korkutarak demokrasiyi yürütemezsiniz. Yasak koyarak da demokrasiyi zenginleştiremezsiniz.Askerlerle mücadele rey kaybettirir mi; bunu bilemiyorum. Askerlerle mücadele eden olduğunu görmüyorum ve böyle bir şeyi kabul etmiyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız, bunu neye dayanarak söyledi bilemiyorum; ama, benim bildiğim Sayın Süleyman Demirel, yaklaşık yirmibeş yıldan fazla tanıdığım Sayın Süleyman Demirel, demokrattır “konuşan Türkiye” mücadelesi vermiştir, kalkınmacıdır, gelir dağılımında adaleti sağlamıştır, Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernleşmesini, çağa uygun teçhizata sahip olmasını savunan bir kimsedir. Peki bu sözler nereden kaynaklanıyor, onu bilemem.  Sayın Cumhurbaşkanının konuşmasına bir yorum getirmek istemiyorum. Ben, o Yüksek Makama duyduğum saygı nedeniyle de bu tip tartışmalara girmeyi doğru bulmuyorum. Sizin gazetede çıktı, Sayın Cumhurbaşkanına Mekke’den bir mektup gönderdim, orada da bu konuya temas ettim.“Başörtüsü yasağı tartışması bin yıllık tarihimizde olmayan bir noktaya doğru itiliyor, asker-sivil güvensizliğine veya sivillerin askere karşı olduğu bir noktaya itilmek isteniyor, bu kasıtlı da olabilir. Dolayısıyla, herkes kendi noktasında durmalıdır. Şimdiye kadar zaten hep böyle durmuşuz. Hepimiz asker ocağından geldik geçtik. Yarın ihtiyaç olsa hepimiz yine asker ocağına koşarız. Askerimizle övünürüz. Askerlik görevi sıradan bir görev değil, kimse sıradan iş kabul etmemelidir. Asker dediğiniz andan itibaren, her an bir çatışmaya girebileceğinizi, her an hayatınızı kaybedebileceğinizi göze alarak bu kutsal görevi yapıyorsunuz. Bu herkesin yapabileceği bir iş değildir. Nitekim, bunun örneklerini görüyoruz. Genç genç kardeşlerimizin gidip vatan için, devlet için, millet için şehit olduklarını, sakat olduklarını görüyoruz.Şuna çok dikkat etmemiz gerekir bana göre: Şehitlik gibi çok üstün bir mertebeyi sıradan ölüm gibi kimse kimseye takdim etmemelidir; yani, bizim insanımız, askerde süngü takıp Allah Allah diyerek düşmanın üzerine yürüdüğü zaman “bunun sonucunda eğer şehit olursam Allah indinde diri kalırım” duygusuyla bunu yapıyor.Enteresan bir şey var, Genelkurmay Başkanlığı, geçenlerde 200 bin asker kaçağının olduğunu açıkladı, 200 bin insanımız askere gitmekten kaçıyor. Bunlar kimin oğludur bilemiyorum, ama herhangi bunlar, davullarla zurnalarla askere çocuk uğurlayanların çocukları değildir. Bu,Türkiye için büyük bir tehlikedir. Ne demek askerden kaçmak!.. O zaman, insanların manevî yönünü bu manada törpülemeyeceksiniz. İnsanları sadece bir maddî varlık olarak dikkate alıp, yiyen, içen, çiftleşen, döllenen, çocuk sahibi olan gibi bir noktada tutmayacaksınız. Bu, sadece insanların işi değil, hayvanı alırsınız yedirir içirirsiniz, onlar da doğurur, kendi nesillerini devam ettirirler, belli bir noktadan sonra da işe yaramaz olurlar; insan bu değil ki; insan, Allah'ın kendisine verdiği cevheri iyi işlediği zaman melek üstü olabilecek konumdadır, tersini yaptığı zaman hayvandan daha aşağı mertebeye düşebilir.; ama, tercih kendisinindir. İradesini hangi yönde kullanırsa oraya doğru kendini götürür. Allah, Adem’e can verip meleklerine de “siz buna secde edin” demek suretiyle insanı melek üstü bir konuma getirmiştir aynı zamanda. Hz. Adem meleklere secde etmiyor, aynı zamanda, Allah'a saygı olmak bakımından melekler, Hz. Adem’e secde ediyorlar. Melek olan secde etmeyince şeytan, iblis oluyor.  Üstün makamlardan kovuluyor. İnsanımızı, bu gerçeklere göre yetiştirmemiz gerekir.NECATİ ÇAVDAR - Peki, bu değerler tehlike görürse ne olur?MUSTAFA BAŞOĞLU  - Bu değerler tehlike görürse, bizim, vatandaş olarak, bir insan olarak, tehlikede olan bu değerleri tehlikeden kurtarmak gibi bir görevimiz var; yani, haksızlığa karşı direnme görevimiz var. Kurulu düzenin içerisinde kanunlara uymak suretiyle bu yaptığınız yanlıştır demek gibi görevimiz vardır.Biliyorsunuz, Kur’an’ı Kerim’de var, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak görevimizdir. Yani, dinî tebliğ etmek peygamberlerin görevidir, ama müminlerin de birbirlerine karşı ona uygun görevleri vardır. Birbirlerine İyiliği emredecekler, kötülükten alıkoyacaklardır. Zaten yaptığımız tartışama da bu. Sizinle geçen defa konuştuk, şimdi de konuşuyoruz ve hep bunu anlatmaya çalışıyoruz ki, İslamı dışlayarak, insanların inancını dışlayarak bir yere ulaşamazsınız. İnanmamış olabilirsiniz, buna itiraz etmiyorum. Mesela, geçenlerde bir yazar “ben Allah'a inanmıyorum” dedi, bugünlerde ona bir mektup yazacağım. “Allah'a niye inanmıyorsun!?” diye soracağım. İnanıp inanmaması beni ilgilendirmez, ben ona sadece bir uyarı mektubu yazacağım biraz önce söylediğim ilkeye sadık kalmak için. İyiliği, doğru yolu göstermek ve yanlışlıktan alıkoymak için.Türkiye'nin son zamanlarda modası, belki de bu seçimde en çok tartışma konusu olacak irtica. Biliyorsunuz, hükümet bu konuda bir genelge yayımladı...NECATİ ÇAVDAR - Bedüüzaman Hazretlerini, 1908 devriminden önce, İkinci Meşrutiyetten önce . . .  .. orada çok güzel bir konuşma yaptı diyorlar.. . .   . alkışlıyorlar, . . .                            daha sonra 31 Mart hadisesinde de, aynı şahsın orada konuştuğunda mülteci diye idamla yargılıyorlar. Daha sonra da aynı şeyler devam etti, Sayın Süleyman Demirel için de aynı şeyler söylendi “Bir ayağı Konya'da bir ayağı bilmem nerede, bu da mültecidir, ona güvenmeyin” dendi. Rahmetli Menderes’e dendi, bunu herkese söylediler. Bu irtica neyin nesi, kim içindir, irtica neyin kılıfıdır? Herkese deniyor...MUSTAFA BAŞOĞLU  - İrtica, kelime manası geriye gidiştir, irtifa da yükseliştir. Son zamanlarda Türkiye'de irtica tehlikesi tartışması yapılıyor. Bu, devletin belgelerine geçti. Son olarak Başbakanın yayımladığı belgede de bu var, irtica tehlikesi. Şöyle deniyor: “Efendim, irtica yeni yeni toparlanıyor, Sayın Mesut Yılmaz’ın da söyleyişiyle bir süre örselendi, şimdi yeniden kendine çeki düzen veriyor; aman dikkat edin, bir daha başını kaldırırsa başa çıkamayız” gibi iddialar var. Devlet, bunu resmen genelgesine koymuş. Peki nedir irtica; geri gidiştir. Kim bunlar?NECATİ ÇAVDAR - Padişah taraftarları...MUSTAFA BAŞOĞLU  - Ben, şu ana kadar, yazısıyla konuşmasıyla biz geriye gitmek istiyoruz, cumhuriyetten şikayetimiz vardır, demokrasiden şikayetimiz vardır, padişahlığı istiyoruz diyen kimseye rastlamadım eğer irtica ile bu kastediliyorsa. Kastedilen o değil Necati Bey, kimse kimseyi kandırmasın; kastedilen İslam’dır.Şimdi, bakın, 5 bin irticacı vakıf deniliyor; imam-hatip okulları irtica yuvası deniliyor, Kuran kursları irtica yuvası deniliyor. İddialar böyle sıralanıyor. İrticacı valiler deniliyor, irticacı kaymakamlar deniliyor, irticacı memurlar deniliyor. Kim bu irticacı memurlar; efendim, bir kaymakam bir bayanın elini sıkmadı mı irticacı oluyor!.. Sıksın ama, sıkmazsa neden irticacı olsun?... İslam’ın adı irtica olarak konulmak isteniliyor. Geçenlerde bunu bu şekilde söyledim, aynı şeyi ısrarla söylüyorum.Sadece mesele orada değil, İslam’a saldırı tek yönlü değil; Türkçe ezan denildi. Türkçe Kur’an, Türkçe ibadet, Türk İslamı denildi, bayanlara cenaze namazı denildi, bayanlar neden imam değil denildi, efendim Kur’an’ı niye kendi dilimizde okumayalım, Arapça’yla niye okuyalım denildi. Böyle sıraladığınız zaman irticacı vakıf, irticacı kaymakam, irticacı vali suçlamaları var. Bunların tümünü topladığınız zaman bu suçlamaların hedefi İslam’dır, inançtır. Açıktan kimse İslam’a saldıramıyor tabiî; açıktan saldırılırsa büyük gürültü çıkacaktır, bu yumuşatılmış, irtica kelimesinin arkasına gizlenmiş ve oradan sürekli olarak saldırı yapılıyor.Geçenlerde bir vesileyle bunu söyledim, Zahid Akman’ın programına telefonla katılmıştım. İrtica korkusuyla Türkiye seçime götürülüyor. Seçmenler tereddüt içerisindedir. Düşünün ki, bir yere gittiniz konuşma yapıyorsunuz, falan partinin adayısınız, diyorsunuz ki: “Eğer biz iktidara gelirsek, bu hiçbir hukukî dayanağı olmayan başörtüsü yasağını kaldıracağız.” Sizin rakibiniz ihbar edecektir “bak, geldi böyle konuştu, irtica propagandası yapıyor” diyecek veya bir başka yerde “biz iktidara geldiğimiz zaman, imam-hatip okullarındaki bu başörtüsü yasağı zulmünü ortadan kaldıracağız veya bunu şöyle yapacağız” yine irticacı olarak damga vurulacak. Siz geldiniz dediniz ki: “Biz, Anadolu basınının önünü açacağız veya İslam’a hizmet etmek isteyenlere, diğerlerinde olduğu gibi, onlara da kolaylık sağlayacağız.” Bunlar, adayların, birbirlerini irticacı olan-olmayan diye suçlamasına götürecektir, tıpkı eskiden komünist olan-olmayan, Atatürkçü olan-olmayan, laik olan-olmayan suçlamasına götürdüğü gibi. Hiçbir tehlike yokken, siz, adeta, rejimi tehlike içinde gösteriyorsunuz. Evvela, bunu yapanları uyarıyorum. Bu rejime dönük ciddi bir tehlike yok, bu rejim tehlikeyle karşı karşıya değil; çünkü, bu rejim, kendisini koruyacak mekanizmalara sahiptir. Anayasa Mahkemesi vardır görevini yapıyor, normal mahkemelerimiz vardır, savcılarımız vardır, çalışan Meclisimiz vardır, sendikalarımız vardır, üniversitelerimiz vardır; yani, bütünüyle demokrasi içinde oluşmuş kurumlarımız vardır. Bunların tümü de cumhuriyete ve demokrasiye bağlı olan kurumlardır. Bunların hiçbirisi, bu müesseseler yıkılsın istemiyor. Peki bu tehlike ne; bir görünmez, hayali tehlike bu. Bir zamanlar gazetelerde şöyle deniliyordu o 28 Şubat sürecinde: “Efendim, bir üst düzey askerî yetkilinin söylediğine göre...” Ben, buna, meçhul askerden haber alma diyordum. Böyle bir isim var mı, nerede vardır, belli değil; ama, siz, eğer, bir korkutma meydana getirmek istiyorsanız, böyle bir hayali olarak, meydanda olmayan birisi olarak “efendim, Genelkurmayda şöyle oldu, böyle oldu” diye bunu topluma yayıyorsunuz. Bunlar, biraz evvel konuştuğumuz noktaya geliyor; Allah Allah, acaba askerimiz böyle mi düşünüyor gibi tereddütler meydana getiriyor.Deminki sorunuzu da buraya bağlıyorum; bana göre, sivilden askere karşı bir tepki olmaz, olmamalıdır; ama, kimse, durup dururken de, bir asker düşmanlığı vardır diye bir şey ortaya atmamalıdır; yani, yok olan bir şeyi de varmış gibi göstermemelidir ve bu tip şeylerle de seçmenin düşüncesine bir gölge düşürmemelidir, bir korku meydana getirmemelidir. Acaba, reyimi falan partiye mi versem, filan partiye versem mi gibi tereddütleri meydana getirmemelidir. Herkes bu demokrasiyi başarıyor, bizim milletimiz de buna çok yatkın; ama, birileri, sanki, demokrasiyi bir şekilde hançerlemek gibi veya bizim istediğimiz parti iktidara gelmezse bunun önünü keselim gibi birtakım kaygılar taşıyorsa, bu kaygılar boşuna kaygılardır.Evvela insan şunu bilmek zorundadır: Niye İslam’dan korkuluyor, ben onu anlayamıyorum. Biraz önce söyledim, son din İslam; başkaları kendine göre din icat edebilir, ama Allah indinde din İslam’dır. Allah “dininizi tamamladım, size din olarak İslam’ı seçtim” diyor. Peki, içeriğine bakalım, acaba bu İslam denilen din “vurun, kırın, kimsenin malına mülküne bakmayın alın, her şey helaldir mi diyor; yoksa, adil olun, haklı olun, komşunuzun hakkına saygı duyun, kimsenin malına namusuna göz dikmeyin, kimsenin hakkına el uzatmayın, birbirinizle kardeş gibi geçinin, yetimin hakkını yemeyin, fakiri koruyun mu diyor! İslam’ın telkin ettiği genel kurallar bunlar. Şimdi çağımızda, bunlar, insan hakları olarak topluma takdim ediliyor. Yani, Batı bunu söylemiştir veya Birleşmiş Milletler beyannamesinde bunların bir kısmı değişik kelimelerle yer almıştır, bunlar çok üstün değerler olarak kabul ediliyor; ama, Kur’an’ı Kerim’de de bunlar üstün değerler olarak kabul ediliyor. Ama bazı kimseler onu irtica olarak kabul edip dışlamak istiyor.Peki, İslam’ın neyinden korkuyorsunuz?! “Doğru ölçün, doğru tartın” diyor. İşte ticarette adil ölçü... Bugün en çok şikayetçi olduğumuz şey başkasının hakkına tecavüzdür. Kur’an size: “kimse kimsenin hakkına göz dikmeyecek, başkasının hakkını yemeyin” diyor. Bunlardan niçin korkulsun?Bazı insanlar, inançsızlıklarını, irticanın, laikliğin, Atatürk'ün arkasına sığınarak topluma mal etmeye çalışıyorlar. İslam’dan korkulacak bir şey yoktur. Kaldı ki, şu husus dikkatten kaçıyor: Allah'ın muhatabı kişilerdir. Allah “ey insanlar, ey iman edenler” diyor. Ey askerler, ey sendikacılar, ey partiler demiyor; Allah'ın muhatabı tüzelkişiler değil, Allah'ın emirlerinin muhatabı, Allah'ın emirlerine ve yasaklarına uyup uymada muhatap doğrudan insanın kendisidir. “Uyarsan mükafatlandırırım, uymazsan cezalandırırım.” Mükafatı verecek olan da Allah, cezayı verecek olan da Allah. Orucunu tutmadın, tamam; Allah bunun cezasını verir veya vermez; oruç mu tuttun, tamam; Allah sana mükafatını verir. İslamiyette, kimse kimseyi zorla camiye sokmuyor, zorla onun malını al demiyor; herkes meşru yollardan kazanacaktır. Peki, İslam’dan niye korkuyorsunuz?! Bana göre esas sıkıntı burada, Türkiye bunu çözmek zorundadır. İslam’a karşı olanlar, neyine karşı olduklarını söylemek durumundadırlar ki, bilenler de “kardeşim, sen bunu yanlış düşünüyorsun” diyebilsinler. Hayali bir irtica korkusu gibi bir, hayali İslam korkusu yayılmak isteniyor. İslamî ölçülere uygun insan yetiştirmek, aynı zamanda insan haklarına saygı duyan insan yetiştirmek demektir. Çünkü İslam, temelde insanı ve haklarını hedef almıştır. Siz, bunu, İslam’ın dışında düşünemezsiniz. Bu insan hakları dediğinizin elli yüz senelik mazisi vardır, ama İslam, 1400 sene önceden bunları söyleyerek geliyor. Yozlaşmamış, bozulmamış hep aynı kurallar vardır. Ölçü olarak baktığınızda aynı şeyler vardır. Allah, kulları için kötülük istemez. Evvela bunda anlaşmak lâzımdır. Allah, kullarını cehennemde yakmak için yaratmadı. Çünkü Allah'ın ateşe ihtiyacı yoktur; Allah, cehennemin ateşinde ısınacak değil ki, kullarını da orada yakarak kendini ısıtsın. Okula gidip kaydoluyorsunuz, göreviniz derslere çalışıp sınıfı geçmektir. Bazıları birincilikle geçiyor, bazıları ikmale kalarak geçiyor, bazıları disipline uymayıp okuldan ihraç ediliyor. Bu da buna benzer. Yani, öbür dünyaya giderken bu dünyadan cennet veya cehennem için geçer belge alınır.  Bu da, Allah'ın emirlerine uymak veya uymamakla oluyor. Allah'ın emirlerine uyarsanız zaten, insan haklarına kendiliğinden uyuyorsunuz demektir.İrtica diye ikide bir toplumun önüne getirilenin, bana göre, arkasında yatan budur. Üniversite öğrencilerini, siyasî partiler yanıltmışsa ve başörtüsünü takın diye onları kandırmışsa, o zaman soruyorum, peki, imam-hatip okulundaki çocukları kim nasıl kandırdı?! NECATİ ÇAVDAR - Tevhidi Tedrisata göre, onun yasalarına göre...MUSTAFA BAŞOĞLU  - Yani, şimdi imam-hatip okuluna giden ortaokul, lise talebesinin başındaki örtü bir siyasî simge midir?! “Efendim, üniversiteye giden kızları kandırıyorlar, çünkü onların yurt sorunu vardır, burs sorunu vardır, o yüzden menfaat için böyle örtünüyorlar.” diyorlar. Buna nasıl bir kılıf bulunacak? Ortaokuldaki kızın yurt sorunu da burs sorunu da yok.NECATİ ÇAVDAR - İhraç kararıyla attığınız Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını kim kandırdı?!MUSTAFA BAŞOĞLU  - Ben, iddiacıların iddialarının tutarsızlığını söylüyorum.Zonguldak-Ereğli’de imam-hatip okulundaki çocukların 50 tanesi okulu bırakmış. Bunların hepsi ailelerinin yanında yatıp kalkar, bunların bir yurt ve burs sorunu yok. Evde pişen tencereden yemeklerini yer ve okula giderler. Demek ki, mesele, üniversitelerdeki kızlar tarikatların adamlarıdır, falan partinin adamıdır, bunlar siyasî amaçla bunu takıyor iddiası boştur, bir kere bunu kabul etmek lâzım gelir.Şimdi çok daha tipik bir şey söyleyeceğim. Devlette çalışmak istiyorsanız bayan olarak, devlet size “başını açacaksın; ben sana ancak böyle iş veririm” diyor. Kabul ettik diyelim, beğenmezsen çalışmazsın. Siz devlette çalışıyorsunuz bay olarak, falan yerde şube müdürüsünüz, falan yerde polis, falan yerde memursunuz, yeteneklisinize göre, terfi etmeniz lâzım gelir. Evinizde de hanımınız var, devlet göreviyle hiç bir ilgisi yok. Sizin olumlu sicil alıp almamanız, hanımızın başının açık ve kapalı olmasına bağlanmazsa, bunu neye bağlayacağız?! Bu da mı siyasî simgedir?!Burada yapılan bir inanç düşmanlığıdır, bunu kimse gizlememeli. Hem de kanuna rağmen; çünkü, başörtüsünü yasak sayan kanun yok. Her defasında söylüyorum, tekrar söyleyeyim: İster Sayın Kemal Alemdaroğlu olsun, ister yardımcısı Sayın Nur Serter olsun, isterse Anayasa Mahkememizin eski Başkanı Sayın Yekta Güngör olsun, isterse YÖK Başkanı Sayın Kemal Gürüz olsun; gelsinler, bir yerde oturalım, onlar, bu yasağın kanunlara dayandığını söylesinler, ben de kanunlara dayanmadığını söyleyeyim, birileri de hakem olsun, hakemleri de onlar seçsinler. NECATİ ÇAVDAR - İstedikleri kararları çıkarsınlar...MUSTAFA BAŞOĞLU  - Bu, yasak kanunsuzdur. Anayasamızın 2 nci maddesine göre cumhuriyetimiz, demokratik olacak, laik olacak, sosyal ve hukuk devleti olacak. Siz laikliğe sahip çıkıyorsunuz, hepimiz savunuyoruz laikliği. Ben laikliğe karşı değilim, laikliği biz de savunuyoruz, diyoruz ki, laiklik, herkesin kendi inancına göre davranabilmelisidir. Devlet yönetimini yürütürken devletin kanununa göre muamele yapılmalıdır. Kanunları çıkaranlar böyle çıkarmışlardır, yani siz, hırsızlık suçuna Kur’an’ı Kerim’in ahkamına göre değil, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre yargılayıp ceza veriyorsunuz; tamam, buna kimsenin ve benim bir itirazım yok. Eğer bu ölçülerde kalıyorsanız kimsenin buna bir itirazı olmamalı. Ama, siz, laikliği, dinsizlik olarak alıyorsanız, onu dine karşı gösteriyorsanız, bunu kendinize bir din gibi kabul ediyorsanız böyle kabul edin, ona da itiraz etmiyorum. Siz, dininizi laiklik yapın; ama, benim dinim İslam, o zaman benimkine niye karışıyorsunuz?! Ben size karışmıyorum. Bir adam Allah'a inanmıyorum diyorsa, inanmıyordur, benim, onu zorla Allah'a inandırmak gibi bir görevim yok. Bana sorarsa “Allah'a inanayım mı, ne diyorsun” diye, ben ona inan derim “Allah var mı” derse, ona ispat ederim. Evvela kendine bak, kendi oluşumuna bir bak; böyle bir güç olup olmadığını anlarsın gözlerin görüyorsa inanır, görmüyorsan inanmazsın, inanmıyorsan da inanma kardeşim; ben inanıyorum. Laiklikte ölçü veya hoşgörü denilen şey, herkes kendi inancına göre davranabilmesidir. Adam istiyorsa camiye, istiyorsa kiliseye ve ikine de gitmesin. Beni bu ilgilendirmiyor; çünkü, kiliseye gitmesinden dolayı bana hesap verecek değil, ben de camiye gittiğim için ona hesap verecek değilim. Netice kişinin, Allah'ın koyduğu kaideye uyup uymamasıdır.Başörtüsü yasağı Türkiye'nin en önemli sorunu derken şunu kastediyorum: Hükümet kurulmadan evvel burada basın toplantısında söyledim. Bana göre hükümet nasıl olsa kurulur, ama Başörtüsü Yasağı, toplumu kemiriyor. Aile içinde kavgaya sebep oluyor, anneler babalar “kızım, bak sana bu kadar emek verdim, aç başını okulunu bitir” diyor. Öğretmenle öğrenci arasında, öğretmenle idare arasında, hakimle avukat arasında, amirle memur arasında, öğretim üyesiyle öğrenci arasında, öğretim üyelerinin kendi aralarında, öğretim üyeleri ile idare arasında, karı-koca arasında tartışmalara, huzursuzluklara yolaçıyor.. Ailede kavga var, diyor ki: “Senin başının kapalılığı benim bu sene terfime mani oldu; hanım, şu başını açmadın, açsaydın ne olurdu?” Korkarım ki, bu boşanmalara da sebep olur. Bizim, bu topraklarda güçlü bir devlet olarak kalmamız gerekir, gücümüz var Allah'a şükür, bu gücümüzü korumamız, birbirimizi kabullenmemize, birbirimize haksızlık yapmamamıza, inançlarımızdan dolayı birbirimize buğuz etmememize bağlıdır. Yani, camiye gitmeyen, gideni düşman görmemelidir; giden de gitmeyeni hor görmemelidir.Prof. Dr. Nur Sertel’in sizin gazetede çıkan konuşmasını okudum. “Efendim, zamanında bunlar laik kesime çok saldırdılar da, işte biz de şimdi...” yani, bu yasak adeta bir intikam almaya dönüşmüş.. Nur Hanımın söylediğinden ben bu manayı çıkarıyorum. “Zamanında onlar, laik kesim bize...” diyor, laik kesim falan yok; yani, ne laik kesim, ne şeriatçı kesim diye ayrım olamaz. İnsanlar var, bu insanlardan Allah'a inananlar var, inanmayanlar var; ibadetini yapanlar var yapmayanlar var. Onun için, toplumu kesin çizgilerle birbirlerine karşı gösterip  ayırmamak lâzım.Millet olarak gücümüzü korumamızın şart, birbirimizi daha çok sevmemize bağlıdır, birbirimizi daha çok kabullenmemize bağlıdır. Biraz önceki sorunuzda asker-sivil meselesini konuştuk. Bu başörtüsü tartışması öyle bir hale geldi ki, ondan dolayı adeta asker-sivil arasında bir soğukluğa yolaçıyor. Ben, Mekke’den Sayın Cumhurbaşkanına gönderdiğim mektupta bu konuya da temas ettim. Düşüncemi bu vesileyle tekrar ediyorum. Bana göre, Sayın Cumhurbaşkanımız, bu işe, başörtüsü tartışmasına mutlaka el atmalıdır. Ülkenin birliğinin, bütünlüğünün ve kardeşliğinin pekişmesi bakımından esasen bu, O’nun Anayasa görevidir bana göre, Müslüman olmanın, Müslüman bir aileden gelmenin ötesinde, zamanında Başbakan iken yaptığı hizmetlerin bir devamı olarak buna el atması lâzım gelir. Belki bazı kimseler bilmez, gençler bilmez, mesela Sayın Süleyman Demirel, Başbakan iken, camiye giden ve Cuma Namazı kılan ilk Başbakandı. Bundan dolayı yer yerinden oynamıştı. Zamanında  Başbakan Sayın Süleyman Demirel “bu topraklarda yaşayan her müslüman alnını gere gere ben Müslümanım diyebilmelidir” diyen insandır.

Biraz önce siz söylediniz, bugün irticacılık, gericilik sözleri zamanında Sayın Süleyman Demirel için de söylenmişti, mesela Rahmetli İnönü; “Bu hükümetin bir ayağı Konya'da irticaya dayanır” demişti Sayın Demirel Hükümeti için... Kim İslam’ı içine sindirmişse ve bu biraz ön plana çıkmışsa hep gerici damgası yemiştir, irticacı damgası yemiştir; bu, ülkemizde bitmeyen bir kavga haline getirilmiştir.

Bir şey yaptığınız zaman bunun ya size faydası olmalı ya ailenize faydası olmalı ya temsil ettiğiniz kitleye faydası olmalı ya da millete faydası olmalı. Şimdi bu olanları, başörtüsü yasağını değerlendirelim. Başörtüsü yasağı koyuyorsunuz, bunun bir şeye faydası olmalıdır, bakalım neye faydası var bunun; hiçbir şeye faydası yok. Neye zararı var; birçok şeye zararı vardır. O halde zarardan fayda çıkar mı? Efendim, biz, insanların başını açtıracağız, çünkü rejimi böyle koruyacağız diyorsanız, peki başı kapalı olan erkeklere ne yapacaksınız?! Eğer, siz “başı örtülü olanlar irticayı savunuyor, bunlar devletin rejimine karşıdır” diyorsanız, erkeklerin başı açık ve bunlar da üniversiteye gidiyor. Peki, onların kafasındakini nasıl yokedeceksiniz, yokedemiyorsunuz.  O kadar yokedemiyorsunuz ki, geçenlerde bir televizyon programında Prof. Nur Hanıma bir öğrenci şunu söyledi: “Benim başımdaki örtüyü açtırdınız, ama beynimdeki örtüyü açamadınız, beynimdeki iman örtüsünü kaldıramadınız”. Anlayan için bu çok önemli bir uyarı. Geçenlerde Sayın Kemal Gürüz “telkinle çoğu öğrenci başını açtı” dedi. İnsanlara neyi telkin ettiniz? Başını açmasını telkin ettiniz. Niye? Başını açmazsan okuyamazsın diye korkuttunuz. O halde bu telkin değil, korkutmadır. Açmayanı cezalandırıyorsunuz. Böyle telkin olur mu? Bakın nasıl bir ceza veriliyor!..

Okula sokmuyorlar. Anayasanın açık hükmüne rağmen eğitiminden alıkoyuyorlar, eğitim hakkını zorla ve kanuna aykırı olarak elinden alıyorlar. Bununla onun cahil kalmasına, yani yeteri kadar bilgilenmemesine sebep oluyorlar. Okula alınmayanların çok iyi yetenekleri olabilir, bu yasak, onun yeteneklerinden yararlanılmamasına sebep oluyor. Bununla ona hayatı boyunca ceza veriyorsunuz.  Peki neye rağmen bu cezayı veriyorsunuz; başını örtmesini suç sayarak... İster müslüman ister hristiyan olsun hiçbir inanç sisteminde, hiçbir insani anlayışta böyle suç ve ceza olmaz.

“Efendim insanlar başını açsa ne olur?” denilebilecek basit bir konu mudur? Yoksa, bu, İslam’a inananlar için dinî bir vecibe midir? Kur’an-ı Kerim’e dayanan, ondan kaynaklanan dinî bir vecibe midir? Peygamber Efendimizin hadislerine göre dinî vecibe midir? Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun kararına göre  dinî vecibe midir? Bu soruların cevabı çok açık ve nettir: Başörtüsü İslam dinine göre dini bir vecibedir.

NECATİ ÇAVDAR - Türkiye'deki bu konuda en yüksek otoriteye göre böyledir.

MUSTAFA BAŞOĞLU  - İslami konularda kendine göre en geniş düşünen, ismini vermemde de sakınca yok, kendine göre, eskiyi silip yerine yeni anlayışlar  koymaya çalışan Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e göre bile bu bir dinî vecibedir, kitabında böyle yazıyor. Hıristiyan inancında olanlardan bazıları boyunlarına haç takarlar. Gazeteci merhum Yavuz Gökmen’in cenazesiyle, mezarlığa kadar gittim, baktım orada bir bayan duruyor, boynunda haç var, görünüyor, bunu takmış; benim buna yapacak bir şeyim yok. Eski filmlere bakın, Batılının giyimi bizim İslami giyimimiz kuşamımız gibi. Rahibelere bakın, müslüman hanımlardan daha koyu, daha sıkı tesettür giyimlidirler.

Şimdi, siz rahibe olursanız Türkiye'de saçınızı kapatabilirsiniz, siyah elbise giyebilirsiniz, size kimse karışmıyor; ama, eğer, Müslümansanız, İslam’a inanıyor, ona göre giyinmek istiyorsanız, buna izin verilmiyor, yasak konuluyor. O halde burada yasak örtüye değil, onun kaynaklandığı, dayandığı inanca konuluyor demektir.

Peki, eğer başörtüsü ile laiklik ihlal ediliyorsa, bunu Hıristiyan vatandaşlarımız da ihlal ediyor, Fener Patriği Bartelamos’un asası var, boynunda koca bir madalyonu var, başında ismini bilemediğim fes veya şapkası vardır. Kendi inancına göre giyiniyor, geliyor kamu kuruluşlarına giriyor. İlgililerle görüşüyor, toplantılara katılıyor, Başbakanın yanına çıkıyor, devlet yetükilileriyle konuşuyor, vilayete girip çıkıyor; kimse, ona, senin bu kıyafetin kanuna, laik anlayışa aykırıdır demiyor. Çünkü, o, inancının gereği öyle giyinmek zorundadır.

Peki, bizim Diyanet İşleri Başkanı, cübbesiyle sokakta gezse, herkes, ne oluyor diye garip garip bakar. Mesela papazlar kendi kıyafetleriyle gezer, bizim din adamları cübbeleriyle sokakta gezse bu laikliğe aykırıdır diye hücuma uğrar, eleştirilirler. Belki de “Kahrolsun şeriat!” eylemleri yapılır. Oysa her iki giyim biçimi, dini inanca dayanır. Başörtüsü İslami bir vecibedir. Dileyen uyar, dileyen uymaz. Kimse kimseyi başını açmaya veya kapatmaya zorlayamaz. Bununla ilgili kanun ve yasak koyamaz. İnsan haklarına saygılı olanlar, bu iddialarında samimi iseler, bu dini vecibeye saygı duymaları gerekir.

Bunu, rejimi yıkma tehlikesi olarak görmemeleri gerekir. Doğu ve Güneydoğu yörelerimizde erkekler, sıcaktan, tozdan ve soğuktan korunmak için başlarını örterler. O halde bunu da rejime karşı kabul etmek gerekir.

NECATİ ÇAVDAR - O zaman, bu, bayanlar üzerinde bir sadizm mi, egonun tatmini şeklinde midir, nedir yani?

MUSTAFA BAŞOĞLU  - Hayır; bana göre mesele şu: Bayanların başını açtırmak isteyenler sanki, İslam’a dönük bir zafer kazandıklarını sanıyorlar. Ben bu yasağa başka türlü bir anlam veremiyorum.

Bazı kimseler, ne kadar çok bayanın başını açtırırsak, o kadar çok başarı elde edeceklerini sanıyorlar. Neye karşı? İslam’a karşı... Ben bu zorlamaya başka bir anlam veremiyorum, yasağı baş türlü yorumlayamıyorum.

Prof. Sayın Nur Serter, başı açık, saygı duyarım, O’nun bu tutumu beni ilgilendirmiyor, O tercihini böyle kullanıyor; ama, üniversitede başı kapalı bir öğretim üyesi bulamazsınız, Bir öğrenci bulamazsınız. Başını örtmeme yasağı, hem öğretim üyesini, hem de öğrencileri kapsıyor. Başını açmak hak, kapatmak suç... Çünkü baş örtmek, başörtüsü dini simge sayılıyor ve bu laikliğe ve Atatürk ilkelerine karşı isyan, başkaldırı kabul ediliyor. Bu çok haksız ve dayanıksız bir iddiadır.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılan müzakereleri okudum, orada, cumhuriyeti kuranların söyledikleri, mesela merhum İsmet Paşa Başbakan olarak, Şeriye Vekaleti’nin kaldırılması tartışılırken, “biz kanunu kaldırıyoruz, bu insanların inancına zarar verir” sözlerine karşı diyor ki: “Hayır; Bu konuda endişeye mahal yok İslami Kurallar bugün nasıl uygulanıyorsa, gelecekte de aynen uygulanacaktır.” Yani, cumhuriyeti kuranların, iddia edildiği gibi doğrudan dine karşı bir müdahalesi yok. Çıkardıkları kanunda aydın din adamları yetiştirmek üzere Millî Eğitim Bakanlığına görev veriliyor. Dinî alanda bir boşluk kalmasın diye. Sonra uygulayıcılar bunu amacından saptırıyorlar. O ayrı bir inceleme ve tartışma konusudur.

İşin dikkat çekici yanı, Atatürk’ün tutumudur. Atatürk'ün eşi Latife Hanımla çekilmiş fotoğrafları var. Merhum Latife Hanım, tam bir İslami giyim içerisindedir. Latife Hanım’ın, sadece yüzü ve elleri açık, ayaklarına kadar kapalı, çorapları siyah renkte. Bir yanında Atatürk var bir yanında İnönü var. Bu tablonun yanında ben de fotoğraf çektirdim.

Atatürk'ün tesettürle ilgili söyledikleri var. Bugün Atatürkçü geçinenlerin ve Atatürk’ü tesettüre karşı gösterenlerin  tam aksini söylemiş. Atatürk’ün sözleri özetle şöyledir:

“Hanımlarımız İslamî tesettüre riayet ederlerse, ama aynı zamanda sanatta, edebiyatta toplum içinde bulunurlarsa bu iftihar edilecek bir şeydir.”

Yani, Atatürk “hanımlarımız başını açsın, veya başlarını kapatsın” dememiş, diye bir emri yok. Kaldı ki, burada önemli olan şu: Dine karşı kin emir verirse versin,anne baba da dahil böyle bir emre uymak mecburiyeti yoktur. Eğer emir, dinî görevimi yerine getirmemek için verilmişse, insanların böyle bir emre uymak mecburiyetleri yoktur. Çünkü, dinî emirlerden dolayı insanlar Allah'a karşı sorumludur. Emirlere uymak ya da uymamaktan dolayı hüküm, Allah’a aittir.“

Burada sendikada çalışanlara “hepiniz başınızı kapatacaksınız” diye talimat versem, çalışanların buna uymamak hakları vardır “hepiniz açacaksınız” desem, yine bu talimata uymamak hakları vardır. Talimatı alanlar bana diyebilir ki, “Başkan kusura bakma, ben burada çalışıyorum, belirli bir iş yapıyorum, ondan dolayı yani işimden dolayı sana sorumluyum. Başımı açmak veya kapatmaktan dolayı sana karşı sorumlu değilim.” Mesela bizim burada çalışıp, Cuma Namazına gidenler var, gitmeyenler var; oruç tutanlar var, tutmayanlar var. Kimseye bu konularda zorlama yapmıyoruz. Yani zorla oruç tutturmuyor, oruç tutmuyor diye de kimseye ceza vermiyoruz. Mesela, burada yirmi senedir çalışan başı açık olan bir bayan var. Bugüne kadar, hiçbir gün, “senin başın niye kapalı değildir” diye sormadım. Çalışalarımıza zam verirken, haklarını düzenlerken dini vecibelerini yerine getirip getirmediklerine bakmıyor, onu ölçü almıyoruz. İnsanlar kendi anlayışına göre başını örter veya açar.

Başörtüsü yasağını savunanlar, Atatürkçülüğü bu işin bir kılıfı, dayanağı ve desteği yapmak istiyorlar. Oradaki tehlike şudur: Bana göre samimi olmayan bu Atatürkçüler, Atatürk’ü İslami inançla ters düşürüyorlar. Başörtüsü Atatürkçülüğe aykırıdır dediğiniz zaman, Atatürk’ü dine, dini vecibeye karşı bir konuma sokarsınız, buna kimsenin hakkı yoktur.

NECATİ ÇAVDAR - Zaten Atatürkçüyüm diyenler şu günde, eski solcular ve kesinlikle Atatürk'e burjuva devrimcisi diyenler, şu andaki sözcüleri onlar.

MUSTAFA BAŞOĞLU - Tamam, yüzde yüz haklısınız; bunlar, zamanında Atatürk’ü dışlayan, Atatürk’ü horlayan kimselerdi, sonra biz yanlış yapıyoruz, deyip, bugün Atatürk'ün arkasına sığınarak amaca ulaşmak istiyorlar. Laikliği de öyle kullanmak istiyorlar. Demek istediğim şu: görünürde Atatürkçüyüm diyen bazı kimseler, Atatürk’ü toplumun inançlarıyla ters düşürüyorlar. Atatürk'ün bütün konuşmalarında “millet” sözü, “millete güven, millete saygı” hep ön plandadır. Dikkat edin, Atatürk, elinde bastonuyla sokakları geziyor, kahvelere gidiyor, halkın içine giriyor, traktörünü kullanıyor, köye gidiyor. Gerçek olan şu;  Atatürk halkıyla bütünleşmiş bir insandır. Bu anlayışta olan Atatürk’ü -bu da bilerek yapılıyor- dine karşı göstererek toplumla ters düşürüyorsunuz. Bu sayede amacınıza ulaşmak istiyorsunuz. Bunlar takıyyeci  Atatürkçülerdir. Bunu sırf kendi tezlerini haklı çıkarmak için yapıyorlar. Laikliği de böyle kullanıyorlar. Atatürk'ün laiklik ile ilgili söyledikleri vardır. O’nun düşüncelerinden, bugünkü Atatürkçülerin ileri sürdükleri sonucu çıkarmak mümkün değildir. Kaldı ki laikliğin dünyada uygulamaları vardır.

Laiklik, prensip olarak, devlet yönetimiyle dinî kuralların birbirinden ayrılmasıdır. Kral ile kilisenin uzlaşmasıdır. Bizim geçmişimizde böyle bir uzlaşmaya ihtiyaç hissedilmemiştir. Çünkü cami, kilise gibi davranmamış, güç bende iddiasında bulunmamıştır. Kilise istediğinin başına taç koymuş, istemediğinden onu geri almış, istediğini aforoz ederek, dinsiz ilan etmiş, istediğini cennete koymuş, istemediğini cehennemde yollamıştır.  Kiliseye gittiğiniz zaman hücreler vardır, bir tarafta papaz vardır, bir tarafta günah işleyenler vardır, kişi  gelir anlatır, günahını itiraf eder, papaz da kendine göre onu affeder... Nasıl oluyorsa bu!.. İslam bu anlayışı reddeder. Onun için Allah adına hüküm veren ruhban sınıf İslam’da yoktur.

İslamî geleneğimizde, padişah-Şeyhülislam, imam kavgası yoktur. Cami-imam kavgası yoktur. Kral-kilise uzlaşması olan laik anlayışın dayandığı temel, bizim geçmişimize uymuyor. Kral demiş ki: “Devleti ben idare ederim, kiliseyi sen idare edersin. Sana arsa veriyorum, dinî okulları sana veriyorum, okullarda din derslerinin programını sana veriyorum, sana vergi de veriyorum. Al arkadaş, sen misyoner bul, dünyanın neresine gidersen git, dinî yay; ama, beni aforoz edemezsin, devletin yönetimini benimle bölüşemezsin.” Kilise bunu kabul etmiş ve uzlaşmışlar, anlaşmışlar.

Geçen sene Sofya’ya gittim, bizi bir kiliseye götürdüler, orada iki koltuk yan yana duruyordu. Sebebini sordum. “Koltuklardan birisi kardinalin birisi de kralın” dediler, Birinci koltukta kardinal, yanındaki koltukta da kral oturuyormuş. İşte bu iki koltuk sahibi, o zaman sonuçta uzlaşmışlar. Kendi aralarında görev bölümü yapmışlar.

Bizim geçmişimizde böyle bir kavgamız, uygulamada olmadı. Buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, temel ilke olarak laikliği kabul etmiştir. Yani devlet yönetiminde dini kurallar değil, meclisin kabul ettiği kanunlar esas olacak. Devletin işleyişi, bu ilkeye göre yürütülecektir.

Bu anlayış bugün başörtüsü yasağının temeli ve bir bakıma din düşmanlığına dönüştürülmek isteniyor. “Senin başını örtmen dini vecibesi, laikliğe aykırıdır.” Kuralına çevrilmek isteniliyor.

Ben, gerçekten bundan hem üzülüyorum hem de utanıyorum: Devlet adına yetki kullananlar, imam-hatip okullarının önüne giderek, küçük çocuklara daha bu yaşında adeta avlar gibi arabalara doldurup götürüyorlar. Bana göre bunun haklı hiçbir izahı olamaz. Hiç kimse, buna, doğrudur ve adildir diyemez. Bunu laikliğin gereği olarak savunamaz. Çünkü laiklik ilkesinde uzlaşan ülkelerin hiçbirisinde böyle bir uygulama olmadı, olmuyor... Türkiye bu haksız ve anlamsız başörtüsü yasağını bitirerek, bu sayede kişiler devlet idaresiyle daha çok barışık hale getirilmelidir. Ülkenin birliğine, bütünlüğüne silah çekenlere affın düşünüldüğü bir ortamda, dini inancından dolayı cezalandırılıp, eğitim hakları elinden alınanlar affedilmeyip, cezalandırılmalarının haklılığını kimse izah edemez.

Burada devlet adına milletin verdiği yetkiyi kullananlar, kendi kararlarına ve tutumlarına dönüp bakmaları gerekir.  Çünkü milletin verdiği yetkiyi, millete karşı kullanmaya kimsenin hakkı yoktur. Hiç kimse, ben, devletin bana verdiği yetkiyi kullanıyorum, herkes benim emrime uymak zorundadır diyemez. Kullanılan yetki kanunlara uymalıdır. Yani ne vali ne kaymakam, ne bakan, ne hakim ne savcı devlet adına kim yetki kullanıyorsa, bunu mutlaka hukuka uygun kullanmalıdır. Buna göre vali, müdür, kaymakam, müsteşar yetkileri bellidir. Birisi kalkıp da, illa bana başını açacaksın veya dayatmada bulunamaz. Bilhassa inançtan kaynaklanan konuları ortadan kaldıramaz. İnsanın inancına göre davranmasını elinden alamaz. Buna yetkisi yoktur. Bütün inanç kavgaları ve mücadeleleri hep bu temel üzerine kurulmuş, bu temel üzerinde sürdürülmüştür. Düşünün insanlar inançlarından dolayı ta, Trabzon’un dağlarına kilise yapmışlar, oraya sığınmışlar. Kayalıklarda kendilerine inançlarını yaşayabilecekleri yerler yapmışlar. Kimi yerde yerüstünde kimi yerde yeraltında ibadet yerleri yapmışlar. İnançlarından dolayı işkenceye uğramışlar, engizisyon mahkemelerinde ölüme mahkum edilmişler, yurtlarından kovulmuşlar, işlerini kaybetmişler...

“Kardeşim, benim inancımın sana bir zararı var mı; yok, beni kendi halime bırak. Ben senin inançsızlığına karışmıyorsam, sen de benim inancıma karışma!.. İşte bu uzlaşma noktasıdır.

Şunu söylemek zorundayım, bana göre, siz, gazete olarak önemli bir iş yapıyor, önemli bir görevi yerine getiriyorsunuz. Sayın Mesut Yılmaz, bu seçim propagandasını “İrtica tehlikesi var” diyerek açtı. “Sessizlerin sesini duyuyorum” dedi; iyi ama, sesi çıkanların feryadını duymadı. Üniversite önlerinde bağıran kızcağızların sesini duymak, ona çözüm bulmak gerekir. İmam-hatip okullarının önünde başlarını açmamalarından dolayı ağlayan çocukların feryadını duymak, ona çözüm bulmak önemlidir. Onların anne ve babalarının sızlanmalarını duymak önemlidir. Bu sızlanmaları anlamak önemlidir. Onun için sessizliğin sesini gazetelere ilan vererek duymak yetmez, çözüm bulmak gerekir. Yani siz gazete olarak bu haklı sesi duyuyorsunuz. Bu çok önemli ve kutsal bir iştir. Şüphesiz, bu haklı mücadeleye, çok önemli bir katkıdır. Herkes kanunlara uymak suretiyle, direnme ve mücadele hakkını kullanmalıdır. Eğer bu yapılamazsa, gerçek demokratik hak arama yolları açılmaz, kapanır.

Bakın demokrasi Türkiye’de bunca zamandır niye oturmuyor? Çünkü bunun için mücadele gereği gibi yapılmıyor. Zaman zaman söylenen ve yazılan İngiltere’de  Magna Carta’nın - 1215’de kabul edilmiştir. Bu kralın yetkilerine belli sınırlamalar getirmiştir.Bizde genel olarak aynı amaçla Sened-i İttifak yapılmıştır. İngiltere’de parlamento kralın yetkilerini sınırlamış, vergi koyma hakkı  almıştır. Krala sen boyna halktan vergi topluyorsun ama, vergileri rasgele kullanıyorsun.Bundan sonra vergiyi ancak parlamento karar verirse toplayabilirsin. Nereye kullandığını denetlerim demiş. Kral, verilen  vergi yeterli bulmamış, parlamentodan yeniden vergi istemiş, parlamento reddetmiş. Kral parlamentoyu feshetmiş, yeni parlamentoyu kurmuş.,o da  vermemiş,bunu üç defa tekrarlamış ve sonra kral parlamentoyla uzlaşmak zorunda kalmış.Hatta  kralın vekili Edinburg Dükü’nü parlamento yargılamış. Dük, “ben kralın emrini yerine getirdim” demiş ama, “bu bizi ilgilendirmez, o seninle kral arasındaki meseledir” demiş ve Dük’ü idama mahkum etmiş. Kral bu karara  boyun eğmiş, Dük’e sahip çıkmamış.İşte bu mücadele ve gelişmeler Anayasa olmamasına rağmen, İngiltere’yi demokrasinin beşiği haline getirmliştir.Türkiye’de haksızlığa karşı  direnme,inanç ,anlayış ve mücadele gelişmemiştir. Bunun sonunda ne yaparsak doğrudur anlayışı yerleşmiştir. Bu anlayışın değişmesi lâzımdı.Bursa’da bana göre çok önemli bir  mücadele veriliyor. Üniversitedeki kızlarımız da çok önemli bir mücadele yürütüyorlar. Efendim şu kadarı başını açtı, şu kadarı kaldı, onbin kişiden dokuz bini başını açtı, kazandık diyenler şunu bilmeli,bir kişi bile kalsa, bu çok önemli bir dayanaktır. Yasağı savunanlar, bundan sonra hakkı kabul etmek zorunda kalacaklardır. Artık daha fazla ileri gidemeezler, çünkü kullanabilecekleri bütün kozları kullandılar. 18-20 yaşında bir kız üniversitenin kapısından içeri sokulmuyor, polisle karşı karşıya getiriliyor, aile baskısıyla, çevre baskısıyla okulunu bitirmek için başını açmak mecburiyetinde kalıyor. Birileri bunu zafer kabul ediyor. “Bak ikna ettik, başını açtırdık, biz galibiz” deyip, seviniyorlar. Bunu zafer kabul edip, kutluyorlar. Bir kere bu mücadele, eşit şartlarda yapılmıyor. Zira, sende olan yetki onda yok. Sen kapıyı kapatıp, onu zor kullanarak içeri sokmayınca, o kapıyı açma gücüne sahip değil. İçeri giremiyor, kapıyı kapatıyor, onu dışarda bırakıyorsun. Sınıftan atıyor, onurunu incitiyorsun. Bu haksızlığa karşı mücadele edemiyor, karşısına polisi çıkarıyorsun. Ceza verip, üniversiteden uzaklaştırıyor, haklılığını isbatlayan mahkeme kararını uygulamıyorsun. Kanunsuzluğa karşı çıkan Yozgat Cumhuriyet Başsavcısına ödül yerine ceza verildi. Rektörün koyduğu yasağın kanunda yeri olmadığı için açtığı davadan dolayı Cumhuriyet Başsavcısı cezalandırıldı. Cumhuriyet savcılarının görevi Cumhuriyet kanunlarının uygulanmasını sağlamaktır. Görevini yapana  ödül yerine ceza vermekle, kanunsuzluk, kanunilik kazanamaz. Edirne’de idare mahkemesi hâkimi “yapılan bu uygulama yanlıştır” diye oy kullandığından dolayı yerinden edildi. Trabzon’a nakledildi. Van’da Prof. Dr. Odabaşı’nı, haksızlığa karşı insanlarla beraber yürüdüğü için akademisyenlik unvanı kaldırıldı.YÖK, 1200’den fazla öğrenci ve 25 öğretim üyesine ceza verildiğini açıkladı. İdare mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararına uyulmamaktadır. Bunlar kanunsuzluk değilse, başka türlü kanunsuzluk olur mu!.. Kanunsuz uygulama mahkeme tarafından verilen kararla ispatlanıyor, ama siz hâlâ kendi sözünüzü kanun kabul ediyorsunuz, sonunda “biz galibiz” diyorsunuz. Bu mücadelede hem hakem, hem hakim olunarak adil sonuç alınamaz. Kendilerini haklı veya galip ilan edenler, haksızlıkların üzerine oturup, bunu başarı sayarak ve onunla övünmek yerine utanmak lâzım gelir bana göre, çünkü bu bir haksızlık. Bunun memlekete faydası yok. Böyle bir durumdan Türkiye çıkmak zorundadır.Kendi hatalarını hak, karşınızdakilerin haklılığını hata kabul ederek bir sonuç alamazsınız. Topu elinizle kaleye atıp, nizami gol sayıyorsunuz. Yahut “gel güreşelim” diyor, güreş kurallarına uymuyor, yumruk atıyorsunuz ve “yendim” diye seviniyorsunuz. Elimi kolumu bağlıyorsunuz, siz bana yumruk atıyorsunuz, ben sesimi çıkaramıyorum, tabiî on yumruktan sonra yere yıkılıyorum  “bak, gördün mü kaybettin” diyorsunuz... Bu adil bir mücadele sayılır mı?! Haksızlıklar üzerine kurulan bu sonucu, “başarı elde ettim” diye bununla övünülmez.Bana göre, seçmen, bu seçimlerde şuna dikkat etmelidir: Bu haksızlıklara karşı kim samimidir; sadece ağızdan söyleyerek değil, beyinden söyleyip, tüm gönlü ile tasdik eden samimidir. Bunu anlamak zor değildir. Birisini dinlediğiniz zaman sırf rey hatırına mı konuşuyor, yoksa içinden gelerek mi konuşuyor, bunu tesbit etmek gerekir. Seçimin 28 Şubat’ın  rövanşı olacağı gibi laflar, çok gereksiz laflardır. 28 Şubatta kimsenin  öç alacağı sanılmasın. Öyle bir iddianın peşinde koşan olduğunu zannetmiyorum. Buna zaten gerek yok. Ama herkes 19 Nisan’da seçim sandığından çıkacak sonucu şimdiden kabul etmeli, seçmenin iradesine saygı duyup, katlanmalıdır. Bizim tuttuğumuz parti eğer yeteri kadar rey almazsa, öteki parti ya da partilerin önünü keseriz gibi bir hakkı hiç kimse kendinde görmemelidir. Millete ve onun kararına ya tam olarak inanırsınız veya inanmazsanız; inanmıyorsanız seçim yaptırmazsınız. Siyasi partileri kapatıp demokrasiye paydos dersiniz, “haydi herkes evine” dersiniz.O zaman demokrasiden söz edilemez. Siz böyle dersiniz ama, millet ne der, o başka bir konu...27 Mayıs’tan sonra, 1965 yılında yapılan seçimlerle Adalet Partisi tulum çıkararak iktidara geldi, 1969’da bunu tekrarladı. AP, kapatılan DP’nin yolundan gitti. Yani yasak koymadı. Parti kapatmak, yöneticileri mahkum etmek hatta idam etmek, seçmenin oyunu istenilen mecraya  çevirmiyor. Seçmenin önü açıldığı zaman istediği partiye rey veriyor. Görülmemiş uygulamaları tekrarlarsak, ülkeye zaman kaybettirir, ülkenin itibarını zedeleriz.Necati Bey, şundan da çekinmek lâzım: Falan partiye rey verenler irticacı, falan partiye verenler değil diyerek vatandaşı ikiye bölmemeli. Bugün irticacı parti dediğiniz partiye rey veren yarın size rey verebilir; size rey verdiği zaman reyi kıymetli olur, ilerici rey olur da, falan partiye verince niye gerici irticacı rey oluyor? Bu seçmen iradesine saygı duymamaktır. Siyasilerimiz ve kendini yetkili görenler evvela seçime ve sonucuna saygı duyacaklar; vatandaşa saygı duyacaklar ve reyine saygı duyacaklardır. Kendilerini efendi, vatandaşı yahut seçmeni hizmetçi saymamalıdırlar. Beni düşündüren tek şey seçimden sonra hükümeti, acaba, dördüncü beşinci olan partiden birisi mi, Meclis Başkanı en çok milletvekili olan partiden mi, yoksa daha az milletvekili olan partiden mi seçilecek? Yoksa, çoğunluğun hakkına saygı duyma uygulamasına yeniden dönülecek mi? Bu söylediğim Meclis Başkanının kişiliğiyle ilgili değildir, ama kim fazla rey alıyorsa Meclisin Başkanının ondan seçilmesi yani yönetmede onun daha çok söz sahibi olmasıdır. Kendisi bunu istemezse, o zaman yapılacak bir şey yoktur. Demokrasinin geleneklerini, insanları korkutarak ve yasaklar koyarak güçlendiremezsiniz. Seçmen üzerinde korku salan genelgelerle demokrasiyi daha ileriye götüremezsiniz. Demokrasi, haksızlıklara, kişi hürriyetlerine ve yasaklara karşı bulunmuş ve kurulmuş bir yönetimdir. Bu gerçeği kimse dikkatten uzak tutmasın. Eğer, tek parti, tek kişinin yönetimi iyi olsaydı, kimse hürriyet, hak, hukuk ve demokrasi kavgası yapmazdı. Demek ki, insanlar, yasaklara karşı tepki gösterdikleri, tek kişinin koyduğu kuralları adil bulmadıkları için demokratik bir yönetim biçimine kavga ederek, mücadele vererek, kan dökerek, can vererek çok ağır bedeller ödeyerek ulaşmışlardır. Çağımızda, insan haklarının en ön planda olduğu, 2000 yılına adım atarken, bazı yasaklar koyarak insanları korkutuyor, seçmenlere “sandığa gidince, reyinize dikkat edin, yanlış bir şey yapmayın” diyerek yönlendiremezsiniz.“28 Şubatı unutmayın” diyenler, neyi unutmayacağımızı da söylemelidirler. O günden bugüne kadar aradan şunca zaman geçti. 28 Şubatı en koyu savunanlar bile beni ikna edecek bir gerekçe ortaya koyamadılar, peş peşe birtakım yuvarlak laflar sıraladılar. Bu 28 Şubat sürecinde ne oldu ki onu çok haklı bulup savunalım? Rejimi ortadan kaldıracak kanun mu çıktı; hayır. Rejimi yıkacak özel ekipler mi oluşturuldu, hayır... Cumhuriyete, demokrasiye kasteden onları yıkmak isteyen, özel tedbirler mi alındı; hayır.  Özel elemanlar mı yetiştirildi, hayır...Güvenoyu almış hükümet işbaşında mıydı; evet. Yaptığı uygulamalar herkesin gözü önünde miydi; evet. Devletin kurulu düzeni işlerini sürdürdü mü, evet... Bağımsız mahkemeler açık mıydı? Evet... Medya hür müydü? Evet... Mesleki kuruluşlar görevlerini baskısız biçimde yaptı mı? Evet... Devletin güvenlik güçleri görevlerini yerine getirdi mi? Evet... Öyleyse, 28 Şubat 1997’de ne oldu ki onu unutmayacağız?Şimdi düşünün, siz, Müslüman bir insan olarak sakal bırakırsanız devlet dairesinde yeriniz yok, ama Hıristiyan sakallı gelip pek ala dairenize girebiliyor, uzman olarak araştırmacı olarak onu çalıştırıyorsunuz. Allah aşkına, onun sakalıyla benim yani müslümanın sakalının farkı ne?! Farkı şu: Benim sakalım dini açıdan sünnettir. Bu ise bazı kimselere  İslamî bir çağrışım yapıyor. Ötekininki bunu yapmıyor.    % 99,5’i Müslüman olduğu söylenen bu ülkede İslamı çağrıştıracak simgeler olamaz mı? Bundan kimse gocunmamalı. Siz sakal bırakmayabilirsiniz, ben bırakabilirim. Bir müslüman olarak kılığınızla kıyafetinizle karşınızdakini rahatsız edemezsiniz. Arkadaş, evinde ne yaparsan yap, ama herkesle beraber olduğunda düzgün giyin, Onu rahatsız edecek şeylerden sakın. Anayasa Mahkemesinin, başörtüsü konusunda konusunda söylediği şudur: “Bu bir İslamî simgedir.” Olabilir. Çünkü İslamî bir gereklilikten kaynaklanıyor, bunu kimse inkâr etmiyor, biz de bunu savunuyoruz. Diyoruz ki; “bu, İslam’ın emrettiği kuraldır”. İslam’ın emrettiği kurallara uyup uymamak da kişinin tercihidir. Oruç tutmayana niye oruç tutmuyorsun deyip, oruç tutan hesap soramaz. Oruç tutana da tutmayan hesap soramaz. Cuma Namazına gitmeyene bir şey demiyorsunuz, ama başını örtene diyorsunuz. Sana o hakkı kim veriyor?Laikliğe karşı olmak sadece başını örtmekle mi oluyor?!. Bunların tümü uyduruk şeylerdir, bunların hiçbirisinin inandırıcı bir tarafı yoktur. Bakın, 1200’den fazla öğrenciye YÖK ceza vermiş. YÖK, “şu kadar öğrenciye ceza verdim” diye övünemez. Üniversitelerimiz “şu kadar öğretim üyesini attım” diye övünemez. Üniversitelerimiz “şu kadar öğrenciyi şu başarı derecesiyle mezun ettik” diye övünebilir; üniversitelerimiz “ülke yararına şu kadar araştırma yaparak ülkeye sosyal ve ekonomik yönden şu katkıda bulunduk” diye övünebilir. Üniversiteler “şu kadar araştırma yaparak dünya çapında ön plana çıktık” diye övünebilir; üniversitelerimiz, dünya çapında araştırmalar yaparak, Nobel ödülüne aday olabilecek araştırmalarla övünebilir.Sayın Kemal Gürüz’e hatırlatıyorum, kaç tane araştırmanız vardır uluslararası yarışmaya kattığınız?!Pakistan dahil, birçok ülke Nobel Ödülü aldı; bunu kardeş Pakistan’ı küçümsediğim için söylemiyorum. Pakistan da bir devlettir, biz de bir devletiz. Peki, biz niye Nobel ödülü alamıyoruz?! Sen, koskoca YÖK’ün Başkanı olarak hangi araştırmanla övünebiliyorsun?! Uluslararası alanda senin üniversitenin yeri neresidir, öğretim üyelerinin yeri neresidir?!Sayın Gürüz, dünyanın neresinde “şu kadar öğrenci attık” diye övünen üniversite vardır?!Dünyanın neresinde “şu kadar öğretim üyesine ceza verdik” diye övünen üniversite vardır?!Üniversiteler ceza vererek övünmez. Bu, üzülünecek bir durumdu, bir bakıma yüz kızartıcı bir şeydir. Üstelik verdiğiniz cezaların tümü de kanunsuz. Dayandığınız tek dayanağın Anayasa Mahkemesi kararının olduğunu söylüyorsunuz, ben de diyorum ki: Anayasa Mahkemesi kararına dayanamazsınız. Anayasa Mahkemesi, başörtüsüyle ilgili kanunu iptal etti, o devreden kalktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi ikinci bir kanun çıkardı, orada diyor ki: “Yürürlükte olan kanunlara aykırı olmamak şartıyla kılık kıyafet serbesttir.”Sen, şimdi, YÖK Başkanı olarak, bana, şu kanun kılık kıyafeti düzenliyor. Bu nedenle, bunlar bu kanuna uymak zorundadır demek zorundasın. Böyle bir kanun var mı; yok. Ondan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi başka bir kanun çıkarmış mıdır? Hayır!..Türk Milletini ileriye götürmemiz gerekir. Çağdaş dediğiniz şey sadece kılık kıyafetle ölçülmez. Efendim, çağdaş milletiz; çağdaş millet olmamız için sadece kılık kıyafetle veya batılı gibi yaşamakla olmaz. Batının bizden farklı, -maalesef- üstün tarafları vardır. Araştırma yönünden, yaptıkları icatlar yönünden, insan hakları yönünden, hukukun üstünlüğüne saygı duyma yönünden, ileri demokrasi uygulamaları yönünden, sosyal güvenlik, sosyal adalet, gelir dağılımı yönlerinden...Tamam, istediğiniz gibi giyinebilirsiniz, plaja da gidersiniz, başınızı da örtmeyebilirsiniz ama, bu bizi batılı yapmaya yetmedi. Niye batılı olamadık? Avrupa Birliğine niye almadılar? Madem batılı olduk, AB’ye niye almıyorlar bizi? Onlar gibi giyiniyoruz, onlar gibi konuşuyoruz!.. Şimdi yeni bir moda çıktı, İngilizce konuşmak ve İngilizce kelime kullanmak... Bazı dükkanların ismi İngilizce; sokak arasındaki dükkanlara bile İngilizce isim ve tanıtım levhaları konuluyor. Hatta daha da kötüsü çocuklarına yabancı isim verenler giderek çoğalıyor. Bursa'da bir otelde kahvaltı yaparken, mahalli radyodan bir ses çıktı, “just do it” buna benzer yazıları ve deyimleri, bazı özel araçlarda görmek mümkün... Bir mağazaya girdim. Müzik çalınıyor. “Türkçesi yok mu” diye sordum. “Efendim gençler böyle istiyor” dedi. Fiyat etiketlerinin hepsi İngilizce.

Şortların üzerine bakın hepsi İngilizce ve yabancı artist isimleri var. Eşimle birlikte Mutluköy’de bir mağazaya girdik, tezgahtar kızın giydiği kazakta (T-shirt) “I low you” yazıyor. “Burada ne yazdığını biliyor musun?” diye sordum, şöyle bir duraladı cevap vermedi. “Seni seviyorum yazılı; seni babana şikâyet edeceğim” dedim, kız, “bunu bana babam aldı” deyince söyleyecek söz bulamadım. Sırtına geçirdiği giysinin üzerinde ne yazdığını bilmeyen insanlar, bu giysilerle batılı olacağını sanıyorlar. Yazdığım bir makalede de belirttiğim gibi, Bilkent Üniversitesinde yabancı uyruklu bir öğretim üyesi, oradaki arkadaşlarına diyor ki: “Sizin memleketinizin büyükleri, tarihi kişileri yok mudur. Bu t-shirtlerin (gömlek) üzerinde hep yabancı resim ve isimler var. Türkçe hiç yazı görmedim”. Bu yabancıların dikkatini çekmiş. Bu tip giysilerin üzerinde, ya yabancı artist ya da acayip acayip İngilizce yazılar var. Bana göre bunların ne anlama geldiğini çoğu bilmiyor. Bazen “seni seviyorum” bazen “seni öperim” ve daha birçok yüz kızartıcı sözler...Bütün bunları yapmamıza rağmen batılı, bizi kendinden saymadı. Batılı size diyor ki: “sende işsizlik fazladır”. Birinci geriliğin bu. “Sende gelir dağılımı adil değildir” ikinci geriliğin bu. “Sende işçi ve memur ücretleri çok düşüktür” üçüncü geriliğin bu. “Sende enflasyon oranı çok yüksektir” dördüncü geriliğin bu. “Senin kanunların benim sistemime uyacak kadar adil değildir” beşinci geriliğin bu. Ve daha birçok konuyu sayabiliriz. İşte, “biz de çağdaşız” dediğinizde çağdaşlığın  seviyesi böyle belirleniyor. Bunları düzeltirseniz çağdaş seviyeye çıkarsınız. Adamlar bağırıp çağıracaklar, kafa tutacaklar, sen de ona göre tedbir alacaksın, ileri adım atacaksın!..Ceza vererek değil, iyi insan yetiştirerek batıyla yarışabilirsin. Biraz önce söyledim, bu kızların tümü olmasa bile, birçoğu yeteneklidir.  İçlerinde belki, tıp ödülü kazanacaktır, doktor çıkacaktır, belki diğer alanlarda çok büyük yenilikler getirecektir. Belki çok ciddi büyük aritmetikçiler, çok iyi bir fizikçi çıkacaktır.  Zaten, çıkanları bir hırs veya kin yahut inançsızlık uğruna harcıyoruz. Yetenikli insanların önünü kesmek büyük bir ihanettir. Bakın, açıkça söylüyorum: Bu memleketteki gençlerin, kabiliyetli çocukların, başörtüsü yüzünden önünü kesmek; inançlarından dolayı bunların önünü kesmek, bu memlekete en büyük ihanettir. İhanet başka türlü olmaz. Batı'da yetişenler, ödül alanlar,hep üniversitelerde yetişiyor, başka bir yerden gelmiyor. Eğitim kurumlarında küs, kırgın insanlar yerine birbiriyle barışık insan ve memleket sevgisiyle dolu insanlar yetiştireceksin. Dünyanın hiçbir yerinde öğrencisiyle kavgalı bir yönetim yoktur, memurla kavgalı bir idare, öğretmeniyle öğrencisiyle kavgalı okul yoktur. Geçenlerde, bir hastanede, başhekim dolaşırken, oradaki başörtülü  kızlar görünmemek için  tuvaletlere kapanmışlar. Başhekim başörtüsünü görmesin, yoksa ceza verir diye... Sen, onu başı örtülü veya açık öyle denetlemeyeceksin. Başı örtülü veya açık olduğu için denetleme; doktor olarak görevini yapıyor mu yapmıyor mu, bunun için  denetle... Görevini yacpmıyorsa, ceza, yapıyorsa ödül ver. Bazı kızlar, “erkek hastaya bakmayız” diyormuş. Başörtüsü yasakçılarına göre bu iddia doğru ise, çok hatalı bir tutumdur. Doktor olan bir kimsenin, erkek hastaya bakmamak gibi bir hakkı yoktur. Bu, yaptığı yemine uymaz.Hemşire “efendim, ben, erkeğe iğne yapmam”  dermiş. Bu iddia doğru ise, o da yanlıştır. Hemşirenin de öyle bir hakkı yok, o zaman hemşirelik yapmazsın. Hemşirelik görevini üstlenmişsen eğer, erkeğe de iğne yaparsın, kadına da iğne yaparsın; doktor da, kadını da erkeği de muayene eder. Bu, senin, doktorluktan kaynaklanan görevindir. Böyle düşünen bir kişi olabilir, beş kişi olabilir; sen, bütün toplumu bu şekilde düşünüyor  diye suçlayabilir misin?!  Kaldı ki, bu iddiaları başörtüsüne bağlamak, böyle iddialar var deyip başörtüsü yasağı koymak doğru ve haklı olamaz. Basın toplantılarında görüyorum. Başı örtülü gelen kızlarımız, muhabir olarak çalışıyor. Şimdi korkuyorum şu olacak, yarın diyecekler ki: Basın mesleğinde çalışanların hepsi, kartlarını almak için, altı ay önceden arkadan önden çekilmiş başı açık resim verecekler. Peki, bununla neyi ispatlayacağız. Nüfus kağıdında veya kimlik kartındaki fotoğrafta insanın başı açık olursa ne değişir, kapalı olsa ne değişir; benim niteliğimi, karakterimi, üretme gücümü, başörtüsü artırmaz da, eksiltmez de... Bana göre başörtüsü yasağı mücadelesine daha çok omuz vermek lâzım. Buna, anne ve babaların, sendikacıların, hukukçuların, ilahiyatçıların, bütün meslek kuruluşlarının omuz vermesi gerekir. Bu vesileyle sendikacılara bir sitemde bulunacağım. Sendikacılık, haksızlığa karşı tepkiden doğmuştur. Bizim kuruluşumuzun sebebi, haksızlıkla mücadeleye dayanır. Dünyanın her yerinde sendikalar, bu amaçla kurulmuştur. Sanayileşme, sendikacılığı doğurmuştur. İşçiler bakmışlar ki, işverenler öyle kurnazlık yapıyor ki, günlük mesai belirsiz, ücretler düşük, iş güvencesi yok, çocukları hanımları çalıştırıyor. Eline üç kuruş para geçiyor. İşveren bu parayı da kendi mağaza veya konutunda mal satarak geri alıyor. İşçiler oradan alışveriş yapmak zorunda bırakılmışlar. İşçiler “böyle olmaz” demişler, haksızlığa karşı kafa ve kasa birliği yaparak, sendikalaşmışlar. Sermayeye karşı emeğin gücünü birleştirmişler. Türkiye'de sendikacıların en çok tepki koyacakları şey, başörtüsü yasağıdır.  Bu kanunsuz yasak milletin birliğini ve bütünlüğünü kemiriyor. İşyerlerinde ve dairelerde huzursuzluklara haksızlıklara yolaçıyor. Ben başörtüsü yasağına karşı çıkarsam, acaba gerici mi sayılırım? Korkusu içinde olmamalıdır. İşçiler de, zamanında sermaye düşmanı sayılmışlardır. Birisinin başının kapalı olması, bir rejim tehlikesi olmadığı gibi, açık olması da rejimin gücünü göstermez. Eğer, başı açık olma, demokrasiyi daha çok güçlendirseydi, demokrasinin bugün olduğundan çok ileride olması gerekirdi. Kamuda çalışan bütün bayanların başı açık, doktorların başı açık, profesörlerin başı açık, hakim ve öteki kamu görevlilerinin başı açık...Ama demokrasimiz darbelerden, müdahalelerden bir türlü kurtulamıyor. Bugüne kadar demokrasiye indirilen darbelerin hiçbirisinde başörtüsü gerekçe olarak gösterilmemiştir. Başı açık olmak, insan hakları alanında çok büyük gelişme kaydetmemizi sağlamadı. Halbuki bu alanda çok gerilerde olduğumuzu biliyoruz. Başörtüsünü geri kalmanın, sorunlara çözüm bulamamanın sebebi saymak akıllı işi olamaz.Sendikacılar, bu haksızlığa karşı bu manada göz yummamalıdırlar. Çünkü, haksızlık nereden gelirse gelsin, kimden gelirse gelsin, biz buna, demokratik kurallar içerisinde tepki koyduğumuz zaman görevimizi hakkıyla yapmış oluruz. Bana, “sen bu işlerle niye uğraşıyorsun” diyene “Ben, bu yasakla bu yüzden uğraşıyorum” diyorum. Haksızlık ve kanunsuzluğa karşı çıkıyorum. Benim, üniversitede okuyan, ortaokulda okuyan kızım yok ki; kendi kızı için bu işle ilgileniyor desinler. Kendi aile fertlerimle ilgili olarak böyle bir derdim yok; ama, eğer gerçekten insan haklarını savunuyorsam, yasakları kabul etmiyorsam, o zaman suskun kalmamalıyım. Kim “ben demokratım” diyorsa, kim “ben insan haklarından yanayım” diyorsa, kim “ben din ve vicdan özgürlüğüne saygılıyım” diyorsa, kim “ben gerçek Atatürk ilkelerini savunuyorum” diyorsa, kim “ben gerçek cumhuriyetçiyim” diyorsa, kim “ben hukukun üstünlüğünü savunuyorum” diyorsa, kim “ben laikliği amacına uygun savunuyorum” diyorsa, bu yasağa karşı çıkmalıdır. Doğru ölçü budur, bu değerleri savunmanın başka bir ölçüsü yoktur. Buna göz yumuyorsanız yarın başka şeylere de göz yumarsınız. Hazret-i Ali Efendimiz, “haksızlıklara göz yumarsanız, halkla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz” demiş. Çok doğru, aynen kabul ediyorum. Biraz önce söylediğim, Türkiye'de demokrasi niye gereği gibi rayına oturmuyor? Çünkü, belli şeylere göz yummayı alışkanlık haline getirmişsiniz. “Adam sen de, bana ne”yi kurtuluş saymışız İngiltere’de anayasa yok, ama rejimi aksamadan çalışıyor, Amerika'da Anayasa kabul edildiğinden beri çok az değişikliğe tabi tutulmuş. Biz sürekli anayasa yapıyoruz. Çözümü kağıt üzerindeki düzenlemelerde arıyoruz. Ama olmuyor. Bakın, ABD, ikiyüz sene önce ne kadar ileri bir Anayasa kabul etmiş. Bizde Cumhurbaşkanı bir kusur işleyecek olsa, 15 tane hâkim onu yargılar. ABD’de seçilenler bir komisyon kuruyor.Savcısı da seçilen, hâkimi de seçilen, araştırma yapanları da seçilen, yani seçilenler devlet başkanını yargılıyor. Clinton olayı bunu açıklıyor. NECATİ ÇAVDAR - Sayın Ecevit, bugün, Apo’nun yakalanması dolayısıyla gençlere bir çağrıda bulundu “teröre şu veya bu şekilde katılmış olanlar gelsin teslim olsun. Devletin adaletine güvensinler ve Pişmanlık yasasından istifade etsinler.”Buna karşı değilim ama aynı hak, üniversiteden atılanlar, işlerinden atılanlar için, talebeler için de olmalı. Sosyal barışı sağlaması açısından bu mutlaka yapılmalı, değil mi? Tam da seçim arifesinde...MUSTAFA BAŞOĞLU  - Çok doğru bir tesbit ve istek... Bu memlekette affa uğramak için illa devlete karşı gelip sonra pişmanlık mı duymak lâzım. Şu veya bu şekilde bu insanlar kan dökmüş, dağa çıkmış; devlet görevlilerine karşı silah çekmişlerdir. Bu yüzden bir çok genç şehit ve gazi oldu. Bunların Allah indinde dereceleri yüksektir ama, 20 yaşındaki bir delikanlıya bakıyorsunuz, ister istemez insanın içi burkuluyor. Hiç gereksiz yere bu hale geldi bunlar. Şimdi, bunlardan yakalananlar gelip pişmanlık duyuyor ve devlet de bunlara kucak açıyor, gerektiğinde bunlarda fiziki değişiklik meydana getiriyor, onlara para veriyor, iş veriyor, belki kendini korusun diye beline tabanca koyuyor; ama, öbür taraftan, bir hiç uğruna üniversitelerin kapısında dizilmiş çocuklara, adeta, intikam alırcasına, birileri iyi gözüyle bakmıyor. Bu öğrencilerin günahı nedir? Bana göre hiçbir günahları yoktur. Bu, memurlar için de geçerlidir. Verilen cezanın sebebi, inancından dolayı başını örtmek... Gerçi bu aşamadan sonra Meclis toplanıp kanun çıkarabilir mi; hayır, ama en azından başörtüsü cezalılarına af vaadinde bulunulmalıdır.Siyasî partilerimiz bir araya gelsinler desinler ki, tamam, biz, fikir birliği halinde, seçimden sonra şu yasakları ortadan kaldıracağız; ceza alanları da affedecek kanunları da çıkaracağız. İnancından, dini vecibeyi yerine getirme ya da getirmemekten dolayı insanları cezalandırmak yahut mükafatlandırmak yetkisi, kulların değil, Allah’ındır. Teşekkür ederim, öğrenci ve memur affı, gerçekten bu çok iyi bir hatırlatmadır ama, siyasilerimiz ne yaparlar bilemiyorum. Şemdin Sakık’ı da yargılıyorlar, yarın Apo’yu da yargılayacaklardır. Bunlar, Türk Devletinin gücünü ve  başarısını gösteriyor.. Aslında güneydoğuda, olmaması gereken şeyler olmuştur. Bir hiç uğruna, Türkiye'nin parçalanma amacı uğruna tamamen dış kaynaklı ve desteklidir bu olanlar... Çünkü batı, güçlü bir Türkiye istemiyor. Bütün bunlar o yüzden meydana gelmiştir. 30 bine yakın insanımız bu boş, anlamsız kavgada  hayatını kaybetmiştir. NECATİ ÇAVDAR - 200 milyon dolar da para gitmiştir.MUSTAFA BAŞOĞLU  - O da kalkınmamıza büyük darbe vurmuştur. Maalesef, bazı dost bildiğimiz devletlerin teşvikiyle bunlar oluyor. Bunun içinde, Almanya olduğu söylendi, Fransa olduğu söylendi, Rusya olduğu söylendi, İngiltere bir başka türlü işin içinde... Hedef Türkiye Cumhuriyeti Devletini parçalamak bölmektir. Destek ve teşvik ona verilmiştir. Niye; çünkü, “Türk Devleti giderek güçleniyor, uluslararası alanda rekabet yapıyor. işte, inşaat müteahhitlerimiz gidiyor, onlarla boy ölçüşüyor, sanayi alanında ödüller alıyoruz. Diyorlar ki, “Eskiden Türkiye bizim pazarımızdı, mal satıyorduk; şimdi o bizim pazarımıza giriyor. Dolayısıyla, ne yapıp edelim bu Türklerin önünü keselim. Çünkü, bu Türkler biraz daha güçlenirlerse dünyada daha çok sözleri geçer. Bunlar, Müslüman ülkelerle daha yakın ilişki kurarlar. Mazlum insanların, Türklerin ve Müslümanların son sığınağı Türkiye'dir, Bunu ancak Türkler başarır. En iyisi mi, onların en önünde olanı, en güçlü olanı, en adil olanı, en istikbal vaat edenin önünü keselim” kavgasının temelinde bu vardır. Hiç kimse batı için başka türlü yanlış hesap ve değerlendirme yapmasın. İnsan hakları, demokrasi gibi sözlerine kanmasın. O sözler gerçek niyeti gizlemek için söyleniyor. Siz, devlete yönelen bu kavgaya bulaşanları bir şekilde affediyorsunuz; ama, hiçbir kusuru olmadan, inancının gereği olarak üniversiteye başörtülü olarak gidenleri cezalandırıyorsunuz! Militanı koruyor, masumu tepeliyorsunuz. Adalet bu anlayışın neresindedir?Prof. Dr. Nur Hanım diyor ki: “Bizim okuduğumuz çağlarda bu başörtüsü tartışması  yoktu,  lisedeyken bu tartışma yok da, niye üniversiteye gelince oluyor.”  Lise çağında zaten buluğ çağı bir bakıma çocukluk çağı sayılıyor. Üstelik lisede yasak koymuşsunuz. Liselerde başörtüsü takmak serbest değil ki... Üniversitenin konumu ve durumu farklıdır. İmam-hatip okullarına bile başörtüsü takmak çok görülüyor.  Yalnız Kur’an’ı Kerim okunurken baş örtmek serbest bırakılmıştır. Peki, o zaman size soruyorum, Kur’an’ı Kerim okunurken imam-hatip okullarında baş örtmeyi serbest bırakarak bunun  dinî vecibe olduğunu kabul ediyorsunuz. Bu tutumun başka bir anlamı olabilir mi?..NECATİ ÇAVDAR - Vali Bey diyormuş ki: “Efendim, onlara bayan hoca bulacağım, derslere gelsinler.” MUSTAFA BAŞOĞLU  -  Bırakın başlarını örtsünler. Necati Bey, Karşı sözler hiçbir anlam ifade etmez. Üniversiteler için bir başka iddia var. Tarikatlar yurt veriyor, burs veriyor, onun için kızlar başını örtüyor. Öğrenciler arasında yardıma muhtaç olan vardır. Bunun için başını örtüyor diyelim. Evet bir grup belki öyle diyordur. “kardeşim, bizim yurtta kalacaksan başını örteceksin.” denilmiş olabilir. Bir başkası da “bizim yurtta kalacaksan başını açacaksın” demiyor mu? Onun, ötekinden ne farkı vardır? Yani, eğer bir taraf  menfaat vaat ederek başını açtırıyorsa onu mübah, öteki menfaat vaat edip başını örttürüyorsa niye günah olsun?!. Niye bu kötülük sayılsın?.. Ama başı örtmenin inanca dayandığını kimse inkar edemez. Ben burada birliği, beraberliği, bütünlüğü savunuyorum, kimsenin inanmamasına karışmıyorum, kimseyi inanmamasından dolayı horlamıyorum; ama, başkaları da inancının gereğini yapanlara aynı anlayışı ve hakkı çok görmemelidir. Yani, başı örtülü olanı, kimse, köle gibi görmemeli, kimse onlara istediği muameleyi yapma hakkı olduğunu düşünmemelidir. Herkes Türkiye Cumhuriyeti Devletininin eşit haklara sahip şerefli vatandaşıdır. Başı açık olan da aynı, başı kapalı olan da aynı haklara sahiptir. Camiye gitmeyenler “Türkçe ibadet” diye bağırıyor! Allah aşkına, buna onların  ne hakkı var?!NECATİ ÇAVDAR - Onlar istiyorsa, Türkçe ibadetlerini yapsınlar.MUSTAFA BAŞOĞLU  - Sayın Cemal Kutay bu işin şampiyonluğunu yapıyor. Sayın Cemal Kutay, camiye gitti de “arkadaş sen buraya niye geldin” diyen mi oldu? Sayın Kutay, camiye gidip Türkçe ibadet yaptı, dua etti de “sen niye Türkçe dua yapıyorsun” deyip camiden çıkaran mı oldu?! Hem camiye gitmiyorsun hem ibadet yapmıyorsun ama başkası Arapça ibadet yapıyor diye, ona karışıyor onu horluyor dışlıyorsun!.. İnsanlara karışma, onların inancını yönlendirme hakkını size kim veriyor?! Ben, ibadetimi duamı, Arapça yapabilirim, Türkçe yapabilirim, İngilizce yapabilirim. Allah her dili bilir. Dilimle yapmaz kalbimle dua yapabilirim, Yüce Allah’ı anabilirim. Bu neye benziyor? Medine’de Peygamber Efendimizi ziyaretine ettiğiniz zaman şöyle bir durumla karşılaşıyorsunuz; diyelim elinizi açıp Peygamber Efendimizin kabrine bakarak, dua yapıyorsunuz; hemen oradaki görevli geliyor “Kıble, Kıble; böyle dua olmaz, Kıble” diyor. Halbuki, ben orada dua ederken Peygamber’den bir şey istemiyorum, Allah’tan istiyorum. Bizde dua etmek adeti böyledir, mezar başında elimizi açarak dua yaparız. Ben Arapça bilmediğim için görevliye bir şey söyleyemiyorum, ama “Hacı, Kıble, Kıble” diye eliyle işaret ediyor. Sen, benim gönlümden geçeni, ne söylediğimi nereden bilirsin!.. Ben, genellikle Arapça dua yapmam, ama namaz kılarken sureleri Arapça aslından okurum. Çünkü, namaz kılmanın şartlarından birisi, Kur’an’ı aslından, kendi dilinden okumaktır. Hiçbir lisan, bir başka lisana olduğu gibi tercüme edilemez.Kur’an’ı Kerim’in mealine bakalım; her bir alim meal yazarı, ayetlere çözümlerle farklı anlamlar veriyor. Peki, hangi meali okursam doğrusunu okumuş olurum?! Kaldı ki namazda Kur’an okunur. Meal Kur’an sayılmaz. Bunu herkes biliyor ve kabul ediyor. Sayın Yaşar Nuri Öztürk, kelimeleri başka türlü değerlendirmiştir, Rahmetli Hamdi Yazır, daha başka anlam vererek değerlendirmiştir. Başka meallerde de bu farklılıklar vardır. Peki hangi meal Kur’an’dır? NECATİ ÇAVDAR - Anayasayı yapanlar belli, Aldıkaçtı, Kenan Evren de herhangi bir madde için soruyorlar hukukçulara!.. Bu, Türkçe metinde böyleyken, Allah'ın, kıyamete kadar hakim kıldığı bir Kitapta, herhalde bugüne göre açarsak böyle çıkacak, yarın farklı çıkacaktır.Ramazanda Türk İslamı diye Diyanet’in tertiplediği panel vardı, oraya gittim, paneli hazırlayanlara dedim ki: “Burada Cemal Kutay niye yok.”  “Büyük eksiklik” dediler. “Keşke getirseydiniz de, buradaki insanlar Kutay’ın Türkçe konuşmalarının kaçta kaçını anlardı. Eğer bunu tercüme etseydik, kaç gün sürerdi? Bu sefer de yüzüme baktılar. Aynısını panelistlere de sordum ve “bu, provokasyona yönelik bir soru olduğu için cevap vermeyeceğiz” dediler.MUSTAFA BAŞOĞLU  - Necati Bey, provokasyon değil, bir kere Diyanet’in buna öncülük etmemesi gerekir. Türk İslamı diye bir İslam yok, Arap İslamı diye de bir İslam yok, İslam tektir. Allah'ın Kur’an’ı Kerim’de vaz ettiği İslamın kuralları tektir. Bunu, Türkler başka türlü, diğer milletler başka türlü uygulamaz. Türklerin namazı, orucu, zekatı başka türlü değil. Bazı ayetler vardır, bunlar yoruma muhtaç ayetlerdir. Farklı yorumlanabilirler. Bazı ayetler vardır manası açıktır, kolay anlaşılır, bazılarının manası ise kolay anlaşılamaz. Allah’ın burada muradı nedir onu bilimem. Belki daha çok araştırılmaya, incelenmeye teşvik edilmeye veya bir başka sebebe dayanır. Onu ancak Allah bilir. Türk İslamı, Arap İslamı, İran İslamı, Pakistan İslamı, Irak İslamı diye hiç kimse kırk türlü İslam icat etmesin. Tek olan İslam’ı hiç kimse sulandıramaz. NECATİ ÇAVDAR - Bunu düşünenler, bu işi yaşamayan adamlara mı düşmüş?MUSTAFA BAŞOĞLU  - Bu da, İslama bir başka türlü saldırıdır, yani İslamı bir başka gözle düşünmedir. Zaman zaman da yazılıyor “Efendim, Batı, Martin Luter’den sonra gelişmiştir. O, dinde reform yapmıştır.” Martin Luter, kilisenin gaddarlığına karşı isyan etmiş birisidir. “Siz milleti burada aldatıyor, soyuyorsunuz” demiştir. Buna reform denilir mi, bilemem? Bildiğim şudur, İslam geldiği gibidir, bozulmamıştır ve reforma ihtiyacı yoktur. Bunu diyenler, dinde reform isteyenler, dinî uygulamalarla ilgisi olmayan kişilerdir. Bunlar, kendilerine göre bir din arıyorlar. Bu dinde yozlaşma arayışıdır. Kişi İslamı ya olduğu gibi kabul eder veya etmez. Ama onu bozamaz. NECATİ ÇAVDAR - Martin Luter en azından bir papazdı.MUSTAFA BAŞOĞLU  - Çok doğru. Diyanet İşleri Başkanlığının düzenlediği İkinci Din Şûrasına katıldım, iki defa da konuşma yaptım genel kurulunda. Komisyon, raporunda Semavi dinler, tek tanrılı dinler gibi sıralamalar yaptı. Komisyon raporu görüşüldü. Pro. Sayın Mehmet Aydın da komisyon başkanlığı yaptı. Ben de kalktım dedim ki: “Bu dinler sıralamasını anlayamadım. Şimdiye kadar bize hep şu söylendi:Son din İslamdır, bu, diğer dinleri tamamlayan bir dindir. Siz, şimdi burada birden fazla din olduğunu söylüyorsunuz. Semavi dinler diyorsunuz, tek tanrılı dinler diyorsunuz diğer dinler diyorsunuz. Diğer din mensuplarını incitmeyelim diyorsunuz. Peki, birisi bana gelip sorsa veya ben size sorsam “Hocam, biz niye Müslümanız?” Sen bana diyeceksin ki, kardeşim, Son din İslam’dır, son peygamber de Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır. Biz, Hz. Musa’ya ve diğer peygamberlere itiraz etmiyoruz ama, artık o dinlerin yerine son din olan İslam geçmiştir. Dolayısıyla, son din budur desem,  başkasının inancına hakaret mi etmiş olurum. Din adamlarını buraya doğru yönlendirmek doğru değildir. Bir de burası bir resmi kuruluştur; siz, böylelikle, birden çok din olduğunu onaylamış olmuyor musunuz?” Bana göre kendilerine göre farklı inançta olanlar, İslamdan sürekli taviz koparmaya çalışıyorlar. “Bana göre, bunu böyle söylemeniz doğru değil; rapora şunu yazmanız lâzım: ‘Kendi anlayışına göre farklı inanca sahip olanlar’. Böyle denilirse daha doğru olur. “Diğer din mensupları” dediğiniz zaman birden çok dinî kabul edip onaylamış oluyorsunuz. Bugüne kadar Batı'nın etki yapamadığı tek alan din alanıdır. Sonra, aradaki konuşmalarda bazı hocalar bana hak verdiler. “Batı, şimdiye kadar pek çok alana müdahale etti, ama bu alana pek giremedi. Burada ilerici, devrimci, kardeş havası ile bu alana girmeye çalışıyorlar. Bartelamos’a geldi, komisyonda konuştu. Hocalardan birisi; “Efendim, biz, diğer dinler dediğimiz, Son Peygamber bizim Peygamberimiz dediğimiz zaman, son kitap bizim kitap dediğimiz zaman uzlaşma olmaz. Aramızda diyalog kuramayız.” O halde ne yapacağız; diyalog adına bu gerçekleri inkâr mı edeceğiz?! Siz, şimdiye kadar bize “son din İslam’dır, son peygamber de Peygamber Efendimizdir, son kitap da Kur’an’dır” demediniz mi?Bu alanda bile uzlaşalım, barışalım, diyalog kuralım diye taviz mi vereceğiz? Peki, benim inancımdan dolayı sen benim adıma taviz verme yetkisine sahip misin? Sen bu yetkiyi nereden alıyorsun? Farklı inançta olanlar, farklı anlayışta olanlar olabilir, ben ona itiraz etmiyorum; ama, hiç kimse, İslamın şemsiyesine sığınarak gerçekleri değiştiremez, İslam’ı bölüp parçalayamaz. Başörtüsü olayında en çok gücüme giden şey şu: Bu memleketin öğrencisi, Müslüman kızları,başları örtülü olduğu için üniversitelerden atıldılar bunlar, Hıristiyan inancında olan ülkelere gittiler “Biz Müslüman çocuklarıyız, bizim memleketimizde, inancımızın gereği olarak başımızı örttüğümüz için bizi üniversiteden attılar, bize ceza verdiler; bize yardım edin” dediler. Bu olaydan daha büyük bir şey benim gücüme gitmedi. Kendi İslamî inancından dolayı kendi ülkesinde derdine deva bulamayanlar Batı'ya sığınmak zorunda kaldılar. Bu memlekete, bu millete bundan daha büyük üzücü bir kötülük olamaz. Öyle oluyor ki, siz, ister istemez onların öncülüğünü kabul etmiş oluyorsunuz. İşte Fransa’da şu şöyleydi, İtalya’da da bu böyleydi, Hollanda’da da bu böyleydi demek zorunda kalıyorsunuz. Orada İslama duyulan saygı, maalesef, çoğu zaman bizden ileride oluyor. Bu da bir başka üzüntü kaynağı...Burada bir çağrıda bulunuyorum; bu memleketin aydınları, ilahiyatçıları, hukukçuları, sendikacıları, insan hakları savunucuları, din adamları, anayasacılar, Allah aşkına susmayın! Bu haksızlığa karşı çıkın, yoksa Allah indinde sorumlu olursunuz.

İslam’a uyun uymayın anlamında bunu söylemiyorum. İnanma gönül işidir, istekle olur. Haksızlığa karşı çıkın diyorum. Bu haksızlığa birlikte tepki koyduğumuz zaman “benim elimde devlet yetkisi vardır, onun için istediğimi yaparım” diyenleri durdurup, kanuna saygılı hale getirebiliriz. Bu, aynı zamanda demokrasinin kökleşmesine, insan haklarına gereği gibi saygı duyulmasına, hukukun üstünlüğüne, hukuka uygun uygulama yapılmasına bizi götüren en doğru ve tutarlı yoldur. Başörtüsü yasağına karşı verilen haklı mücadeleyi, tek yanlı kabul etmiyorum. Bunun birçok yönü vardır. Bu mücadeleye bugüne kadar katılanların tümüne dua ediyorum, Allah razı olsun diyorum.

Evet, kimi bacağını kaybetti, kimi işini kaybetti, kimi okulunu kaybetti; ama, henüz sonuç alınamadı. Bilmek lâzım ki, mücadele uzun vadelidir. Bu işe gönül verenlere bunu söylüyorum. Eğer Allah isteseydi, son Peygamberini hiçbir savaşa sokmazdı, hiçbir zorluğa uğratmazdı. Söylediği bütün sözler anında etkisini gösterirdi, hemen herkes inanırdı. Ama öyle olmadı. Mücadele yaptı, batıla karşı çıktı, hakkı tebliğ etti. Keşke, başörtüsü yasağı konulmasa, biz de böyle bir mücadele yapmak zorunda kalmamış olsaydık!.. Çünkü, bu yasağın ülkemize hiçbir yararı yoktur, bildiğimizden daha çok zararı vardır. Bu yasakla kimse, bir başkasından  bu manada bir öç almaya kalkmamalıdır.

Efendim, zamanında bize laik kesim diye sataşıyorlardı, şimdi yetki bizim elimize geçti, biz bunlara istediğimizi yaparız gibi hissi duygularla yasak, öç almaya dönüştürmemelidir. Ne camiye giden camiye gitmeyene, gitmeyen de camiye gidene karşı kin duymamalıdır. Biraz önce söyledim, camiye gidip gitmemeden dini vecibeleri yerine getirip getirmemeden dolayı yanlışımız veya fazlamız, eğirimiz veya doğrumuz hakkında hüküm verecek olan sadece Yüce Allah’tır.

Bu aşamada memlekete yapılabilecek en önemli ve en büyük iyilik, başörtüsü yasağını kaldırmaktır. Bunun için Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere, siyasî partilerimiz, üniversitelerimiz, biraz önce söylediğim kurum ve kuruluşlar veya devlet adına yetki kullanan herkes, bu konuda üzerine düşeni yapmalıdır. Bu haksız, hiçbir hukukî dayanağı olmayan, inanca saygı duymayan, Türkiye’yi uluslararası alanda -hem Batı hem Müslüman ülkelerde- küçük duruma düşüren bu yasaktan vazgeçelim. Onu mutlaka kaldıralım. Bundan dolayı devlet bir yenilgi almaz; yani, başörtüsü yasağını kaldırıyoruz, bak biz burada yenildik diye kimse endişede olmamalıdır. Başörtüsü yasağını, biz koyduk, sürdürüyoruz diye de kimse bundan zafer kazanmaz. Ne başörtüsü yasağına karşı çıkanlar ve kaldırılmasını söyleyenler zafer kazanma havasına bürünmelidirler, ne de başörtüsü yasağını sürdürdüğümüz sürece biz başarılıyız, zaferimizi kökleştiriyoruz dememelidirler. Ülkemizin çıkarları bu yasağın kaldırılmasını zorunlu kılıyor. Herkes buna toplumda huzurun sağlanması için katkıda bulunmalıdır.

Benim yaşımda olanlar için söylüyorum, hiçbirimiz, ne ben ne de 50 yaşını geçmiş olanların önünde, yaşadığı kadar ömrü olmayabilir. Ömrün süresini Allah bilir, ama genelde ortalama ömür süresi bunu gösteriyor. Ne Sayın Cumhurbaşkanının önünde  ne Başbakan Sayın Ecevit’in önünde, hatta ne Mesut Yılmaz’ın önünde, yaşadıkları kadar  bir ömür olacağını sanmıyorum. Bu konuda kimse yaşadığından daha fazla yaşama beklentisi içinde olmamalıdır.

Neticede hepimiz Allah'ın huzuruna divanına gideceğiz. Hiç kimse, Allah’ı yok farz ederek, Allah'ın divanına gitmeyeceğini düşünerek ömrünü heba etmemeli, boşa geçirmemelidir. Neticede hepimiz ölümlü insanlarız, mutlaka Allah'a hesap vereceğiz.

Allah'ın koyduğu kaideleri beğenmeyerek, Allah'ın koyduğu kaideleri inkâr ederek karlı çıkmak mümkün değildir. İnananların ölçüsü bu olmalıdır. Biliyoruz, dünya kurulduğu günden beri hiç kimse Allah’ı mağlup edememiştir, böyle bir sonucun olduğunu insanlık tarihi kaydetmemiştir. Allah'a harp ilan ederek kimse bu savaşı kazanamaz. Allah'ın koyduğu kaidelere uyarsın veya uymazsın o ayrı bir konu; eğer, Allah'a harp ilan ederek galip gelen olsaydı Nemrut, Hz. İbrahim’e; Firavun Hz. Musa’ya ve Hz. Harun’a ve Mekke ileri gelenleri Hazret-i Muhammed (S.A.V), Batılılar Atatürk'e ve O’nun önderliğindeki Türk Milletine galip gelirdi.

Bizim millî mücadelemiz öyle sıradan bir millî mücadele değildir. Dağılmış bir imparatorluk, gücü kalmamış, malı kalmamış, kalan topraklarının bir kısmı işgal edilmiş, askeri yorgun, topu-tüfeğin yetersiz, karşısında güçlü İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan gelmişler, Hasta Adamı öldürüp, mirasına konmak istiyorlar. Sen onlarla mücadele ederek bu mücadelende  galip çıkıyorsun. Onun için diyorum, bu, sıradan bir mücadele değildir. Güçlünün, haklı olmayınca galip gelemeyeceğinin son örneği Bosna-Hersek de verilen mücadeledir. Kosova’da da şimdi Müslüman Arnavutlar şerefli bir başka mücadele veriyor. Biz, Allah'ın kaidelerine uymayız, bildiğimizi yaparız gibi demekle galip gelinmez. Biliyorsunuz Ebrehe, Kabe’yi yıkmaya gelmiş, peygamber efendimizin dedesine giderek, develerimi ver demiş. O, “senin aklından zorun mu var, ben Kâbe’yi yıkmaya gidiyorum, sen develerini istiyorsun” karşılığını vermiş. “Ben develerin sahibiyim. Kabe’nin sahibi Allah’tır. Orayı korumak O’nun işidir. Sen develerimi ver” demiş. Sonra Allah’ın emri ile Ebabil kuşları O’nun ordusunu olduğu yerde mahvetti. Bu ibret alınacak çok önemli bir misaldir. Nasıl olsa yaparız da yanımıza kâr kalır dememeli, hem bu dünyada, hem de öbür dünyada  yapılan işlerin mutlaka hesabı verilecektir.

Burada herkese diyorum ki, eğer insan haklarına saygılıysanız, inanç özgürlüğüne saygı duyuyorsanız insanların inançlarıyla oynamayın. İnsanları, inançlarından dolayı cezalandırmayın. Ne siz ne de bir başkası bundan karlı çıkamaz. Öğrenciler okuldan atılabilirler, sınıfta bırakılabilirler. Okuldan geç mezun olabilirler; ama, bu ceza verenlerin, galip geldiğini isbatlamaz. Elinde güç bulunduran ama haklı olmayan galip gelseydi, bizim, millî mücadeleyi kazanmamamız gerekirdi; ama, hem millî mücadeleyi kazandık, hem de bu topraklarda giderek gücümüzü artırarak oturuyoruz, varlığımızı sürdürüyoruz.

Kimse beni yanlış anlamasın, ben hep şunu söylüyorum: Atatürk düşmanlığı yaparak da siyaset yapmamalıdır, Atatürk'ün arkasına gizlenerek siyaset yapmamalıdır, Atatürk'ü toplumun inançlarına karşı göstererek de siyaset yapmamalıdır.

İnançlarımıza saygı duyacağız, bileceğiz bu topraklar bizim vatanımızdır. Vatansızlığın ne olduğunu Filistinliler bize gösteriyorlar, bu ibret alınacak bir durumdur. Vatansızlığın ne olduğu açıkça görülüyor. Vatanımıza sahip çıkacağız. Bu sahip çıkma da hiç şüphesiz kardeşliği, birliği beraberliği pekiştirerek olur. Başı açık, başı örtülü diye birbirimizi boğazlarsak daha çok mu ileri gideriz, sorunlarımızı daha çabuk mu çözmüş oluruz, işsizliği daha kolay mı ortadan kaldırmış oluruz?! Başörtüsü yasağını veya başı açık olmayı intikam almaya dönüştürmemelidir. Örten de açan da kardeştir. Vatanın hakiki sahibidir. Bizim birbirimize inanç farklılıklarından dolayı ceza verme yetkimiz yoktur. Ne siz, beni, iyi, bak bu sene de Umreye gitmişsin, Allah kabul etsin, al sana şu kadar mükafat verebilirsiniz böyle bir yetkiniz  vardır; ne de, ben size, sen niçin gitmedin, al sana şu kadar ceza verdim demeye yetkim vardır.

Allah'ın sınırlarına kimse tecavüz etmemelidir. Allah, bizim gibi sabırsız değil. Biz isteriz ki, herşey hemen anında olsun; Allah’ın takdiri, bazen anında da bazen de geç tecelli eder. Bizim için zaman dar, ama Allah için geniştir. Bizim ölçülerimizdeki zaman ile Allah'ın ölçüsündeki zaman birbirinden farklıdır.

İnansanız da inanmasanız da mülk Allah'ındır. Biz, bunu sendikanın kapısına yazdık diye bize kızanlar var. Burada ne denilmek istiyor diye. Ben diyorum ki, mülkün gerçek sahibi Yüce Allah’tır. Bugün burada biz varız, mülkü kullanıyoruz, yarın biz gideceğiz, zira neticede herkes ölüp gidecek fakat mülkü geride kalacak. Hiçbir insan mülkünü alıp götüremiyor. O halde gerçekte ÁIП_¿__က__Ѐ__
橢橢뎲뎲_________П_Ḁ_____________________________________]______ļ_ļ___ļ___ļ___ļ___ļ_______Ő__________8__<__l_Ő____ĸ_________________________ῌ___῎___῎___῎_4_ _Ô__Ô__$__Ǵ__d___________ļ________________________________ļ___ļ______________"___________ߒ_ļ______ļ______ῌ___________Ő___Ő___ļ___ļ___ļ___ļ______ῌ____҄________ῌ___ļ___ļ_______________________________ῌ_________ƾŐ________ῌ______________________________________________________________________ de söyledim, Allah ile kimse kavga etmeye kalkmamalıdır. Allah'ın koyduğu kurallara karşı çıkmasın. Kimse Allah'ı yeneceğini zannetmesin. Kimse Allah'ı yenemez.  Allah daima galip olandır.

Allah'ın emirlerine uyup uymamak da kişinin tercihine bağlıdır. Çünkü dinde zorlama yoktur. Zora dayanan inanç makbul, geçerli inanç değildir. Hz. Musa’yı kovalayan Firavun, denizin birleşmesini görünce, “Musa’nın, Harun’un Rabbi’ne inandım” dedi ama, o andaki inanç geçerli olmadığından O’nu kurtarmadı.

Bakınız, birçok insan Allah'ın emrine uymuyor ve namaz kılmıyor; Allah’ın emirlerini yerine getirmiyor, hatta Allah’ı inkar ediyor. Ama, güneş hep aynı yerden doğuyor ve aynı yerden batıyor.

Siz, gazete olarak önemli bir hizmet yapıyorsunuz, ben bunu şükranla kaydediyorum kim ne derse desin. Ben de görüşlerimi söyleyerek bu haklı davaya katkıda bulunmaya çalışıyorum. Devletimi seviyorum, milletimi seviyorum, rejime karşı değilim, sisteme karşı değilim, orduya karşı değilim, hiç kimseye karşı değilim. Hepimiz kendi konumumuzda, kendi gücümüze göre vatandaşlık görevini yapmaktayız. Kader birliğini sürdürerek, devletin gücünün artmasına hizmet etmeliyiz. Ben bu anlayışa hizmet etmeye çalışıyorum, gazete olarak siz buna hizmet etmeye çalışıyorsunuz. Biraz önce söyledim, farklı düşünenler de vardır, farklı düşünenlere kızmıyorum; benden farklı düşünenleri düşman olarak görmüyorum.

Kim ki, Allah'ın emirlerine karşı geliyor, ben onun adına üzülüyorum; çünkü, Kur’an’ı Kerim’de tasvir edilen cehennemi göz önüne getirmeye çalışsalar, tüyleri diken diken olur. Acaba var mı; ben var diyorum, ona göre tedbirli olmaya çalışıyorum. Eğer cehennem yoksa, tedbirli yaşıyorum. Tedbirli yaşamamın bana bir zararı yok. Ama ya cehennem varsa, o zaman sen ne yapacaksın?! Onlar diyecekler ki, “Ya Rab, beni geri gönder, senin emirlerine uygun hareket edeceğim.” Allah da “hayır, sana verilen fırsatı kullanamadın. Artık geri dönüş yoktur”

En pahalı şey ömürdür, en değerli şey de ömürdür. Giden ömrün  yerine yenisini koyamıyorsun. Bugün yine akşam oldu, ömrümüzden bir gün daha gitti, biz bunu yarın geri getiremeyeceğiz.

Cennete de cehenneme de girer geçerli not bu dünyada kazanılıyor. Cehenneme girmeye talip olmak akıllık sayılmaz. Ateş, Hz. İbrahim’i yakmadı, Allah “yakma” dediği için yakmadı. Nasıl olsa Hz. İbrahim’i yakmayan ateş, bizi de yakmaz diyenler, bunu ancak takva ile kazanabilirler. Allah'ın rızasını kazananı ateş yakmaz, tamam, ona bir diyeceğimiz yok; ama, bilmek gerekir ki, bu hükmü Yüce Allah verecek.

Belli yaşa gelenlerin yüz yapısı değişiyor; gençlikteki o parlaklık, zindelik zaman içinde gidiyor, cilt sarkıyor. Bunu durduramıyorsunuz; birtakım makyajlarla yüzündeki buruşuklukları düzeltseniz bile vücut yapısı bozuluyor. Kemikler eriyor ve insan sonuçta geldiği yere gidiyor.

Kim Türk Milletine iyilik yapmak istiyorsa, kim Türk Milleti daha güçlü olsun istiyorsa, kim Türk Silahlı Kuvvetleri daha güçlü olsun istiyorsa, kim “biz daha güçlü devlet olacağız, bizi hakir görenlere gücümüzü göstererek, haddini bildireceğiz, bu sayede başımızı daha dik tutacağız” diyorsa; iç kavgalardan, insanımızı birbirine düşürmeden, kardeşliği düşmanlığa dönüştürmeden vazgeçemelidir.

Mesela Ürdün Kralı’nın cenazesine gidenlere bakın... Biz de Cumhurbaşkanımızı kaybettik, Merhum Özal’ı kaybettik; ama O’nun cenaze töreni, Kral’ınki gibi olmadı. Aradaki fark çok açık. ABD’den 4 Cumhurbaşkanı cenazeye katıldı. Yeltsin bile ayakta zor durduğu halde oraya gitti. Lübnan 4,5 milyon nüfuslu bir ülke, Türkiye ise 65 milyon nüfuslu bir dünya devleti. Bütün Türkler bu gerçeği dikkate almalı. Cenaze törenlerimize dünyanın önemli güçleri katılmak ihtiyacını hissetmelidirler. Aman canım, gitmesem de olur, nasıl olsa biz bunlara dediğimizi yaptırırız anlayışını değiştirmek bizim gücümüze bağlıdır.

Osmanlıyı beğenmeyenler, esir düşen Fransız Kralını, Padişah, Kanuni’nin kurtardığı unutmamalıdırlar. O günden bugüne gelişimizin sebeplerini araştırarak ve eski yüksek gücümüze ulaşmaya engel olmak isteyenlere fırsat vermemeliyiz.

Bizim bulunmamız gereken yer, bugün olduğumuz yer değildir. Hep birlikte daha çok yüksek itibarlı bir devletin mensubu olursak, Batı'da fazla, Doğu’da da daha fazla itibar görürüz. Güçlü Türkiye’nin vatandaşları dendiği zaman etkisi başka olur. “Zaten bunlar ayakta zor duruyor. Bizim yardımlarımıza muhtaç devletin vatandaşları” dendiği zaman başka türlü olur.

Allah kısmet etti, zaman zaman yabancı ülkelere gittim ve farklı deneyimler yaşadım. İtibarlı bir devletin mensubu olup olmama, gittiğiniz devletin konumuna, durumuna göre değişiyor; kimi sana tepeden bakıyor, Türk mü deyip dudağını büküp geçiyor, kimi de biraz daha farklı bakıyor.

Güçlü olacağız, güçlü olmak için de kardeşliğimizi pekiştireceğiz. Birbirimizi yiyerek sorun çözemedik, çözemeyiz de. Bu başörtüsü de bunun bir ölçüsüdür. Bu başörtüsü belasından Türkiye kendini kurtarmak zorundadır.

Dediğim gibi, kimse başını açtırarak zaferini ispatlayamaz, Ben kendi çapımda bu haksız yasağın kaldırılmasına katkıda bulunmaya çalışıyorum, bununla çok büyük iş yapıyorum demiyorum. Kahramanlık peşinde de koşmuyorum; Belli konularda tepki gösteriyorum. Bu, haksızlığa karşı sessiz ve tepkisiz kalmayı içime, insanlık anlayışıma ve İslami inancımla bağdaştıramıyorum.

Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı gibi gerçekten şerefli bir görevi bırakırken de bunu düşündüm. Bu tutumumla belki dikkatleri haksızlığın üzerine çekerim diye düşündüm. İnanmadığım bir şeyi savunmamak veya susmak ve tepki göstermemek sorumluluğuna ortak olmak istemedim. Yoksa ben orada oturabilirdim. Sayın Cumhurbaşkanının görevi devam ettiği sürece ben orada kalabilirdim, danışmanlığı devam ettirebilirdim, üstelik maddî menfaatim de olurdu. Ama, bu haksızlığa karşı bana “sus” denildiği için orada oturmayı içime sindiremedim. Bu tutumum, bu kutsal davaya küçük bir katkım olsun diyedir. Fakat Bursa'daki kızcağız ayağını kaybetti. Bazı öğretim üyeleri işini kaybetti, Yozgat Cumhuriyet Başsavcısı tenzil-i rütbeye maruz kaldı. Birçok öğrenci okulundan oldu. Bu haksızlığa tepki koymak uğruna, kardeşliği pekiştirmek uğruna, inançları uğruna, daha güçlü demokrasi, hukukun üstünlüğüne saygı duyulması uğruna bu fedakarlıklar mutlaka karşılıksız kalmayacaktır. Haksızlık, hakka aykırılık, adalete uymamak ilelebet hükümran olamaz.

Çok teşekkür ederim, Allah razı olsun.

NECATİ ÇAVDAR -Ben teşekkür ederim.

Akit Gazetesi -16.2.1999

/////////////////////////////////////////////////

NOT Baş oğlu ile aramız iyi idi. Ancak  Anadolu Gençlik Dergisisi’nde yayınlanan aşağıdaki yazımdan sonra sözle bir şey demedi ancak memnyun olmadığını tavırlarıyla belli ederek  bayağı mesafe koydu…

 


OTURMAK MI  ZOR KALKMAK  MI

 

KOLTUĞU KORUMANIN YOLU:

BAŞKAN DELEGEYİ DELEGE BAŞKANI SEÇER

 

Koltuk en eski zamanlardan beri göz kamaştırır. Uğuruna kimi sevgiler kimi kafalar feda edilir.

Bir çokları için tutkudur. Bazı insan için bir  kıymet ifade etmeyen koltuk, onu ele geçiren için  çok kere  bir varlık nedeni olarak algılanır. Oradan uzaklaşacaklar için yıkım olarak düşünülür. Düşenler sendeler ama alışırlar. Hırsları  olanlar bir daha bir daha  ona sahip olur.

Kimi içinde koltuk o kadar özdeşleşmiştir ki  ancak ölüm ayırır onu. Bazı insanların koltuk sevdası, koltuğun gücünden, bazıları içinde onun getireceği avantajları kullanma arzusundan kaynaklanıyor. Kimi içinde  kendini başmkaların dan üstün görme güdüsünün  verdiği dürtü. Kimi içinda başkalarından ayrıcalığın simgesi.

Eskiler  şimdiki gibi  yanında taşıyamayacağı için ya Otağ şeklinde, yada Tahtırevan adıyla taşınan tipini bile yaptırmışlar.

Şimdilerde ise koltuk genelde nereye gidilse yanında taşınan cinsten. Ya uçakta veya araba plakası ile özdeş hale getirilmiş. Bunlar da mümkün değilse kimlik şeklinde ve rozetlerle koltuk mikro hale getirilmiş. Onu gören  o koltuğun sahibi olduğunu rahatça anlayabiliyor.

Kimi koltuklar atama ile gerçekleştirilirken, kimi seçimle kimide kurucu olmakla kazanılıyor. Atama halinde olanların bir kısmı süreye bağlı iken, tekrar tekrar atanarak  koltuğu korumak mümkün. Seçimle koltuğu ele geçiren kendini seçenleri seçerek,   koltuğunu sağlama almış oluyorlar.

Anlayacağınız kimi koltuklar resmi, kimi ise sivil.

Sivil ama  ne derece sivil.

Bizde sivil müesseseler de resmisinin bir uzantısı. Resmisi nasıl demokratikse   sivili de o derece demokratik. Bunlar da  resmi koltuklara sıkıntı  çıkarılmaması için belki de resmisinin uzantısı olarak  düzenlenmiş.

Nasıl mı?

İşte odalar. Odalarımız sözde sivil ve demokratik kuruluşlar. Devlet bunları korumak için insanları onlara üye olmaya zorluyor. Hatta bazıları için   aynı anda farklı oda kurmayı bile yasaklıyor. Her üye her hangi bir işlemi için oraya belli bir ücret vermek durumunda.

Sendikalarda ise işçinin gönüllü  katkısı ile değil de aidatlar kaynağında kesilerek  sendikalara aktarılıyor.

Her iki durumda da üyelerin ses çıkarması mümkün değil.

Seçim tabi ki yapılıyor. Hatta bazıları kanuni formalitenin yerine getirilmesi anlayışıyla ..Vatandaş hep siyasetçi ile haşir neşir olduğundan sadece koltuğunu koruyan olarak  siyasetçiyi görüyor. Oysa siyasetin  ve demokrasinin temelini oluşturan sivil toplum kuruluşları da onlardan farklı değil. Ya iyice yaşlanarak ayrılıyorlar yada bir üst göreve  geçerek..

Yıllarca oda ve sendika başkanlığı yapanlar

Türkiye Esnaf Birlikleri Başkanı: Fehmi Genç

Türkiye Esnafve Sanatkarlar konfederasyonu başkanı:Derviş Günday

Sağlık İş başkanı:Mustafa Başoğlu

Elektronikçiler odası Başkanı Özcan Kavran

Milli Piyango İdaresi  Genel Müdürü İlhan Küsmenoğlu

Türkiye Zıraat odaları Birliği Başkanı Faruk yücel

Türkiye bakkallar ve Bayiler Odası Başkanı.Bendevi Palandöken

Elektirik odası Başkanı: Özcan Kayıran

 

 

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/320/But%3Fn%20RES.0.jpg 

Burhan Kuzu, Başkanlık sitemi üzerine kafa yoranlardan..

 

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/320/But%3Fn%20RES.1.jpg

Necati Çavdar, Burhan Kuzu'nun TBMM'deki makamında

 

Ufuk turu..Başknlık sistemi

 

Necati Çavdar’la ufuk turu...

 İSTİKRARLA TEMSİLDE ADALET ARASINDA SIKIŞAN DEMOKRASİDE ÇIKIŞ İÇİN “BAŞKANLIK SİSTEMİ” ÇÖZÜM MÜ?

· Başkanlık sistemi, insan aklının ürünü. ...

Parlamenter sistem, krallıklara uyan sistemidir.

· Rahmetli Özal’da Demirel ‘de arkalarında parlamento desteğini kaybetmişlerdi. O nedenle Başkanlık sistemini getiremediler..

· Parlamenter sistem; tıpkı halka hiçbir sorumluğu olmayan cumhurbaşkanına yetkiler verdiği gibi, hep şikayet edilen ara odaklara imkan veriyor. Milletin oyları seçimde sayılıyor.Ama seçim sonrası tartılıyor.

· Parlamenter sistem; belirli odaklar, tekelci holdingler için rant kapısıdır.Bu sistem, çoğunluğu azınlığa mahkum ediliyor..

· Başkanlık sisteminde yasa yapmada ve bütçede başkanlar değil parlamento yetkilidir.Başkanların yetkileri ve seçenekleri sınırlıdır.

· Ülkenin bölünmesinde sistemlerin etkisi yok denecek kadar azdır.

· 30 bin insanı biz başkanlık modelinde mi kaybettik?.. · Din ve sosyal programlar bölünmeyi önler.

· Üniter yapının panzehiri başkanlık sistemidir.

· Sol oyları attıramıyorsa suçu kendinde arsın.Türkiye de reyler kemikleşmiş değildir. Sol; söylemlerini makullaştırır... Laiklik söylemini yumuşatır.. Çözüm önerileri ortaya koyar... Milletle çatışarak değil millete yakın durarak bunları yaparsa sol da gelir.

· Başkanlık sisteminde başkan tanrılaştırılamaz, tanrı, parlamenter sistemde var... Sistem tartışmaları, gerek seçimlerde siyasal partilere konan %10 barajın Avrupa Birliği’nin isteği ile aşağı çekilmesi için yapılacak çalışmalarda gerekse Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru çokça tartışılacak.

 

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Burhan Kuzu, “ İstikrar ve temsilde adalet arasında sıkışan” demokrasimiz için çıkış yolunu “Başkanlık sisteminde” görüyor. Demokrasimiz için belirecek tehlikeleri atlatmanın yolu olarak “Başkanlık sistemini” öneren Kuzu ile gerçekleştirdiğiniz sohbette “parlamenter sistemin aksayan yönleri” ile ve “Başkanlık sisteminin niçin gerekli olduğunu” ve bu konuda kamuoyunda yaşanan endişeleri sorularımıza verdiği cevaplarla ortaya koydu.

 

-Sizi daha öncede takip edenlerdenim. Bu konuda daha önceden berttiğiniz düşüncelerinizi biliyorum ancak Türkiye’de bu dönemde “Başkanlık Sistemini” ortaya atan kişi sissiniz..Neden başkanlık sistemi?

-Türkiye’de 12 Eylül öncesi yaşanan kötü günler gelmesin diye istikrar için tedbirler alındı.Ancak bu tedbirler sonucu bu gün ülke seçmeninin %50’sinin iradesi yansımıyor diye şikayet ediliyor.Tüm kesimlerin düşünceleri Meclise yansısın deyince de istikrar bozuluyor.Yani şu anda istikrar ile temsilde adalet adasında sıkışan bir demokrasi var. Türkiye 50-60 arasında kalkınmayı yakalamış.60 da darbe olmuş.60 sonarsı koalisyon hükümeti. 65-70 arası tek parti iktidarı ile Demirel dönemi yine kalkınma... 71 muhtırası ve 80’ne kadar 12 hükümet.. 1980 darbe... 83’de Özal’ın tek başına iktidarı ile yine kalkınma başlıyor 1990 da düşüş var. Kalkınma yeniden Ak Parti iktidarı ile 2002 de başlıyor..Ama sürekli bir kalkınma olmuyor.Neden? ... İstikrar yok da ondan.. ABD’de başkan sayısını çarpın dörtle ABD tarihi çıkar.ABD tarihini bölün dörde başkan sayısı çıkar. İstikrar bu..Bizde ise 81 yılda 59. hükümet. eder 236 yıl.Yani 236 yılda geleceğimiz hükümet sayısına biz 81 yılda erişmişiz.

 

-Neden şimdi “Başkanlık Sistemine” geçelim diyorsunuz? - Şu sebeple : Nasıl olsa bir anayasa değişikliği söz konusu.Hiç değilse yarım yamalak bir Anayasa yerine iyi bir anayasa yapılsın ve köklü değişiklilikler, daha doğrusu düzenlemeler de yapılsın.

 

 - Neden “Başkanlık sistemi”?

 - Başkanlık sistemi bu gün konuşulmuyor.20 yıldır konuşuluyor. Rahmetli Özal söyledi. Demirel ‘de Başkanlık sistemi dedi. -Peki onlar niçin getiremedi. -Getiremezlerdi. Çünkü her ikisi de Cumhurbaşkanı olduklarında Başkanlık sistemine geçilmesini istediler.Fakat arkalarında parlamento desteğini kaybetmişlerdi.O nedenle getiremediler.

 

-Yani aktif halden pasif bir göreve geldikleri için mi? -Evet. Her ikisi de Aktif Başbakanlık görevlerinden pasif görev olan Cumhurbaşkanlığına geçince başkanlık sistemini istediler başaramadılar.Başaramazlardı da her ikisi de Başbakanlıkla kavgalı idiler.H er ikisinde de Meclis hakimiyeti yoktu.

 

- Her ikisi içinde başkanlık sistemi konusunda ‘samimi değillerdi, kendileri için istiyorlardı’ diye bir kanaat mevcut. Siz bu n konuda nasıl düşünüyorsunuz?

-Bana göre Özal, sistemin bu şekilde yürüyemeyeceğini biliyordu.Onun için Başkanlık sistemine geçilmesini istiyordu.O samimi idi. Demirel’e gelince.. O’nun süresini uzatmaya yönelik bir politika ile bu düşüncelerini ortaya attığını düşünüyorum.

 

-Tekrar başa dönerek soruyorum.Neden başkanlık sistemi?

-Bu gün ABD’de tam.Fransa’da yarı başkanlık sistemi var. Parlamenter sistem ise İngiltere de doğmuş.Parlamenter sistem İngiliz tarihinin ruhunu yansıtıyor.Çünkü orada krallık var.Kral, İngiliz tarihi ile özdeş.O nedenle parlamenter sistem orada yürüyor. İngiliz tarihinin ruhunu yansıtan parlamenter sisteme bizim model dememiz mümkün değil. ABD’de ki başkanlık sistemi ise insan aklının ürünü. Kurucu babalar, “ABD’yi nasıl yönetiriz?” diye soru sorarak en iyi modeli, başkanlık sistemini buldu. Öbürüsünde İngiliz tarihinin ruhunu yansıtan Kralı orada nasıl tutarız diye ortaya kondu. Gerek parlamenter sistem... Gerek yarı başkanlık... Gerekse başkanlık sisteminin üçünde de kuvvetler ayrılımı var.Üçünde de ayrı organ var.

 

-O halde parlamenter sistemin neresinden rahatsızsınız? -Parlamenter sistemde yasama ve yürütme eşit.Hükümet, parlamentonun güvenoyu ile ayakta duruyor.Ancak yürütmeye de parlamentoyu dağıtma yetkisi verilmiştir. Parlamenter sistemde aslında gerçek anlamı ile kuvvetler ayrımı fiilen yoktur..Olması da mümkün değildir. Parlamenter sistemde kuvvetler ayrımı yok derken yargıyı kast etmiyorum.Çünkü yargı her sistemde vardır.Ve nitelik olarak yasama ve yürütmeden ayrıdır. Gerek yürütmeye gerekse yasamaya eşit olarak durması lazım.Krallıklar döneminde bile yargı ayrı tutulmuştur. “Devlet Benim” diyen 14 Lui’nin soyundan gelen Fransa Kralı 16. Lui, yargıyı kast ederek “Öyle güçler vardır ki bunların karşısında zayıf durumdayız ve bundan da kıvanç duyarız” demiştir. O nedenle sistem tartışmasında yargıyı ayrı tutuyoruz. Tartışmamızda söz konusu olan yürütme ve yasama ilişkileridir. Bu gün yasalaşan kanunların %98’i hükümetten gelir.Vekillerden gelen %2 dir.O da hükümet destek vermese geçmez.Hükümetin yapmak istemeyip de birilerine yaptırmak istedikleri türden yasalar vekillerin isteği şeklide gelir.Ama hükümet istemezse geçmez. Hükümetin istemediği hiçbir şey ne komisyonlardan ne de genel kuruldan geçemez. O zaman yasama nerede? Parlamenter sistemde yasayı yapanda yürütme,uygulayanda yürütmedir. Bütçeyi hükümet hazırlar, meclisten geçirir,ve kendi uygular. Para ve kanun hükümetin elindedir. Denetime gelince, hangi bakanı meclis düşürmüştür? Gensoru çalışmaz... Meclis soruşturması sadece eski dönem için çalışır. Vekilin aslında kanun yapmada, bütçede ve denetimde etkisi yoktur. O zaman vekil niçin genel kurula gelsin? Bu gün bile yasalar 40 kişi ile geçiyor. 550 kişi genel kurulda olsa ne olacak? Vekilin değişiklik tekliflerini hükümet kabul etmezse bir işi yaramayacak.Yine hükümetin istediği olacak. Bir çok konuda milletvekilleri konuşur. Doğrusu şu: Vekillerin nutuklarını dinleriz. Zabıtlara geçer. Çok kere kanaatlerimiz değişir ama oylar değişmez.Yine hükümetin, isteği tarzda oy kullanılır. Parlamenter sistemde iki başlılık doğuyor.Parlamenter cumhuriyetlerde iki başlılık kaçınılmaz. Çünkü bu sistem krallıklar içindir. Krallar, krallıklarda tarafsız hakem olarak düşünülmüş.Onların sembolik yetkileri vardır ve krallar tarihi bağlırı temsil için vardır. Parlamenter cumhuriyetlerde Cumhurbaşkanları ise yetkisi olmasa da yetki almaya çalışır.Ya da oluşturur. Bu gün hükümetin gönderdiği kararnamelerin %24’nü cumhurbaşkanı geri çeviriyor.Sorumlu hükümet, yetki Cumhurbaşkanında...

 

 -Başka ne sakıncaları var?

-Tıpkı halka hiçbir sorumluğu olmayan cumhurbaşkanına yetkiler verdiği gibi, bu model hep şikayet edilen ara odaklara imkan veriyor. Öte yandan koalisyonlar parlamenter modelin en büyük hastalığıdır. Türkiye’de birinci parti, dururken başka partiler iktidar olmadı mı?... Bu sistemde halk iradesi yönetime yansımıyor.Birinci parti kenara çekiliyor, üçüncü parti yok sayıyor.2.4.5ve 6 partilere milletin vermediği temsil imkanı veriliyor.Geçtiğimiz dönemlerde u durum yaşandı. Adeta okus pokus yapıldı.Üçüncü partiye başbakan, altıncı partiye Meclis başkanlığı verildi. Milletin oyları seçimde sayılıyor.Ama seçim sonrası tartılıyor.Oylar eşit olarak görülmüyor. Parlamenter sistem belirli odaklar, tekelci holdingler için rant kapısıdır. Küçük partiler içinde pazarlık aracı... Parlamenter sistem çoğunluğu azınlığa mahkum ediliyor.. Koalisyonlarda hükümet programları yürümez.Her parti kendi işine geleni yaptırır.Her bakanlık ayrı hükümet gibidir.O nedenledir ki; Türkiye 35 bakanla yönetilemez hale geldi.Bu gün ABD’de 12 Bakan var, bizde 35 idi.. Neden?.. Küçük partilerle koalisyon olmak için yağmurdan, fırtınadan doludan sorumlu bakanlıklar ihdas ediliyor da ondan.

 

-Ülkede %10 baraj var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- %10 baraj yanlış.. %10’lık baraj dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan bir barajdır.Almanya ‘da baraj %5, Avusturya’da %4. Avrupa Birliği Komisyonu, ilerleme raporunda %10’lu barajın yüksek olduğu not edilerek bu rakamın makul düzeye indirilmesini istiyor . Türkiye’deki %10 baraja rağmen zaman geliyor ülke koalisyonlarla heba ediliyor. Eğer bu sistem devam ederde temsilde adalet için barajlar %5’e çekilirse parlamentoya tam dokuz parti girer. İşte bu nedenle diyoruz ki; şayet baraj %5’e çekilecekse o zaman bunun getireceği mahzurları önlemek için “Başkanlık sistemine” geçmek gerek. Fransa böyle bir sıkıntıyı yaşadı.70 yılda 104 hükümet kuruldu. Sonra yarı başkanlık sistemi ile işi çözdüler.Fransa adeta delirdi ve çözümü buldu. Bu sistemin diğer bir hastalığı ise vekiller, tekrar seçilme arzusu ve bakan beklentileri ile Başbakana bağlı kalıyor.. Tüm bunlarda liderin öne çıkmasını sağlıyor..

 

 -Bu tür sorunların olmaması için çözüm ne?

- Başkanlık sistemi...

Çünkü başkanlık sisteminde kuvvetler ayrımı mutlaktır. Kanun yapmaya ve paraya parlamento hakimdir. Bütçeyi parlamento yapar, parayı harcama yetkisi olan başkan parlamento denetimi haricinde bir kuruş harcayamaz. Başkan ve bakan parlamentoya bile giremez.Başkan sadece yürütmede yetkilidir.yasa ve bütçe yapmada değil.Bu konularda Başkan parlamentoya muhtaçtır. Başkan parlamento ile iyi geçinirse yetkisini kullanabilir, yoksa erir gider. Parlamenter sistemde ise başbakanlar, ABD başkanından iki kat daha yetkilidir.Çünkü yürütme ve yasama ondadır. Başkanlık sisteminde yasa yapmada ve bütçede başkanlar değil parlamento yetkilidir.Başkanların yetkileri ve seçenekleri sınırlıdır. Bunları da parlamento, komisyonları eliyle çok güçlü bir şekilde denetler. Başkanlıkta, başkanlar parlamentoya muhtaç kılınmışlardır.Komisyon ve komiteler çok güçlüdür.Sürekli komiteler meclisle yürütme arasında ilişki karararak yürütmeyi yakından denetlerler. Bu sistemde küçük partiler hükümette etkin olmadığı için sadece parlamentoda temsil ediliyorlar. O zamanda küçük partiler, partilerine göre değil ülkenin yararına gördükleri konularda başkanı destekliyorlar.. Başkan başka partiden parlamento başka partiden olsa bile parlamento özgür olduğu ve parlamenterlerin bakanlık , yeniden seçilme gibi bir beklentisi olmadığı için başkanı muhalefet rahatlıkla destekleyebiliyor.Başkan başka partiden olsa bile , parlamentoda iktidar değil muhalefetin oyunu aldığı çok görülüyor.

 

 -Seçim sistemi konusunda fikriniz nedir?

 -Dar bölge sistemi olmalı.O sistemde aday, bölgeden aday gösterilirse seçime katılır.Dar bölgede partinin gösterdiği adayı halkın desteklemek gibi bir durumu söz konusu değildir. Hm başkanlık hem de dar bölge sistemi olursa vekilin bakanlık beklentisi yok.Seçim beklentisi yok.Böylece parlamentoda daha rahat hareket eden milletvekili gurubu oluşuyor. -Bu sistem federasyon getirir diye endişe edenler var.Bu konuda ne diyeceksiniz? -Federasyon olmaz.Yerel yönetimler güçlü olur.Şimdiki coğrafi bölgeler azaltılır ya da çoğaltılarak çözüm bulunur. Ülkenin bölünmesinde sistemlerin etkisi yok denecek kadar azdır. 30 bin insanı biz başkanlık modelinde mi kaybettik?.. Din ve sosyal programlar bölünmeyi önler. Üniter yapının panzehiri başkanlık sistemidir.

 

-Neden?

-Çünkü küçük partiler başkan seçiminde birleşmek durumundadırlar.İnsanların sivri fikirlerini çoğunluğa katarak tölere etmek mümkün. -Bu sistemde bir çok parti,ülke yönetiminde söz hakkına sahip olmaz deniyor?.. -Ne kadar parti var o kadar demokrasi olur mantığı da yanlış.O zaman sivil toplum örgütlerini güçlendirmek gerekli. --Güney Amerika modeli? - Güney Amerika modeli başkanlık sistemine örnek olamaz.Korkmanın anlamı yok. Çünkü Güney Amerika ülkelerindeki sistem, başkanlık sisteminde olmaması gereken unsurları taşıyor.Örneğin başkana parlamentoyu fesih yetkisi verilmiş.Başkanda memnun kalmazsa parlamentoyu dağıtıyor, sistem diktatörlüğü dönüyor.Halbuki başkanlık sisteminde başkana kesinlikle parlamentoyu fesih yetkisi verilemez ve kanun tasarısı hazırlama yetkisi tanınamaz. Başkanlık sisteminde Başkanın, parlamentoyu dağıtma yetkisi yok, kanun çıkarma yetkisi yok. Başkanlık sisteminin, Güney Amerika modelleri ile ilgisi yok..

 

- Darbe yapma geleneği açısından benzerliklerimiz yok mu?

-Güney Amerika başka. Orada darbe yapılıyor, iktidar bir başka darbe ile gidiyor.Ama bizde öyle değil.Bizde asker gece geliyor, gündüz gidiyor.. - Fakat Türk dünyasında başkanlık sistemi var ve yürümedi? -Rusya Federasyonu’nda Başkanlık sistemi var ve Putin işi götürüyor.Türk dünyasının demokrasi deneyimi yok.. -Başkanlık sistemine kimler karşı çıkıyor? 1. Allah bereket versin.Ne kadar olursa olsun yeter diyen küçük partiler.. 2. Tekelci sermaye ve onun etkisindeki basın.. 3. Sol kesim. 4.

 

-Sol dediniz de sormak istiyorum. Bir kısım insanlar, “Türkiye de solun oyu azami %35, Sağın oyu %65. Bu durumda hiç soldan başkan çıkmaz” diye endişe ediyorlar. Böyle düşünenler için ne söylemek istiyorsunuz?

-Sol oyları attıramıyorsa suçu kendinde arsın... Türkiye de reyler kemikleşmiş değildir. Sol zaten Ecevit’in kenardan tutmasını saymazsak 50 yıldır yok.Sol söylemlerini makullaştırır. Laiklik söylemini yumuşatır. Çözüm önerileri ortaya koyar Milletle çatışarak değil millete yakın durarak bunları yaparsa solda gelir. Soldan da başkan gelir. Millet, “bir de bunları deneyelim” der. Sol kendini aza hapsetmesin. Fransa’da sol, “ kiliseye saygılıyım” dedi.Geldi.14 yıl başkanlık koltuğunda oturdular.

 

-Peki bizde yarı başkanlık sistemi olmaz mı?

-Yarı başkanlık modeli Türkiye’nin meselesini çözmez.Sadece Cumhurbaşkanlığının sorumsuzluğunu engeller.Aşı modelleri sorunu çözmüyor..

 

- Sistem değişikliğini referanduma götürmeyi düşünür müsünüz?

- Evet gerek sistem değişikliğini gerekse AB’ye girişi referandumla halka sormak gerek.

 

-Sizin başkanlık sistemini tartışmaya açmanızdan Başbakan’ın habere var mı?

 -Başbakan tartışılsın istiyor.

 

-Sonuç çıkar mı? Yoksa Özal ve Demirel’in ortaya attığı tartışma gibi bu da bir başka bahara kalır mı?

 -Sonuç çıkar..

 

-Bizim milletimiz, her ne kadar Müslüman’sa da, Müslüman inancına mensup ancak Şamanist ameller işler...

 -Doğru...

 

-Şamanizm’de de krallar, liderler, önde gelenler yarı tanrıdır.

-Doğru..

 

-Dolayısıyla bunlar istemese bile halk kendisini tanrılaştırır. Sizin savunduğunuz başkanlık sisteminde yarın başkan tanrılaştırılarak tüm yetkiler eline verilmez mi?

-İşte onu söylüyorum. Tanrı bu sistemde var. Bende en çok buna kızıyorum zaten...Buna karşı çıkanlar bilmediği için böyle diyor.... Başkanlık sisteminde tanrı olamaz, mümkün de değildir.Sistem on müsaade etmiyor. Kendi istese de, vatandaş istese de yapamaz. Çünkü kuvvet ayırmış seni. Nasıl yapacaksın?.. Parlamento orda çalışıyor, kral burada çalışıyor.Yani başkan.. Şimdi..Gelmiş... Başkan, parlamentonun da tepesine binmiş..Zaten yürütmenin tepesinde..Yargıda yok. İş bitti... Yani varsa tanrı bu gün var... Bunu anlatmaya çalışıyorum.. Varsa bu gün var.. Bu gün yoksa o zaman hiç olmaz..

 

–Yani, mevcut sistem zaten krallık diyorsunuz?

-Tabii.. Tabiii..

 

-Adı konmamış krallık sistemi..?

 -Tabiii.. Bu parlamenter sistemin hastalığı. Almanya böyle... İtalya böyle.. İngiltere böyle..Türkiye daha da böyle..Yani bu modelde demokrasi zayıfsa daha da çok kötü olur. Onu söylüyorum: Parlamenter model çıkmaz sokak. Yani benim anlatmaya çalıştığım o.. Bana sorulması gereken ön önemli soruda şu olması gerekir. Bu sistemde yasama ayrı çalışıyor, yürütme ayrı çalışıyor.. Başkan yetkisiz kalıp zavallı duruma düşmez mi? Bundan korkmak lazım. Tam aksine kral, hükümdar yada tanrı filan değil de, yalnız başkan ..N olur? Bu adam orda durur kalır.. Kanun gelmiyor, bütçe gelmiyor.. Vekilleri seçme hakkı yok.Vekillerin bakan olma beklentisi yok.Adam orada duruyor.. Yani bundan korkmak lazım.. Ben en çok bundan korkuyorum.Acaba bir gün bir şey mi olur? Bence olmaz ama bu düşünülmesi lazım.. Bunu sormamız lazım.Tam aksine kraldı vs idi değil de bunu sormak lazım..Zavallı bir adam olur ortada. İşin özü bu. Dikkat ederseniz sistemle ilgili bütün konuşmalarımdan buraya varırsınız.Benim anlatmak istediğim burası.. Yoksa.. Nerden geliyor bu?... Başkan deyince millet diyor ki acaba tepeye bir şey mi getiriyorlar? Halbuki adı başkan.. İnsan üstü bir varlık gibi zannediyorlar Halbuki başkan.. .. Sağdan soldan koşuyorlar..Siyasetçiler konuşuyor. Böyle padişahlık, diktatörlük gelir mi filan deyince; benim tepem atıyor.. Çünkü söyledikleri, bu modelde (parlamenter sistemde) var...Zaten ben bundan kurtulmak için o modeli öneriyorum.

 

-Yani hem yürütmenin hem de yasamamın üstünde olan başbakanlık sisteminden mi demek istiyorsunuz?

- Evet tabii.. Biz ondan kurtulmak için öneriyoruz..Nasıl olur yani?.. Benim gösterdiğim modelde aynısını getirecekse ben onu, neden savunayım bu modeli?

 

.. ..................................00000000000................

Burhan Kuzu Kim? 1955’de Kayseri’nin Develi İlçesinde doğdu. Çok istemesine rağmen tercih yanlışlığı nedeniyle tıp fakültesine değil, hukuk fakültesine kaydoldu.Yinede tıp okumak istedi. Hukuk okurken girdiği ve 18 tercihinden 18’ne de Tıp fakültesini işaretlediği sınavlar çalınma sonucu iptal edildi.Bunun üzerine Kuzu, istikbalini hukuk üzerine şekillendirmeye karar vererek İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Aynı fakültede Akademik kariyerini tamamlayıp Anayasa Hukuku Profesörü oldu. İstanbul Üniversitesi’nde Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığı yaptı. Adalet ve Kalkınma Partisi Kurucu Üyesi olan Kuzu 3 Kasım 2002 de yapılan seçimlerde AK Parti listesinden İstanbul Milletvekili olarak parlamentoya girdi. Fransızca bilen ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı olan Kuzu evli ve iki çocuk babası ..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Not: 30.1.2005 Pazar  tarihli Anayurt Gazetesinde  ‘ CHP Nereye koşuyor’ Başlığı ile yayınlandı.

 

 

KONGREYE GİDERKEN  CHP

 

 

Muhalifler Cephesinden Bakınca CHP:

 

·         Yedi ayda ikinci defa  olağanüstü kurultay yapılması bile tek başına  partinin yönetiminin iyi gitmediğinin  bir göstergesidir.

·         CHP, Baykal’ın hizbi değildir.  Baykal’ın dar kadrocu anlayışının  partiye zararı var ve bizim de  karşı olduğumuz odur

·         CHP, AKP  karşısında , köklü, düzgün , iyi   etkili muhalefet yapıyor deme durumunda değiliz

·         CHP’de Demokratik  mekanizma ve süreçler iyi işliyor denemez.

·         Sayın Baykal geçen Kurultayda “ben ekibimle çalışacağım” dedi.  Görüldü ki “ekibimle  çalışacağım anlayışı” sonuçta  başarıyı sağlamıyor. Sadece  önemli olan genel başkan değişmesi değil.Yönetim  anlayışının değişmesi lazım.

·         Bizim anlaşışımızın egemen olacağı bir CHP’de kurullar karar verir. Ve kurulların kararları uygulanır.

·         Sarıgül kamuoyunda  halk desteğini arkasına alabiliyor.

·         CHP’ile halk arasında var olduğu söylenen duvarlar Sarıgül’le aşılabilir.

·         Mustafa Sarıgül ya da başka bir arkadaşımız  bundan sonra  bu partiyi Deniz Baykal gibi yönetemez... Partinin yetkili organlarını çalıştırmak zorundadır... Bu ülkenin uzmanlarından, bu ülkenin beyin gücünden  tam olarak  yararlanmak ve bunlarla  iktidara gidişin programını yapmak zorundadır. Demokratik  olmak zorundadır. Ortak aklı kullanmak zorundadır. Çünkü Baykal Türü bir gidişin sonunu başarısızlık olacağını  bunca deneyimden sonra ne kadar  akılsız olursa olsun aklı başında herkesin görmesi lazımdır  ki  Baykal’ın yöntemi, metodu  metot değildir.

·         CHP; muhalefette iken Mecliste yaptığı çalışmalarla halkın önünü açacak noktada iken ... Yetersiz kaldı.

·         CHP daha net..Hem demokratikleşme, demokrasi bakımından hem de AB üyeliğinin ekonomik yönü, sosyal Avrupa yönü.. Hem  işçi hakları, sendikal haklar  bakımından  daha ilerici konuma geçebilirdi, geçmeliydi. AKP’yi geçmeliydi.

·         CHP’de Mustafa Kemal’in maddi mirası yoktur. Mirasından tek kuruş partiye girmez.

·         Şu anda Baykal şah diyor.. Biz mat diyoruz.Mat edeceğiz..

·         Baykal,  yeni  teoriler üretiyor.. Sarıgül kimin oyuncağı da.... Öbürü onun oyuncağıdır da...Kimse kimsenin oyuncağı  olmaz... Amerika ya da başkası her yeri karıştırmak isteyebilir. Önemli olan CHP’nin sağlam ve düzgün durmasıdır.

·         Dışardan saldırı var deyip  içerde partilileri bir birine kırdırmanın, partilileri bir birine düşman etmenin  çaresiz çözümsüz, arayışsız  umutsuz bırakmanın, partiyi darmadağın etmenin hiçbir mantığı yok.

·         Biz 12 Eylül anayasasını değiştirmek için parti olarak öncülük etmeliyiz.. Biz 12 Eylülün kurullarına ve kurumlarını demokratik olarak değiştirmeliyiz ki dış saldırı olmasın.İç saldırı olmasın.

·         Benim annemde türban takıyor.. Başını bağlıyor.. Ben halk çocuğuyum. Ne demek türbana karşı çıkma?.. Kendi siyasi çıkarları için kullananları da hoş görü ile karşılamıyorum.

·         Kıbrıs meselesinde CHP’nin bu konularda açılım yapabilmesi gerekir.  CHP; daha bir açılımcı, daha bir  barışçı çizgide olabilirdi. Biz halk partisiyiz. Halkın partisiyiz. Kıbrıs politikasını bir tek Denktaş’a endeksli götürmenin  çok da  anlamlı olduğunu ben şahsen düşünmüyorum.

·         Sosyal adalet kavramını 1960’larda Türkiye’ye getiren  CHP bu gün o kavramın, Avrupa’daki  kadar yaşama geçmesini savunamaz durumda. Güçlü sendikayı savunmalıyız.Bizim tarlamız orası..

 

 

CHP Parti Meclisi Üyesi ve Ankara Milletvekili  Prof.Dr. Yakup Kepenek’le CHP kongresini konuştuk.

Kepenek CHP’nin mevcut yönetimine getirdiği eleştirileri ve önerilerini açık yüreklilikle Anayurt’a anlattı.

 

-CHP’de ne iyi gitmiyor,  CHP’de kongre ihtiyacı neden doğdu?

-Bu  3 Temmuz  Kurultayını sayarsak  yedi ayda yaptığımız  ikinci  olağan üstü kurultay.Yedi ayda ikinci defa  olağanüstü kurultay yapılması bile tek başına  partinin yönetiminin iyi gitmediğinin  bir göstergesidir.

Zaten son baharda bu yılın Ekim ayında , ilçe il kongreleri ile  tüm örgütün yenilenmesinden sonra olağan kongremiz yapılması gerekiyor.Fakat  tüzüğümüz genel merkeze bir yıl erteleme  olanağı veriyor.

Önemli olan şu andaki durum.”Bizi kurultaya götüren olay nedir?” Sorusunun yanıtı şudur:
CHP, AKP  karşısında , köklü, düzgün , iyi   etkili muhalefet yapıyor deme durumunda değiliz.Bunun bur kaç nedeni var.
Başta gelen neden, bizim kurullarımız ki genel kurul, parti meclisi, merkez yönetim  kurulu bunlar etkin politika üreten biçimde çalıştırılmıyor.Yani Kurullar çalışmıyor. Bunların ortak görüşlerinden politika üretilemiyor.

Somut bir örnek vereyim.

Bundan bir ay önce okul aile birliklerinin para toplaması  konusunda  Mecliste bir maddelik bir yasa görüşüldü.

Bu bir maddelik yasa AKP’nin  önerisiydi ve okul aile birlikleri okullarda para toplasın biçiminde idi.

CHP’li üç  milletvekili çıktı.

Bir tanesi  “böyle bir şey olmaz.Okul aile birliklerinin para toplaması doğru değil” dedi.

Bir başkası çıktı. Sözüm ona bu arkadaşın görüşü  CHP meclis Gurubu’nun görüşüydü. “Yerine göre olur, yerine göre  olmaz “dedi.

Bir başka arkadaşımızda çıktı.

“Bu yasa doğrudur.Okul aile birlikleri para toplayabilir” dedi.

-Yani CHP’de belili konularda  tek ses yok diyorsunuz?

-Yoktur.

Bu neyi getiriyor?... Bu durum politikada tavır almada yalpalamayı getiriyor. Bu mekanizmaların etkili çalışmasını  engelliyor

-         CHP’de sorun sadece Meclis Gurubu’nun rahat hareket  etmemesi mi?
-Hayır, değil değil.

-          Yoksa vatandaşla  CHP’nin ilişkisinin zayıf olması mı?

-         Bunlar bir birine bağlı şeyler.Yani meclis gurubunuzun çok iyi çalışması lazım.Öbür... Şimdi.. Yani kolunuz ağrısa bütün vücudunuz  hasta sayılır.Şunu söylüyorum: Bir: CHP’nin tüm organlarının etkili iyi çalışması lazım. Yerel  seçimler yapıldı biz 1400 belde ve ilçede , birkaç ilde seçime katılmadık.katılamadık.Zaten Türkiye’de 3225 belediye var. Demek ki burada bir  yanlışlık  var.

İki: Seçimlerden sonra CHP’li belediyelerin daha sosyal demokrat  ilkelere uygun yerel yönetim anlayışını yaşama geçirip uygulamaları için somut  politika geliştiremediler.

Üç: Özelleştirmede  işsizliğe, sosyal haklarda , sosyal sigortadan ormanlara kadar bir çok konuda Meclis görüşmelerinde ve dışarıda değiniz gibi ne halkla bütünleşmeyi tam sağladı.Nede  somut, net politikalar  üretemedi.

-Tüm partiler iktidara aday olmak için vardır.Ancak son seçimlerde CHP daha  şanslı olduğu var sayılıyordu.Sizin anlattıklarınızdan anladığım kadarıyla  söylediğiniz konularda CHP’nin hazırlığı mı  yoktu?

-CHP’nin iktidara gelememesinde ve  bu konuda yetersizliğinde  hiç kuşkusuz toplumsal yapının, gelir  düzeyinin, bağımlılık ilişkilerinin, sosyal demokrat  geleneksel olarak görüşün azlığının,  bizim güç alacağımız sendikaların zayıflığının, dağınıklığının katkıları var.Ama biz parti olarak da  orkestra gibi tüm varlığımızla  çok iyi çalıştığımızı  söyleyemeyiz.

-Orkestra şefini, yani lideri değiştirmek CHP’de  yaşanan sorunları halleder mi?

-Tek başına lideri değiştirmek sorunu halletmez denebilir.Ama burada şöyle bir durum var:

Sayın Baykal geçen Kurultayda “ben ekibimle çalışacağım” dedi.Geldi...

Görüldü ki “ekibimle  çalışacağım anlayışı” sonuçta  başarıyı sağlamıyor.Burada  sadece  önemli olan genel başkan değişmesi değil.Yönetim  anlayışının değişmesi lazım.Yönetim anlayışının  değişmesinden  kastettiğim şu: CHP’nin  ilçeleri, beldeleri, il örgütleri ve milletvekilleri  halkın  görüş ve önerileri ile iç içe olmalıdır.Halk onu yaşamalıdır.

-Siz CHP’de demokrasimi yok diyorsunuz?

-Demokratik  mekanizma ve süreçler iyi işliyor denemez.

-         Partilere bakınca en eski parti, siyasi gelenek açısından en tecrübeli insanlar CHP’de denebilir?

-         Doğru. Buna rağmen  CHP’nin demokratik işleyişinde, demokrasinin işler halede bulunmasında sıkıntılar var. Ciddi sıkıntılar var.

-         CHP; muhalefette iken Mecliste yaptığı çalışmalarla halkın önünü açacak noktada iken ...

-         Evet açabilirdi.

-         Hatta AK partiden de ileri gidebilecekken  pasif mi kaldı diyorsunuz?

-         Yetersiz kaldı.Ben o kanaatteyim.Özelleştirme konusunda bir çok konuda

-         Bir çok yasalar çıkarken geriye gidişler söz konusu oldu.Bunu, CHP istedi deniyor?

-         AB ülkelerinde  solcular  ve sosyal demokratlar Türkiye’nin AB’ye üyeliğini istiyor.Türkiye de de sanki AKP bizden  çok  istiyormuş gibi halk arasında bir kanaat var.Halkında %74’ü AB üyeliğini istiyor.

Şimdi CHP orada daha net..Hem demokratikleşme, demokrasi bakımından hem de AB üyeliğinin ekonomik yönü, sosyal Avrupa yönü hem işçi hakları, sendikal haklar  bakımından  daha ilerici konuma geçebilirdi, geçmeliydi.AKP’yi geçmeliydi.Bu bu bizim işimiz.

Yani Mustafa Kemal’in kurduğu partinin işiydi, ülkeyi  çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak..

-CHP’nin  Mustafa Kemal’in mirasına sahip çıkmak söylemi  düşüncede mi dir, yoksa  sadece maddi mirasında mı söz konusudur ?

-Mustafa Kemal’in CHP’de maddi mirası diye bir şey yoktur.Bu kamuoyunda yanlış  biliniyor.Onu bir düzeltmek lazım.

-O halde CHP’deki Mustafa kemalin maddi mirası nedir?

-Mustafa Kemal’in vasiyet namesindeki durum şudur: İş bankasının  sermayesinin %28,5’ğu Mustafa Kemal’indir.12 Eylülde bu yok sayıldı. Azaldı. Mahkemelik oldu.O hikayeleri girmemin mantığı ve anlamı yok.Bu sermaye payının yönetimi CHP’nindir.İş Bankasının 11 yönetim kurulu üyesi var.Bunlardan dördü CHP Genel Başkanı tarafından atanır.Yalnız bu %28’lik sermaye payının  bir kuruş  geliri CHP’ye gelmez.Yoktur böyle bir şey.Yasal olarak da gelmez.Bu payın getirisini, nemasını, vasiyetnamesinde önce İnönü’nün çocuklarının okumasına, bilmem nelere diye  bir bölüm var ama onlar geçti.Onarı aştık. CHP’nin payına düşen sermayenin geliri Türk Dil ve Tarih Kurumlarında harcanmak üzere  ayrılmıştır. CHP’ye İŞ Bankasının getirisi yoktur.

CHP’nin payı yoktur.İŞ bankası yüz yeni Türk lirası kazandı.Bunu dağıtacak.28,5 YTL doğrudan doğruya Türk Dil ve Tarih kurumlarına gider.CHP’ye bir kuruş gelmez.Atanan  dört   yönetim kurulu üyesi, yönetim kurulu üyesi oldukları için  huzur hakkı alırlar.O ayrı..Kişisel olarak alırlar.Ancak İş Bankasından Mustafa Kemal’in mirasından kurumsal olarak CHP’ye bir şey gelmez.

-CHP’yi Mustafa Kemal ve arkadaşları kurdu.Ancak daha sonra bir kısım arkadaşları ayrılıp gitti Demokrat Partiyi ve diğerlerini kurdu.İsmet İnönü ayrıldı, Onunla başkaları gitti.Ecevit ayrıldı öyle gitti.Her doğuş ve her bölünüşte  azaldı.Dolayısıyla şu anda bir resmi parti var ama bu bir kişinin, gurubun hizbinden öte bir şey değil deniyor.Şu anda Mustafa Kemal’in partisi CHP’den eser yok Baykal’ın hizbi söz konusu deniyor.Ne diyorsunuz?

-O haksızlık olur.Ben mesela Baykal’ın hizbinden değilim.Baykal, benim arkadaşım.Birlikte çalışıyoruz.partinin milletvekiliyim.Ancak birilerinin çantacısı olmadım.Kişiliğimizde buna uygun değil.Bir çok arkadaşımızda böyledir.

Bu partide il ve ilçe örgütlerini sayarsanız şu anda filen otuz altı bin kişi politika yapıyor.473 belediye başkanımız var.Bunların katlarınca belediye meclis üyelerimiz var.170 civarında milletvekilimiz var.Dolayısıyla tüm bunlara Baykal’ın hizbi  diye etiketlemek yanlıştır.Böyle bir şey yoktur.Ancak Baykal’ın dar kadrocu anlayışının  partiye zararı yok mu dur?

Var ve bizim de  karşı olduğumuz odur zaten.Ve bu düzelecek.

-Sizin  partinin başına geçmek isteyen bir kişiye  angaje olduğunuz görülüyor.

-Kim?

-Mustafa Sarıgül ekibinde gibi bir görüntü var.

-Ben öyle açıklama yapmadım ama..

- Mustafa Sarıgül ve Zülfü Livaneli yada başkası  seçilirse CHP’de ne fark edilecek, Baykal’dan ne farkları olacak da CHP,  halkın gözünde daha itibarlı  olacak?

-İki önemli farkı var. Kişilikleri bir tarafa bırakalım.

Bir: Son aylardaki  gelişmeler de gösterdi ki Sarıgül kamuoyunda  halk desteğini arkasına alabiliyor. Bu önemli.Eğer meseleyi  halka dökmese. Onu yapıyor.

CHP’ile halk arasında var olduğu söylenen duvarları yıkılmaması varsa, buna gereksinim söz konusu ise bu Sarıgül’le aşılabilir.Bu  önemli kazanımdır.Kim için? ..Parti için..

İki Mustafa Sarıgül ya da başka bir arkadaşımız  bundan sonra  bu partiyi Deniz Baykal gibi yönetemez.

-Ne demektir?

-Şu demektir. Deniz Baykal gibi yönetemez..Şunu yapamaz yani partinin yetkili organlarını çalıştırmak zorundadır.Partinin belediye Başkanları gurubunu, parti meçlisini çalıştırmak bu ülkenin uzmanlarından, bu ülkenin beyin gücünden  tam olarak  yararlanmak ve bunlarla  iktidara gidişin programını yapmak zorundadır.

Demokratik  olmak zorundadır.Ortak aklı kullanmak zorundadır.Çünkü Baykal türü bir gidişin sonunu başarısızlık olacağını  bunca deneyimden sonra (Arkadaşlarımıza öyle demek istemem kuşkusuz ama)  ne kadar  akılsız olursa olsun aklı başında herkesin görmesi lazımdır  ki Baykal’ın yöntemi, metodu  metod değildir.

-Sizin içinde olduğunuz bir gurup CHP’de kongreyi toplayalım.sorunlarımızı orda halledelim  dediniz.kabul görmedi.Ancak şimdi CHP yönetimindeki ekip,  kurultay noktasına geldi.Şu anda Baykal,  “şah” diyor?

-Biz mat diyoruz.Mat edeceğiz..

-Dünya Türkiye ile kaim değil. Dünyanın çeşitli ülkelerinde bazı  hareketler görülüyor.Gürcistan da “kadife devrim” yapıldı.Ukranya’da “turuncu devrim”  yapıldı.

Deniyor ki bunlara benzer bir şekilde AB önünde duran, Irak krizini en yakından yaşayan Türkiye  CHP ‘ye dış güçler el attı.Irak, Kıbrıs ve AB politikasında hükümetin önünde CHP’nin duruşunu engellemek, CHP’yi saf dışı etmek için   bir oyun içinde oldukları söyleniyor.Siz bu oyunun  parçası mı oluyorsunuz?

-Kesinlikle h hayır.Benim çizgim belli. Yazılarım düşüncelerim ortada.

Böyle bir hareket yok.Bakın bunu belgeleyecek  hiçbir şey yok.

Sayın Baykal’ın dayanaksız, desteksiz iddiasıdır.

-Bu bir panaroya mıdır?

-         Ben o konuda doktor değilim.Birileri karar verir.Şunu söylüyorum: Geçtiğimiz  3 Temmuz kurultayında kürsüye çıkıp dedi ki:” benimle ilgili  bir milletvekili belgeler düzenlemiş.Eşim Aydın’ın para aldığını dair.” Diye..

Çıkıp sorduk: “kim bu arkadaş?” diye hiçbir açıklama yapılmadı.Aradan  bir iki  hafta veya ay geçti. Yaz sonuna doğru  bu kez sayın  Baykal çıktı dedi ki CHP’li dört  milletvekili aralarında  birer milyar para  toplamışlar bir bankaya yatırmışlar.Gizli belgeler elde etmek için.Nerden? Amerika’dan.Gizli belgeler kendisinin aleyhine

Ben parti meclisi üyesiyim. 28Ağustos toplantısına yaz tatilimi keserek, bin kilometre direksiyon sallayıp araba ile geldim.Kürsüye çıkıp dedim ki:” Sayın Baykal, 170 arkadaşımız  töhmet altında.Bu dört milletvekili kimse açıklansın.Bunların atılmasının  önergesini yazılı olarak size veriyorum.Bunları  hemen partiden atalım.Hiçbir şey  çıkmadı.Yani (masadaki  bardağı işaret ederek) şu bardak konuştuysa Sayın Baykal’da bu konuda bir söz etti.Şimdi İnandırıcı olmak zorundayız.Bir birimize güvenmek zorundayız.İnanmak zorundayız.Ben genel başkanımın  yalan dediğini düşünemem, düşünmüyorum.O zaman bunun açıklanması gerekirdi.Ve  maalesef sayın Baykal’ın seveni sevmeyeni  “Değerli kardeşim..Değerli genel başkanım. Kim bu dört milletvekili?” diye sormadı.Şimdi yeni  teoriler üretiyor..Sarıgül kimin oyuncağı da.... Öbürü onun oyuncağıdır da...Kimse kimsenin oyuncağı  olmaz.

Amerika yada başkası her yeri karıştırmak isteyebilir.Önemli olan CHP’nin sağlam ve düzgün durmasıdır.

Bir şey daha söyleyeyim. Sayın  Baykal, “ CHP’yi tehdit altında bırakanlar olarak ..Dış güçler diyor.. .medya diyor.ABD diyor..şeriatı da arada söylüyor..Bunlara karşı CHP’ni yapacağı çok şeyler var.

-         Nedir?

-         Bu toplumun ilerici, aydınlık güçlerini , ulusalcı güçlerini, ülkenin çıkarını düşünen güçlerin yanına almak .. Ve daha demokrat, daha  gelişmeci daha dünyaya  doğru  ülkeyi  taşıyacak projelere imza atmak.yani şunu demek istiyorum: Dışardan saldırı var deyip  içerde partilileri bir birine kırdırmanın, partilileri bir birine düşman etmenin  çaresiz çözümsüz, arayışsız  umutsuz bırakmanın , partiyi darmadağın etmenin hiçbir mantığı yok.

CHP 1950’lerde  bu tür  bir küçülme dönemi yaşadı.Ama o zaman  yetmişli yaşlarında olan İsmet İnönü  çıktı, özerk üniversite dedi.Bağımsız yargı dedi.Sosyal adalet dedi.Hak dedi, hukuk dedi. Ve Türkiye  CHP’nin  o önerileri sayesinde 1961 anayasasına kavuştu. Biz 12 Eylül anayasasını değiştirmek için parti olarak öncülük etmeliyiz.biz 12 eylül faşizminde hakkı yenen insanların hakkını aramalıyız.Biz 12 Eylülün kurullarına ve kurumlarını demokratik olarak değiştirmeliyiz ki dış saldırı olmasın.İç saldırı olmasın. Bunlar yapılabilir.

-1960 darbesi öncesinde CHP anamuhalefet.Ve diri.Demokrat parti  on yıllık iktidarda bulunmanın verdiği yıpranmışlık içinde. Bu şartlarda  eğer CHP, darbeye destek vermeseydi.  İlk yapılacak seçimlerde halkın oyları ile iktidar olma imkanı vardı.CHP, ihtilalle destek vererek ihtilalle anayasayı değiştirtti, ihtilal olmasaydı CHP demokratik yollarla iktidar olarak anayasa değiştirebilirdi.Buda halkla CHP arasında demokratik  kopukluk ve soğukluk   oldu. CHP, 28 Şubat’a da destek vererek  halkla irtibatı kopardı deniyor. Size göre CHP’nin halkla irtibat kurmada sıkıntısı ne?

-         Çok şeyi bir arada toplamayalım.O günkü koşullarda... Demokrat Parti’nin tutumunu ve CHP’nin ona karşı tutumunu o günkü koşullarda değerlendirmek gerek. Ben CHP’nin...Bu kadar kısa  zamanda bu işi doğru değerlendirebilir miyiz bilmiyorum.

-Peki. Sormamış olayım.

-Ama şunu söyleyeyim.İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığını esas olarak savaş meydanlarında kazanmıştı.Değil mi?

Askerler, 1950 de iktidarı verme dediklerinde  “ ben yerimde kalayım” diyebilirdi.Öyle bir şey yapmadı.Yani şunu demek istiyorum. CHP’nin geleneğinde... 46 hareketi CHP’den çıktı. Demokrat Partinin gelişmesinde CHP’nin hoş görüsü ve  katkısı yadsınamaz.Eğer Demokrat parti 1955 sonrasında  yoldan çıkmasaydı..Asıl  sorumluğu yanlış yerde aramayalım...27 Mayısa ülkeyi götüren süreçte Demokrat Parti’nin 55 sonrası  tutumudur.Ona bakalım..Demokrat Parti’nin kendi yapısı nasıl değişti?...

CHP’nin demokratik mekanizmalarla anayasa değiştirme yollarını Demokrat parti kapatıyordu. İyi incelenirse  o net görülür.DP, CHP’yi hain ilan ediyordu.Vatanı satıyor diyordu.Ocak  bucak meselesiyle ülke bölünüyordu.Yani o günleri tartışmazsak iyi olur.,

-Benzer şeyler 28 Şubat’ tada oldu.12 Eylüllün mağdur ettiği 1402’liklere CHP sahip çıkarken beri tarafta üniversitelerde başörtüsü mağdurları oluştu...Bu ikilem değil mi?

-Ben  1402’liklerdennim.Üniversiteden atılanlara CHP’nin sahip çıkması  vazifesiydi.Kim olursa olsun .. Düşüncesi yüzünden  insanlar cezalandırılmamalıdır.

Türban meselesine gelince. Orada  kendi içinde belli kurallar vardır..B u uzun bir konu.Benim onunla ilgili Cumhuriyette bir yazım çıktı.İsterseniz onu size veririm.Onu ayrıca tartışırız. Orada  üniversitelerin kendi koyduğu kurularlar var. Bazı yerlerde bazı  giyimlerin kamu alanında sembol olması yönünde tartışmalar var.Üniversiteler kendi içinde kurulları  koyuyor.

Asıl alan şu.18 yaşına kadar insanları serbest bırakın.Annesi, babası, ağabeysi  genç kızlarımızın başını örtmesine karışmasın.İlkokullarda, liselerde, imam - hatipler dahil.Özgür bırakalım. Evlenme yaşına geldiği zaman türban takarsa taksın.Benim annemde türban takıyor..Başını bağlıyor..Ben halk çocuğuyum.Ne demek türbana karşı çıkma?.. .

Ama ..beli bir amaçla  siyasi çıkar  veya dini dediğimiz simgelerle.Kendi siyasi çıkarları için kullananları da hoş görü ile karşılamıyorum.Benim  yaptığımda bu..

-         1970’lrde deniyor ki; “ Bu ne, böyle köylü  kadını gibi baş bağlıyorsunuz.siz üniversiteye gidiyorsunuz.daha modern olmalısınız?”

-         Hayır,  onu demek ayıp..

-         Ve mesela Vehibe İnönü’de başını kapatıyor ama türbanla.Gayette güzel oluyor... Şıkta oluyor.Türban kullanın diyorlar,

-         Güya  türban daha ileri imiş gibi..

-         Geç kızlarımız türban takmaya başlıyor, bu defada türbanın karşısına çıkılıyor.Bu durumda çocuklarda ikilem içinde.Ne yapsın çocuklar?

-         Çocuklar meselesi değil.Tercüman gazetesi bu konuda bir çalışma başlattı. Türban konusunda erkekler daha  çok laf söylemeye başladılar. Kardeşim sana ne? Ağabeyler, babalar zorla giydiriyor.

-         -Bu işi kadınlara bıraksak  hallederler mi diyorsunuz?

-         Ederler..

-CHP’nin  hiçbir serbest seçimlerde halk tarafından  iktidara taşınmayışının sizce sebebi nedir?

-Buna göre  sebebi.partinin etkin ve verimli çalışmaması .Bunu sağlayabilirsek biz iktidar oluruz.Ecevit, nasıl 77 de ucundan  tuttu. Biz oluruz,  rahatlıkla oluruz.

-Şimdiki CHP yönetimi ile  parti içinde özgürlükler konusunda bir ayrılığınız varmı?

-Parti  içi yönetim anlayışında büyük farkımız var.

-Nedir farkınız?

-Bizim farkımız şu: Bizim anlaşışımızın egemen olacağı bir CHP’de kurullar karar verir. Ve kurulların kararları uygulanır.

-Yani parti içi  şefokrasiye karşıyız mı diyorsunuz?

-Onları  ben söylemiyorum.Ama parti içi demokrasiyi  daha iyi çalıştırırız.

-Dış politikada;  Irak, Kıbrıs AB  konusunda farkınız nedir?

-Irak konusunda partinin tutumu sağlıklı sayılabilir. Ayrıntıya girmiyorum.

-Kıbrıs konusunda?

-         Şimdi.... Kıbrıs meselesinde partinin tutumunu oradaki haklarımızı savunma yönünden, oradaki Türk varlığını savunma yönünden tutumumuzu  ben sağlıklı buluyorum. Ancak  başka bir şey daha var.CHP’nin bu konularda açılım yapabilmesi gerekir.

-         Ne yapabilirdi?

-         Şunu yapabilirdi.Bir ara dendi ki Güney, Anan palanı referandumuna hayır diyecek.Bu belli idi. O zaman Kuzey’in sol ve sosyal demokrat çevrelerinin ‘evet’ emesi CHP tarafından da desteklenebilirdi. Bunda  hiçbir sakınca yoktu.Karşı tarafın hayır diyeceği belli idi.Yani CHP; daha bir açılımcı, daha bir  barışçı çizgide olabilirdi.Amma ulusal çıkarlarımızı koruyarak  böyle bir politika izleyebilirdi. Oradaki politikayı  kişilere indirip..

-         Biz halk partisiyiz. Halkın partisiyiz. Kıbrıs politikasını bir tek Denktaş’a endeksli götürmenin  çok da  anlamlı olduğunu ben şahsen düşünmüyorum.

-         -AB konusunda  mevcut CHP yönetimi ile bir farkınız var mı?

-         Daha net, aha açık bir Avrupa birliği  taraftarı  olmamız gerekir.Ben  şahsen öyle düşünüyorum.kişisel görüşüm, Türkiye’nin öz çıkarlarını koruyarak Avrupa birliği kurallarına yönelik  daha  gür sesle iş yapmak.

-         Nedir bu , birkaç örnek verir misiniz?

-         Bu AKP  hükümeti Kamu İhale  Yasasını delik deşik etti.Oysa bu Kamu İhale Yasasına sahip çıkıp ihalelerin  saydam, açık,  herkese eşit olmasını savunmamız gerekir.Ancak böyle olursak  gerçek solcu oluruz diye ben şahsen düşünüyorum. Çünkü, onlar birilerine el altından ihaleleri vererek  gene kendi zenginlerini yaratıyorlar. Bu bir..

İki: daha önemlisi Türkiye’deki ekonominin  yarısı kayıt dışı.Ne biçim ülke bu?.. Vergiyi  dolaylı vergiler yoluyla , benzin vs ile halkın sırtına bindiriyorsunuz.Zenginden vergi almıyorsun...Bu gibi konularda CHP’nin sol ve doğru bir çizgi tutturması gerekir.

-         Üç.AKP  sosyal hakkı bayramdan bayrama zenginden yoksula  yiyecek , kömür dağıtımı olarak anlıyor.Oysa Avrupa’da sosyal  hak kavramı var. Sendikal  özgürlük kavramı var.Sosyal adalet kavramını 1960’ larda Türkiye’ye getiren  CHP bu gün o kavrama, Avrupa’daki  kadar yaşama geçmesini savunamaz durumda Savunmalıyız.ben bunu söylüyorum.. Bizim görevimiz bu. Güçlü sendikayı savunmalıyız.Bizim tarlamız orası

-         Yani tarlamız derken.Oy aldığınız..?

-         Evet ..Evet... Almamız gereken.

-         Bu söz meşhur “imam - hatipler bizim arka bahçemiz”  sözünün çağrışımı değil midir?

-         Yok..yok. Öyle değil. O yanlış bir laf. Şunu demek istiyorum.: Sol, geleneksel olarak daima  emekçi kesimin yanında olduğu için  sendikalar geleneksel olarak solda yer almalı.Ama Türkiye’de sendikalar güçsüz.Sol güçsüz.Ve bunlar doğru dürüst bir araya gelemiyorlar.Sıkıntıda burada zaten...

-         Kayıt dışı ekonomi dediniz.Türkiye’de kayıt içindekilerde vergi vermiyor.Dev gibi şirketin vergisi bir asgari ücretlinin verdiği kadar. Dolayısıyla  kayıt dışını kayıt içine almakla problem çözülüyor mu?

-         Onu birilerin yapması lazım.Bunu sağlamamız lazım.Neden böyle oluyor? Bizde vergi ahlakı yok.Benim Avrupa Birği taraftarlığım, kurallar ve kaideler anlamındadır. Türkiye’de büyük sermayenin oyunu kurallarına göre oynadığını söylemek mümkün değil. Bizimkiler elle futbol oynuyor. Sendikal hakları  tanımıyor.Siz medyada  çalışıyorsunuz.Medyada nerde sendika var?.. Medya çalışanları sendikası var mı? Medyada çalışanların kaç da kaçı sosyal güvenlik  sahibi?..Peki bunları niye medya sorgulayamıyor? CHP  olarak biz, niye sorgulayamıyoruz?  Sendikalar bizim tarlamız demek istediğimiz o. Biz bunlara sahip çıkamıyoruz.Biz sahip çıkamazsak, medyada sahip çıkamazsa olmaz. Avrupalı, bu noktada bize örnek olsun istiyorum. Avrupalı iş adamı, sermayedar bize örnek olsun istiyorum. Sendikalar yoluyla haklının hakkını teslim etsin istiyorum. Kendiliğinden etmiyor.Siyasal olarak benimde gücüm yok. Sendikada zayıf.. İlkelerin uygulanması için Avrupa Birliği gerekli. Bu bizim ulusalcığımızdan ödün vermemizi, bağımsızlığımızı yitirmemizi gerektirmez. Türkiye’nin  gerek ticaretinin büyük çoğunluğu Avpura ile yapması,  gerekse başka nedenlerle yerinin Avrupa Birliğinde olmasında hiçbir sakınca görmüyorum.

-         Avrupa  Birliği’nde olmamız ülke bütünlüğüne zarar vermez  mi ?

-         Hayır. Hayır. Hiçbir..

Bölünme korkusu bana göre  gereksiz korkutmaca. Siz kendiniz adam olursanız doğuyu da  böldürmezsiniz batıyı da..  Musa Anter’in  güzel bir zöszü vardı: “Kürtler Marmaris’ten vaz geçecek kadar aptal olmamalıdır” diye..Kimseyle bir sıkıntımız yok ki....

 

 

Prof.Dr.Yukup Kepenek :

 

1937 Ardeşen doğumlu   Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra  New York Üniversitesi Ekonomi Bölümünde  ekonomi doktorası yaptı.

Ekonomist,   ODTÜ’de  Ekonomi Bölümü Öğretim Üyeliği, Bölüm Başkanlığı Üniversite Konseyi Üyeliği,  Öğretim Üyeleri Derneği Başkanlığı,ODTÜ Bilim ve Teknoloji politikaları Araştırma Merkezi Kurucu Başkanlığı yaptı. Cumhuriyet Gazetesi Ekonomi Yazarı CHP Ankara milletvekili, Türkiye AB Karma Parlamento Komisyonu Üyesi ve CHP parti Meclisi üyesi olan  Kepenek, evli, 2 Çocuk babası  ve  İngilizce biliyor.

 

....................00000000000000000......................

 

Baykal tarafından bakınca olaylar:

 

 

CHP ‘DE YAŞANANLAR 1 MART TEZKERESİNİN  İNTİKAMINI ALMA  ÇABALARIDIR.

 

CHP Denizli Milletvekili  Prof.Dr. Mehmet  Uğur  Neşşar, CHP’de Genel başkan yarışında gelinen noktayı  mevcut CHP Genel merkezi yanlısı olarak  Anayurt’a değerlendirdi.

 

-CHP’de neler oluyor?

-CHP Üzerinde oynanan oyunlar 1 Mart tezkeresinin  intikamını alma  çabalarıdır.

Baykal’ın karşısında şu an iki alternatif model ortaya çıktı.

Bunlardan biri, daha önce  etkinlik  içinde bulunduklarını  yerle bir etmiş  kişilerdir. Bunların Hüsamettin Özkan’la ve tarikatlarla ilgileri söz konusudur.

Diğer taraftan Kemal Derviş destekli  model ise  denenmiş insanlardır.

İki modelde ABD’ye bağlı. Türkiye’nin sıkıntıya girmesini isteyen dış güçlerin desteğindeler. Bunların arkasındaki güçler, Türkiye’nin Lozan’dan Sevr’e doğru çekilmesi, Türkiye üzerinde emelleri olan güçlerdir.

CHP’de genel başkanlık sorunu yoktur. Şu anda yaşadıklarımız; Türkiye’nin dış güçlerin tuzağına düşmemesi için mücadele veren CHP’nin  yani Türkiye’nin bir ayağını çelme  gayretleridir.

AB ve  Kıbrıs  konusunda bu gün ülkemizde teslimiyetçi bir iktidar  var.

AB görüşmelerinde Türkiye’nin  iktidarından beklenirdi ki, kalıcı kısıtlamalar konacak tezlerinin karşısında, Türkiye tam üye olduğunda hiçbir kalıcı kısıtlama olamaz diye kayıtlara geçirmeliydi. Ancak tamamen  teslimiyetçi tutum içine girdi iktidar.

CHP’nin 6 okundan rahatsız olanlar, CHP’nin ilkelerindeki Mustafa Kemal’in anti emperyalist yaklaşımını kendilerine engel görüyorlar.

CHP’nin kimliğini değiştirmeye yönelik olarak Atatürk milliyetçiliğini ortadan kaldırmaya yönelik hareket ediliyor.

Çünkü CHP,  Türkiye’nin teslimiyetçi değil eşit ortaklık duruşunu maniple etmek istiyorlar.

CHP’nin AB, Irak, Kıbrıs duruşunu temsil eden bu günkü liderine karşı otaya konan lider formatına bakmak gerek.bunlar

CHP’nin ulusalcılığını, MHP’leşiyor diye eleştiriyorlar.

CHP,  bu   yeni formatlı   lider tiplerini  kabul etmez.CHP’deki olanları ahlaka ters bir şekilde eleştiren yazılar yazanlar aslında CHP’nin ilkelerini korumadaki kararlığı karşısında çaresizliğini  gösteriyorlar. CHP’nin örgütsel  tabanı çok sağlam.Bunlara geçit vermez. Örgüt bu işi aşar. Çünkü örgüt halka dayanıyor.

12 Eylül’den sonra örgütsüz, tabansız partiler geliştirildi.CHP, mevcut  partiler içinde süreklilik bakımından  en örgütlü ve deneyimli kadrolara sahiptir.

Atatürk’ün, Kemalizm’in  ve  CHP’nin var olan .misyonunun sona erdi diyenlerin görüşlerini  red ediyoruz.CHP’nin var olan misyonu devam etmelidir.Ülkenin buna ihtiyacı vardır.

Türkiye’nin İslam ülkelerinden  ayırt edilen tek farkı  laiklik ve halka  dayanan Kuvay-ı milliye  düşüncesidir. Laiklik..İnançlı insanlarla bir problemimiz yok. Biz dini  inanca değil dini inancın  devlet idaresine karışmasını kabul etmiyoruz.

CHP’nin halka dayanan yapısını nasıl aşarız, temel duruşlarda CHP’yi köksüzleştirmek  çabası içindeler.Bizim temel konularda halkla  farkımız yok.

Kemalizm’in vizyonu AB’nni ötesinde

Ulusal sınırlar içinde Türk üst kimliği ile Cumhuriyeti kuran anlaşışla biz AB’nin dayatmalarından daha ileri işler yapabiliriz.

AB, ülkeyi  halklara ayırmak, ulusal birliği parçalamak istiyor.Halkların birliğine yönelik saldırılar içindeler.

AB ülkeleri, Almanya, Fransa ve diğerleri kendi içinde bölünme istemiyor bizde istiyorlar.ABD, kendi içinde devletinin halklara ayrılmasını istiyor mu? Tek uluslu kimliğinden onlar niçin vaz geçmiyor?

Şu andaki  CHP üstüne oynanan senaryo Büküksel -ABD eksenli ve Türkiye’nin her alanda parçalanmasına yönelik  bir senaryodur.

Deniyor ki Baykal karşısındaki kişiler mitinglerde kalabalıklar topluyor.Eğer  mitinglerle iktidar olunsa idi Hatay mitingine bakarak CHP iktidar olması gerekirdi.Ölçü miting değil ki.

Genç parti modeli  önümüzde duruyor.

Genç parti, hangi projesi, hangi  söylemi  ile  %7,5 oy oranını buldu.

Türkiye  İbrahim Tatlıses’li projelerle yönetilecek değildir.

Biz diyoruz ki ulus kimliğimizle, ulusal kimliğimizle AB içinde yer alalım.

Yunanistan, Almanya, Fransa Ulasal kimliğinden vaz geçiyor mu?

Almanya Bavvere’nın  ayrılmasını, Fransa bölünmeyi düşünüyor mu?

Uğur Mumcu yazmıştı.Onun kitaplarını okursak senaryoyu çok rahat görürüz.CHP’ye yapılanları düşününce akla PKK  senaryoları geliyor. Çünkü bu tür senaryoların karşısında CHP var.Senaryoyu doğru okumak gerek

Öte yandan CHP dışındaki  bu günkü iktidar tarafından  Mustafa Sarıgül’ün başkan yardımcısı hakkında soruşturma açılması Deniz Baykal’ın  iddiaları ile ilgili haklığını ispatladı.

 

...................0000000000000000000000000.........................

 

 

MEHMETUGURNESSAR

Genel Cerrahi Prof.Dr. Mehmet Uğur Neşşar

1951MEHMETUGURNESSAR  Antalya doğumlu  Mehmet Uğur Neşşar Ankara Üniv. Tıp Fakültesini bitirdi.  Aynı Fakültede Genel Cerrahi İhtisası yaptı.   Pamukkale Üniv. Tıp Fakültesi Öğretim Üyeliği ve  Fakülte Yön.Kur. Üyeliği, Dekan Yrd. ve Vekilliği yaptı.

 Türkiye Futbol Federasyonu Sağlık Kurulu Üyesi, Denizli Tabip Odası Onur Kurulu Başkanı, Pamukkale Spor Kulübü Bşk., THK Denizli Şube Bşk. Yrd’lığında da bulundu. Serbest Hekim olarak da çalışan Neşşar 22. dönemde parlamentoya CHP Denizli Milletvekili olarak girdi.NATO Parlamenter Asamblesi Türk Grubu Üyesi olan Neşşar,  evli, 2 Çocuk babası ve  İngilizce biliyor.

 

 

BEYAZ İHTİLALDEN DARBEYE 27 MAYIS

 

Mart  ayında İşçi Partisinin yaptığı “Halkçı Devletçi Ekonomi Kurultayı’nda  iki Milli Birlik Komitesi üyeside vardı.
Biri Suphi Karaman diğeri Şefik Soyuyüce.

Yalçın Küçük  “7 Mayıs bir halk  devremidir. 27 Mayıs’ı Karaman ve Şefik Albayım yapmadı.Biz öğrenciler yaptık.Biz yaptık onlar yönetimi  ele aldılar,Birdaha  yaparsak  yönetimi onlara vermeyeceğiz.”diyordu.

Doğu Perinçek’te “Şu andaki uygulamalar kapitalist kurallara uymuyor.Devrimsiz evrim olmaz” diyerek bu kişiler için “Yalçın  Küçük, başarılı subaylar ancak başarılı ihtilalci olmadığını söyledi”diye gönderme yapıyordu.

Şefik Soyyüce ise”Biz bu gençlerin kafası gitmesin diye yönetimi ele aldık.

Ben İstanbul Örfi İdare başkanı idim.İstanbul’daki  ihtilali ben  planladım.”diyerek  29 Mayıs’ta Ankaraya geldim.Bir adam dolaşıyor. Bir kağıda imza attım. Maliye bakanlığı  bana kalıdı” diyerek27 Mayıs’ta görevlerin ne şekilde bölüşüldüğünü söylüyordu.

Bağcılar Bankası genel Müdürü  “Batıyoruz” dedi.

 Ekrem Alican vasi banka tayin eder hallediriz dedi.Merkez bankası para bassın dedim.IMF dedi.

Ben  “ Basın.Ancak  banka genel Müdürleri duyarsa seni ulusta asarım.Çıkan para tedavül etmeyecek.” Dedim.Para basılarak likidite  sıkıntısına son verdik.Ağustosta para dönmeye başladı.Para basın dedğimmde  kasada sadece  500 milyon vardı.Ekrem Alican, “ Büyük kumarcısın” dedi.Bunu arkadaşımda bilmez” diyerek Suphi  Karaman’a gönderme yapıyordu..

Hemen cevap veren Suphi Karaman, “Hiç beklemediğim bir  cevaliyet içinde ihtilalin nasıl yapıldığını  anlattı.Şefik Albayımın bilmediği de. O işle uğraşırken ben  orgeneralleri  tık tık traş ediyordum.Öyle sakal  tırşı değil tam traş yapıyordum” diyerek  darbelerin karekterini  ortaya koyuyordu.

“Hedefe varmak için her şey A’dan Z’ye  planlanmalı.Hangi yoldan ne ile iktidara geleceğiz  bunun proğramı olmalı.yoksa olmaz..Gelincede ne yapılacak baştan bilinmeli. Yoksa iktidar olunmaz” diyen Şefik Soyuyüce’ye  katılımcı ise Dünya emperyalizminin  savunması Natodan’ neden ayrılmadınız? diye sordu.

Soyuyüce ise”27 Mayıs sabahı  NATO’ya  CENTO’ya  bağlıyız dedikten sonra hemen  NATO’dan ayrılınmasa beklenemez.Bir konsensüs sağlanana kadar  yapılması  gereken bir çok şeyler yapılmadı.Sözlerim bu kadar”diye konuşan bu insanla bbir röportaj yapmalı idim.

1980lerin başında  henüz Dikmenin üst kesimlerinde  imara uygun yapılaşma başlamamıştı.Dikmen Dokuzuncu km’de kuzey avrupa  mimari sitilde bir bina var.Özel güvenliği, yüksek çatısı ve yüksek duvarları olan bina.Sahibini sorduğumzda  burası “27 Mayıs ihtilalini yapanlardan birinin. İhtilalden hemen sonra kaynak makinaları açılan  Merrkez Bankası kasaları soyulmuş. Buda onlardan biri imiş.şimdi fabrikatör olmuş” diyorlardı.İşte bu iddilara muhatap olan kişi  karşımda idi. Kendisi ile tanıştık Kendisine  o iddaları hatırlattım.Kesinlikle yalanladı.O ilaç sanayine girrerek sanayici olmuştu.Röportaj  talebimi kabul etiti..

şefik Soyuyüce , Baba tarafından Kanuninin beylar beylerinden Ve macaristan seferine  katılan Bahrem beyin ,Anne tarafından ise kabe kumandanlarından bir kişinin  torunu olduğunu söylüyor.

Odasında  hemen heman adam boyu bir bir ferman’ı  gururla sergiliyor.

Bu ferman ve darbeci biri..bundan dolayı irticacı demiyorlarmı? Soruma ne  münasabet .Bu benim atammın.padieşah vermiş.Okuyabiliyormusun diyorum.hayır .çünkü ben katıksız  Cumhuriyet çocuğuyum eski yazı bilmem diyor.

Bende Ama cumhuriyeti kuranlar kendileri biliyordu.Bunun Cumhuriyet cocukluğu ile  ne ilgisi var diyorum.Yumuşuyor.

Doğru .Ama okuyamıyorum.dedimin ismi yazıyor olmalı ama bilmiyorum diyor.

Sivasla ilgili bir kitaptan Bahrem paşanın özelliklerini okuyarak, macaristan  kendilerini göre  orayı işgal etmiş olan kanunninin  heykelini ditkmişler.biz nelerle uğraşıyoruz.diyerek Osmanlı askerlerinin meşhur  aldıkları üzümlere  bedelini altınhpara olarak asmalarını  sitayişle anlatıyor...

Demek ki irtica denen ne menem şeyse birilerine göre  büyük bir mirasın yazıldığı  yazıyı bilmek.Eğer öğünülecek bir konu   ise  tehlikeli bir durum yok...

Bize göre  ajitasyonlarla, slogonlarla  yola çıkılmış.Geri dönülmez noktaya gelinincede  birileri yönlendirmiş.

Her ne kadar ordu müdahalesi denhiyorsada  bizzat içinde yaşayan ve  etkili olanların ifadesinden ordunun  isminin ve silahının kullanıldığı bir hükümet darbesi..Sonucu milletçe kabul edilmeyen, hiçbir zamanda tasvip görmeyecek bir gece baskını.Olağan dışı olaylar.Acılar ve kesilen demokratik hayat.milletimizi  darbeler  kıskakacına alan sürecin başlangıcı..

- Şefik Soyyuyüce- Necati Çavdar-

 

 

 

 

                                                      

 

 

 

27 Mayıs  hala tartışmalı bir konu.kimine göre  bir ihtilal.kimene göre  devrim.Kimine göre bir hükümet darbesi.Bu kavramlar farklı anlamlara gelmesi bir yana  kendisi bir   tarihi olay.Bunun yıldönümü dolayısıyla  yine çok tartışılacak.

Biz   olayın etkili isimlerinden  biri ile, sizinle bu   konuyu konuşmak istedik.

-27 Mayıs’a gelmedin önceki  rütbeniz ve o andaki konumunuz ne idi?

-Ben 27 Mayıstan evvel yarbaydım. O zaman İstanbul’un asayış ve emniyetini  sağlamak üzere  teşekkül edilmiş,Örfi idare birlikleri (Sıkı yönetim)diye  bir tümen ayrıca üç alay ve bir zırhlı tugay ilavesi ile bir birlik oluşturnulmuştu.Ben onun kurmay başkanı idim.27 Mayıstan sonra  30 Ağustosta Albay oldum.Arkasındanda sürgüne gittim.

-27 Mayıs olayı çok  geniş bir konu ben  farklı  zamanlarla ilgili  farklı sorular soracağım. Konu bir çok yerde yazıldı çizildi.bana ilginç  gelen bir olayı sizin mayiye bakanlığınızı  sormak istiyorum.Bu olay nasıl oldu?

-Bunu sonra anlatayım.Hayır şimdi istiyorum.Çünkü sorulyarı ben  sorarım.siz cevap verip vermemekte serbestsiniz.

-27 Mayıs’tan sonra Milli Birlik komitesi  (MBK) teşekkül etmesi için Ankara’da  toplandık.Hükümet kurulacak, hükümetin kurulması için bazı müzakereler ve çalışmalar var.Çünkü  daha evelden 27 Mayıstan sonra hükümetin kurulmasında  biz kendi kadrolarımızla hükümet kurma kararı almıştık. Sonradan   İzmir’den Cemal Gürsel’i getirttik.Cemal Gürsel sivillerdende olsun filan dedi.Bizde uygun gördük.Kimlerden  nasıl kuracağız bunu müzakere ediyoruz.derken Başbakanlıkta  yaşlıca bir adam elinde  bir tomar kağıt dolaşıyoꗬÁ‹Пደ¿ကЀ
橢橢쿽쿽П묠ꖟlƼƼƼƼƼ
ƼƼͰῼῼῼῼ
 tͰ❬IJ₈₈₈₈₈₈₈₈⑴⑶⑶⑶⒑Ô╥Ô☹$⢞Ƞ⪾x♝ÉƼ₈₈₈₈₈♝₈ƼƼ₈₈✦₈₈₈₈Ƽ₈Ƽ₈⑴₈
₈⑴₈ž₈∆‑⑌ƼƼ⑴₈⁼
ፚǀͰ᲌
₈⑤⑴✼0❬⑬⬶₈⬶⑴₈ǐò˂®ƼƼƼƼÙBEYAZ İHTİLALDEN RADBEYE 27 MAYIS

Mart  ayında İşçi Partisinin yaptığı “Halkçı Devletçi Ekonomi Kurultayı’nda  iki Milli Birlik Komitesi üyeside vardı.
Biri Suphi Karaman diğeri Şefik Soyuyüce.

Yalçın Küçük  “7 Mayıs bir halk  devremidir. 27 Mayıs’ı Karaman ve Şefik Albayım yapmadı.Biz öğrenciler yaptık.Biz yaptık onlar yönetimi  ele aldılar,Birdaha  yaparsak  yönetimi onlara vermeyeceğiz.”diyordu.

Doğu Perinçek’te “Şu andaki uygulamalar kapitalist kurallara uymuyor.Devrimsiz evrim olmaz” diyerek bu kişiler için “Yalçın  Küçük, başarılı subaylar ancak başarılı ihtilalci olmadığını söyledi”diye gönderme yapıyordu.

Şefik Soyyüce ise”Biz bu gençlerin kafası gitmesin diye yönetimi ele aldık.

Ben İstanbul Örfi İdare başkanı idim.İstanbul’daki  ihtilali ben  planladım.”diyerek  29 Mayıs’ta Ankaraya geldim.Bir adam dolaşıyor. Bir kağıda imza attım. Maliye bakanlığı  bana kalıdı” diyerek27 Mayıs’ta görevlerin ne şekilde bölüşüldüğünü söylüyordu.

Bağcılar Bankası genel Müdürü  “Batıyoruz” dedi.

 Ekrem Alican vasi banka tayin eder hallediriz dedi.Merkez bankası para bassın dedim.IMF dedi.

Ben  “ Basın.Ancak  banka genel Müdürleri duyarsa seni ulusta asarım.Çıkan para tedavül etmeyecek.” Dedim.Para basılarak likidite  sıkıntısına son verdik.Ağustosta para dönmeye başladı.Para basın dedğimmde  kasada sadece  500 milyon vardı.Ekrem Alican, “ Büyük kumarcısın” dedi.Bunu arkadaşımda bilmez” diyerek Suphi  Karaman’a gönderme yapıyordu..

Hemen cevap veren Suphi Karaman, “Hiç beklemediğim bir  cevaliyet içinde ihtilalin nasıl yerine başarılı olmuş olmamış diye  katagorilere ayıran, bütünlüğü bozan ve giderek  hürrüyeti kısıtlayan çok partili  hayata dönüşün nimetlerini yaşamalarına rağmen  bunu elimine etmek  isteyen ve giderek tahkikat komisyonu kurarak  yasama, yargı ve icrayıꗬÁ‹Пደ¿ကЀ
橢橢쿽쿽П묠ꖟlƼƼƼƼƼƼƼͰῼῼῼῼ
 tͰ❬IJ₈
₈₈₈₈₈₈₈⑴⑶⑶⑶⒑Ô╥Ô☹$⢞Ƞ⪾x♝ÉƼ₈₈₈₈₈♝₈ƼƼ₈₈✦₈₈₈₈Ƽ₈Ƽ₈⑴₈₈⑴₈ž₈∆‑⑌ƼƼ⑴₈⁼
ፚǀͰ᲌ῼ₈
⑤⑴✼0❬⑬⬶₈⬶⑴₈ǐò˂®ƼƼƼƼÙBEYAZ İHTİLALDEN RADBEYE 27 MAYIS

Mart  ayında İşçi Partisinin yaptığı “Halkçı Devletçi Ekonomi Kurultayı’nda  iki Milli Birlik Komitesi üyeside vardı.
Biri Suphi Karaman diğeri Şefik Soyuyüce.

Yalçın Küçük  “7 Mayıs bir halk  devremidir. 27 Mayıs’ı Karaman ve Şefik Albayım yapmadı.Biz öğrenciler yaptık.Biz yaptık onlar yönetimi  ele aldılar,Birdaha  yaparsak  yönetimi onlara vermeyeceğiz.”diyordu.

Doğu Perinçek’te “Şu andaki uygulamalar kapitalist kurallara uymuyor.Devrimsiz evrim olmaz” diyerek bu kişiler için “Yalçın  Küçük, başarılı subaylar ancak başarılı ihtilalci olmadığını söyledi”diye gönderme yapıyordu.

Şefik Soyyüce ise”Biz bu gençlerin kafası gitmesin diye yönetimi ele aldık.

Ben İstanbul Örfi İdare başkanı idim.İstanbul’daki  ihtilali ben  planladım.”diyerek  29 Mayıs’ta Ankaraya geldim.Bir adam dolaşıyor. Bir kağıda imza attım. Maliye bakanlığı  bana kalıdı” diyerek27 Mayıs’ta görevlerin ne şekilde bölüşüldüğünü söylüyordu.

Bağcılar Bankası genel Müdürü  “Batıyoruz” dedi.

 Ekrem Alican vasi banka tayin eder hallediriz dedi.Merkez bankası para bassın dedim.IMF dedi.

Ben  “ Basın.Ancak  banka genel Müdürleri duyarsa seni ulusta asarım.Çıkan para tedavül etmeyecek.” Dedim.Para basılarak likidite  sıkıntısına son verdik.Ağustosta para dönmeye başladı.Para basın dedğimmde  kasada sadece  500 milyon vardı.Ekrem Alican, “ Büyük kumarcısın” dedi.Bunu arkadaşımda bilmez” diyerek Suphi  Karaman’a gönderme yapıyordu..

Hemen cevap veren Suphi Karaman, “Hiç beklemediğim bir  cevaliyet içinde ihtilalin nasıl ypları bir  şovelye ruhu ile yetiştirilmiş bu ülkenin has evlatları, daima  ülkenin çıkarlarını, cumhuriyetin korunmasını  esas alan bir mantık içinde yetiştirilmişlerdi.

Bu laf  bu şovelye ruhu ile yetiştirnlmiş insanları derinden yaraladı ve  Ordu  onurunu koruyabilmek kendi onurlarımızı koruyabilmek  için biz  buna tehpki gösterdik.Bu tepkiyi kendi kumandanlarımızda dahil olmak  üzere, kendi kumandanlarımızın buna karşı çıkvmalarını  gerekli önlemleri almalarını düşünerek  ikili,üçlü, beşli,sekili ve onlu guruplar  halinde tepkilerimiz oldu.derken bir netice alınması  mümkün değildi.

Düşünün kü ozamanın Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdalhun, ozana 51 . Tümende Tümen komutanı idi.Bizde Ataları orta Asyadan,Avrupanın ortalarına   Viyanalara kadar  at  üstünde gitümiş olan bir neslin  çocukları olarak.bize Amerekadan gönderilen katırların nallanmasını  öğrenmek üzere kursa tabi  tutulmak  üzere 51. Tümene  çağrıldık.Ağarımıza gitmekle beraber kalktık gittik.

-Yıl kaç?

-Ellilerin başında.Orada çok enteresan bir şey oldu.Bizim oraya gidişimiz öyleyi buldu.Askeri mahfelde –Orduevi demek mümmkün- öğlen yemeği  yiyeceğiz.Tümen komutanını bekliyoruz.Kumandan masasına oturacak bizde diğer subaylar yemeğimizi yiyeceğiz.benim rütbem daha üsteğmen.Biraz sonra  Tümen komutanı geldi.yanında parkalı bir kişi var.Bu bize  katırların nallanması kursu gösterecek Amerikalı çavuş.Bizim  Tümen kumandanı ile beraber.kapıdan girince bir vestiyer vardı.Tümen komutanı Amerikalı  çavuşun parkasını aldı ve  vestiyere kendisi koydu.Bu bizi  son derece yaraladı.

Yani Amerikalı  çavuşla beraber General aynı masayı paylaşarak yemek yedi.Buda bizi  son derece yaraladı.Amerekan ordusundada böyle bir kural  böyle bir gelenek yok.Bir çavuş bir generalle oturamaz.subayla bile oturamaz.Bizim  generalimiz hemde bir nalbant çavuşu ile , nalbantlığı  hor gördüğüm için söylemiyorum.Ama bizde bir hiyararşi var. Yemek yendi.Ama kendi aramızda “ne biçim  mantık “ diye söylenmeye başladık.yemek bitti kumandan kalktı bizde kumandana saygı için hep beraber  ayağa kalktık. Gitti vestilyerden parkayı aldı.Tuttu. Bizim General  Amerekalı çavuşa giydirdi.Anladık ki biz, generallerimiz bizsz haklarımızı savunacak mertebede insanlar değilmiş.Büyük üzüntüye kapıldık.

Derken ben 1954 yılında akademiyi kazandım.Akademiye gittik.Orada  hukuk okuyorum.İktisat okuyorum.Ekonominin diğer  dalalrını, siyasi tarih okuyorum.Ufkumuz değişmeye aydınlanmaya başladı.

 

 

 

......

Benden birkaç rütbe yukarda olan hatta korgeneral rütbesinde olan kişinin de kurtulması anlamı taşıyordu.Dolayısıyla derine inmediler dolayısıyla bizde kurtulmuş olduk Böylece.

--

Başbakan’da bizzat dinlediği için bir kasıt unsuru görmedi.

-Evet

TAA AKADEMİ SIRASINDA DEVLETİRN DÜZELTİLMESİ İÇİN HAZIRLIK YAPTIK

- O tarihlerde  ki akademide okuduğumuz zamanlarda ordunun düzeltilmesi   gerektiğini değil , ülkenin, devletin düzeltilmesi lazım geldiği kanaatine vardık. Ve bunun için hazırlık yaptık.

Size bir dosya göstereceğim. Kendi el yazımla yazılmıştır.O tarihlerden  1959 tarihine kadar devam etmiştir bu.

Ülkenin yönetimi  nasıl olmalıdır?

Ülkenin yönetimi sağlıkta, tarımda her alanda neler yapılmalıdır.Bunları tek tek  yazdım.Bu  güne baktığımda hala bu yazdıklarımın geçerli olduğunu görüyorum ve hayretler içinde kalıyorum.

-                  Diğer arkadaşlarınızda  bu fikri birikim içinde mi idi?Yani böyle mi düşünüyorlardı. Yoksa hepiniz ayrı ayrı fraksiyonlar guruplar mı  vardı.  bağlı idiniz?

-                  Franksiyon değilde. Arkadaşlar bir birlerine çok geniş bir şekilde açılmaktan korkuyordu.Bir arkadaşımızın beni ihbar etmiş olması benim için yeter sinyaldi.Bunun için hazırlığı geniş mikyasta yapmak  şöyle yapılacak böyle yapılacak  demek mümkün değildi.

 DARBE İÇİN  GİZLİ HÜCRE ÇALIŞMASI 1954 DE BAŞLADI

-Komiteler bunun için mi ortaya çıktı?

-  Onun için   beşerli, sekizerli, onarlı kendi içinde  çalışan komiteler vardı.

- Bu günkü gibi  teknolojik imkanlar, fax, telefon  yoktu.İlitişimi    nasıl sağlıyordunuz?

-Tek kişi tanınıyordu.Tek kişi diğer gurupla irtibatta idi.O kişi dışında kimsenin kimseden haberi yoktu.

-Bu yapılanma ne zaman başladı?

-Aslında 1954 den başladı.

-                  Ülkede bir iktidar vardı.Birde kuvvetli muhalefet vardı.İktidarı düşürmeyi düşünürken muhalefetide değiştirmeyi düşündünüz mü?

-                  1958-59’a geldiğimiz  zaman  kanaatimiz şu idi:İki taraf  kavga ediyor.Bunlardan birisi hatksız birisi haklı diyemezsiniz.Kavga eden taraflardan ikisindede   hata var.Düzeltilmesi icap eden tek taraf  değil, düzeltilmesi  icap eden taraflar yok esasında..   Yapı düzgün olsa taraflar kavga edemez. Kavgadan bu sorumlu.Bu günde  aynı şey  değil mi?

-                  İddianız kural koyalım.sonra herkes yoluna devam etsin mi idi? Yoksa, biz düzeltiriz   ve  biz devam edelim mi  anlayışınızda idiniz ?

-                  Bir defa biz düzeltmek için  prensipleri ortaya koyacaktık. Dönülmez bir yola  getirip ondan sonra iktidarı teslim edecektik.Biz Halk Partisinin veya muhalefetin jandarması değildik.Demokrat partiyi indirelim, Halk partisini buyur edelim anlayışında değildik. Biz kimsenin  jandarması değiliz.

-                  O dönem  ülkede sıkıyönetim ilan edilmiş.Dolayısıyla ülkede  sıkıyönetim içerisinde asayişi temin etmek sizin göreviniz, sizin işiniz?

-                  Bu görev yapılmayarak  darbe yapmak niye?

-                  Yapıldı.

-                  Asayiş temin edildi?

-                  Her şey temin edildi.

-                  Mesele  kalmamış.

-                  Efendim.

-                  O  zaman mesele kalmamış.

-                  Mesele kalmamış ama yapılmak istenen ihtillade yerini bulmuş.biz asayişi temin etmekle devleti yönetmeye başlamadık ki...

-                  Sadece bir cüzüne hakim olduğunuzumu düşünüyordunuz?

-                  Gene tahkikat komisyonları,  gene karşılıklı çekişmeler devam ediyordu.muhalif parti merkezlerini basmalar, adamların tekif edilip götürülmeleri  ve bunlara yapılan çeşitli işkenceler devam ediyordu.

-                  MENDERES’E ATILARN SUÇ İSNATLARI AYIP ŞEYLER

-                  Darbeden sonra Menderes ve arkadaşlarına  yönelik suçlamalar yönetimleri  nedeni ile   değilde  daha çok  şahsi konularla ilgili oldu.mesela bebek- köpek davası gibi..Bunlarda  şahsi kin ve tepkinin eserimi dir?

-                  Bir ihtilalin gayesi bebek köpek davası değildir.Bunlar çok aşyıp şeyler.

Bunlar  o zamanki sorgulamayı yapan kişilerin popülüs  düşünceleri.halk nazarında  kötüleştirmek için bir davranışlarıdır.Ben bunları  asla kabul etmedim.O zamanda söyledim.

MAHKEMELERE KARŞI İDİM

Hatta  ben mahkemelerin yapılmasına karşı idim.Yapmayalım diyordum. Bırakalım.Süngeri çekilim. Düzeltelim...Bu ülkenin bu hale gelmesine sebbe olan atmış sekiz kişi tespit etmiştik. Bu atmış sekiz kişiyi Atatürk gibi yurt dışına gönderelim,Nasıl Atatark yüz elllikleri gönderdi.Biz Türkiyenin düzenli bir ülke bir yasal ülke haline gelmesi için, yasaların hakim olduğu bir ülke haline getirilmesi için yapılması gereken her şeyi yapalım.ꗬÁ‹Пደ¿ကЀ
橢橢쿽쿽П묠ꖟlƼƼƼƼƼƼƼͰῼῼῼῼ
 tͰ❬IJ₈₈₈₈₈₈₈₈⑴⑶⑶⑶⒑Ô╥Ô☹$⢞Ƞ⪾x♝ÉƼ₈₈₈₈₈♝₈ƼƼ₈₈✦₈₈₈₈Ƽ₈Ƽ₈⑴₈₈⑴₈ž₈∆‑⑌ƼƼ⑴₈⁼
ፚǀͰ᲌ῼ₈⑤⑴✼0❬⑬⬶₈⬶⑴₈ǐò˂®ƼƼƼƼÙBEYAZ İHTİLALDEN RADBEYE 27 MAYIS

Mart  ayında İşçi Partisinin yaptığı “Halkçı Devletçi Ekonomi Kurultayı’nda  iki Milli Birlik Komitesi üyeside vardı.
Biri Suphi Karaman diğeri Şefik Soyuyüce.

Yalçın Küçük  “7 Mayıs bir halk  devremidir. 27 Mayıs’ı Karaman ve Şefik Albayım yapmadı.Biz öğrenciler yaptık.Biz yaptık onlar yönetimi  ele aldılar,Birdaha  yaparsak  yönetimi onlara vermeyeceğiz.”diyordu.

Doğu Perinçek’te “Şu andaki uygulamalar kapitalist kurallara uymuyor.Devrimsiz evrim olmaz” diyerek bu kişiler için “Yalçın  Küçük, başarılı subaylar ancak başarılı ihtilalci olmadığını söyledi”diye gönderme yapıyordu.

Şefik Soyyüce ise”Biz bu gençlerin kafası gitmesin diye yönetimi ele aldık.

Ben İstanbul Örfi İdare başkanı idim.İstanbul’daki  ihtilali ben  planladım.”diyerek  29 Mayıs’ta Ankaraya geldim.Bir adam dolaşıyor. Bir kağıda imza attım. Maliye bakanlığı  bana kalıdı” diyerek27 Mayıs’ta görevlerin ne şekilde bölüşüldüğünü söylüyordu.

Bağcılar Bankası genel Müdürü  “Batıyoruz” dedi.

 Ekrem Alican vasi banka tayin eder hallediriz dedi.Merkez bankası para bassın dedim.IMF dedi.

Ben  “ Basın.Ancak  banka genel Müdürleri duyarsa seni ulusta asarım.Çıkan para tedavül etmeyecek.” Dedim.Para basılarak likidite  sıkıntısına son verdik.Ağustosta para dönmeye başladı.Para basın dedğimmde  kasada sadece  500 milyon vardı.Ekrem Alican, “ Büyük kumarcısın” dedi.Bunu arkadaşımda bilmez” diyerek Suphi  Karaman’a gönderme yapıyordu..

Hemen cevap veren Suphi Karaman, “Hiç beklemediğim bir  cevaliyet içinde ihtilalin nasıl yabilir mi? Orası pislik olur.

Demokrasinin bir ülkede var olabilmesi için sosyal yapının belli bir seviyeye gelmesi, kültür  seviyesinin belli bir  yere getirilmesi, ekonomik  gücün  ve bu ekonomik gücün gelirlerinin  adil bir şekilde dağıtılmasının sağlanması ve  bir nizamın kurulması  gerekir.Ondan sonra demokrasi olabilir bu ülkede.Bunlar yapılmamış bir ülkede  demokrasi şekli demokrasidir.Bizim  hedeflerimiz bunları düzeltmekti.ikibin bir yılındayız.Aradan kırk bir yıl geçti.

_ Değişen ne?

-Değişen hiçbir şey yok.Hiçbir şey olmadığına göre  27 Mayıs hala devam ediyor.27 Mayıs ruhu hala devam ediyor.Bu gün  bunları yerine getirmlek için mücadele eden   kitle, toplum, askeri  sivili hepsi 27 Mayıs ruhunun verdiği  ışıkla hareket ediyor.O nun için 27 Mayıs bitmedi, hala devam ediyor.

DEMOKRAT PARTİ KAPATILMADI, KENDİ KAPANDI

-27 Mayıs bitmedi diyorsunuz ama,  27 Mayısta İndirdiğiniz iktidara  yakın düşüncedeki  bir parti dünya tarihinde hiç olmadığı şekilde Milli Bakiye sisteminin uygulandığı ilk serbest seçimlerde iktidar oldu.Çünkü  bu sistem başka ülkelerde tek başına  kimseye iktidar imkanı vermiyordu.Ancak  Türkiye’de bu gerçekleşti.buradan şunu soruyorum.İktidardan indirdiğiniz düşünce yine iktidar oldu.sizin  halkla irtibatınız mı yoktu?

-Adalet partisini diyorsunuz.

-Evet onu  söylüyorum.Çünkü seçimlerde  milli bakiye sistemi ile  tek başına iktidar olan parti  AP’den başka yer yüzünde yok.sizin halkla irtibatınız mı yoktu.Bunu nasıl açıklarsınız.Halkla irtibatınız mı yoktu?Düzenlemeyi mi yapamadınız?

-Ben her zaman şunu  söylemişimdir.Küçük bir yurt gezisi yaptığımız zaman.

Parantez içinde demokrat partiyi biz kapatmadık.DP’yi  kendi parti mensuplarından birinin kongresini yapamadı diye  dilekçe vermesi suretiyle  mahkeme  kararı  ile  kapatıldı.

-İyide  nasıl kongre yapılacaktı.Adamların hepsini  içeri tıkmışsınız, kongre nasıl yapacaklar?

-Daha önceden yapmaları gerekirdi.

_darbeden önce mi?

- İhtilalden sonra kongre olur mu canım.Çok önce yapılması  gerekirdi. İhtilalden sonra ki   kongresi zaten mümkün olamazdı.Evvelki dönemde kongresini  yapmamış, zaten partinin hüviyeti kalmamış.Ve  şimdi ismini hatırlamıyorum  öyle bir vatandaş mahkemeye  müracaat etti.Mahkemeden partinin kapatılması için karar çıktı. Parti kendi kendini kapattı.Biz  kapatmadık.O zaman ki partilerin hiç birini kapatmadık biz.

27 MAYIS’IN  ÇİVİSİ 14LER HAREKATI İLE OYNATILDI

Sorduğunuz suale gelince, yapılmış olan bu karşı darbenin yani 27 Mayıs’ın  çivisi 14ler harekatı ile oynatıldığı için; Türkiye de  tabii ki siyasi sonuçlarına  katlanmak zorunda idi.Adalet partisi  bunun için gelmiştir.Adalet partisi, bir anlamda   demin söylediğimiz orta şark ülkesi olmamız , çabuk unutmamız ve acıma hissinin  galip gelmesi netecesbinde olmuştur.Hatırlayacaksınız ozamanlar “bize pelan lyazım değil, pilav lazım”deniyordu.

-Siyaesi yasaklı dönemlerde “Gözüme bakın  ne dedğimi anlarsınız, kıratın suvarisi,bir bilen gibi” kelime oyunları ile  halka ulaşmak mümükün.Başkada çaresi yok.çünkü gerçek muradını söylemek yasak.

-Ve acıma hizssini tahrik etmek bundanda istifade etmek demektir bu.

-27 mayıs ruhu    hala süren bir harekat dediniz. aslında  27 Mayıs’ın fikri alt yapısı vardı yoktu  o ayrı bir konu. AP’nin darbeden sonra iktidara gelmesini sormakla  27 Mayıs  ruhu hiçbir  zaman Türk halkı tarafından  ser best  seçimlerde iktidara taşınmamıştır.Ancak darbeler şeklinde vurgular yapılmıştır.measala bazıları 28 Şubat sürevine 27 Mayıs’ın devamı derler.Kimiside  12 Eyllül  27 Mayısın devamı diyor

-Hayır.

-Yani  çeşitli katagoride değerlendirmeler varbAncak kesin olan şu.Hür, serbest seçimlerle  Türk halkı 27 Mayıs’ı ibra etmemiştir diyorum.Yanlış mı söylüyorum?

-Yanlış söylüyorsunuz?

-                  Neden?

-                  Siz belli reaksiyorn gurupları ile konuşmuşsunuz.Siz çıkın bu  ülkenin selametini düşünen  bu ülkenin devrimlerine, bu ülkenin  cumhuriyete sahip çıkan kiminle konuşursanız konuşun;  gelen arkadaşlar Türkiye’de  en  ufak bir praplem olduğu zaman   “Ah  ah siz tamamlayamadınız.kabahat sizindir” diyor.

-Acaba siz böyle reaksiyoner guruplar ile  konuşuyor olmayasınız.

-Konuşuyorum.Onlarlada kornuşuyorum.

-Ama geniş halk kitleleri sandık yolu ile konuşur, iradesini  sandığa  yansıtır.

-Geniş halk kitleleri ile de konuşuyoruz.Geniş halk kitleleri  ile de konuşuyoruz.

DEMOKRASİ BU MU?

-Özür dilerim.Çok müdahale ediyorum ama.Sizce sandık bir  ölçü değil mi?

-..Bence değil.

-yani demokrasilerde  sandık ölçü değil mi?

-Hayır demokrasilerde sandık ölçü.

-Ama bizde...

-Ama demokrasi varsa... Demokrasi varsa ..Ben üç  şart söyledim size..Eğer halk belli  bir kültür seviyesine gelmemişse, belli bir   iktisadi düzeye erişmemişse, sandıkta ayakkabının birisini verip birisini verme, evlere para dağıt.Bu sandık mı oluyor yani.

-Ben şu yaşımdayım  bir çok seçim dönemi yaşadım.Ama bana  hiç ayakkabı veren olmadı. Keşke verselerdi de  diyorum...  Hiç para veren olmadı.Hiç para veren ve teklif eden olmadı.Bunu samimiyetle söylüyorum.Bu tür iddialar  aynen Menderese söylenen, size söylenen ... Bir başkasına söylenen gibi abartılı  şeyler olamaz mı?

-Olamaz..her seçimde gazetelerde boy boy  çıkıyor. Falanca  parti kendi yandaşlarına, dolayısıyla evlere erzak taşıyorlar.Görmediniz mi bunları?

-Erzak taşıyorlar.Niye taşıyorlar?

-Niye taşıyorlar. O kadar  muhtaç halkı istismar ediyor.Bir  file dolusu erzaka  oylarını  satın alıyor.

-Siz inanıyormusunuz ki bu erzakı alan insanlar hakikaten oraya oy verir.Ben buna inanmıyorum.

-Bunu yapan insanlar bunun kontrolünüde yapıyorlar hiç merak etmeyin.

-Siz  maliyenin  sorumluğunu üstlendiniz.Menderes,  uçak dolusu altınları kendi hesabına geçirmek üzere  İngiltereye götürdü iddası var.

-Ben böyle bir iddiada hiçbir zaman bulunmadım

_Kimi de  derki ihtilalciler hazineye ait kasaları  kaynak makinaları ile açarak soydu.

-Hayır.

-yani ik taraf  içinde çirtkin idalar ileri sürüldü.

-27 Mayıs geçti.O zamandan bu güne şu kadar hükümet geçti.Öyle bir şey varsa  çıkartmaları lazım.Hangi kazaları açmışlar. Sadece Başbakanlıkta bulunan  kasaların açılması  için bir heyet teşekkül etmiştir.Heyetin huzurunda açılmıştır. Zabıt tutular tutulmuştur. Tespit yapılmıştır.

Merkez bankası yerinde duruyor.Merkez bankasını mı açmışız.Hangi bankanın kasalarını açmışız biz.Bu tamamen iftiradır.Böyle bir şey yok.

-Menderes için söylenenlerde iftiramıdır?

-                  Oda  iftiradır. Hayır..Öyle bir şey yoktur.

-                  Halk arasında bunlar söylendi?

-                  Hayır.Hayır.Hayır öyle bir şey yok.

-                  Sizinle konuşmamızda Amerekalı çavuş’tan başlayarak  genç subaylar üzerinde milli onur ve gurur zedelenmesinin etkisi  görülüyor.

-                  Ancak  darbeden sonra  ilk beyanatta “NATO’ya ve CENTO’ya bağlılık  gereği duyuldu.Bu ifadelerin milli onurla  alakasını pek göremiyorum?

-                  Niye göremiyorsunuz.? NATO, halen devam eden  bir koruma şemsiyesidir.  Bir güvenlik meselesidir.O zaman ki Demir perde ülkelerine karşı, Rusya’nın Türkiye üzerindeki emelleri biliniyor. O tarihlerde ve otarihlerden evelde  başlayan  Kars,Ardahan’ı, bozağzları istemle gibi şeyleri var.Elbette kendimizi korumak için belli ittifaklara ihtiyaç vardı.Bunlar zamamında yapılmıştı.Biz bunları tanımıyoruz sıyrılıyoruz demek hiçte  akıllıca bir davranış değildi gayet tabii.

-                  -Reelpolitiğe uygun alarak bunu söyledik diyorsunuz?

-                  Evet

-                  Ama o zedelendiğini söylediğini  milli onurla ilgisi yok diyorsunuz?

-                  Hayır  hayır.Hiçbir alakası yok.Hatta ülkenin  korunması, ülkenin emniyeti, her  hangi bir kötü niyetli  tutuma karşı bir ittifak çemberi içinde bulunması milli...

-                  CENTO neyin nesi idi?

-                  CENTO,İran ,Irak Pakiestan’nın bir  şeyi idi.

-                  ABD ve İngiltere’de vardı.

-                  Onlar...Onlar oraya  tam üye değildi de.. Elbette vardı.Tabi onların bulunuşu o bölgedeki petrol yatakları ile ilgili idi.Kendi  çıkarları açısından bir şeydi.

-                  Düşünün ki yeni yapılmış bir ihtilalde ülkenin tanınması yeni yapılanmanın tanınması  önem  taşıyordu.

27 Mayıs’tan sonra bu beyanlar yapıldı.Evet..Üç gün içerisinde  bütün dünya yeni yönetimi tanıdı ve kabüllendi.Bu da  ogünkü politik durum içerisinde  çok büyük bir...

-Bu tanınmayı “NATO’ya ve CENTO’ya bağlılık “ garantisine mi bağlıyorsunuz?

-Tabii.

-Haketatın içinde generallerin olmadığı  görülüyor.Hatta moda deyimle    İzmir’de köşesine çekilen  bir ithal generali getirip ihtilalin başyına oturtunuz.Generallerle yani üst subaylarla  irtibatınız neden yoktu? Generaler  tamamen ihtilalin borazanı ve emrindemi idiler? İçlerinde böyleleri varsada geniş çapta öyle olabileceğini de tahmin etmiyorum.Çünkü  darbe sırasında bu kesimden bir direniş görmüyoruz.

-Gösteremezlerdi...Gösteremediler de .Hiç kimse direniş gösteremezdi.direniş gösteren giderdi.

-Ama  bunun karşısı da söz konusu olabilir ve darbe yapanda gidebilirdi?

-Böyle bir harekete giren ki darbe diyorsunuz.karşı darbe diyeceksiniz.

ATATÜRK ANAYASASINA KARŞI DARBE

-                  Yok ben böyle diyorum.Siz karşı darbe dersiniz.

-                  Ben karşı darbe diyorum.

-                  Hatta ben Atatürk anayasasına karşı darbe diyorum.

-                  Hayır.

-                  24 Anayasasına karşı  bir darbe diyorum.

-                  Hayır.. Milli Birlik Komitesi  bir numaralı bir kanun kabul etmiştir. Bu bir numaralı kanun 24 Anayasasının şu şu  numaralı  kaddelerini değiştirmek suretiyle Milli Birlik Komitesi üyemlerinin sıfatlarını ve sorumlulaklarını tayin eden bir yasadır.Geri kalan  maddeler o dömende uygulanan   1 numaralı kanunla değiştirilen maddeleri hariç 24 Anayasasıdır. 1961 anayasasına kadar  24 Anayasası uygulanmıştır.Ona karşı yapılmış bir hareket değildir.Öyle bir şey yoktur.

-                  Aslında bakın.1945 de  İnönü’nün bir nutku ile başlayan çok partili hayat Türkiye için çok erken başlamıştır.Siz bir evc, apartman yaptırıyorsunuz sömellerini atmadan  ve alt yapısını yapmadan apartman dikiyorsunuz.burada aparmanın pisliklerinin  ortaya döküleceği, her tarafı kirleteceği,  binannı sağlam olmayıp bir gün yıkılacağını göze almanız lazım.

-                  Sömelleri,temelleri olmayan bir yapı.demokrasiyi kurmak isteyenler ilk defa  alt yapısını hazırlamak zorundadır.sadece  kürsülerde demokrasi diye söylemek bir ülkenin  demokratik bir yönetime kavuştu demek  değildir.

-                  -Buradan şuna gelebirmiyiz.Bir gün padişah efendimiz kalkıp ben yetkilerimi sınırlayıp.meşrutyite geçtim diyor.meşrutiyeti ilen ediyor.bir başka gün Mustafa Kemal paşa, ben Cumhuriyet ilan ettim diyor. Bir gün  mille ve ebedi şef kalkıyorBen demokrasiye geçtim diyor.Aslında vatandaşın öyle bir talebi yok.O alıştığı düzende gidiyor.Bir gün birisi kalykıp  halkın talep etmediği bir şeyi vedriyor.Burada halkın talebi, bir riske girmesi yok.bedel ödemiş değil.Dolayısıyla bizde o kurumların  yeteri kadar oturtamaması  buna bağlanabilir mi? Çünkü batıda bu kurumlar halkın talebi ve  büyük kavgalar sonucu bedel ödeyerek  elde ettiği kazanımlardır.Meşrutiyetin ilanını  belki İstanbul istemiştir de, Bağdat yada Üsküp  istememiştir.bir başka yerin haberi bile olmamıştır.Halkın büyük çoğunluğu bu değerleri bilmiyordu bile..

-                  Bakınız.. Bir kere padişqahlık yönetimi ile Atatürk  yönetimini  karıştırmayalım.

-                  Bunlar hakların verilişini  ortaya koymak için verdiğim örnekler .

-                  Ülkelerin bellirli bir evrimden geçebilmleleri, kendi içenden  çıkmış ve kendisine inandırmışy olanh öndrerlerin belirli bir  çizgiye  toplumu kanalize etmesi ve götürmesi ve oruhu yaratması ve çadaş bir yaşama kavuşması  için reformları yapması ile sarayda oturan bir kişinin şunu yaptım bunu yaptım demesi arasında dağlar kadar fark var. Mukayese bile yapılamaz.Bunu bir müzekere konusu bile yapmak düşünülemez...Bunun için  Atatürk kendisine innadırmış,hür bir develet kurmuş.Bu devlet içinde bulunan insanları belirli  reformlarla belirli  yaşam düzeyine getirmek için  çaba sarf etmiş, buda halk tarafından benimsenmiş ve kabul edilmiştir.Halk durduk yerde ben cumhuriyet istiyorum.Şunu yapmak isitiyorum diye  biriysel olarak bir talepte bulunması değil, bir yol  göstericisine inanması ve   onnu fikirlerini benimsemesiyle mümkün olmuştur.

-                  Tamam kabul. Fakat halk talep etmemiş.

-                  Her şey belirnlenerek yapılmaz.İşte önderliğin önemi  burda çıkıyor.

-                  Peki bu durumda .”Karşı darbe”de bir önder   yokmuydu.bulamadınız mı.Bulamamanızın sebebi  ne  idi?

-                  Burada  halkın ve toplumun psikolojisi   çok önemli.

Bizde gelenek olarak büyük rütbeli kişilere daha kolay ininma daha kolay itaat etme gibi bir eğim vardır.Bir general arayışımızın sebebi budur.

-Niye generaller bu işin içinde olmadılar.neden aktif değiller.Sadece sizin, genç subayların verdiğui görevi yapıyorlardı.Bunu nasıl kabul ettiler? Bu  ordu hiyarraşisi içinde bir tenakuz değil mi idi?

-Bu genç subaylar  lafı şöyle..Bana bir gazeteci arkadaş( emin çölaşan)benim sanayici olduğum, faprika kurduğumu öğrenince geldi gezdi.Giderken  sizin  söylediğiniz gibi  dedi ki “ olur mu 27 mayıstan sonra generaller  sizin söylediğiniz şeyleri yapıyorlar.Siz gittiğiniz zaman sizi karşılıyorlar. O zaman Özal var.Bendedik ki; Özal’ın rütbesi ne? Özal asteğmen  rütbesinde ama Özalbaşbakan.Artık orda rütbeler sözkonusu değil.biz devleti  yöneten bir kadroyuz.bizim titrimiz o zaman devleti yöneten  insanlar.biz bir numaralı kanuna göre  Meclis başkanı sıfatını taşıyoruz.

Protokolde devlet başkanı arkasından meclis başkanı gelmez mi?

Bizde  Milli Birlik Komitesinin her toplantısında sırayla rütbe farkı gözetmeksizin  Büyük millet meclisinin  yapmış olduğu görevleri yapan Mille birlik komitesinin sırayla başkanlığını yapıyoruz.Dolayısıyla her birimiz Meclis başkanı  sıfatına haiziz. Niye yadırganıyorki bu.

-                  İlginç çünkü  kendine has bir tarz.Biz biliyoruz ki bir komite var ve bu komitenin  başına bir general getirilmiş o başkanlık ediyor.General diyor ki şöyle olacak.Komitede parmak kaldırıp  bunu onaylıyor,

-                  Hayır efendim.Hayır.

-                  Biz bu yapıyı şu andaki bakanlar kurulu şeklinde düşünüyoruz.

-                  Ben ABD sefirini borçları  ödemeyeceğiz diye baskı altında tutuyorum.

-                  O anınızı anlatırnmısınız ?

-                  Evet. Çünkü haklıyım.Bu gün nasıl herkez IMF’yi suçluyorsa bende  ozaman Amerikayı suçladım.IMF, Türkiyenin toslayacağını bilmiyormuydu.

-                  Her halde bilirdi.

-                  Bile bile  bu kadar  para verdi.bile bile   belil şartları koşmadı?Bir yere ben borç para verirken tahsil edip edemeyeceğime bakarım.bir yere mal veriyorum.mal verdiğim adam paramı ödemeyecekse neden o adama  mal vereyim?..Bu da  aynen  böyledir.bile bile veriliyor.neden Türkiye iktisaden  belirli bir kontrol atında tutulsun.kısaca benim dümen suyumdan çıkamasın.Siyasi aranada ben nedersem bana itaet etsin.Borçlandırmanın anlamı budur.

-                  -siz mayiyeinn sorumluğunu aldınız.baktınız ki borç var.ne yaptınız?

-                  O zamanki para birimi ile ikibin   dört yılında doğacak çocuk bile  40 bin lira borçlu.O zaman dolar ikilira sessen iki kuruş...

-                  -budurumda tavrunuz  ne oldu?

-                  Ben Amerikan sefirinhden” bizim her çocuğmuzu 40 bin lira borçlandırdınız.Biz buparaları  ödeyemeyiz “ dedim.Anlaşmalar var dedi. İhtilla hükümetiyiz dedim.Bu borçları silmelerini istedim. Hayret etti.bana üç gün müsaade edin hükümetimle konuşacağız dedi.Üç gün sonra  konuştuğumuzda bunun dörtte birini silelim gerisini konsülüde edelim dedi.Hayır tamamını silmeniz lazım dedim.Bu parayı türkiyenin  kalkınması için değil, popülüst maksatklarla kullandığını bile bile  bu ülkenin insanlarını borçlandırmaya hakkınız yoktur.bu adalet değildir.dedim.

-                  Benden yeniden zaman istedi.Üçüncü görüşmemizde yarısını dedi.kademe kademe  gidiyoruz.hepsini koparacağımızı zannediyorum.bende tamamını  silelim diye  bastırıyorum.

-                  Bir gün  komite toplantısına o zamanki Maliye bakanı  yaptığımız Ekrem Alican,ticaret bakanı Prof  Cihat  İren ve Cemal Gürsel geldi.

-                  Bizim toplantımıza siviller giremez.Biz tabi bu durumu yadırgadık.O samanki  başkanlık yapan üsteğmen rütsbesindeki Muzafer Özdağ,Özdağa bu sivillerin buraya girmesi kurallara, çıkardığımız yasaya aykırı.Cemal Gürsel sadece bir izahat  verip çıkacaklar dedi.Dirnleyelim dedik.Onlar ahde vefadan.siyasi arenedan mali bağlantılardan vs. bahsettikten sonra   borçların  kabulü yönünde fikir beyan etiler.Ve onlar çıktıktan sonara Cemal  Gürsel,  biri Amerikan sefirini baskı altına alıyormuş dedi.Aşağı yukarı  yan yana oturuyorduk.Aramızda sadece Cemal Madanoğlu vardı.Ben dedim ki hocam “Niye böyle kapalı konuşuyorsunuz.Şefik soyuyüce neden demilorsunuz.ben mali konularda sorumlu bir insanım.bunun bir alt  yapısını 0hazırlayıp arkadaşlarıma öye açmak istiyordum.siz emri vaki şeklinde gelip, hazır olmayan bir konuyu burda müzakereye açıyorsunuz..Buna hakınız yok” dedim. Hakım vardedi.Ve garip bir laf söyledi ve “ben orgeneralim “ dedi. Dedim ki “ Paşam bir numaralı kanuna göre  sizin rütbeleriniz geçerli değil.Omuzlar değil.kafalar konuşur.Sizde bizimle eşitsiniz.bir üstünlük taslayamazsınız.Müzakere edelim dedi.Müzakere  oylandı.maalesef  17/16 kaybettik.Arkasından borçları kabul edelim mi etmeyelim mi müzakerisi, ov gün otuz üç kişilik toplantı vardı maalesef yine 17/16 tekrar  kaybettik.

-                  Şunu anlatmak için anlatım bu konuyu General, padişah gibi “şunu yapalım”  diyor. Bizde el kaldırıyoruz.yok öyle bir şey.Biz parmakçı evetçi  insanlar değildik.

-                  Tartışıyordunuz

-                  Gayet tabii..sonuna kadar.

-                  Bu anlattığınız 14ler olayına giderken    komitede bir çatlamamıydı.

-                  Bunların hepsi  birer etkendir.

-                  Biz mahkemeleri istemiyorduk.nitekim idamlar verildiği zamanda biz karşı çıktık.Yapmayın idamları dedik.Ama  sürgünde idik engelleyemezdik.Aslında ozaman Mille Birlik Komitesi içnde kalan arkadaşlar vardı.Bizde yur dışında idik.Biz yurt dışına sünrgüne gidince bir numaralı kanun değiştirilmedi.Ben bunu gazetelere beyanatta verdim.

-                  -bu durumda sizin MBK üyeliğiniz ve oy hakınız devam ediyordu?

-                  Gayet tabi.İçerde olan MBK, dışarda olan MBK.Biz  14 kişi olarak idamlara kaşıyız dedik.sonradan öğrendim ki 23 tane  içerde olan arkadaşlarımızdan yedi tanesi de idakmlara karşı çıkmışlar.

-                  O zamanda  çoğunluk sizde.

-                  Çoğunluk bizde ama idamlar yapıldı.yargılasınlar...

-                  Bu durumda  MBK kendi aldığı karara göre -Siz bir numaralı yasa diyorsunuz- sizlmeri dışarıya göndererek karalar alması ile meşriiyetini kaybetmiş olmaz mı?14’lerin yurt dışına gitmesi ile alınan MBK karaları meşru değildir denemez mi?

-                  Bern bunun için mahkemeye müracaat ettim.O zaman en yüksek yargı organı olarak  Danıştay vardı.Ve   benim aleyhime 3/2 şeklinde bir kara çıkmtı.Ben  daha üst kurul olan Dava daireleri kurulunda itiraz etttim.Gene bir oyla  kaybettim.

17 YAŞINDA  GENEL KURMAYBAŞKANI OLACAĞIM GÜNÜ BABAMA YAZDIM.SÜRGÜNLE İDEALİM ENGELLENDİ.

-Siz, bir hedef için yola çıkmışsınız. 27 Mayısın güçlü insanları idiniz. 27 Mayıs’tan sonra   cezaevine konan insanları bırakalım ama bunları sürgüne gönderelim dediniz.Ancak siz sürgüne gittiniz.Bu sırada Menderes ve arkadaşlarının  hüznünü yaşadınız mı? 

-Gayet tabi bir üzüntü var.

Düşünün. Ben on yedi yaşında subay oldum arkadaşım.Çünkü harp senelerinde okuduğumuz için 24 ay durmadan  okuduk orta okulu bitirdik.24 ay okuduk liseyi bitirdik.İki yıl oradan kazancımız oldu.Harpokulu ve Topçu Okulu’nu da kısa devre okuyarak bir yılda ordan kazandık.Kurmay olduk beş yılda ordan kazandık.Ve ben   17 yaşında subay çıktığım zaman babama yazdığım bir mektup var.Mektupta demişim ki;”Baba ben 1970’in hangi senesinde  Genel kurmay başkanı  olacağım.”yeni  subay çıkmış bir asteğmen  Genel kurmay başkanı olacağı tarihi hesaplıyor.Ve  onu  hedefleyip gidiyor.Ve ben bunu feda ettim ise o idealimi  feda etti isem bunun anlamı çok büyük.Bu anlam içerisinde  ülkeyi getireceğiniz yere getiremeden o  engelenmişse üzüleceğim gayet tabiidir ve doğrudur.Üzüldüm gayet tabii..

-Babanıza yazdığınız mektuptaki hesaplama prosödürün doğru işlemesi halinde normal.Ancak Türkiyede  askeri bürokrasi de “Cumhuriyeti kuran benim” şeklinde bir kanaat hakim.

-                  Elbette

-                  Bunda  Osmanlı nın son dönemindeki  Avrupaya açılımların, batı değerlerinin  ilk defa askeri  kesimde uygulanmasının  etkisi de eklenirse  bu kanaat bir realite.Ancak Genel Kurmay başkanı  genel kurmay karragahında oturuyor.Ama dünkü asteğmeni başbakan, ondan emer alıyor.Hatta lise mezunu bir cumhurbaşkanı onun başında. Askeri müdahalelerde  bu   yapılanmanın, böyle bir psikolojinin  rolü var mıdır?

-                  Hayır.Hayır. Hayır...hayır.. hayır hayır.Böyle bir psikoloji sözkonusu olamaz.

-                  Peki. Siz çeşitli rütbelerde bulunan insanvlar ihtilal sonrasında  rütbelerimizi çıkaralım.Sivil insanlar olarak siyasi sorumluluk  sahibi olalım şeklinde sivilleşmeyi düşxündünüz mü?

-                  Düşündük.

-                  Neden yapamadınız?

-                  Zaman kalmadı ki

-                  Yoksa bu rütbelere ihtiyaç mı vardı.yani  milletin verdiği  silaha gücüne dayanma..

-                  Hayır hayır kesinlikle  değil. Size  garip bir şey söyleyeyim.27 Mayıstan  sonra ben tabanca dahi taşımadım. Çünkü ben bu  ülkenin insanlarının refahı ve mutluluğu için  demokrasinin gerçek anlamda kurulması için her şeyimi ortaya koymuşum.Canım söz konusu değil.Şahsi bir telaş içinde değilim.

BEYAZIT CAMİİNDE KURULU  İDAM SEHBASI GÖRDÜM

-                  İhtilal gecesi  İhtilal yapılıyor..Elbette karşı  darbede olacak.Başarılır başarılmaz.Korktunuz mu?

-                  Hayır.

-                  Aklınıza hiç korku gelmedi mi?

-                  Geldi.

-                  Böyle bir havaya girdiniz mi?

-                  Beyazıt’ta  Kimya Fakültesi o zaman bizim  örfi idare( sıkıyönetim) birlikleri  kumandanlığının yeri idi.Bende kurmay başkanı idim.Oturdum.Aklıma geldi ve gözümün önüne bir idam sehpası  geldi.Ve  dönüp baktığım zaman  Beyazıt camiin üstünden  ki o tarafa bakıyordum Ve sehpayı  da öyle  görmüştüm.Hayal ettim. Allah sizi inandırsın beyaz beyaz bir şeyler iniyor aşağıya ve  kaplıyordu. Yanımda ağbim vardı.Ağbime söyledim.Ağbi, bu caminin üstünde sanki beyaz bir şeyler iniyor.Döndü baktı” Gördüm şefik “dedi. Gördüm dedi.Başaracağız dedi.

-                  Ağbinizde subay mı?

-                  Evet.. Başaracağız dedi. Çünkü caminin üstünde  nur iniyordu.Caminni üstüne nur iniyordu. Onun tefsiri..

-                  Nur demişken şimdi  ezanda okunuyor.İhtilalden sonra size  çeşitli çevrelerden çeşitli teklifler geliyor.Sizin bir proramınız var.Başkasıda şöyle yapalım böyle yapalım diyor.Kimisi Kur’anı değiştirelim diyor kimisi başka şey ama  enteresan teklifler yapılıyor mektuplar yazılıyor.Bunlardan bazılarını çeşitli yerlerde  ben gördüm.Sizin bu milletin milli değerleri ile bir kavganız varmı idi?

-                  Hayır yoktu.

-                  Mesela Ezan’ın  aslına dönmesinde  CHP’lilerin de  oyları var.Bu durumu genç subaylar biliyor muydu?

-                  Hangi aslına dönmesinde?

-                  Şuandaki okunuş şekline dönmesinde.

-                  Bunda CHP’nin oyları yok.

-                  Hayır vardı.CHP’liler de evet demişti.

-                  Tutanakları ben bilmiyorum.Varsa kanaatleridir.herkesin kanaatleri olabilir.Bu günkü şekli ile okunmasının  bir mahsuru da yok. Ancak ne var ki din bir intaçtır.Kişisel düşüncemi söylüyorum.İnandığım dinin kitabının ne dediğini ben okuyunca anlamak zorundayım.Bunu  isterim.

-                  Herkes ister.Ama bunu yasa ile mi  zorlamalı?

-                  Türkçe  olacak diye bir şey olmadı. Ezan ..Sadece  Ezan..

-                  Teklifler vardı.

-                  Olabilir.. çeşitli teklifler olabilir.O kadar  çok teklif yapılabilir ki siz içinden doğruyu  seçin, doğruyu yapın.Ülkenin insanlarının mutlu olması Ezan’ın şu şekilde bu şekilde okunması değil.Biraz evel söyledim. Üçtemelin gerçekleşmesi lazım. Esas hedef budur.Ben hedefe giderim.Askerlikte  bir hedef alınacaksa, kenarında çalı  çırpı  varsa kenarından dolaşırsın.Bataklık varsa öbür yandn dolaşırsın.Ama hedefe gidersin.O hedefe gitmek  lazım.Ben  hedefe alacağım.

-                  Ezanın şu andaki okunuş biçimini alması ile  Cumhuriyetin kazanımlarını kaybetğini mi düşünüyorsunuz?

-                  Hayır öyle bir şey olamaz.

-                  Bazıları öyle söylüyor.

-                  Hayır hayır.Yok öyle bir şey olamaz.Ayrı bir şeydir.

-                  Yani milletin milli değerleri ile hem fikiriz diyorsunuz.

-                  Dediniz ki camiden nur akıyordu.Kimide diyorlardı ki Menderes Konya’dan yüzbin kişi getirecek darbe yapacak yada  Harpokulu mezunlarını fesh ederek orduyu asteğmenlerle idare edecek” şeklindeki ajitasyonlar olmadımı? Darbede bun tür ajitasyonların etkileri olmadımı.

-                  Yok yok .Böyle şey yok.Ben size  bakın müşühhüs bir şey söylüyorum.Bir demokrasinin üç önemli ayağından bahsediyorum.

CHP BAZI ARKADAŞLARA ETKİ ETTİ.ECEVİT FİKİR HIRSIZI

-                  MBK’nin diğer üyeleride  demokrasi konusunda aynı fikirde mi idi?

-                  Hepside mi?

-                  ....... Yalnız bir  gurup arkadaşımız maalesef o zaman Halk partisi - içinde  Ecevit’te vardı- yönetimi  tarafından yanıltılmış, ve kendi yanlarına  çekilmek istenmiştir.13 Kasım’daki 14’ler hadisesi bu siyasi bulaşıklığın, bu siyasi ekibin etkisi ile olmuştur.

-                  Ecevit’inde  özellikle 1957’den sonra   ülkeyi darbeye götürmek üzere kurulan bir sivil  komitede  çalıştığı iddiaları var.Dolayısıyla askeri komiteler  çalışırken sivil komitelerde vardı.Askeri komiteler bunları bilmiyordu diye iddialar var.Bu iddialar doğrumu?

-                  Ben böyle bir şeyi ilk defa duyuyorum. Yalnız Ecevit fikir hırsızdır....

-                  ............

TURAN GÜNEŞ:ONUN ADI ECEVİT

27 Mayıstan sonraki bir tarihte  Turan Güneş’le Bülent Ecevit benimle ısrarla görüşmek isitiyor.O zaman Ankara palas açık.Bizde eski Meclisteyiz. Kendi aramızda siyasi kadrolarla görüşmeyelim diye  bir  kararımız  olmasına rağmen  bu ısrra karşısında ben arkadaşlarıma  , ısrarla gövrüşmek istkiyorlar diye söyledim.Tamam dediler.Yarım saat...Bende onlara sadece yarım saat görüşebilirim dedim.Gittik öğlen..Öğlen  poydosunda  bir şeyler hazırlamışlar.Sandviç ayran gibi şeyler atıştırdık.Orada bana bazı sualler  sordu.ben dedim ki  bu ülkede  kırkbin köy, komlar, küçük beldeler.Bunlar üstüste konduğunda kırkbeşbin yerleşim bölgesi ortaya çıkıyor.Bu kırkbeşbin  yerleşim bölgesine  şimdiye kadarki hükümetler ve şimdiden sonraki hükümetler  her türlü  hizmeti  imkansızdır götüremezler.İnsan gibi  yaşamanın şartlarını  yaratamazlar.Onnu için bir inceleme yaptırıp interlandı  müsait olan  on üç ondört köye  bir tarım kenti kurmak, hizmetleri oraya götürmek köyleride tarım  alanları diye vasıflandırmak tarım yapılacağı zaman  köylü gidip  tarımını yapması sonra  ana merkeze  gelmesi şeklinde bir yaşam tarzı.. Doktoru hastanesi  okulu tiyatrosu  manavı kasabı, fırını her türlü  hizmeti olan altyapısı mevcut modern  tarım kentleri kurmak lazım.Böylece  bu gün köyde  insanlar ekmek için unu  son baharda depolar ilk bahara kadar bunun  bir kısmı acır, küflenir.  Et yiyemez poratein  alamaz. Sinama, tiyatro göremez.konferans dinleyemez.Aydınlanamaz benim halkım.bir kültür prıltısından  değişiminden istifade edemez.Bunu yaratmak lazım.demokrasinin ayağından bir tanesini bu şekilde sağlamlaştırmak lazım.

Ben bunu deyince Ecevit suratle karşı çıktı.ne yapıyorsunuz.Bu  halkı tek kalıbamı dökmek istiyorsunuz? Kalıp değil bu .bu yaşam  tarızı dedim.Fazlaca benim zamanım yok dedim ve  ayrıldık.

Yurt dışından sürgünden döndükten sonra bir baktım ki köykent projeleri çıkmış.benim bir işim dolayısıyla  Amerikan Fort Vakfı ile  Pariste  Ticaret odasında  bir anfijraj yapılacak.Oraya  çok  iyi Fransızca bilen bir hukukçu götürmem lazım.Bu Turan Güneş’ti. Teklifimi kabul etti.Paris’e gittik.bir akşam anfijraj oldu biz kazandık.Turan Güneş aslanlar gibi kükredi orada.Bir Türk olarak Turan Güneşin oradaki  Fransız  Tiecaret odasının avukatları ve Amerikalıların karşısında  kazandığımız o zafer müthiş bir şeydi.Davayı biz kazandık.haklıydık çünkü.

Akşam oturduk yemek yiyoruz..sevinçliyizde.Aklıma geldi.Dedim ki  Turan bey hatırlıyormusun.ben komutede iken  beraber bir öğlen yemek yedik.Ben bir tarım kentleri projesi anlattım size.O zaman  Ecevit karşı çıkmıştı.birazda tartışmıştık.Şimdi çıkmış köy koop filan diyor.Aynı projeyi uygulamaya  çalışıyor dedim.

Dedi ki;  “O’nun adı Ecevit. Fikirleri çalar ve  kendisine mal eder “ dedi.

-Şuanda  Türkiyenin geldiği noktayı.IMF ve Dünya Bankası’nnı istekleri ile  yapılan yasal değişiklikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?Biri çıkıp uzaktan 15 günde  onbeş yasa diyor.Bunlar yapılıyor,.iktidardada halkçı Ecevit var.

-Şimdi arkadaş. Bir evde yiyecek kuru ekmekte kalmazsa  çocuklarını  doyurmak zorunda olan insanlar en ağır şartları bile kabul eder.Türkiyenin başka  şansı kalmayacak noktaya getiren insanlar; ülkeyi bu hale getiren dayatmalyara söyleyecek  hiçbir lafları yok ki..

Şerefli davranış bence biz başaramadık deyip çekilmek.Bu ülkenin insanları alternatif bulur.Alternatif vardır.

-İhtilalin dışında  alternatif var mı?

_Tabi var.niçin olmasın ki..Niçin olmasın.Var..

-Çünkü  “Ben olmazsam daha  otariter bir  rejim gelir.yani  darbe gelir” demeye getiriyor.

-hayır efendim.Otariter bir rejimin gemlmesine gerek yoktur.bu ülkede çareler tükenmez.Meşhur Alman strateji uzmanı ...yaltager derki “  Strateji  çare bulmak sanatıdır”Bu millet çare bulur.Çaresi vardır.Bu ülke okadar kısır değil. Müthiş beyinler yetişti.Nice 27 Mayıs fikriyatını  devam ettirecek güçlü  kadrolar çıktı.Çarelar vardır.çareler  tükenmez.hem parlemento içinde tükenmez.çare vardır.kimsenin öcü  gösterip milleti  korkutmaya  hakkı yoktur.Milletin bütün kaynakları  ortadan gidiyor.

Düşünün bir özelleştirme tuturulmuş.Sümerbank maaş  ödeyemiyor.Sümerbankın müdürleri genel müdrür yardımcıları genel müdürü ayın 23’ dündü.Ayın birinde almalyarı gereken maaşı ayın 23’de alabildiler.İşçiler hala maaşlarını almadılar.

Sümerbankın mernos fabrikası dünyada bir tane idi.B:ursa belediyesine verildi.Belediye  sanayicimi kardeşim.

-Emlakını veriyorlar.

-Emlakını  alacakta ne  olacak.Fabrikayı başka yere  nakledecek kadromu var.İzmirde ki basma fabrikası 12 Mayıs 2001 de kapatılacak.Müşterileri cayır cçalyır ağlıyor.kapatmayın  mal üretin satayım diye.Bu Sümerbanka bir gelir değil mi.kapandı kapandı bu fabrika ayın 12sinde kapandı.Sümerbankın Kuşadasında bir dinlenme tesisi var.Sümerbank personelinin kurduğu vakıf  bunu bana verin diye 3,5 milyondolar veriyor.Zaten orayı o hale getirende o vakıftır.İşletmeyi o yapıyor,Dışardan biur başka firmada 4,5  milyon dolar veriyor.bunlara satılmışyor.Özelleştirmenin başındaki  Yüksel Yalova Aydın milletveki.Burayı  Aydın belediyesine vedriyor.Aydınbelediyesi de 4,5 miylon dolar veren firmaya kırk dokuz yıllığına  iki milyon dolara kiralıyor.Bu ülke talan ediliyor talan.Ülkenin şartları 27 Masıy öncesinden çokdaha ağır. İşyte telekommun  satışı. Zarar eden KİT’ler değil karlı müesseseler elden çıkarılıyor.

-Bir anayasal kurumumuz var.MGK.burada çok çeşitli tartışmaların, hatta irtica  kapsamında insanların gümüş yüzük mü taktığı sarı yüzükmü taktığı tartışmalarına  kadar  ayrıntılara girildiği  iddaları var.Ülkenin bu kaynakları  giderken  bu kurum ve etkili insanlar hiç mi düşünmüyorlar.

-Milli Güvenlik Kurulu bir  askeri  kurum değildir.

_Elbette askerinde bulunduğu anayasal bir kurum.

-Askerden  fikir sorarlar fikrini söyler.

-Gümüş yüzüğe bile fikrini söyleyenler  talanlara karşı  neden sesiz?

-hangi  yüzüğe canım.bunlar tevatür kadrdeşim.Böyle şeyler olmaz.

-Pratikte uygulamalar var.Belki bu örnek biraz  hafif ama.Filan yerdeki bilim adamının karısı bir şey yaptı,yada giydi diye  görevden alınıyor.Bu hukuk dışılığı birileri bir  yerlere fatura ediyor.

-Eğer bu ülkenin aydın kişileri, bu üalkenin medyası artık böyle.ve  bu gibi konularla uğraşmasın.Ülke elden gidiyor kardeşim.Öyle altın yüzük, gümüş yüzükle uğraşılacak zaman değil.bunlar tevatür bunları düşünmek bile istemiyorum.bunlar bana gülünç geliyor.herkes aklını başyına almalı esas milletin rahatını nasıl sağlarız buna bakmalı..,

 

-                  İhtilalle ilgili anlatmak  istediğiniz özel bir anınız var mı?

-                  Size ben şunu söyleyeyim.İhtilla için yazılan  yazılar, çıkarılan kitaplar Abdi İpekçinin ki de dahil.Yüzde sekseni yanlıştır.Gerçek ihtilali ihtilallciler anlatabilir.İhtilalciler konuşmadı daha..

-                  Niye konuşmadılar.

-                  Bu ortamda  konuşulabilir.Ama daha evel ortam müsait değildi.Gerekte yoktu.Kişisel olarak şunu söyleyeyim.benim ufak tefek anılarım olmuştur.İnsanın yaşı ilerleyince  de biraz çenesi düşüyor intibaı vardır.

-                  Veya  insan  hatıraları ile yaşamaya başlayarak hatıralarını anlatma ihtiyacı duyuyor.

-                  Bazı konularınız oluyor bazı  anılarınız aklınıza geliyor.Ve onu misal  diye söylüyor, anlatıyorsunuz.Dinleyen arkadaşlar hayretler içinde kalıyor.Niye bunları söylemiyorsunuz,yazmıyorsunuz, bunları kendinizde götüremezsiniz  diyorlar.

-                  Bizde bunun için geldik buraya.

-                  Bunun için bakın şurda ben şimdi bir teyp satın  aldım.Konuşunca çalışan konuşmadığımda susan bir teyp.Mikrofonunuda aldım.Bunları tesbit edeceğim yazılanlar doğru değil.Ben şuana  kadar bir şey yazmadım.Hep şunu düşündüm.Acaba yazacaklarımda anlatacaklarımda nalıncı keseri gibi hep kendimemi yontarım acaba?Eğer böyle bir şey olursa  ben kendimi ve karekterimi zedelemiş olurum.Durulsun.Bir  nesil iki nesil geçsin. Yaşarsam yazarım.Bana böyle bir his geldi  kaleme dökmedim.

..............................

 Kutu ..... kutu.....kutu

............

Bir demirkrat belgseli diye bir belgesel yayınlandı biliyorsunuz.Buna  ben tepki gösterdim. bir yazı yazdım.O zaman Milyyet  gazetesinde  Zeki Sözer’e gönderdim.Yayınlamadılar .Üzerinde bile durmadılar.Demirgrat nelyin  belgeseli idi?...  Kanaatim odur ki  tartışmalar olması gereken  mecradan  saptırlmıştır...

27 Mayıs’ın  gerçekleştirilmesinde  önemli  bir rol oynamış ama, bu işi demokrasi ve halk için yaptığına kesin olarak inanmış bir kişi olarak benim bu saptırmaya  evet demem mümkün değildi.. 27 Mayıs’la  uzaktan yakından  ilgisi  olmayan kişilerin konuştuğu  şu dönemde gerçeklerin bilinmesinde, söylenmesinde çok yararlar vardır.

..

Üniversite, basın, gençlik, halk...Boşuna mı tepki göstermişlerdi?Bütün bunlar kamuoyunun gözünün içen baka baka 30 temmuz tarihindeki açık oturumda görmezlikten gelindi. Çünkü, hangi amaca, hangi niyete hizmet ettiği bilinmez bir şekilde, yapımcılar üç idam  sehpasının  ardına  sığınma  yolunu  seçmişlerdi.

......

27 Mayıs yalnızca idamlar değildi. Aslında  27 mayıs hala  canlı,hala  etkili ve hala demokrasini gerçek ışığıdır.İdamlar yapılmamalı idi, 27 Mayıs’a bu gölge  düşürülmemeliydi, hatta mahkemeler yapılmamalı idi.Bunun yanlışlığını  söyleyen benim.

....

27 mayıs ordunun  dinamik, seçme, düşünmesini bilen ve ileriyi gören  kadrolarınca gerçekleştirildi.Yalnızca o insanların  omuzlarındaki rütbeler küçüktü.

60 sonrası iki müdahale yapıldı.İkisinede omuzu kalabalıklar yaptılar.Ama ne varrki ortaya konanlar 27 Mayıs’ın ortaya koyduklarının  dörtte biri kadar bile değildi.27 Mayıs hürrüyet gettirdi .Diğerleri hapsane doldurdu.

Çünkü, 12 Eylül daha işin başında 27 Mayıs’ın performansına  kalitesine ulaşamayacağını  anlamıştı. Evet 12 Eylül’de  idamlar  olmadı.Ama 12 Eylül yasa  düzene 27 Mayıs’ın getirdiği hayat tarzı ortada.

12 Mart ve 12 Eylül; 27 Mayıs’ın Türk toplumuna armağan ettiği demokratik düzeni  örseleyerek ve ortadan kaldırarak, demokrasiye  çok daha mı  fazla hizmet ettiler.Yoksa  ölçü  hala idamlar mı?

Özellikle  27 Mayısla ilgili bütün belgeler gün ışığına çıktığında, günü birlik tarih yazmaya kalkanların içine düşeceği  durumu  çok merak ediyorum.

....

CEMAL  GÜRSEL PİYON

Madanoğlu aynen  Cemal  Gürsel gibi 27 Mayıs’ın  sadece omuzlarından  istifade için  öne sürülmüş piyonlardır. Madanoğlu’nnu  27 Mayıs hakkında konuşmaya dahi hakkı yoktur.

 

................

KUTU KUTU KUTU KUTU.

 

 Soyu yüce ek:

...

-İktidar  muhalefeti meclise sokmuyordu.Yasama ,yürütme ve yargıyı üzerlerine almak istiyordu. Padişah’ın  yetkilerinden daha fazla yetkileri vardı.Tek  veya üç kişinin iradesine doğru gidiyorlardı. Milleti vatan cephesine mensup olanlar ve olmayanlar diye  ikiye bölmüşlerdi.Biz bu ekibin yaptığı darbeye karşı darbe  yaptık.27 mayıs öncesinde  ülkede  demokrasi mi vardı.?

-menderes diktaya gidiyordu diyorsunuz ama,  darbeden  hemen önce Menderes  Eskişehir’de “Seçime gideceğiz diyor.Ancak  sıkıyönetim sansür uygulayarak bu haberin ulusal basında yer almasını  engelliyor. Bu doğrumu?

Seçim kararı allınsa idi bile darbe  yapacak mıydınız.?

-Hayır öyle bir durum yok.Eğer sıkıyönetim bu kararı alsalardı.Sıkıyönetimdekilere rüşvet verirler yine yayınlatırlardı.

-Rüşvet mi.  Kime rüşvet..?

-Onlara engel olanlara. Mesela bana da rüşvet vermek istediler.Bir çokları aldı ama bana teklif edenle  çil çil paraları geri gönderdim.Çünkü biz bir yola girmiştik.satlık adam değildim.Ben  2,5 kuruşluk kirayı ödeyemediğim, hanımın bileziklerini sattığımı biliyorlar.Ve bana  bir kişi ile para göndermek suretiyle iktidar lehine çalışmamı istiyorlar.ben bunu ret  parayı getiren kişi ile ret ettim.

KONUŞSAK  YER YERİNDEN OYNAR

- Darbeyi hızlandırmakta Irak darbesinin bir   rolü oldu mu?

---- Sana bir şey söyleyeyim.. Hatırlarsınız bir dokuz subay hadisesi  var.  Benim bir  komutanım vardı.Kadir..bu benim bilgimden  tırsıyordu..Bu yüzden beni “ Bu çocuğun   çalışmalarından  çok şüphe ediyorum. “ diyerek bu dokuz subay içinde göstererek elimine etmek istemiş.Ordu Komutanlığından emekli Suat Öztulga hayatta.O demiş ki” Aman ne yapıyorsunuz.Çok büyük bir iftira olur.Bu arkadaşın ollarla ilgisi yok.” Öylece ben dokuz subay olayında yırtım.

Karşı darbeden  15 gün önce bana Erkan kavaklı ve  okuldan aynı dönem arkadaşım Şükran.. geldi.

Onlar dedi ki”İstanbul’da senin  emrin ve haberin olmadan kediler bile gezemez.Onun için İstanbul’a sen hakimsin.Dediler ki  ne zaman  darbe yapalım.Dedim ki onun zamanını ben söylerim.Sizi haberdar ederim dedim.

Yalnız  ben dokuz subaylar hadisesinde zor yırttım. Kime nasıl güveneceğiz.bunun garantisi ne .. Çünkü Irak’ta  ki gibi olmasın.Harekata başlarız başarılı olur yada olmaz ama, gece horozun sesini duyanlar uyanarak yeni ve karşı darbelere başlar bir birimize girersek bu çok yazık olur.Bu  temin edildi mi?

Birde haydi başardık. Gidip Ankara’ya oturduk.kimin ne  yapacağı  ve ilerisi için bir palan program  var mı dedim

-Ne dediler ?

-Buna  cevap vermediler.Ama bende hazır idi(Bir dosya çıkararak el yazısı ile hazırlanmış  metinleri gösteriyor.Ancak ilerde yayınlayacağım diye vermiyor)Benim hazırlıklarım tamamdı.Onlarda yoktu.Çünkü onların o nosyonları yoktu.

Onlar gittiler ancak  karşı darbe  için gün tespit etmemiştik.

-İktidar  bir şey olacağını biliyor muydu.?

-Biliyordu.Çünkü İktidarda olayların nereye varacağı tedbirler alıyordu.Mesala... palis şefi ... nin  emrinde 150 kişi tutuyordu. Basılacak evler işaretlenmişti.Bunlar  29 Mayıs İstanbul’un fethi dolayısıyla   harekat başlatacaklar ve bizleri elimine edeceklerdi.

Hemde yapılan hazırlıkları bize  kendileri bildirdi.

DP Fatih ilce başkanının oğlu  iktidarın yapacağı temizlikte kimleri alacağının listesini getirdi.Bundan sonra  durumu bildirerek ben  Ankara’yı zorladım. Ankara Başbakanın Eskişehir’e gitmesini gerekçe göstererek   erteleyelim dedi.Ancak o listeler bize ulaşınca mutlaka 29 mayıstan önce yapmamız gerektiğine karar verdik.İstanbul sorumluğu bizde idi. Bana İstanbul görevi verildi.İstanbul olmadan  Ankara’nın başarması mümkün değildi Eskişehir’i de bize bıraktılar.Menderes’in yakalanması için iki  arkadaşı görevlendirdik.Gittiler ancak Menderes olayı  haber alınca kaçmıştı.Muhsin  Batur uçakla takip ederek  onu da aldı.

Öyle çocuk oyuncağı değildi.Biz kellemizi ortaya koyarak bir işe kalkıştık.

-DP’li ilce başkanın oğlu mu size   hükümetin tedbir  harekatını  bildirdi?

-Evet .Çünkü Pertevniyel  lisesinden öğrencim idi.Ben üç yıl önce orada  onların hocası idim.”Demiştim ki  bu devlet iyi idare edilmiyor.Bir gün toslayacak.Siz her türlü kötülük için bii bulursunuz.İhtiyaç zamanı bize ulaşırsınız” demiştim.Bize öğrencilerimiz  ulaştılar.Karşı darbeden sonra baktım.Pertevniyeldeki tüm öğrencilerimiz Beyazıt’taki  kimya fakültesi önünde  bizi buldu.Onlara nasıl bulduklarını sordum.siz lazım olunca bulursunuz dememiş miydiniz dediler.

Biz zaten oradaki ecza fakültesinin mediko sosyal birimi vardı.O kanalla öğrenciler ile irtibat kuruyorduk.Gençlikle irtibatı o kanalla sağlıyorduk.

........

Yıl dönümü  dolayısıyla İstanbul’da eski arkadaşlar toplandık.Kimi çocukları, gelinleri ve torunları ile geldik.Çoğunun çocukları her biri ber yerlere gelmişler.Profesör olanlar var.

-Ne diyorlar.keşke darbe yapmamalıydınız.Bakın artık bayram edende yok. Diyerek  darbeye karşı olduklarını mı söylüyorlar.

-Hayır aksine .Ah diyorlar sizin gibiler yok.Keşke yarım  bırakmasaydınız.memleketi ne hale getirdiler  diyorlar.

.............

 

 

//////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DEMOKRATLARIN HALA AĞZINI BIÇAK AÇMIYOR

 

Malum 27 Mayıs gece baskınında milletin oyları ile iktidara getirdiği  ilk sivil Cumhur Başkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes önderliğindeki Demokrat Parti  yönetimi devrilmiş milletvekilleri ve bürokratlar hapsedilerek DP kadroları yönetimden uzaklaştırılmıştı. İhtilal şartlarında kurulan olağanüstü mahkemede sözde  bir yargılama ile  Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Aras ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilmiş, geri kalan DP’lilerin bir kısmı idam cezasına çarptırılmış büyük çoğunluğu da çeşitli cezalara çarptırılarak tüm siyasi hakları ellerinden alınmıştı. DP hükümetinin  İçişleri Bakanı Namık Gedik’ de Ankara’daki Kara Harpokulu’nda tutuklu iken pencereden aşağı atlayarak intihar ettiği açıklanmıştı. Çok sonra  DP kadrolarının  itibarı Meclis tarafından iade edildi. Ancak  Meclisin kararı  yaşanan kötü hatıraları silemedi. Demokraside  o zaman aldığı yarayı saramayarak yeni yeni yaralar almaya devam etti.

27 Mayıs’ın  mağdur ettiği  insanlar üzerindeki etkisini  sizlerle paylaşmak için özellikle  idam edilenlerin eş ve  çocuklarına ulaşmak istedik.

Bunları bilse bilse yine eski Demokratlar bilebilir diye Tunus Caddesi’nde bulunan Köprülü Apartmanı’ndaki Fuat Köprülü’nün  müze evinin kapısını çaldık. Kapıyı  bir hayli  yaşlanmış  bir insan açtı. Acaba ne demeliydik? Mütereddit bir şekilde kapıyı açarak bakan bu yaşlı insana, isteğimizi anlattık.

              

Biraz çekinerek içeri aldı. İlk bakışta tarihi değeri  olduğu anlaşılan eşyalarla döşenmiş salonda hepsi yaşlı olmak üzere  beş altı kişi oturup sohbet ediyor.. Bizi karşılayan zat  onlara durumu söylüyor. Kuşkuyla önce bizi sorguluyorlar. Bir şeylerden emin olma isteğini seziyoruz. Biz gazeteci olduğumuza  inandırınca rahatlıyorlar

“Ben daha otuz yaşında bir milletvekili iken alıp götürdüler” diyen zayıfça  ve genç görününen eski mebus  “Biz anlatsak yazacak mısın ki ?” diye soruyor. “Tabi yazacağım” deyince “Ama evladım bu işler tehlikeli. Ayağına  şimdiden keçe sarman gerekir.”diyor. “Daha önce sizin gibi çook yazacağım diyen oldu ama ya korktular yada patronları izin vermedi. Bir daha da görünmediler bile”diye ekliyor. Bir başkası “Evladım biz hapsanelerde neler çektik. Allah bir daha düşürmesin. İnsan idamı bile özler oluyor. Onun için   şimdiden ayağına keçe sar diye söylüyoruz” diyor. Biz her Pazartesi ve Cuma burdayız.  Burada olmayan arkadaşlar var. Kendi aramızda bir müzakere edelim. Cuma önümüzdeki Cuma yada  Pazartesi günü gelir misin “dediler. Bu arada bazı belgeleri Mim Kemal Öke’ye verdiklerini, Mim Kemal Öke’inin Demokratlar tarihini yazdığını ve “Bu günlerde teslim”etmesi gerektiğini  kendilerinden öğreniyoruz.

Söylenen Pazartesi günü gittiğimizde “ Kapı açılıyor içeriden hararetli konuşmaların sesi geliyor. Şüpheli bir şekilde kapıyı açan bir başka yaşlı bey,  içeri girip  tekrra kapıya gelerek “Kusura bakmayın söz vermişler ama bu gün biz 14 Mayıs’ın yıl dönümü hazırlıklarını müzakere  ediyoruz. Sizinle ilgilenemeyeceğiz. Bir başka gün olmaz mı?” diyor. Randevulaşıyoruz.

Randevu günü gittiğimizde kapıyı yine bir başkası  bir başkası açtı. Bu defa daha çekingen davranıyor. Durumu söylüyoruz. Peki diye içeri alıyor ama “Biz burada rahmetli Fuat Köprülü’nün mirasçılarının  kiracısıyız. Kızı ve torunu bizden memnun ama  avukatı aynı yaklaşımda değil, içerde de mirasçılarının  avukatı  var. Biraz sorun varda...”diyor.

İçerde Fuat Köprülü’den kalma  tarihi eşyaların kıymeti ile ilgili bayağı tartışma söz konusu. Biz bu tartışmaların bir kısmına şahitlik ediyoruz. Hey koca Demokrat parti bir gün  siyasi mirasın gibi  nice hatıralara şahitlik etmiş eşyalarında mı tartışılacaktı”diye düşünüyoruz.

Avukat bey gidince gün görmüş Demokratlar kendi aralarında usul tartışması açıyorlar. Nasıl davranmaları gerektiğini tespite çalışıyorlar. Demokratlar Kulübü  Başkanı Eski Rize milletvekili Hüseyin Agun, “Kusura bakma yine bizim kötü günümüz. Halbuki bu  eşyalar bizim için çok kıymetli. Yine en iyi biz koruruz. Bir başkası olsa bunlara böyle bakmaz. Biz burada hem kiracıyız hemde eşyaları koruyoruz. Ama avukat olaya sırf para açısından bakıyor.”diyor.

“Evet sorun nedir?” diye soruyor Demokrat eski vekil Hüseyin Agun. Soruları sıralıyorum. Başlıyor konuşmaya. Teybi açıyorum.“Hayır,hayır.. “diye tepki gösteriyor.“Teybi açma. Devir hala o devir”diye ekliyor. Diğerleri bu tavrı onaylıyorlar. Küçük bir usul tartışmasından sonra “Biz anlatalım siz kendinize göre not alın “ diyorlar. ”Birisi ne var canım konuşun   çocuk kaydetsin” diyecek oluyor.” Öyle kolaydı. Sen bir imza atın diye az kalsın idam olacaktın. Kendin hukukçusun ama ....Ziraatçı...... öle yaz demeseydi  şimdi idam olmuştun belki. İstiyorsan sen söyle  altını da imzala"diye sert tepki alıyor. O da susuyor.

Teypsiz konuşuyorlar. Genel olarak resim çektirmeye müsaade ediyorlar. Konuşanların isimleri belirtilmemek kaydı ile Demokratlar şöyle anlatıyorlar:

Bir defa Türkiye’de demokrasi yok. Kim diyorsa ki demokrasi var yalan söylüyorlar. Biz tüm gerçekleri anlatacağız ancak bunu anlatabilmemiz için 50 yıl geçmesi gerekir. Tabi bir çok belgeleri ilgili yerlere verdik. Bunlar zamanı gelince açıklanacak. Bir kısmını da Mim Kemal Ökeye verdik. O DP’nin tarihini hazırlıyor. Bu günlerde bitirecekti.

İhtilali CHP’nin tahriki ile yaptılar. Hepimizi içeri aldılar. Yaptıkları anayasaya bizim için neler yazdıklarını biliyorsunuz.Onlara göre  biz “vatan haini idik? Peki suçumuz ne idi...?  Arkadaşlarımızı idam ettiler. Hepimizi alıp götürdüler. Düşman muamelesi yaptılar.  Harp okulunda İçişleri bakanımız Namık Gedik’i  öldürdüler. Sonrada pencereden kendini atarak intihar etti dediler. Doğru değil. Çünkü o pencereler insan geçecek gibi değildi. Bize bir albay Namık Gedik’in gövdesinde iki süngü yarası olduğunu söyledi. Rahmetli  bakanımızı süngüleyerek öldürdüler. Sonrada intihar etti dediler.

Bizi Yassı adaya aldılar. Altı kişiye bir yatak.....Neler çektik neler. Hak yok, hukuk yok..  Düzmece mahkeme kurdular. Bizleri idam etmek için yasalar da değişiklik yaptılar.65 yaşın üstündekileri de idam edebilmek için kanun değiştirdiler. Şahıslara has  keyfi kanun yaptılar.

Yassıada’da ne işkenceler gördük. Kayseri cezaevine getirdiklerinde orası da ağır şartlara haiz idi ama biz orayı Yassıada ile karşılaştırdığımızda hürriyete kavuştuk zannettik.

............

Şuandaki yönetim yine aynı yönetimdir.

Güya İsmet Paşayı öldürmek için biz tertip yapmışız. Yassıada’da ki düzmece mahkemede bunun için yargılandık. Ecevit aleyhimizde şahitlik yaptı. Ama CHP Eski Genel Sekreteri Kasım Gülek  namuslu adamdı. Mahkemeye gelerek  böyle bir durumun söz konusu olmadığını  tüm çıplaklığı ile ortaya koydu. Ama Ecevit.......Şimdi yine o iktidar da. Yine onların günü. Onun için..”  Demokratlar böyle diyerek şu an konuşmayacaklarını ve tehlikeli durumun sürdüğünü söylüyorlar. Çekiniyorlar tabiri caizse ağızlarını bıçak açmıyor.

Milli hakimiyetin kutlandığını ve Cumhurbaşkanlığı seçimini  hatırlatıyoruz. “Ne hakimiyeti...milli hakimiyet ..  İnönü’nün önceki durumu belli.Ama 1945 de seçilmeden 1950 ye kadar Cumhurbaşkanlığını yaptı. Bu günde hakimiyet Demirl’in idi ama şimdi kimin olacak göreceğiz”diyorlar. Demirel’e  DP’liler siyasi haklarına kavuşursa gücü azalır diye korktu. Yıllarca  DP’lilerin affını ve itibarlarının iadesini geciktirdiğini belirterek o DP’lilerin mağduriyetini uzatarak  kendi siyaseti için kullandı. Yada korktu affımız için çaba harcamadı.” diyorlar.

 

İNÖNÜ ATATÜRKE İŞKENCE ETTİ

İnönü deyince ”O önce  Atatürk’ün heykellerini kaldırdı. Tüm okullara kendi heykelini gönderdi. Paraların üzerinden  Atatürk’ün resmini çıkardı, kendi resmini koydu. En kötüsü de 15 yıl geçici kabirde bekleterek ona manevi işkence yaptı. Biliyorsunuz dinimizde bir kişi toprakla buluşmazsa onun ruhu gideceği yere ulaşmaz. İnönü böylece 15 yıl Atatürk’e  işkence etti. Ama biz gelerek iki yılda Anıtkabiri bitirip Atatürk’ü yerine yerleştirdik. O hep Atatürk’ü kullandı ama  hep düşmanlık etti. Biz Atatürk’e saygı gösterdik ama bizi Atatürk düşmanlığı ile suçladı. Bunu da başardı. En son 60 dan sonra Anıtkabiri ne kadar insan varsa doldurdu. Maksadı oranın özel bir yer olmadığını anlatmak ve genel bir mezarlığa çevirmekti. Mesela askerin arkasında yürürken ölen bir terzinin oğlu vardı. Onuda  “devrim şehidi! “ diye Anıtkabire  gömdürdü. Bereket Kenan Evren Anıtkabir’i o insanlardan temizleyerek başka yere gömdürdü de  Anıtkabir maksadına uygun hale getirildi.”diye İnönü’nün Atatürk’ün hatırasını silmeye çalıştığını söylüyorlar.

İdam edilenlerin  çocukları ile ilgilerine gelince anlaşılan hemen hiç irtibatları yok. Yada öyle görünüyorlar, “Diğerlerinin ki  İstanbul’da idi. Fatin’in eşi öldü. Polatkan’ın  eşi ve kızı Eskişehir’de idi ama....Menderes’in sadece Aydın’ı kaldı. Baksana o da..”  Aydın deyince birisi sesini yükseltiyor “Ben getirdim kendi ellerimle  partinin başına geçirdim. Bizi bırakıp Hocaya gitti. Gerçi  orada da durmadı ya.. Hatta pazara  kadar değil mezara kadar demişti...İşte okadar..” diyor. Bir başkası ise “Ne yapsın. Bak evladım biz 402 kişi idik. kala kala 70 kadar kaldık...Durumumuzu bu izah eder sanıyorum.”diyor.

“Ama  Allah gecinden versin. Emri hak bize de gelebilir ama birde yaş durumunuzu dikkate aldığımızda hatıralarınızla gidersiniz diye korkuyoruz. Anlatarak tarihe intikal ettirseniz” diyoruz. “Evlat şimdi zamanı değil. Çocuklarımıza intikal ettiriyoruz. Gerekli yerlere verdik. Ama şimdi değil”diyorlar.

Eski Demokratlar, Köprülü Apartmanında bulunan ve kendi ifadeleri ile ”Siyasi kişilerin derneklerine Kulüp..” denen Demokratlar Kulübünde  haftanın belli günlerinde bir araya gelerek eski günleri yad ediyorlar.  Tam Meclis’in karşısındaki tarihi eşyalarla donatılmış salonda salonda nostaljik takılıyorlar.  Bu arada   14 Mayıs 1950 de “Yeter söz milletin “diyerek iktidar oldukları günü anma hazırlığı ile meşguliyetlerini sürdürüyorlar...

....................

Resimleri var

“Not : Her ne kadar KONUŞTURMA_KONUŞMA şeklinde olmada da KONUŞAMADIKLARINDAN onlardan aldıklarımı  TUTANAK GAZETESİNDE yazdım..

 

 

//////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NECATİ ÇAVDAR’LA UFUK TURU - Erdoğan Surat :

NECATİ ÇAVDAR’LA UFUK TURU -


SPOTLAR...
Erdoğan Surat :

· AKP ÇÖKMÜŞTÜR. İŞİ BİTMİŞTİR.


AKP, ARTIK GÖMÜLMEYİ BEKLEMEKTEDİR ·


 ERBAKAN HOCANIN YANINDAKİLER DE HİÇBİR RİSKİ GÖZE ALMADILAR. ·


 28 ŞUBAT DÖNEMİ BİTMEDİ. DİĞER RAUNTLAR NE OLACAK BELLİ DEĞİL ·


TÜRK ORDUSU KERKÜK’E GİRMİŞ OLSAYDI.. ·


 TAYYİP ERDOĞAN ŞU ANDA HAYATININ HATASINI İŞLEMEK ÜZERE, İSRAİLE YAPACAĞI GEZİYİ DERHAL İPTAL ETMELDİR ·


 MESCİD-AKSA İLİ İLGİLİ EN BÜYÜK PROBLEMİN ÇIKMAK ÜZERE OLDUĞU BİR ZAMANDA GİDERSE TAHRİKE SEBEP VERMİŞ, CESARET VERMİŞ OLABİLİR.


· YAHUDİ TÜRKİYEYİ SEVİYORSA BU ARZ-I MEVUUT NE?


· TÜRKİYE’DE ERMENİ BENLİ LİDERLER VAR.


 · APO ÇIKAR, ERMENİNİN BIRAKTIKLARINI YAKAR


· ERMENİLERİN YAPTIKARINI AMERİKA VE AVRUPA’NIN VİCDANINA ANLATMALIYIZ

........

 Dr.Erdoğan Sürat ilginç bir kişilik ..
Assoc.Profesör...
Öğretim üyesi..
Tıp doktoru...
 Hür Avrupa Radyosu editörlerinden
 Özellikle siyasal alanda meşhurların seslerinin “müzik değerini” ölçüyor.
Sürat, radyo ve televizyon programcısı, yazar.
.İngilizce, Arapça ve İbanıceyi iyi biliyor..
Sürat’a “İsrail’e siyasileri götürüşünü, Hem Vakit hem de Şalom’da nasıl yazabildiğini, 28 Şubatta neden, nasıl korunduğunu, Ermeni meselesi konusundaki görüşlerini, Türkiye’deki Yahudi sermayesine bakışını, sorduk.. Yaptığımız söyleşide anlattıklarını yorumsuz olarak sunuyoruz..

 .....
 - 
AKP ÇÖKMÜŞTÜR. İŞİ BİTMİŞTİR. AKP, ARTIK GÖMÜLMEYİ BEKLEMEKTEDİR

Şalom gazetesinde ve de Vakit gazetesinde “semavi dinler şeriatını” yazan belki de tek insansınız.
Nasıl oluyor?
 İnternette yayınlanan bir yazınızda Musevi cemaatlerinde “Mustafa Erdoğan dokunmaz- dokunmaz vurdu mu da Yahudi’nin belini kırar” şeklinde söylendiğini yazıyorsunuz..

Niye bellerini kırıyorsunuz?..


- -Ben size dünyadan haber veriyorum..
Belinizi kıran adam değil. Kıranla ilgili size bir haber veriyorum..
- -Halbuki siz benim bildiğim kadarı ile Türkiye’deki siyasileri Yahudilerle buluşturan insansınız..

- -Yani şu manada buluşturdum.
 İbrahim Özdoğan’la sınırlı kalan bir konu değildi.
 Katiyen değil.İbrahim Özdoğan çok önemli bir APK milletvekili idi. AKP’yi kuran zihniyetin baş eri olan insandır. Onun gidişiyle bence AKP çökmüştür. İşi bitmiştir. AKP, artık gömülmeyi beklemektedir bundan sonra....
 - -Neden hocam?
- -Çünkü öyle bir fikir abidesini kaybetti mi? .. Partiler fikir üzerine kurulur.. Her şey çöker.. - İster Milletvekili ister Bakan , ister Başbakan , ister Cumhurbaşkanı, isterse büyük Bürokrat düzeyinde olsun ABD’nin anahtarını İsrail’de arıyorlar. Ben de onlara şunu öğretmeye çalışıyorum: İsrail’in ayağına gidip küçülmeyin.İstanbul’daki Musevi 
cemaatine talimat verin işleri oradan çözün..

- İNETENYAHU, DARBECİLERE SAĞLAM DURDU ERBAKAN DURAMADI. -

 -Siz daha önce REFAH -YOL hükümeti düştüğü zamanda diyordunuz ki Erbakan hoca Netenyahau’ya yardım etmediği için düştü, düşürüldü dediniz?

- Öyle demedim. O yanlış anlaşıldı.Netenyahu ile işbirliğine girmedi..
- -Evet.. Öyle dediniz.

- Çünkü Netenyahu o dönemde darbeci generallere karşı bir çıkış yapmıştı.Dedi ki darbeci generaller İsrail de Netenya’uya “ Bak” dediler.. “Senin çoluk çocuğun var.Bunların hangi saatte nereye gittiğini biliyoruz.” Yani, çoluk çocuğunu temizleriz manasında..Netenyahu onlara şu cevabı verdi. Benim yüce Rapbim de sizin çoluk çocuğunuzun nereye gittiğini biliyor dedi. Darbeci generallerin birinin kızı, Netenyahu o demeci verirken Paris’te metroda kazada öldü.

 - -Türkiye’ye iz düşümü nedir?

- Şudur: Erbakan bunu söyleyebilirdi. Yani “Siz 28 Şubat yapıyorsunuz ama. Rabbimin 28 çeken, 28’ide içine alan çok ayı vardır. 28 Mart vardır... 28 Nisan vardır.. Mayıs, Haziran vardır. Siz beni bir tek 28 Şubat’la tehdit ediyorsunuz bende size hatırlatıyorum Rabbimin bir çok aylarının daha 28’leri vardır” diyebilirdi.Ve karşısında hiç kimsenin dikiş tutturacağından da hiç kimse emin olamazdı. Hatta ben şundan emin olabilirim. Asker yüz geri ederdi. ... Bunu yapamadı.. Bunu yapması içinde Netenyahu ile bir telefon görüşmesi de yeterdi. Kardeşim sen darbeci generallere çıkıştığın zaman ne oldu? Kovdular mı...Korktular mı?..

- Netenyahu’da gitti?

 - -Netenyahu seçimle gitti. Netenyahu’nun ayrıca gidişi şöyle de iyi olmuştu. Netenyahu Türkiye ile, ABD ile ilişkiler kurabilen bir adamda değildi. Sırf Erbakan’ın değildir günah . Oda suçludur.Oda Erbakan’a elini uzatabilirdi. İkimizde darbe tehdidi altındayız gel seninle fikir birliği ortaklığı yapalım.Gerçi Erbakan buna yanaşmazdı. Yani. Onunla konuşmaktan kaçındı ama.Vebal altında kalmazdı Netenyahu da en azından.... Ben o dönemde ..O dönemden önce...

 -
 ASLINDA ERBAKAN HOCANIN YANINDAKİLER DE HİÇBİR RİSKİ GÖZE ALMADILAR.

- -Siz Erbakan’a gittiniz mi?
 - Erbakan’nın... o günlerde yemekte yanında ben oturdum.

- -Hangi yemekte?
- -Meşhur bir yemeği vardır.Belediye başkanlarına verdiği.
- -Yoksa şu Konuttaki yemeğe mi gittiniz?

- Ha.O.. Din önderlerine verilen.. Ondan daha önemli. Bu benim söylediğim.Aslında 28 Şubat’a sebep olan yemektir.
- -O nedir hocam?

 - O belediye başkanlarının önemli olanlarını, milletvekillerini ve bazı basın mensuplarını çağırdığı .. Kösede orda i di -İlnur Çevik- Ve onlara şunu söyledi. “Biz bir dönemeç noktasındayız.. Hepinizin tek tek fikrini almak istiyorum.Böyle bir dönemeçte ne olur?” Yani genel kanaat yani “Efendim, siz direnin askere posta koyun . Gerekirse onarı kovun, emekli edin denseydi. Belki bu yönü de seçecekti. Aslında Erbakan hocanın yanındakiler de bu konuda hiçbir riski göze almadılar. Mesela Abdullah Gül o zaman ben Erbakan hocanın solundaydı.sağ tarafımda Şevket Kazan vardı.Abdullah Gül benim belki üç dört sıra ötemde oturuyordu.

- - Demek ki kıdem olarak üç dört sıra ötede imiş, böyle olunca siz ne dediniz?

- -Ben şimdi. Bu yönde konuştum, yani “siz “dedim. “Beyaz saray Sözcüsü N.B. ile - o zaman bizim Arifan radyonun yayınlarını takip ederdi telefonla tercüme ettirirdi.- konuşun.” Ve sözcü, şeyi korumak itiyordu. - Arifan radyoda gümbür gümbür konuşuyordum.. “Ey ibişler.. Ey ... ibişler.. Sizin aslında bir gücünüz yok da karşınızdakiler ödlek.” Bunu her cumartesi söylerdim. Ama her Cumartesi. Diyorlardı ki asker gelir orayı basar.

JEEP’İN SIRRI VE BEYAZ SARAY SÖZCÜSÜ

-Peki herkese bir şeyler oldu.Ama buna rağmen size dokunmamalarının sebebine?

 - O zaman açıkça söylüyorum: ABD’den mi geliyordu araba.yoksa Avrupa Birliğinden mi geliyordu.Bilmiyorum. Ben programdan çıktığım zaman siyah büyük bir Mercedes cip, pencereleri kapalı. Perdeli. Yani koyu renk cam değil.Perdeli... Farlar dibine kadar açık. Arifan radyonun girişinde bekliyor. Askeri bir araba olduğu belli... Beni o araba getiriyor. Bineceğim taşıta kadar takip ediyor.Bindiğim taşıt evimin önüne geldiğim dede evimin önünden ayrılıyor. - Sizin güvenliğinizi sağlamışlardır? - Benim güvenliğim ve korumam sağlandı.

 - Çok enteresan.

 - Ama ABD’mi yaptı Avrupa Birliği’mi bilmiyorum.Bu konuda benim hiçbir fikrim yok.Yalnız. N. B. Beyaz Saray sözcüsü idi. - Bizim Arifan Radyoyu aradılar. Dediler ki “Şu numaraya dönün..Bize verilmiş numarada şimdilerde 455 li numaralar var.Onlardan biri değildi. 468’li bir numara idi.Şu numaraya dönün bir tercüman sizinle görüşecek çünkü sizin programınız Beyaz Saray sözcüsünü N.B’ye dinletiliyor “ deniyor. Peki.. Döndük biz. “Benim İngilizce’m var” dedim.Ben pratik bir mesaj vereyim.İngilizce olarak şunu söyledim. “Programda -asaletmaapları- ekselansları neyi beğeniyor? “ Dönüş: “Darbecilere kafa tutuşunuz beğeniliyor.” Neden bu iktidar tarafından paylaşılmıyor.Siz dinci bir radyosunuz.İktidar neden bunu sizinle paylaşamıyor? Benim cevabımda “Bunlar ödlektir” oldu. Ben bu şekilde...

 - Aslında Amerika 28 Şubatta sürecinde Hükümeti cesaretlendirdi mi demek istiyorsunuz?

- Yani aslında.Tabii. Askerin burnunun sürtülmesini istiyordu 28 Şubatta ABD.. - Bir daha darbe yapamasınlar istiyordu.
. - Bunu daha sonra yaptılar mı diyorsunuz. Bu hortumlar filan, kimi askerlerin pisliğe bulaşması şeklinde?

 - Kesinlikle .. O çuval... hepsi onun devamıdır. - Yani burunu sürtme işi?
- Hepsi onun devamıdır.O dönemde kafaya koymuşlardı, burun sürtmeyi..

- Yani ABD istiyor ki bu bölgede ticaret serbest olsun .Güvenlik sağlansın. - -Allah senden razı olsun. Tamamen söylediğiniz gibi - Ticari yollar güvenli olsun
- Evet..
- Ama sınırlar içerisinde de herkes kendi işine baksın. - Herkes kendi işine baksın..Sivil idarelerde, sivil otoritelerde bayağı kuvvetlensin. .. Ben burada bu devrimi yapıyorum. Siz hepiniz biliyorsunuz Ankara’da benim yaptığım devrimi. Yani ..... ağız dolusu küfreder hakkında hiçbir şey .. - Tamam... İşlem yapılmadı. - İşlem yapılmadı. Nasıl bu adam? ... Yani merhaba diyeni içeri atıyorlar.Adam küfrediyor. Tabi .... darbeci kesimi. Hepsi değil.Darbeciye ana avrat dümdüz gidiyorum.. Bir şey olmuyor. Ne oluyor? O zaman adamı kim koruyor? Adam da kimin koruduğunu tam olarak bilmiyor ama diyor ki ben çıkıyorum radyodan böyle bir araba geliyor.Bu araba bana eskort ediyor.Bu arabayı gönderen başka yerde eskort etmez mi?

- Eder..
- Mesela telefon edipte Türkiye’nin eğer – o günlerde- her şeye rağmen dışarı ile irtibat kuran bir içişleri bakanı varsa, bir emniyet genel müdürlüğü varsa, bir genelkurmayı varsa telefon edipte bu arkadaşımıza dokunmamanızı tavsiye ederiz demez mi?

28 ŞUBAT DÖNEMİ ASLINDA BİTMEDİ. DİĞER RAUNTLAR NE OLACAK BELLİ DEĞİL

 - Diyebilir. Yalnız propaganda usullerini siz iyi çözer iyi bilirsiniz. Sinir uçlarının ne düşündüğünü ölçmek için de konuşturmazlar mı? .. Nasıl olsa.. “Arifan radyonun çapı nedir?.. Hükümet de zaten bu tarafa bakmıyor. Korkuyorlar, dolayısıyla en azından burası ne diyor” diye açık bırakmış olamazlar mı?

- -Şimdi bunu şeye yapmaları lazımdı.Ama ona zulmettiler.Dilipak’a yapmaları lazımdı.sinir uçları ne diyor testini – eğer bunlar senin söylediğin kadar akıllı kişilerse ve eğer sinir uçları testi diye bir kavramdan da haberleri varsa onu Dilipak’a yaptırmalıydılar. 28 Şubat dönemi bir uzun süreç.Aslında bitmedi. - Bin yıl sürecek dendi zaten. - Onu Demirel çok da işkembeden atmadı. Bin yıl sürecek dediği şuydu: Adamı anlamıyoruz biz. O diyor ki: 28 Şubat tek devre bir maç değil. Belki boks maçları gibi bunun bir çok raundu var.Rauntlardan birinde görünüşte dindar bir parti yok edildi. Ama rauntların öbüründe ne olacağı bilinmedi. Diğer rauntlarda ne olacağı bilinmedi. Diğer rauntlarda ne oldu? Nasıl bir şey oldu?..Diğer rauntlarda mesela MHP yıpratıldı. MHP geldi Ecevit’in emrine girdi.

- Ecevit de yıpratıldı.

- Ecevit zaten tarihten silindi. Bu arada ANAP gibi bir parti yok edildi. Ondan sonra 28 Şubat Döneminde benim Arifan Radyo’dan anlattıklarım- çünkü ben Arifan Radyo’da bazen gelen talimatları okudum. Mesela o zaman bir müsteşar hanım vardı. Avrupa Birliğinden mi ABD’den mi kim olduğunu söylemeyelim.İsminden arayıp bulunsun. Margıret Şhimit diye bir hanımefendi vardı. Margırt Şhimit hanımefendi benim radyoculuk karayerimin daha güçlenmesi, benim basında daha iyi tanınmam için her tarafa emirler verdi. Bana destek oldu, yanımda bulundu.Böyle bir hanımefendi.

 TOPLUMUN ÖNÜNE ÇEKİLDİM

- Yani Vakit gazetesinde yazmanızla, Şalom gazetesinde yazmanız da bu desteğin bir etkisi var mı?

- Öyle değil.Çünkü Yahudiler zavallı adamlardır.Beyinsizdir de çoğu. Onlar Tevrat şeriatını da bilmiyorlar.Tevrat şeriatında bazen büyük yanlışlara düşüyorlar. Ben İbranice bildiğim için... Mesela Tevrat şeriatında abdestin ne olduğunu onlara anlatıyorum.Gazetelerinde yazıyorum.Bu gün bizim Vakit işledi bu konuyu.. Şalom’da. onlara demişimdir ki aslında Hz.Tevrat’ın emrettiği abdest şeyden, İslamiyet’in istediğinden fazla. Yani orada (Yahudilere ait Şalom gazetesinde -yazmam tamamen dini sebeple oldu. Zaten biliyorsunuz. Diyanetin uluslar arası ikinci din şurasında da hem Müslümanların şeriatı ile ilgili bilgi verdim.Hem de İbrani şeriatı, yani Hz. Musa -Tevrat - şeriatı ile ilgili bilgiler, ben verdim. İzhak Helva vardır. Şu anda Haham başı olan , o adam bu işi fazla bilemedi. Bu bir anlamda da Yahudilerin dini zafiyetini, zayıflığını gösterir... Yalnız Vakit’te yazışımda müstakil bir yazış oldu.Yani Margırt Şihimit hanımın oraya tesiri olmadı. Bir şeye Margırt Şhimit hanımın çok büyük tesiri oldu. Birden bire etrafımda ben o dönemde bir “D” gurubunu görmeye başladım.Ne söylesem manşet oluyor.Hürrüyet’te üç defa üst üste manşet oldu.Kanal D’de üç dört defa ana haber bültenleri benimle başladı.

- Yani sizi toplumun önüne çektiler.

 - Cevizoğlu _(Hulki Cevizoğlu) beni bir defa değil iki defa şeye çağırdı. Evet toplumun iki de bir önüne çekildiğimi hissettim.
- Peki o süreç bitince de geriye çekildiğinizi hissettiniz mi?

 - Şöyle çekilmedim. O süreç bitince mesela bana Vakit sahip çıktı. Yav bu adam kanal D’ye çıkıyor . İslam Şeriatı diyor. Cevizoğlu’na gidiyor İslam şeriatı diyor. Yani dönmüyor bir türlü yolundan.Dönmediğine göre tam bize uygun bir adamdır.Önce Cuma’da sonra Vakit’te yazmaya başladım. - Sizi Vakit’e mi monte ettiler? - Beni Vakit’e monte eden, onlar olmadı. Benim Türkiye’de basının ön planına çekilişim oldu. Birden bire ön plana ..

- Şimdi aynı ilgi diğer basında devam ediyor mu?

- Ha.. Şöyle devam ediyor, diğer basında ilgi..Onlarla görüşmeyi ret ediyorum. Mesela Bu gün Vatan’da sizin gibi benimle görüşmek istedi. Ben dedim ki internet üzerinden görüşelim.. Çünkü sizi tanıyorum. Yani siz beni burada zor duruma düşürecek bir şey yapmazsınız.. Öyle bir niyetinizde olmaz.

 - Hayır. Ben sorarım. Cevaplarsınız ya da cevaplamazsınız..

 - ..... ona ne kadar güvenebilirim, ne diyeceğini ne bilirim? ..

 - Siz Tevrat’ı iyi bildiğiniz için şunu soracağım.. Dicle ve Fırat’ın Tevrat’ta bir açıklaması, anlamı var mıdır?

 - Kesinlikle var.
 - Nedir Hocam?

- Yani bu Arz-ı Mevuut dediğimiz kavramı bizim Tansu’da ( Eski başbakan Tansu Çiller) bilmediği için pot kırdı.Hatırlarsınız. Gitti dedi ki “Bir gün Arz-ı Mevuut inşallah sizin elinizde olacak!” Yani şunu bilmiyor ki Arz-ı Mevuut’un içine Diçle ve Fırat’ın Türkiye’deki alanı da giriyor. Bu var. Hz. Tevrat’ta bu var. Yalnız Hz. Tevrat’ta bu var ama bizde de bunun karşılığı var.

- Bizde diyoruz ki Müslümanlar olarak ..Eğer Mehdi Hz’leri gelirse diyoruz..

 - 
ORTADOĞU ŞEKİLLENİYOR, TÜRKİYEDEN İSRAİLE YÜKSEK DÜZEYDE ZİYARET TEHLİKELİ

- Sorduğunuz şey, bir konuyu açtı. İzin verirseniz ona değineyim.Bir çağrıda bulunalım.Türk diplomatlarının olsun, Türk devlet adamlarından olsun bileninden Tevrat – bileninden ve o dilden Hz Tevrat’ı İbrani’ceden okuyanlardan derhal bilgi almaları lazım. Derhal.. Yani Cumhurbaşkanı, bu işlerde gözü yoksa, bu taraklarda bezi yoksa , o yoksa Başbakan. Onun bu taraklarda bezi yoksa, ben biliyorum havasındaysa bakanlar “ diyecekler ki gel bakalım bize şunu anlat.Çünkü bu günlerde bunlar Ortadoğu’daki hayatı değiştiriyor. Mesela adam bekliyor ki Mescid_i Aksaya yürüyeyim. Ne olacak? .. Mescidi Aksa’ya yürüyüşün sonunda üçüncü infidada da çıkarsa Türkiye’den de otuz bin genç oraya savaşmaya giderse .. Size soruyorum.Otuz bin kişi oraya sızdı ve gitti.Tam silahlandı ve gitti.Çeçenistan’a gitmedi mi Müslüman kardeşlerimiz.Hala orda değiller mi? Ne olacak?.. Türkiye bu savaşın parçası haline gelecek mi gelmeyecek mi? -Unsuru olur.. Otuz bin aile canım.Unsuru olacaksınız yani.

-Devlet olarak değilse de halk olarak

-Evet.. Soracaksınız.. Yani..Çağıracaksınız.. Benden daha iyi bilen varsa ona sorsunlar. Sen görüyorsun.Banim zamanım yok.senin gibi kıymetli insana ayırabiliyor muyum.Aslında kimseye ayırabilecek... Bir bakana ayırabilecek zamanım yok. Buna inat... -Ama İsrail’e milletvekili götürebiliyorsunuz. Dolmuşa bindirip götürüyorsunuz.
 -Hayır. Hayır.O İsrail’e gidenler şimdi. Tayyip Erdoğan’da gidiyor.. Bana göre yanlış zamanda gidiyorlar.

-Niye?

- Tayyip Erdoğan şu anda hayatının hatasını işlemek üzere, bu hareketle. Derhal iptal etmelidir bu geziyi.
- Neden?
 - Çünkü Mescid-Aksa ili ilgili en büyük problemin çıkmak üzere olduğu bir zamanda giderse tahrike sebep vermiş, cesaret vermiş olabilir. - Tahrik mi olur diyorsunuz?
 - Yok, cesaret verme olabilir. Yani derler ki ... Mesela Mescid-i Aksa’da Yahudi bir militan gurup saldırdı. Tam bunun seyahat ettiği zamana rastlarsa... Siz felaketi düşünebiliyor musunuz? Bunu İslam Alemine nasıl anlatırsınız..Apar topar uçağa binip geri dönse olmaz..
 - Yani birinci dünya harbine neden olan o prensin öldürülmesi gibi bir şey ..
- Bakın tamamen aynı. Bunu söylüyorum. Mesela bizleri çağırıp da hocam bir gel. Hakikaten Tevratta ne bölüm var, ne anlatıyor...

- Ama İsrail’de bu geziyi çok arzu ediyor, gelsin diyor.
- Yani onların arzu etmesi acaba bırakın Tayyp’i halkımız için hayırlı mı?... Siz ne düşünüyorsunuz? Halka şimdi sorsak.. “”Gitsin mi, gitmesin mi” diye .Şu dönemde..
- Sormamız lazım.
- Yani ne olur bir anket yapın.
- Sormamız lazım. Ama bizim ülkede de böyle bir sorma işi olmuyor, sorsanız da iktidarlar ilgilenmiyor.
- - Eee bi.. Anayurt olarak yapın bunu Hayır görürüm. Ben.. Ortadoğu bu kadar karışık. Celal Talabanı amca geldi oturdu makama..
- Peki .. Celal Talabani’ye aşiret lideri diyorduk.. - Hafife alıyorduk.Cumhurbaşkanı oldu. - Pasaportu da bizim amca diye biz veriyorduk.

- -.......

- Talabani Irak devletinin Cumhurbaşkanı. Bizim Cumhurbaşkanımıza denk. Ziyaret etse altına halılar sereceğimiz adam. Ne yapacağız bu durumda? - Lütfen şunu görmeye çalışalım ve artık görelim lütfen .Rahmetli Özal., iyi adam kötü adam lafını bırakalım bir tarafa..Ama o zatın söyledikleri vakti zamanında yapılsaydı.Mesela bir koyup üç alacağız dediğinde Türk ordusu Kerkük’e girmiş olsaydı..Her şeyden önce ihracat-ithalat arasındaki makas böyle açılmazdı.Bu bir. - İkincisi de Türkiye bir ekonomik krize şimdi olduğu gibi gebe kalmazdı. Şu anda kriz yok.Ama ne kadar benzeşiyor.Ekonomik krizin patladığı günlere şartlara ne kadar benziyor.Makas açılmış.Türk parası aşırı değer kazanmış. Ve daha tehlikelisi refah var.Halk istifade etmiyor..

 ERMENİ BENLİ LİDERLER VAR

- Bizde iki buçuk yıl önce Ermeni konusunda genel görüşme açılsın diye TBMM’ye önerge verildi. Hükümet hiç üzerinde durmadı. Şimdilik böyle bir konuya ihtiyaç yok, böyle bir şey yok dendi. Ama bu gün Çarşamba günü her ne hikmet ve nasılsa TBMM gündemine geldi ve genel görüşme açılıyor.. Nedir bu Ermeni meselesi?

- Ne kadar hazin, ne kadar acı, ne kadar korkunç bir şey anlatıyorsunuz.... Şimdi Ermenilerle ilgili iki tane iddia var.Birisi tehcir, göçe zorlamak.Birisi bu..İkincisi de soykırım.İddialar bunlar. Eğer biz insansak ve bizim bir hafızamız varsa ben şimdi size Erzurum’da aile büyüklerimden dinlediğim bir şeyi anlatayım. Babamın babası Molla Mustafa rahmetli Yemen’de şehit oluyor. Babamın annesi de köyünden dışarı çıkmıyor. Arif Sağ’ın köyüne yakın bir Sünni köy .Onlarınki Alevi kültürüne mensup bir köy. Annemin anne tarafı Arabistan’dan göçüyor Medine’den Aradel Arabi’nin çocukları Aver köyüne iskan ediyor bunarı Osmanlı, Aver köyüne.Erzurum’un şehir merkezine otuz kilometre mesafede bir köy. Bu insanlar Erzurum’da anlatılanlardan habersizler. Çünkü uzun yol. Her an gidip geleceğiniz yol değildir. Diyorlar ki orada.. Genç erkekleri büyük camiye doldurup Ermeni yaktığında .. Oğlunu yakıyorlar yaşlı bir anne kalıyor.Bunlar sokaklarda donmamak, açlıktan ölmemek için köylere kaçtılar. Bizde sorduk.Siz hanımefendi bir kadınsınız.Veya yaşlı bir erkeksiniz. Siz bey efendi bir dedesiniz. Neye köye kaçtınız? Biricik oğlumu Ulu Camide yakınca Ermeni, ben köye kaçmak zorunda kaldım. Çünkü şehirde kim kime dumduma. Kimse bana bir lokma ekmek vermez. Ama köyde misafir odası vardır, oraya koyarlar. Donmam. Bir bardak su olsun içerim. Bir kuru ekmek.. Şimdi ben size soruyorum.Bu konuları işleyen kaç kitap okuduğuz..Yani Türklerin bu konuda gördüğü zulmü
- Pek az
. - E ne hakkımız var anlatmamaya .Bizim böyle bir şeyi anlatmama hakkımız var mı? - Eğer anlatırsak ırkçılık damarımız kabarır!
- Üstadım böyle bir şey .. Böyle bir zihniyetin Allah iki dünyada da cezasını verir.çünkü - Demişiz ki Yurtta sulh cihanda sulh bize yapılanları unutalım, yabancının..

- Bir defa sizin söylediğiniz şekilde yaklaşırsak Allah’tan korkalım.Gerçeğin üzerini kapatıyorsunuz. ..Bir millet nasıl “yurta sulh cihanda sulh” diyerek yaralarını uyduruk pansumanlarla kapatabilir.Böyle bir şey olur mu? İntikam almak yalnızca gidip adamı camiye doldurup yakmak değil.Ama.yayınla intikam alabilirsin. İslam’da kaç tane mücadele yolu var: Eliyle . yapamıyorsan diliyle, yapamıyorsan gönlünle.. Kardeşim elin çolak mı yav...İki tane kitap yazsana. Kimdir bu Ulu Camiye doldurulup yakılanlar? Buna bunu neden Arap göçmeni olan anneannem uydursun da anlatsın? Derdi ne? Zaten Erzurum’un içini hayatında iki kere görmüş. Görmediği bir yerle ilgili size uydurma bir şey anlatsın. Arif Sağ’ın köyü Aşkale’de bu gün bile zor gidilen bir köy.. Onun yakınında Çırnıt, Topal Çavuş benim babaannemin kocası Molla Mustafa Şehit olunca zaten o köyden çıkma cesareti bile kalmamıştır.Araba yok zaten..Nerden bilecek de anlatacak? Böyle bir şeye ihtiyaç bile yok. Erzurum’un içindeki anlatsa. Denebilir ki bu şehir işgal gördü. İşgalde Psikolojik harp numarası çektiler.Ermenileri de kestiler. Kendileri de bunu böyle anlatıyor.Ama bunu( İşgale uğramamış) köylü anlatıyor.. Benim Ermeni benli general diye bir şiirimde ‘’Karakutu”da çıktı.Ermeni benli lider. Türkiye’de Ermeni benli liderler var.Hala “karakutu”da duruyor.. O şiirim duruyor.Ermeni benli liderler Türkiye’de var. Başımızda bu insanlar..İsim ver..İsim vermem.Niye vermem? .. adam yerine koymamda ondan, korktuğumdan değil.. Ermeni benli lider var Türkiye’de..

MAĞDUR YAKINLARI DÜNYA İNSANLRININ VİCANINA HİTAP ETSİN

- Siz Ermeni yok diyorsunuz?

- Yav.şimdi..Bu Ermeni benli lafı zaten çok enteresan.. Namussuzun anası babası belki Türk de ..İşte o Ermeni beni ile doğmuş..O cibilliyetsiz.O Ermeni beni ile Ermeni gibi davranıyor.. O aslında onun yüzünün kiri. Onun yüzündeki leke .. Belki para alıyor.Belki ülkeyi satıyor.Lider pozisyonuna gelmiş insanların gücümü yok Allah’ını seversen.Yani Van’a Erzurum’a ne zulüm gördünüz diye halkla konuşacak gücümü yok bu liderlerin.O zaman yapacakları tek bir şey var. Diyecek ki vatandaşlar. Biz hep müsteşarları yurt dışına çıkarmayalım.şurada şöyle Ermenilerin yaktığı alilerden orta yaşlı kendini bilir adam götürelim.Amerika’da Avurupa’da konuşsunlar, konferans versinler.Nasıl yakılmış babaları dedeleri. Tarih tekerrür eder. Dün bizleri camiye doldurup Ermeni yakmıştır. Yarın başkası yakar.Yarın başkaları yakar. Bunun sınırı yok.Buna nasıl sınır koyacaksınız.Soruyorum..Yani.. APO ister Ermeni olsun, ister olmasın yaptığı iş neydi? Canilikti..Cinayet işledi. Şimdi Apo çok saygı değer insan(!) oldu. ...... Ermenin yakamadığını da çıkar Apo yakar..Eğer susarsanız sonucu o olur. Bu adamlar yanmış.. Bu adamları bulmak kolay. Bende gidip bulabilirim..Devlet benden de isterse ailesini körpecik fidanlarını camide yanmış olanların cesetlerini.. Gider buluruz. Erzurum yıkılmadı ya.Buhar olmadı ya..Ben hem de yabancı gözlemcileri alarak gideyim.Bu insanları bulup konuşturayım..Bundan korkacak ne var?...Eğer dünya bunu anlamazsa biz o zaman millet olarak teslim bayrağını çekelim.Ama sizi temin ederim gidip bulurum. .Bu gün “Karakuta”da ki yazımda belirtim.Fransa’daki adam.Korsikalı adam diyor ki; Türklerle Ermenileri kışkırtıp bir birbirlerine düşüren Yahudi bu gün zengindir diyor. O doğrudur yalandır.Oturmuş hakikatin hakemliğini yapıyor.”Ermeni soykırımı da yoktur” diyor “Bunlar bir birlerini kesti” diyor.”O onu öldürdü, öbürsü onu şişledi, aralarında böyle bir şey oldu . Kanlı bir hadise oldu. Burada soykırım filan yoktur” diyor adam..

 YAHUDİ, TÜRKİYEYİ SEVİYORSA BU ARZ-I MEVUUT NE?

- Dünyanın her yerindeki Yahudi’yi İsrail devleti aylıyor vatandaş yapıyor, Türkiye’deki Yahudi’yi neden almıyor?
 -Yani onların şöyle bir özelliği var.Bir yazımda yazdım.Dikkat ediyorsunuz Türkiye’yi Ermeni konusunda en çok destekleyenler ABD’deki Yahudiler. Neden?.. “Bunlar bu kadar mı Türkiye’yi seviyor. Bunları ben sormuyorum..Avrupa soruyor..Avrupa soruyor bunu.. Ne oluyor bu heriflere ? Nerden birden bire bunlar Türk dostu oldular, Yahudiler dünyada en çok Türkleri mi sever “ diyor? Buna niçin inanalım? Seviyorsa bu Arzu Mevuut ne? - Ülkenin yarısını istiyor .Ama Ermeni konusunda Türkiye’yi destekliyor?
- Destekliyor..
- Yukarıyı, Ermeni’ye vermeyin ama aşağı benim olsun..
 - Allah Allah ... Bunu nasıl izah edebiliriz biz..
 - Nasıl izah ederiz?
 - Bence şöyle izah ederiz biz.Avrupalıyı daha tanıyamadık.Gidip Avrupalıya derdimizi anlatsak anlayacak.Kardeşim soykırım değildir.Kanlı bir hadisedir..O da benim fidanlarımı yakmıştır der işi bitirirsiniz. ....Şimdi biz tekrar. Amerika’da da Kanada‘da da bunu yapmak zorundayız.. Bunu biz Amerika’da da yapabiliriz. Çünkü Amerika’da Yahudi aleyhtarı faaliyetlerde sivrilikler gözüküyor. Yahidi ağır sanayiine giremez.Biliyor musunuz bunu?
- Hayır.
- Her şeye girer. İlaç yapar, basına girer.. Ağır sanayie giremez. Ağır sanayie adımını atamaz Yahudi?
 - Neden?
 - Çünkü Amerika aynı zamanda bir Yahidi aleyhtarı devlettir.
- Ya derler ki Amerikanın kurucu babaları Yahudi taraftarıdır.
- O işin öyle gösterişidir. Hiç öyle bir şey yok. Hiç öyle bir şey yok.. En basit yol. Amerikalı bir genç kız süt be süt bir Amerikalı yani Vasp, yani Anglosakson Protestan genç kız gitti İsrail’e dedi ki burada Filistinlilerin evini yıkan greyderin önüne kendimi atacağım.Attı ve parçaladı Gidip bu insanları bulalım.Amerika’da bu şerefli insanları bulalım da derdimizi anlatalım yav. - O zaman İsrail’in aleyhine de olur!.
 - İster İsrail’in aleyhine ister, Ermenilerin aleyhine..Kimin aleyhine olursa olsun anlatalım. - İsrail bizim stratejik müttefikimiz!
- O zaman yarın çıkar Apo..Ermenilerin bıraktıklarını o yakar.. İsrail aleyhtarlığı, İsrail düşmanlığı yapalım demiyoruz arkadaş..Gidelim ermeni davasını Amerika’da öyle anlatalım ki bana ne yapıldı, hepsini tek tek anlatayım.Karşılığında beninde yaptıklarım varsa onu da anlatsın..Karşılıklı yapılmış. Korkmağa lüzum yok..Gittim adamla kavga ettim. O gözünün üstüne bir tane patlattı sende onun karnına tekme çattın bir seksen yere devirdin.İkinizin de korkacak neyiniz var?
- İnşallah..Ben sizden şunu bekliyorum Anayurt olarak: iki tane meselemiz var. Tayyip’in biraz Tevrat bilerek oraya gitmesi. En iyisi hiç gitmemesi.Ama gitmeden önce bu işin uzmanından azcık ders alması
- İkincisi de Ermeni konusunda Avrupa ve ABD’ye hiçbir şey anlatamadık. Bütün bu başımıza gelenler ondan. ....Oradaki namuslu insanları bularak, onlara ulaşarak.Onlar çok..Amerika’da ve ABD’de. ulaşarak . Hiçbir şey anlatmıyorum arkadaş. Bir hadise anlatıp gideceğim.Erzurum’daki Ulu Camiye doldurulup yakılanlar..Anlatıp döneceğim..
 - Yani insanların vicdanına diyorsunuz.

- Tabi tabii. Bu gazeteci olabilir,yazar olabilir.mimar, mühendis olabilir, sivil toplum örgütü başkanı olabilir, sendikacı olabilir. Bu namuslu insanlar kim olursa olsun. İşte Korsikalı. Ben yazımda yazıyorum.Lehte aleyhte bir şey demiyorum.Bak Korsika’da bunu söylüyor adam. Onu gidip bulacaksın.Allah razı olsun.Sen bir Fransızsın, Hrıstiyansın ama Allah dostusun.Benim hakkımı savunuyorsun.Ben sana şu Ulu Cami işini bir anlatayım ağbi. Akşam uçağına da binip gideyim.. Biti..

TÜRKİYEDEKİ YAHUDİ SERMAYEDAR İSRAİL İÇİN ÖNEMLİ

- Türkiye’deki Yahudilerin İsrail için önemini soruştum.Cevabını alamadım.
 - İsrail için önemi şu: Türk Yahudileri bayağı zenginler çıkardılar.Bu gün... bir takım Yahudi zenginlerinin adı çıkmış. Bu ad önemli değil. ....... belki de dünyanın en zengin onuncu adamıdır. Çünkü Türk’e başörtüsünü satan Yahudi’ dir bu adam.Türk’e başörtüsünü satmıştır .... Şimdi ..... gibi bir dünya devi.Hem de gizli dev. Böyle birisini düşünün ben eminim dünyada o adam ilk ona giriyor. Akide şekerinin tanesini on milyona satıyorsa K.. ne, K..kim?..Git ...’dan akide şekeri al bakayım. Gömlek alıyorsun.Nedir o bez? 400-450-500 milyon. Peki ben sizden şunu öğrenmek istiyorum.Bu kadar Türkiye ortamında palazlanıp semirebilen bir ... İsrail için çok değersiz olabilir mi, orta değersiz az değersiz olur mu?
- Böyle bir sermayenin hükümetler üzerinde gücü olmaz mı?
- Hiç olmaz mı canım? Dünya da ilk ona giriyorsa. Hiç adı okunmuyor. Sessiz sedasız ..Bir şeyde üretmiyorsunuz .Başörtüsü..Akide şekeri.. Gömlek..
- Başlamış 1940larda Türk’e başörtüsü satmış bu.. Her halde sorunu cevaplandırdım.
 - Ve cenaze bezi …Keh Keh…Keh..

 

Erdoğan SÜRAT  11 Nisan 2005 Ankara

 

... ...........0000000000......

Gönderen Necati Çavdar zaman: Salı, Ekim 25, 2005 https://resources.blogblog.com/img/icon18_email.gif 

1 yorum:

https://resources.blogblog.com/img/blank.gif

Adsız dedi ki...

Bu vatandaşın hasta olduğunu biliyorsunuz ve dalga geçiyorsunuz.
Ayıp olmuyor mu?
Bu garibanın akademik unvanlarının olması akli dengesinin yerinde olduğu anlamına gelmiyor. Deli olduğunu anlamamız için "bokunu alıp üstüne sürmesi" mi gerekiyor.
Ayıp ayıp çok ayıp "baba" ya bu muamele yapılmamalı.

 

//////////////////////////

 

https://necaticavdar.blogspot.com/2005/10/erdoan-surat_25.html?m=0

 

…………………..

NOT : 1- Röportaj için gittiğimde masasında ŞALOM gazetesi var idi.

Gazete görünecek şekilde yaynlanmak üzere resmini çekmek istedim, razı olmadı.

2 . Sorumuz “Şalom  gazetesinde yazan....Vakit gazetesinde  yazan  belki de tek  insansınız Nasıl oluyor? İnternette yayınlanan bir yazınızda  Musevi cemaatlerinde  “Mustafa Erdoğan  dokunmaz- dokunmaz vurdu mu da Yahudi’nin belini kırar”  şeklinde  söylendiğini yazıyorsunuz..  Niye bellerini kırıyorsunuz?..” idi.

Teyp kaydının  dökümünü yaptıktan sonra kontrol için kendisine  gönderdim..Tamamına “evet” dedi ve  ilk cümleye  “semavi dinler  şeriatını “  ilavesini rica ederek  sorunun  “Şalom  gazetesinde  ve de Vakit gazetesinde  semavi dinler  şeriatını  yazan  belki de tek  insansınız.”diye başlamasına sebep oldu..

 

3-  Erdoğan Sürat’ı ilk defa  Bülent Arınç gibi RP ileri gelenlerin hazır bulunduğu ve SERVER VAKFI’ndaki bir sunumda gördüm.

Elindeki kanuna benzer bir aleti dıngırtarak güya muhatabının sesini ölçüyor..

Ne ölçme var ne biçme.. Ne kayıt ne değrlendirme.

Telleri dıngırdadarak “sesini ölçtürtüğü  (!) kişilerei kendince analizediyor.İster falbakıyor isterseniz dıngırdatıyor deyin..

Sonrada AKİT ve ŞALOM da aynı anda YAZDIRILDIĞI için dikkatimi çekerek ne ne için diye anlama gayretiyle  bu KONUŞMA –KONUŞTURMAyı gerçekleştirip  yayınladım..

4- Erdoğan Surat’in olayında  konuyla alakalı  iki alıntıyı da ekliyorum.Yorum sizin:

Vakit’le Şalom’un ortak noktası

 


İbrahim Berk   18. Vakit’le Şalom’un ortak noktası 09.2004,

Dindar, mütedeyyin halkla onlara mesafeli bakan her kesim ve kurum arasında yaşanan ihtilaflarını kaşımakla, gerilim ve kavgaları tahrik etmekle ünlü bir gazete...



Her olayı istismar etmeyi çok iyi bilen ve İslamcıların yalınkılıç savunucusu pozlarındaki Vakit gazetesinin AKP iktidarının mütedeyyin kitleler aleyhine, millet aleyhine icraatlarında sessiz kalarak kartel medyası ile aynı frekansta buluşması şaşırtıcı gelmiştir kimilerine...



Ancak Vakit’in, her yanlışı Türk Ordusuna maletme ısrarı değişmemiştir.



Bir kaç ay önce, bir köşe yazarının subaylara hakareti yüzünden tüm generaller gazeteyi dava etti.



Trilyonlarca tazminat cezası ile mahkum olacağı için kapanma tehlikesi ile karşı karşıya derken, yine bir köşe yazarının Yahudileri fırında pişiren Hitler’i haklı bulan yazısı ile ortalığı karıştırdı.



İsrail’in yaptığı işkencelerden bahisle, keşke bir Hitler daha çıksa, dediği için kartel medyasının, Yahudi lobilerinin tepkisini çekti.



Yahudi Hahambaşı, Dünya Yahudi Kongresi, AKP iktidarını uyararak İslamcılar adına Hükumetin ve Vakit gazetesinin özür dilemesini istedi.



AKP bu çerçevede olsa gerek, dört milletvekilini apar topar İsrail’e gönderdi.



Ellerine hediye alarak, Türk lokumu tutuşturarak...



İsrail öylesine memnun kaldı ki, lokuma ne gerek vardı, en güzel Türk lokumu: partiniz AKP’dir, demekten kendisini alamadı.



Bazı, özellikle Nurcu vekiller, hızını alamayarak Yahudi Cemaat liderlerinin ayaklarına kapanarak “Museviler insanlığın onurudur” diyecek kadar ileri gittiler.



Bugüne kadar “Onurlu Müslümanlar”, Batı medeniyetinin gelişimini dahi Endülüs İslam medeniyetine bağlarken, hatta bu tezi Batılılar dahi kabul ederken, Türk–İslam tarihinde ilk kez bir isim çıkıp tüm teknolojik ve medeniyet atılımlarını Yahudilere borçlu olduğumuzu, onların insanlığın en onurlu topluluğu olduğunu söylüyordu.



Ve İsrail’e yönelik şiddet eylemlerini kınıyor, Devleti, Musevilerin hayatını daha iyi korumaya davet ediyor ve İsrail’i eleştiren yazarları kınıyordu.



AKP’li vekil, gerginlik ortamı oluşturan Yahudilere saldıran yazarları kınıyordu.



Bütün bunların Vakit’le ilgisi ne, diye sorabilirsiniz. Şeytan ayrıntılarda gizli.



AKP’li vekilin Yahudi cemaat liderini haber yapan Yahudi Şalom gazetesinin haberlerindeki bir ayrıntı gözden kaçmıştır.



Haberin devamı şöyle: “Görüşmede gazetemiz konuk yazarı Prof.Dr.Erdoğan Surat ve cemaat Başkanı vekili Lina Filiba da hazır bulundu”.



E, ne varsa bunda, Yahudi cemaatinin yayın organı olan Şalom gazetesinin konuk yazarı da Musevi cemaati adına AKP’li vekili ağırlamış olabilir.



Ancak haberin son cümlesi kafa karıştırıcı: “Cemaat Başkanı Silviya Ovadya ve Filiba da, AKP’li vekil İbrahim Özdoğan ve Erdoğan Surat’a ziyaretlerinden dolayı teşekkür ederek kendileri ile tanışmaktan son derece memnun olduklarını dile getirdiler”. Bu ne demek?



Şalom yazarı, Erdoğan Surat ile AKP’li vekil birlikte Yahudi cemaat liderini ziyarete gitmişler.



Ne olmuş yani, diye hemen içerlemeyin. Önce bana, hadi Yahudi hayranı AKP’li vekili öğrendik ama kim bu Erdoğan Sürat diye niye sormuyorsunuz?



Sıkı durun, bombayı eski Vakit, yeni Tercüman yazarı Serdar Arseven patlatıyor. “Prof. Dr. M. Erdoğan Sürat, Müslüman ve Musevi cemaatine yakın bir tıp adamı...”



Kaynak, (www.mail–archive.com/arafiyan@araf.net)



Pek sarsmadı sizi galiba. Alın size bir bomba tespit de benden: M. Erdoğan Sürat, Fethullah Gülen cemaatine yakın bir Yahudi gazetesi yazarı değil.



Ilımlı İslamcı (!) diye Gülen’i öven ama, en şüpheli, en provakatif eylemlerine dahi sempati ile bakacak, Hitler’i arzu edecek kadar radikal Vakit gazetesinin köşe yazarı.



Demek ki, Yahudilerden özür dileyen sadece AKP vekili değil, onunla birlikte Yahudi cemaat liderinin ayağına koşan Vakit gazetesinin yazarı.



Vakit’e soru bir: AKP’li vekille birlikte gönderdiğiniz yazarınız Sürat aracılığıyla Yahudilerden özür dilemiş olmuyor musunuz?



Vakit’e soru iki: AKP’li vekilin ziyaretini haber yaparken sizin yazarınız ile ilgili haberi neden pas geçtiniz?



Vakit’e soru üç: Atıp tuttuğunuz Yahudilerin köşe yazarı aynı anda gazetenizin de yazarı nasıl olabiliyor?



Vakit’e soru dört: Yoksa kapalı mahfillerde can–ı ciğer kuzu sarması, perde önünde kayıkçı kargası mı yapıyorsunuz?



Son soru Vakit okurlarına: Bu çarpık ilişkilerle, her satırında kan damlayan (bu tabir Vakit okurlarına aittir) Vakit sizce kimin tetikçisi.



Her yapay kavganın ardından dayak yiyen Müslüman Türk Milleti uyan artık!

.................000000000000000............

Gazetemizin yazarlarından İbrahim Berk, son günlerde Vakit gazetesi ile Yahudi cemaati arasında yaşanan gerilimin perde arkasına ışık tutuyor.

İbrahim Berk, Yahudilerle “cambaza bak” oyunu oynayan Vakit gazetesine önemli sorular yöneltiyor.

İşte sorular: Gazetenizin bir yazarını AKP’li vekil İbrahim Özdoğan ile Yahudi cemaat liderlerine göndererek özür dilediniz mi?

Gazetenizde yazan Erdoğan Sürat Yahudi cemaatinin de konuk yazarı mı?

Öyleyse Yahudileri tahrik eden Hitler’e övgüler dizen yazılarla neyi amaçlıyorsunuz?

Zaman zaman yapay kavgalarla gerilim üretmenizin nedeni bu çarpık ilişkileri maskelemek mi?




 

                                                                                                                                     

Hakan Yılmaz Çebi

netpano@netpano.com


Arabesk Yahudi İlahisi Mi?

Ankara’dan ağabeyim gelmedi ama;

 

 Geçen Hafta Ankara daydım...

 

 1988-1993 yılları arasında Üniversite tahsilim nedeniyle tam beş senem geçti bu şehirde. O zaman için girip çıkmadığım belli başlı hiçbir semti kalmamıştı diyebilirim. Abidin Paşa’dan Yahyalara; Çankaya Yıldız’dan Batıkent’te kadar bir çok evde misafir olmuş; herkesimden her düşünceden insanlarla sabahlara kadar ülkemin TÜRKİYE’min nabzını tutmuş; netice de geleceğin BÜYÜK TÜRKİYESİ’nin inşa ve inkişafı için kendimizi vakfetmeye kısmetse karar vermiştik.Derdimiz; milli ve manevi kimliği olan atinin neslini önce kendi bedenimizde ruh haline getirmek, sonra da bu ruhun ‘hal dili’ olarak hiç kimsenin özgür iradesine müdahale etmeden bir sinerji olarak diğer genç arkadaşlarımıza tezahür etmesiydi. Bu amaçla hareket eden çoook ‘ihtiyar gençler’ bilirim ...

 

 Her ne kadar şair Ankara’nın İstanbul’a dönüşünü sevse de; benim yüreğimde ANKARA anlatımı mümkün olmayan fizik ötesi bir mekan özelliği de taşır.

 

 

 

 Yazının başında dedik ya geçen hafta Ankara’daydık diye... Sevgili AKP Adana Milletvekili Atilla Başoğlu’nun davetlisiydik. Sayın Başoğlu milli hassasiyete haiz onlarca meselede çalışma başlatılması için Meclis’e soru önergesi vermiş gayretli bir vekilimiz. Bu defa değerli danışmanları Noyan ve Abdullah Beylerin de tavsiyeleriyle istişarenin gücüne inanan biri olarak Petrol mevzusunda bizlerin de görüşlerini almayı uygun bulmuşlar. Yola çıkarken bir günlüğüne gidiyorum diye planlama yapmıştım ama bir haftaya yakın kalmak zorunda kaldım. Bunda hem Atilla Bey’in hem de değerli danışmanlarının dostlukları; hem de ummadığımız derece de farklı çevrelerden şahsımıza duyulan hüsnü zannın da etkisi oldu.

 

 Ankara’ya gittiğimde Atilla Bey’in üzerinde çalıştığı görüntü ve ses  teknikleriyle hem tüketicilerin hem de televizyon başında seyircilerin nasıl biliç altı  işlendiği  ‘Subliminal’ konuda görüşülüyordu. Hürriyet Gazetesi mevzuyu bir gün önce (ne hikmetse?) manşet yapmıştı. Bu konuyu gerek dostum Ömer Özkaya’nın da kitabında irdelediği CIA VE ZİHİN KONTROL OPERASYONLARI kitabından, gerekse HALK BİLİMİ kaynaklarında yer alan fizik ötesi varlıklarla temas konularına vakıf olmuş kaynak kişilerden biliyordum. Bir de bu konuda RUSYA, ABD gibi Enstitü bazında konuları inceleyen ülkelerin yanında  TİBET gibi ezotorik güçler ve teknikleriyle ilgili çalışmaları yakından takip eden dostlarla da takip ettiğimden benim için yeni ve ilginç değil ancak kamuoyunun bilgilendirilmesi açısından önemli bir konuydu.  ....

 

O akşam yemekteki konu; bir gün önceki manşetimiz  yani Subliminal görüntü ve ses teknikleriyle daha farklı neler çalışıldığıydı. Mükellef sofrada sohbeti bu konuda 10 yıldan fazla bir süredir  çalışan dostumuz açtı. Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat’te adeta ilmi destek kıtası gibi hareket ederek sanal gibi görünen sohbeti ressamın kurgusunu tuvale dökmesi gibi anlaşılır hale getirdi. Ayrıca Nükleer Enerji konusunda Türkiye’de uzun süredir çalışan Azeri bir profesör de yemeğin sonuna doğru yaptığı açıklamalarla konuya hiç de yabancı olmadığını ispatladı.

 

 Konuşmalar kavileştiği bir anda Sayın Sürat, Türkiye’de bu Subliminal görüntü ve ses üzerinde oynanan en büyük oyunun bir de müzik piyasası üzerinden yürütüldüğünü söylediki bence yemekte ki en önemli buydu. Kendisi AKUSTİK MATEMETİK konusunda uzman olmasının yanında baba tarafından YAHUDİ olduğunu da söyledi.  Haliyle YAHUDİ İLAHİLERİNİN DE NASIL BİR (İÇSELLİK) taşıdığını iyi biliyor.

 

 

 

Peki bu Müziği sormakta gecikmedik..

 

 

 

Cevap da gecikmedi; ARABESK dedi.

 

 

 

Sayın Sürat devam etti. Siz yıllardır özellikle MÜSLÜM GÜRSES, İBRAHİM TATLISES ve KİBARİYE’nin ARABESK adı altında ne söylediğini sanıyorsunuz ki dedi. Sayın Prof. Kibariye’nin bu konuda her ne kadar okumamış olsa da YAHUDİ İLAHİLERİNİ ARABESKLİ SOKUŞTURMALARINDAN DOLAYI dolayı doktoralı olduğunu bile söyledi. AYRICAAAA     İbrahim Tatlıses’in bir çok şarkısının yanısıra MAVİ MAVİ MASMAVİ şarkısının İSRAİL BAYRAĞI’ndaki NİL ve FIRAT nehirlerini simgeleyen o iki mavi gizemli bant için döktürüldüğünü de söyledi. MÜSLÜM GÜRSES’in ise 50’den fazla şarkısı ise bu meyandaymış. Hatta sohbetin tam burasında bir de espiri yapıldı. Şimdi bu zata siz MÜSLÜM BABA MI DERSİNİZ MÜSLÜM KOHEN Mİ?...

 

 

 

ANLAYACAĞINIZ, Sayın Sürat’in açıklamalarıyla bu güzide sanatçılarımazın yanısıra bir çok sözde sanatçını emek verdiği bu müzik türü ARABESK adı altıda aslında YAHUDİ İLAHİLERİ olarak yıllarca SEVGİLİ NESLİMİZE hizmet vermiş.

 

 

 

Oysa sizler daha düne kadar YUNUS EMRE  gibi yüce TÜRK milleti’nin ve TÜRÇEMİZİN milli ve manevi dinamiklerine ilim nurunu ve kelam kudretini akıtmış ulularının dörtlüklerini, ilahi tarzı musikiye uyarlanmış diye dinleyemezdiniz... Müsbet veya menfi ses ve görüntünün insan üzerindeki tesirlerini bilmem anlatmaya gerek var mı? İnsan ruhu ve bedeni üzerindeki bırakın tesirlerini bitkilere dahi tesirleri hususunda yüzlerce ilmi eser var. O yüzden ARABESK dinleyenlerin sosyo-kültürel yapısı hakkında Halk Bilimci belleğimizle teşhis ve tespit de bulunmaya gerek duymuyorum. Ancak şunu da söylemeden edemeyeceğim. Bir müzik veya musiki türünü dinleyen insanların yaşantılarına dikkat edin; RUHLARININ ŞEYTANA MI YA DA RAHMANİ VARLIKLARA MI DOST OLDUĞUNU RAHATLIKLA GÖRECEKSİNİZ.

 

 Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’

 

 

Allah aşkına beraber bakalım aynaya düşen görüntüye:

 

 Mekan: Bar, Pavyon, Taverna, şehirde olup şehir kültüründen uzek evler

 

 Dinleyici kesimdeki baskın Tipler: Fuhuş, Gasp, Melankoli, Argo, Bitirim Pozları, Sigara-Uyuşturucu, Fondip üstüne fondip...

 

 Kullanılan enstrümanlar : JİLET-DÖNER BIÇAĞI, ŞİŞ

 

 Bir de bu sözde müziği icra edenlerin karnesini çıkarın.

 

 İşin özeti; ‘TENCERE DİBİN KARA, BENİMKİ SENDEN KARA’ !!!

 

 Her alanda olduğu gibi müzikte de ‘MEDENİLERE’ iş düşüyor. Bu tarz seslerle insanın bedeninde hangi soyut varlıkların hakim duruma getirilmeye çalışıldığını biliyorsunuz. Eskilerin habis-i ervaha dediği habis ruhlarla kuşatılmış bir toplum hayvandan daha sefil dürtüler için yaşayacaktır elbet.

 

HER SES SAHİBİNİN DAVETÇİSİDİR!

 

 

 

Ezan Sesi, Şofar sesi, Çan sesi....

 

 

 

Ya Sur’a üflenen?..

.........

Netpano.com

 

 

 

............

 

 

 

 EGE’NİN İNCİSİ NAZİLLİ YAZARLARI

 

                                                         VE HABERCİLERİYLE HUZURUNUZDA

..........

 

GÖNÜL SOHBETLERİ

 

NAZMİYE ÖZENTÜRK

 

KUZEY IRAK VE İSRAİL

 

İsrail, 1952 yılında Kuzey Irak’a bir operasyon düzenledi. Ezra ve Nahemya operasyonları ile 100-150 kadar insanı İsrail’e götürdü. Bunlar Kürt Yahudileri’ydiler. Kuzey Iraktan giden bu insanların çoğu şimdi çok önemli ve çok etkili yerlerde....İsrail’in Kuzey Irak’ta kurulacak Kürt Devletine sıcak bakması ve desteklemesi bunun için doğaldır.

Böyle bir devletin kurulması isteği İsrail’in hedeflerinden birisidir. Kuzey Irak’ta politik yönden Türkiye ve İsrail’in çıkarları elbetteki çatışıyor ve bu durum Türkiye’yi düşündürüyor....

İsrail’in önemli olan askeri kadrosunu tanıyalım. İsrail Genel Kurmay Başkanı Türkiye’den İsrail’e kaçan bir asker kaçağı...Türkiye’de yaşadığı yıllarda hangi adı kullanıyordu bilinmez... İsrail Genel Kurmay Başkanı adı’Moshe Yalon’ aslen bir Türk vatandaşıydı.Bulunamayınca vatandaşlıktan çıkarıldı. Daha sonra da karşımıza İsrail Kurmay Başkanı sıfatıyla çıktı. Mashe Yalon aslen kürt, bu iddiayı dile getiren ise 500. yıl Vakfının Başkanı Mustafa Erdoğan Sürat....

Sürat’ın başka bir iddiası da İsrail Ordusu’nun bel kemiği KÜRT ve TÜRK YAHUDİLERİ’nin oluşturulması... Bu KÜRT-TÜRK Yahudileri konuyu bilmeyenlerin kafasını karıştırıyor ve genel olarak şu sorularla geliyor.

Musevilik, İsrail oğullarına indirilmiş bir din...Musevilik ve Yahudilik IRKA dayanan bir din olduğuna göre, Türkler ve Kürtler nasıl Yahudi veya Musevi kabul ediliyorlar?

1)      Hazreti Musa döneminde “Ben bu dini kabul ettim” diyenler MUSEVİ kabul ediliyorlar. HAZAR Türklerin bir kısmı bu şekilde YAHUDİ oldular.

2)      Bizdekinin tersine, Musevilik babadan değil, anadan geçiyor. Annesi Yahudi olan kişi otomatik olarak Yahudi sayılıyor. 500. Yıl Vakfının Başkanı Mustafa Erdoğan Sürat’ın da annesi Arap, babası Yahudi...

Bu yüzden de kendisini Musevi olarak kabul ediyor. Moşe Yalon, Genel Kurmay Başkanlığı’na yükselirken İsrail’de geçerli olan Osmanlı sistemi örnek alınmış...Onlarda yani İsrail’de eğitimşart değil,...Orduya Er olarak giren Genel Kurmay Başkanlığı’na kadar yükselebiliyor. Bugün hala İsrail ordusunda MEKTEPLME subay sayısı yüzde 10’nun altında...

Ordunun büyük bölümünü ALAYLIYORLAR OLUŞTURUYOR. Hatta okuma yazmayı askerde öğrenip paşalığı kadar yükselenler de oluyor.

Sonuçta istihbaratı güçlü olan İSRAİL; YAHUDİ adı altında bir sızmayı önlemek için kendi içinde bir güçlü bir sistem kurmuş... Sisteme de YAHUDİ’leri kayıt eden sistem diyorlar.

 

   08.02.2005

 

 

 

   Emin PAZARCI, “Kuzey Irak ve İsrail” başlıklı yazısında, İsrail Genelkurmay Başkanı’nın Türkiye’de asker kaçağı olarak yaşadığını, aslen Türk vatandaşı olduğunu ardından karşımıza İsrail Genelkurmay Başkanı sıfatıyla çıktığını belirtmekte, bu iddiaları 500. Yıl Vakfı’nın Sanat Jüri Başkanlığı’nı yapan Mustafa Erdoğan Sürat olduğunu ifade etmektedir. Yazar, “İsrail 1952 yılında Kuzey Irak’a bir operasyon düzenledi. Ezra ve Nehemya operasyonları ile 100 ile 150 bin arasındaki insanı İsrail’e götürdü. Bunlar, Kürt Yahudileriydiler. Çoğu şimdi etkili yerlerde. Kuzey Irak’ta, halen çok sayıda Kürt Yahudisi olduğu da iddialar arasında. İşte bu yüzden İsrail’in, Kuzey Irak’ta kurulacak bir kürt Devleti’ne sıcak bakması ve O’nu desteklemesi çok doğal. Böyle bir devletin içinde İsrail’in etkili olması kaçınılmaz. Kuzey Irak’ta Türkiye ile İsrail’in çıkarları çatışıyor” şeklindeki görüşlerine yer vermektedir.  

.................

 

Ses ve Karakter
Ferhat Barış, Zaman, 08.03.2000

Okurken güleceksiniz, bundan eminim. Ama inanın manzara acıtıcı, hatta korkutucu. Belki ilk bakışta basit gelebilir; ama ruh halinin ipuçlarını vermesi açısından ben çok önemsedim. İsterseniz anlatayım, kararı siz verin: Sabah gazetesi 4 Mart Cumartesi günü 1. sayfasından küçük bir haber anonsu yayınladı: 'Dikkat! Pazartesi kar geliyor...' Meteoroloji Genel Müdürlüğü kaynaklı rutin bir 'tahmin raporu'nun haber şekline dönüştürülmesinden başka bir şey değildi bu. Bu arada, Sabahçılar anlamaz; ama bir parantez açayım; 'Mugayyebat-ı hamse' konusunda çoklarıyla tartışmışımdır. Her işini nizamlı, disiplinli yapan bir Kudret, elbette ki yağışı da, belli bir nizam ve silsile ile gönderecektir. Bir dönem, bu konularda son derece tutucu olan bir amirim ile bayağı hararetli tartıştığımı hatırlarım. O, meteorolojinin yanılması için adeta dua ederdi. Oysa ben tersini düşünürdüm, meteoroloji tahminlerinin tutması, disiplini, kanunları, ahengiyle son derece düzenli bir 'kurgulayıcı'nın deliliydi.. Neyse mevzumuza dönelim. Sabah ceridesi bu haberi yaptıktan sonra, pazar günü sabahleyin günlük güneşlik olan İstanbul, akşam bir kar ve tipi fırtınasına teslim oldu. Pazartesi de, dondurucu soğuğa.

Salı günü bu gazetenin 28. sayfasını okurken gözlerime inanamadım. Sabah sanki karı ve yağışı kendisi sağlamış gibi inanılmaz bir ruh haliyle şu başlığı atmıştı: 'Sabah yazarsa işte böyle yazar! Sabah gazetesi cumartesi günü, 'Pazartesi kar geliyor' başlığıyla vatandaşı uyarmıştı. Kar yağdı, yollar kapandı...' Belki sıkılmasalar, 'Aslında karı biz yağdırdık' demekten haya etmeyeceklerdi. Halbuki, karı yağdıran Allah, tahmin eden meteoroloji ilminin kurumu, bize aktaran bir gazeteydi. Haberdar etmesi gerekenlerin, icra eder gibi gururla salınması, medyamızın kendini ululaştırma hastalığının nişanesinden başka ne olabilirdi ki bu?

Aynı mantığı biraz daha karikatürleştirerek çeşitleyeyim isterseniz:

Yarın sabah güneşin kaçta doğacağını biliyoruz. İsterseniz gazetemizin birinci sayfasına, 'İstanbul'da yarın sabah güneş saat 06.23'te doğacak' dedikten sonra, cuma günü de manşete, 'Sabah yazarsa böyle yazar. Dün güneşin saat 06.22'de doğacağını yazmıştık. Aynen öyle oldu' demek gibi bir şey bu. Haberi sahiplenip, haber verici olmak yerine, kurgulayıcı, fonksiyonel görev üstlenen bir mantık ile hareket eden nesne, bir süre sonra halkı yönetmeye, yönlendirmeye, emretmeye, istediği yöne çekmeye çabalayan bir 'erk' oluveriyor.

Bu mutasyon çok tehlikeli, aynı zamanda ahlaki bir felcin habercisi aslında. Bakın hemen başka bir örnek:

Bu gazetenin muhabirleri, bir haber için müzik profesörü M. Erdoğan Sürat'e gidip, 'ses analiziyle karakter tahlili' konusunda bir görüşme yapıyorlar. Prof. Sürat, bilimsel verilerle görüşlerini belirtiyor. Bu arada muhabirler Fethullah Gülen ve STKB'ciler ile ilgili de sorular soruyorlar. Sabah gazetesi 5 Mart Pazar günkü ilavelerinde haberi yayınlıyorlar. Ancak uzman profesörün açıklamalarının işlerine gelen bölümlerini yayınlarken, bir yıl önce kendilerinin tetikleyerek bir infaz furyasına dönüştürdüğü, yargılanmadan asmaya çabaladıkları kişi hakkındaki olumlu ve diğer tetikçilerin aleyhine olan sonuçları görmezden geliyorlar. Cımbızla çekilip atılıyor bu kısımlar haberden. Kırca Paşa'nın, kendisiyle ilgili kısımları resimli olarak yayınlatırken, F. Gülen ile ilgili kısımların yayınlanmamasına meslek ahlakı 'tık' demiyor. Ne de olsa, kendisi paşa olsa, 28 Şubat'a aynen imza atar!..

Peki Sabahçıların yayınlamadıkları kısımlarda neler var? Arkadaşımız Onur Kaya'nın haberine göre ilki Fethullah Gülen ile ilgili şeyler. Prof. Dr. Sürat'in Gülen'in sesiyle ilgili yaptığı analizin sonuçları özetle şöyle: 'Gülen'in istek ve tercihlerindeki samimiyet derecesini; istek, niyet ve tercihlerinin zaman içerisinde hangi değişikliklere uğradığını; hangi kurumları esas aldığını göstermek üzere hazırlanan çizgisel ilmi gösterimler grafiklerdeki düzgün yapıyla samimi bir ruhun tutarlılığını yansıtmaktadır.' Açıkçası bu bilimsel verinin Kırca Ali'nin ve avanesinin hoşuna gitmesini beklemek safdillik olur. Rapor bu kadarla kalmıyor, yine Fethullah Gülen ile ilgili bölüm: 'Gülen'in ulusal çıkarımız yönündeki istek ve tercihleri günlük politikalardan etkilenmemiştir...

Gülen cumhuriyetin kurumlarına sahiptir. Onları merkeze almıştır...

Gülen'in tercihlerinin kaynağı milli ihtiyaçlarımızdır.' Bunları söyleyen cami müezzini ya da Fethullah Gülen'i seven sıradan bir kişi değil, bilimin ta kendisi. Bakın Sürat Hoca bu konuda neler diyor: 'Bu kıratta, çapta kişilerden bize hoşgörü gelir, hayat gelir. Olumsuz bir şey olsa idi söylerdim. Samimi görmeseydim karşı çıkardım. Çünkü samimi olmayan yarın benim de yolumu tıkar.' Bir de madalyonun diğer yönüne, Düğme Cemaati'nin tetikçilerine bakalım. İşte size 5 kafadarın infaz gecesi ruh halleri: Yine söz raporun: 'Bu kişileri tek tek ses olarak ölçtük. Bayanı hariç tutarsak diğer dördü tüccar kişiler ve ticari amaçla bunu yapıyorlar.' Kullanılan kelimeye dikkat; 'Tüccar!' Neyin ticaretini yapıyorlardır sizce? Ağızlarına neyi sakız etttiklerine bakarsak anlarız:

Laiklik, Atatürkçülük, din... Varın son cümleyi de siz kurun! Rapor bu kadarla kalmıyor, alın size Kırca Ali ve hempalarının halet-i ruhiyelerine dair birkaç cümle: 'Ses analizlerinden elde ettiğimize göre bu çalışmayı maddi manevi kazanç sağlamak için yapmışlar. Söylediklerine inanmıyorlar, kendilerine özgüvenleri asla yok, bir hayal alemi uydurmuşlar, zaten söyledikleri birbirleriyle çelişkili. Yalnızca kadın kendi söylediğine inanıyor.

Fakat o da Türk insanını tanımıyor.' Profesör kesinlikle haklı. Yakında sizlere yazmayı düşündüğüm, bu beş kafadarın mahkeme macerasından, işin tüm sorumluluğunu 'kadın'a yüklemelerinden göreceksiniz bunu. Hukuk, ses bilimini destekleyecek anlayacağınız... Son sözümüz, kendilerini demokrat göstermeye çabalayan, cuntacı zihniyete. Kırca Ali, her fırsatta demokrasiden, söz hakkından, kıldan, tüyden, bilmem neden bahseder. Alın işte, ekranda söz hakkı vermediği, tersine kurgu oyunlarıyla yıpratmaya, kamuoyu önünde küçük düşürmeye çabaladığı kesim ile tarafını tutup, sırtını sıvazladığı kesimin iç yüzü. Peki bu kısımların yayınlanmasını kim engelledi?

Fethullah Gülen'e ekranda canlı infaz uygulamak isteyenler, sayfada onu haklı çıkaran haberi görmeye nasıl tahammül edebilirler ki? Karı, yağmuru, doluyu kendilerinin yağdırdıklarını zannedenlerin, ekranlarda 'adam asmaca' oynamalarına şaşıran bizler mi tuhafız yoksa?

Bir türkü dilime dolandı, günün anlam ve önemiyle teğet bile geçmiyor; içinde inekli, sinekli yoğurt ve tüfekli omuz geçiyor.

[318 kere görüntülendi

::::::::::::::::::::::::::::::

"Yahudiler insanlığın onurudur" diyen Erzurum Milletvekili İbrahim Özdoğan
MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE SALYONGOZ SATIYOR

 Söylem gazetesi ..

kili İbrahim Özdoğan
MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE SALYONGOZ SATIYOR

YAHUDİ CEMAATİNİN HAFTALIK GAZETESİ ŞALOM GAZETESİNDE KONUYA İLİŞKİN ÇIKAN YAZI:
http://www.salom.com.tr/010904/dis003.htm

AK Parti Milletvekili İbrahim Özdoğan: “Museviler insanlığın onurudur”

 Cemaat Başkanı Silvyo Ovadya'yı yeni görevi vesilesiyle ziyaret eden AKP Erzurum milletvekili İbrahim Özdoğan, Ovadya'ya görevinde başarılar dilerken Türk Yahudileri ile ilgili olarak ilginç sözler sarfetti. 

Görüşmede gazetemiz konuk yazarı Prof. Dr. Erdoğan Sürat ve Cemaat Başkan vekili Lina Filiba da hazır bulundu.

 Özdoğan görüşmede şöyle konuştu: “İnsanlık bugün ulaştığı baş döndürcü teknolojik ve bilimsel ilerlemelerde Yahudi ırkına çok şey borçludur. Museviler hak bir dinin mensubudurlar. Hak semavi dinlerin kitapları olan Tevrat ve Kur'an birçok hususiyetleriyle Museviler'i övmektedir. Gönderilen ayetlerde başka içbir kavme verilmeyen birçok nimetin Yahudilere verildiğinden bahsedilmektedir. Hz. Musa'nın kavmi ile birlikte yurtlarından sürgün edilişi ve firavunla olan mücadeleleri Tevrat'ta olduğu gibi Kur'an'da da zikredilmiş zalimler Allah tarafından lanetlenmiş ve Yahudiler'e Allah'ın yardım ve ikramlarından bahsedilmiştir.

 Tarihin çok eski dönemlerinden beri toplumsal kıskançlık ve cinnet yüzünden Yahudilere yapılan zulüm ve soykırım insanlığın yüzkarasıdır. Yine insanlığın mayasında olan toplumsal vicdan bunu asla affetmeyecektir. Yirminci asrın zalim diktatörü Hitler'i affetmediği gibi.

 Bir politikacı olarak günümüzde de, zaman zaman Museviler'e yapılan saldırılar beni fevkalâde üzmektedir. Geçtiğimiz Kasım ayında da ülkemiz Musevilerin kutsal günlerinde Sinagoglarda uğradıkları saldırıları şiddetle lanetliyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Musevi vatandaşlarımızın can ve mal emniyetini sağlamada daha dikkatli davranmak zorundadır. Yine Türkiye'de bir kısım yazar ve çizerlerin insafa sığmayan bir şekilde yazılarında Yahudilere saldırdıklarına şahit olmaktayız. Bu yazarları, gerginlik ortamı oluşturdukları için kınıyor ve kendilerini insaf ve vicdana davet ediyorum.”

 Erzurum milletvekili Özdoğan, Türk musevilerinin bu ülkenin bir şansı olduğunu, sayısal olarak daha fazla olmalarını dilediğini söylerken terörizme karşı tüm dünyanın ortak mücadele vermesi gerektiğini ifade etti.

 Ovadya ve Filiba da İbrahim Özdoğan ve Erdoğan Sürat'e ziyaretlerinden dolayı teşekkür ederek kendileriyle tanışmaktan son derece memnun olduklarını dile getirdiler.

 From: lokman zor <lokmanzor@yahoo.com>
Date: Mon Sep 6, 2004 7:47 pm
Subject: Fwd: [Erzurumlular] Fw:_Vakit_Gazetesi_/_AKP'li_Özdoğan'dan_Yahudilere_övgü

Sayın Özdoğan'ın mail gruplarımıza yönelik hassasiyetini gönderdikleri mesajlarla görmüştük ama aynı hassasiyeti Yahudiler'e gösterip bu kadar müspet düşüncelere ve böylesine muhabbete sahip olabileceğini düşünemezdim. 

vakit gazetesi'nin aşağıdaki habere konu olan ziyareti, gazetenin kendine ait bakış açısıyla ele alarak abartmış olabileceğini, sayın vekilimizin Kur'an-ı Kerim'de lanetlenmiş kavim olarak örnek gösterilen yahudilerin övüldüğünü söyleme gafletini göstermeyeceğini düşünüyorum.

 Muhakkak ki, Sayın vekil bu tür ziyaretlerin ne derece hassasiyet taşıdığını bizlerden çok daha iyi biliyordur. Bu yönüyle söz konusu görüşmenin amacını aşan bir ziyaret olduğunu düşünüyor değilim ancak bir tek yahudinin yaşamadığı bir şehrin vekili olarak Yahudilerin herkes tarafından bilinen belirli amaçlar doğrultusunda Fırat ve Dicle nehirleri civarındaki toprakları satın aldığı, 2000 den fazla Yahudi kadınının doğum yapmak üzere Urfa’yı tercih ettiği ve Yahudilerin vaat edilmiş topraklara yönelik çalışmalara hız verdikleri yönünde haber ve tartışmaların arttığı bir dönemde böyle bir ziyarette bulunması kişisel olarak çok büyük rahatsızlık duymama sebep oldu. Siyasetle ilgisi olmayanlar bile böyle bir ortamda bu tür bir ziyaretin destek ve davet niteliğine sahip olduğunu ve muhatapların iştahını kabartıp cesaretlendireceğini bilir. Sayın vekilin bu gerçeği herkesten çok daha iyi bilecek konum ve tecrübeye sahip olması beni daha fazla rahatsız etti. Bu ziyaretin, Yahudilerin gözünü erzurum’a çekme adına yapılmış olduğunu düşünmek istemiyorum. Zira bu kadarı, gafletten öteye, ihanete uzanır.

 Sayın vekilimizin yahudilere yönelik ilgi ve muhabbetinin küçük bir kısmının erzuruma ve erzurumlulara yönelik olmasını arzu ederdim.

 Umarım Sayın İbrahim Özdoğan, hala gruplarımıza yönelik ilgi ve alakasını devam ettiriyordur ve hakkında çıkan habere yönelik içimiz rahatlatacak bir açıklama yapıp, haber içeriğinde gerçeklerle çelişen herhangi bir yorum söz konusuysa hukuka başvurarak hem kendi adını, hem de kendisine oy veren Erzurumluların adını ve onurunu temize çıkarır. Aksi bir durum sadece kendisi için değil, hem şehrimiz hem de ülkemiz adına kara bir leke olarak tarihe geçecektir.

 Sayın vekilimiz, size oy verenleri hala önemseyip dikkate alıyorsanız; söz konusu haberle ilgili bir açıklama yapmanızın kaçınılmaz olduğunu bilmenizi isterim.

 Saygılarımla…


From: "metin hasirci" <metinhasirci@hotmail.com>
Date: Mon Sep 6, 2004 11:26 pm
Subject: RE: [Erzurumluyum] Fwd: [Erzurumlular] Fw:_Vakit_Gazetesi_/_AKP'li_Özdoğan'dan_Yahudilere_övgü


Lokman Beyefendi;Vakit gazetesi ve mensupları;yahudi meselesinde olması
gereken tutumu göster- mektedirler.Yahudilere yaptıkları kötülükleri en
fazla hatırlatan bir gazetedir.AKP'li milletvekilinin ifade- sindeki yahudi
sempatizanlığına bulaşmamak için abartı dediğiniz izahnameyi koymakla AKP'li
mebusunuz gibi düşünmediğini ortaya koymuş bulunmaktadır.Dikkat buyurursanız
mahalli seçimler öncesinde yahudi lobisi ile bazı AKP belediye başkan
adaylarının sıkı fıkılığınıda afişe etmek cesaretini göstermişti.Ne yapalım
ki ahalice bu mesele tavazzuh etmiş değil.mebusunuzu ikaz edin ve Vakit'e
teşekkür edin demekten kendimi alamıyorum.Bildiğiniz gibi Yalçın Küçük
meçhulünün bir nazariyesi de öz'lü soyadlar taşıyanlara dikkat ifadesi
vardır.Fiemanillah
 



From: Haber Müdürü <sinanozcaylak@dogutv.com>
Date: Tue Sep 7, 2004 10:16 am
Subject: "müseviler insanlığın onurudur"


Merak ediyorum, Özdoğan'a hangi güç bu cümleleri kurduruyor? Erzurum milletvekili olan Özdoğan bu anlamda hemşerilerininde, kendisine oy verenlerinde aynı fikri savunduğundan emin mi? Erzurumluların oylarıyla seçilen Özdoğan bu gibi hassas konularda kendisine oy verenlerin düşüncesini yansıtmakla mükellef değil mi? İnsanlığın onuru diye nitelendirdikleri İsrail'de her gün insanlık suçu işlemiyor mu? Sayın Özdoğan bu anlamda taraf mı? Tarım Bakanının Yahudilere karşı sempatik açıklamaları sonrası, Özdoğan'ın bu ifadeleri, Yahudi yayın organlarına demeçler vermesini bir hükümet politikası olarak değerlendirmek mi lazım?
 


 

 Söylem Gazetesi <soylem@soylemgazetesi.com>
Date: Tue Sep 7, 2004 9:50 pm
Subject: Re: vatanın seven gazeteci varmı?erzurumda


Aşağıdaki yazı Gaziantep'ten gelmiş. Grubun dikkatine sunuyorum.

----- Original Message -----
From: yunusca_sevgi
To: soylem@soylemgazetesi.com
Sent: Tuesday, September 07, 2004 1:37 PM
Subject: vatanın seven gazeteci varmı?erzurumda


ES SELAMÜNALEYKÜM
Sayın erzurum gazetesinin Degerli sahibi veya yetkilisi Milletvekiliniz sözde özde ise yahudi cemaatinin yagcısı İBRAHİM özdoğan 06.09.2004 tarihli vakitte yayınlanan yasin serhat haberini okumanızı ve NENEHATUN VE YİĞİT DADAŞLARA duyurmanızı rica ediyorum ya ha oy ha namus benim aile terbiyem bunu gerektiyor gardaşım emanet ederek meclise yolladıgınız zat yahudiler o kadar sevgi ve sempati duydugunu bilin yahudi cemaatini ziyaret giden vekiliniz bu kadar İSLAM ALİM 1400 yıldır bilemedigi ve kimsenin haberi olmadıgı bir şeyleri acıklamış o.da hegerse bizler yanlış biliyormuşuk ALLAHU TEALA KURANI KERİMİNDE yahudileri övüyormuş VALLAH vekiliniz söylüyor hemde silvyo ovadya bu zat yeni yahudi cemaat lideri MAİDE SÜRESİNİN 51 AYETTİ BİLİP BİLMEDİGİ SORUN vekilinize lanetlenmiş bir kavime inanacını imamnını inkar edercesinde övügüler söylüyor araştırın ALLAH RIZASI İÇİN OLSUN KORKMADAN YILMADAN RABBİMİZ HAKSIZLIGA KARŞI GELENLERE MUKLAKA MÜKAFATINI HEM BU DÜNYA,DA HEMDE AHİRETTE VERECEKTİR... HZ HÜSEYİN (RAH) KERBALA,YA DOGRU YOLLA ÇIKTIGINDA ESHABI KİRAMIN ÖNDE GELENLERİ RİCA ETMİŞLER GİTME DİYE MÜBAREK BEN BU GÜN HAKSIZLIGA KARŞI DURMASAM KIYAMETTE KADAR KİMSE DURMAZ DEMİŞTİR bire hüseyin olmak için HAKKI rızası için gündeme getirin bunları SELAM VE DUALAR Gaziantep,ten kardeşiniz mehmet


From: M. Çetin Baydar <cetinbaydar@yahoo.com>
Date: Tue Sep 7, 2004 11:29 pm
Subject: Re: [Erzurumluyum] Re: vatanın seven gazeteci varmı?erzurumda


ŞAHİNBEY YURDUNUN DİKKATLİ EVLADI

Milletin vekili olma şerefini kazanmış, ancak Erzurumlunun pek şeref duymayacağı sözleri sarfedebilmiş Bay İbrahim Özdoğan için gereken tepkiler birbirini izlemektedir.
Erzurum aydınları ve Erzurum halkının kahir ekseriyeti sizin de temas ettiğiniz düşünce ve halet-i ruhiye içindedir. Ama bu konuda asıl söz söylemesi gereken Adalet Ve Kalkınma Partisi Erzurum milletvekilleri, Belediye Başkanları, İl, ilçe teşkilatlarının başında bulunan dadaşlardır. Erzurum siyasetine yön vermekte berdevam bir dadaşlık ruhu kaldıysa, İbrahim Özdoğan'a, söylediklerinin tek tek hesabının, kendi siyasi zemininde sorulacağını beklemekteyiz.

Eğer Erzurum AKP teşkilatları ve öncüleri ferden ferda veya topluca İbrahim Özdoğan'ın mezkür beyanatını telin etmez, en azından gerekli tavzihi yapmazlarsa, onların da İbrahim Özdoğan'ın Şalom Gazetesinde yer alan beyanatına iştirak ettiklerini düşünenler çıkacaktır ki, bu da Erzurum'lu ruhu ile bağdaşacak bir durum değildir.
Sonuç dikkatle takip edilmektedir.

Erzurum'dan Gaziantep'e selam ve muhabbetlerimizle
Çetin Baydar

Talihsiz beyanata Orjinalinden bakmak için tıklayınız:
http://www.salom.com.tr/010904/dismain.htm#3


From: Suat "Karagöl" <suatkaragl@yahoo.com>
Date: Wed Sep 8, 2004 11:13 pm
Subject: Re:_[Erzurumluyum]_Re:_vatanın_seven_gazeteci_varmı?erzurumda


Çetin Beyefendi, Erzurumdan tepki gelirmi bilmemde, benim diyeceğimşudurki, İbrahim Özdoğan Bey Yahudiler insanlığın onurudur demekle bizim bildiğimiz insanlığı kastetmemiştir. eğer öğle olsa, daha dün felçli bir adamı bombayla öldürenleri insan olarakgörürmüydü. İbrahim özdoğan'ı bir insan olarak protesto ediyorum. Partisine oy verdiğim içinde çok pişmanım. Allah affetsin ama ben partiye oy verdim.ona yada öbürüne değil.onuniçin benim vebalim çok değildir inşaallah. Partisinin mensuplarının şimdiye kadar seslerini çıkarmamaları bu adamınla aynı düşüncelerde olduklarını gösterir demişsiniz. aslında bu bütün erzurumlular için geçerli.helede oy verenler için. Kurana attığı iftira içinde kendisini Allaha havale etmekten başka birşey diyemeyiz. çünkü kuran yahudileri lanetlerken o yüceltmiştir diyor.
Suat Karagöl
Karagöl Kırtasiye
Kongre caddesi/ erzurum


From: M. Çetin Baydar <cetinbaydar@yahoo.com>
Date: Thu Sep 9, 2004 12:09 pm
Subject: sükut ikrardan Gelir


Selami Bey kardeşim! Sadece Sayın İbrahim Özdoğan'ın sukûtundan korkmayın, Erzurum Kamuoyu ile kanaat önderleri ile bu şehir, hissiz bakınıp duruyor, farkında mısınız?

Gruptaki köşe yazarları, genel yayın yönetmenleri, gazete sahipleri, muharrir dostlar acaba zahmet edip şu bilgileri bize toplatabilirler mi?
1.İbrahim özdoğan olayını hangi gazeteler, hangi duyarlılıkla Erzurum kamuoyuna duyurdular, kaç haber yapıldı?
2.İbrahim Özdoğan olayı konusunda kaç yorum yazısı yazıldı, Erzurum kamuoyundan gelecek tepkilerle şehrin nabzını tutan kaç tane gazete radyo, televizyon oldu?
3.AKP parti teşkilatı yahut siyasi aktörlerinden herhangi bir beyanat oldu mu?

Çetin Baydar



From: "Kenan Biliz" <biliz@tnn.net>
Date: Thu Sep 9, 2004 1:57 pm
Subject: Ynt: [Erzurumluyum] sükut ikrardan Gelir


İbrahim özdoğan vakası,genel anlamda sessizliğimizin en güzel örneğidir. Aynı zamanda bir çarpıklığıda gözler önüne sermesi bakımından önemli. İbrahim Özdoğan'a neden tepki gösteriyoruz, neden sözlerine kızıyoruz? Özdoğan, Yahudi cemaatini ziyaret edip, yahudiler hakkında övücü sözler ifade etmişlerdir efendim. E ne var bunda. Tepkilere bakılırsa, Özdoğan'ın şehirden dışlanması, kütüğünün silinmesi gerekir.
Evet, bende Özdoğan'ı bu tavrından dolayı kınıyorum.
Ses verenler ve sessiz kalanlara hatırlatma yapmak gerekir, yalnızca İbrahim Özdoğan'a mı tepkiniz yetiyor? Özdoğan için söylenmedik söz bırakmayanlar acaba, geçtiğimiz yıl Antalya'da Lions Kulübünün açılışına katılıp konuşma yapan Başbakan Tatyip Erdoğan için neden tepki göstermediler. Peki, bu yıl İtalya'da düzenlenen Bilderberg toplantısına katılan Bakan Ali Babacan niye gözünüze batmıyor.
Kime ve neden ve nasıl tepki göstereceğiz. Hedef küçük olunca kızılca kıyameti koparıyoruz. Eğer yanlışsa tüm yanlışlara tepki göstermek gerekmez mi? Eğer onlarınki yanlış değilse, Özdoğan'a niye çullanıyoruz Erzurum tabiriyle.
Bilmem anlata bildim mi?
Çifte standardı başkası yapınca kızan, biz yapınca üzerini örten olmamalıyız.

/////////////////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

Emin Şirin,  Necati Çavdar’a  anlattı.

Röportajı 9 Ocak 2005 Anayurt Gazetesinde  görebilirsiniz

www.anayurtgazetesi.com

 

 

Necati Çavdar’la ufuk turu:

 

 

EMİN ŞİRİN NEREYE KOŞUYOR?

 

 

 

Emin Şirin, AK partide lidere  yakın ve  onun ekibinden biliniyordu.Bir çok milletvekilinin parlamentoya girmesine destek oluğu hala  söyleniyor.

Ancak kısa süre sonra AK Parti’den daha doğrusu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan koptu.Bu arada  hükümete yakın olduğu iddia edilen eski eşi ünlü gazeteci Nazlı Ilıcak’tan da ayrıldı.Besim Tibuk’tan boşlan Liberal Demokrat Parti Genel Başkanlığı koltuğuna oturdu. Oradan da istifa etti. Parlamentoda denetim  konusunda en önde gelen biri ve İstanbul bağımsız milletvekili olarak görevini sürdürüyor.

Bazı partilere gideceği  konusunda  çeşitli spekülasyon yapılan  Emin Şirin’e Anayurt (www.anayurtgazetesi.com)sordu  İstanbul bağımsız milletvekili Emin Şirin tüm içtenliği ile cevapladı

.............

SPOTLAR:

·   Türkiye’de; Başbakanlık, ÖRTÜLÜ BAŞKANLIK   sistemi var... Türkiye’de dejenere bir başkanlık sistemi, denetimsiz bir başkanlık  sistemi söz konusu.

·   Ak parti; yolsuzluğu, yoksulluğu bitirmek. Hasiyetli bir dış politika yürütmek ve parti içi demokrasi sözü verdi.Sözünde durmadı. Bu prensipleri savunan benim,  yoldan çıkan, raydan çıkan, Pamukova’daki gibi hızlandırılmış bir şekilde raydan çıkan Recep Tayyip Erdoğan’dır

·   1991 den 2005’e kadar kurulan hükümetlerin toplamına baktığımız zaman en başarılı hükümet olarak  REFAH -YOL hükümetini görürüm

·   Geldiklerinden beri Türkiye’nin 92 milyar dolar borcu artı. Tayyip Erdoğan’ın efeliği zavallı müstahsili ve emeklileri azarlamaya tutuyor. IMFnin önüne gelince el pençe divan duruyor, hiç çıtı  çıkmıyor.

·   Geldiler bir takım aracılar etkisiyle yaptıkları pazarlıkla bazı mukaveleleri  iptal ediyoruz diye göz boyayaraktan  Türkiye’yi o günkü petrol fiyatlarından altı milyar dolar civarında zarara sokacak işlem yaptılar.

·   Bazıları hukuk devleti varken, “aman askere dokunmayalım”  diye sahte bir demokratlığa girerlerse hukuk devleti ve demokrasi oturmaz. Hukuk devleti ve demokrasi her alanda işlemesi lazım.

·   AB anayasası bizim anayasamızın   belirli öğelerini ortadan kaldıracak.. Ben eminim ki; Milli Güvenlik Kurulu’nun  parçası olan Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı da okumadı. O kadar iddialı konuşuyorum. (AB anayasasını ) Okumadılar...

·   Devlet kavramı, devlet ahlakı ve hukuka saygınlık Necmettin Erbakan’da  daha yüksek.Milliyetçi duygular, milli duygular.Necmettin Erbakan’da çok daha yüksek. Necmettin Erbakan’ın üstünlükleri bunlar.Tayyip Erdoğan’ın üstünlüğü ise; geniş kitlelerle , halkla münasebetlerde siyasi pazarlama açısından çok ustaca ilişkiler kurabilmesi ve müthiş bir karizma ile  ve iyi bir halkla  ilişkiler uzmanı olması.. Bu konularda çok üstün.

·   Bütçe konuşmasında Deniz Baykal, mükemmel bir konuşma yaptı .Ama geçen sene Kemal Derviş konuştu.. Şimdi.. Hangisi halk partisi? Eğer Kemal Derviş konuşuyorsa, benim o halk partisinde hiçbir işim olamaz. Bu  günkü Deniz Baykal’ı konuşuyorsak; tenkitleri çok güzel ama teklifli ne onu bilmiyorum

·   CHP’nin militan laikliğine karşıyım.

·   Tayyip beyin karşısına çıkacak lider  en fazla 45 yaşlarında biri olmalı

·   27 Mayıs,12Mart 12 Eylül ve 28 şubat Türk demokrasi tarihinin kara  günleridir.Ve bu gün şikayet ettiğimiz durumlar ortaya çıkıyorsa, dışardan  askeri ve  sivil bürokrasinin , İstanbul’daki patronların el ele vererek hazırladıkları sonrada  alkışladıkları bu askeri müdahaleler yüzünden olmuştur Askeri müdahalelere, partilere dışardan müdahalelere karşıyım.

·   Benim çalışma  süratime Başbakan filan yetişemez.

·   Nazlı hanım fevkalade  çalışkan bir insandır.Objektif araştırmacı olarak davrandığı zaman , münakaşasız Türkiyenin en iyi gazetecilerinden, en iyi aydınlarından biridir.İşin içine his karıştırdığı zaman aynı sonuca vardığı kanaatinde değilim.

·   Ben  3 Kasım önceki Tayyip Erdoğan’ın mazlum durumda olmasına destek  çıkarken gözerinin içinin samimi bakmasını  seviyordum.Çünkü samimi bakarak, IMF yanlıştır.Hasiyetli bir dış politika lazımdır.Yolsuzluklarla hakikaten mücadele etmek gerekir diyen  gözünün içi samimi bakan bir Tayyip Erdoğan vardı. Ben bu  fikirleri sevdim. Tayyip Erdoıoğan’ı sevmedim.

·   Şimdi Tayyip Erdoğan yine gözeri  sempatik bakıyor, çok karizmatik.Ama fikirler aynı fikirler değil. Ben fikirler nerdeyse ordayım bir santim oynamadım.

·   Tayyip Erdoğan, AB Anayasası’nı  imza ederken içini okumadı bile..Bir anayasa hazırlanıyor siz imza atıyorsunuz.Bu neye benzer biliyor musunuz? Sevr Anlaşmasına.

·   Türkiye dış politikasını tamamen özgün olarak kendisi hazırlaması gerekir. Bu etkin ve özgün  politika istiyor. Biz, bu gün esiriz.

·   Ecevit delirdi mi?.. Ecevit’i anlamama imkan yok.

·   İsrail elçiliğinde bana hediye geldi.İsrail Elçiliği ile konuştum,   Meclise yazı yazmış.Hata varsa özür dileriz diliyorlar...

·   Mclisin Denetim mekanizması  iyi çalşmıyor, sonuç alınmıyor.. Bülent Arınç,bu konuya en büyük hassasiyeti göstermesi gereken şahıs iken en az hassasiyeti o gösteriyor.Ve bu konuda benim şahsen  en rahatsız olduğum, tatmin olmadığım  kişi  Bülent Arınç’ın makamı.

·   Daha seçimlerden  hemen sonra  hükümet kurulurken güya İçtüzük değişecekti.TBMM’de Komisyonlar  daha fazla çalışacaktı. Milletvekilleri daha fazla katkı yapacaktı.Denetim mekanizması daha fazla işleyecekti.İ ktidara geldiler. Bütün sözleri unuttular.

·   Kanun devleti olmak hukuk devleti olmayı sağlamıyor.Türkiye’de, Fırat nehrinden geçecek eşeklerden alınacak ücreti tespit etme kanunu var.

·   Dışarı kaçanların ölüsünü dirisini getirtiriz sözü nasıl bir söz? Adalet Bakanı kaçanları öldürtecek mi? Böyle bir sözü söyleyen bakan, hukuk devletinde derhal istifa ettirilir.

·  Anayurt, güzel gazete.

 

.....................00000000000000000.................

 

- Siz milletvekili seçilmeden öncede ülke sorunları ile ilgileniyor,  kimi meselleri  sık sık parlamento gündemine getirilmesi için milletvekilleri ile dirsek temasında idiniz. Bu anlamda onlara lojistik destek sağladığınızı  yakından biliyorum. Şimdi parlamentersiniz.Parlamento dışında iken ne umuyordunuz, ne buldunuz?

- Beklediğimi buldum ama görmek istediğimi bulamadım.Yani benim için sürpriz değil.Çünkü parlamentonun çalışması hakkında  benim açımdan bir sürpriz yok.parlamentonun böyle çalıştığını  biliyordum.Görmek istediğim bu değildi.

İki sebepten bu değildi.

Birincisi:  Ben  AK partinin milletvekili olarak parlamentoya girdim.Ak Parti’nin verdiği sözlerle parlamentoyu çalıştırmak istediği tarz, şu andaki tarz değildir.Yani sözle fiiliyat birbirine tutmadı.

İkincisi: Parlamentonun yüzde yetmişinin yenilendiği bir dönemde yasama faaliyetlerine parlamento üyelerinin katkılarının, gerekse  denetleme faaliyetinin sıhhatinin daha iyi olmasını bekliyordum.Olmadı.

Bu parlamento  çok kanun çıkardı ama, bunlar hükümetin kanunları parlamentonun  değil.Bu parlamentonun ağırlık koyduğu zaman;  “bir Mart teskeresi”dir. Burada parlamentonun hür iradesi yansımıştır.Onun  haricindeki parlamento karaları %90 mertebesinin üstünde hükümetin kararlarıdır.

-Sizce meclisten  çıkan  kararlara, genelde  hükümetin istediğinin hakim olmasının   sebebi nedir?

-Bu durumun sebebi Türkiye’nin sistemidir

TÜRKİYEDE BAŞBKANLIK, ÖRTÜLÜ BAŞKANLIK  SİSTEMİ VAR

-Yani sadece bu hükümetin problemi, bakışı  değildir?

-Hayır. Bu hükümetin bakışı değil... Bu hükümetin kabahati şudur.Bu hükümet, bunları değiştireceğiz sözü ile geldi değiştirmedi.Onun için kabahatli. Ancak, Bu  hadise tamamen Türkiye’deki sistemin sonucu. Yani sisteme,  parlamenter sistem demekle beraber bu sistem  esasında  başbakanlık sistemidir. Türkiye’de Başbakanlık  sistemi var

-Buna örtülü başkanlık sistemi diyebilir miyiz?

Diyebilirsiniz.tabii. Başbakanlık sistemine örtülü başkanlık sistemi diyebiliriz..

-Bu noktaya gelmişken sormak istiyorum.Bu günlerde başkanlık sistemi tartışılıyor.Siz başkanlık sistemine  karşı mısınız?
- Değilim.

-Şu anda örtülü  bir başkanlık sistemi varsa , adı da konması daha iyi değil mi?

-Başkanlık sistemine doğru dürüst geçmek   gerek. Adı konmamış başkanlık sistemi derken, dejenere bir başkanlık sistemi, denetimsiz bir başkanlık  sistemi söz konusu. Çok özetle anlatayım: Yasama organının içinden yürütme organı çıkınca hükümet aynı zamanda parlamento çoğunluğuna sahip olduğu için parlamento  denetleme görevini yapamıyor.

-Denetim noksanlığı söz konusu?

-Denetim imkanı yok, olmaz. Öyle oluyor zaten. Dolayısıyla adı başkanlık sistemi olarak konurken Başka bir şeyin daha  yapılması gerekir. Kuvvetler ayrılığının tam olarak oturması gerekir. Yani yürütme, yasama ve denetim ve yargının bir birinden tamamen ayrılması gerekir. Denetim organı olarak ortaya konacak olan meclis seçim sistemi itibari ile   yürütmeden tam  olarak  ayrılırsa; o zaman başbakana ,  cumhurbaşkanına tabi olmayacağından hem yasa işini hem denetim işini daha özgür yapar.

-Siz başkanla parlamenterlerin ayrı seçimini mi  kast ediyorsunuz?

-Ben başkanla  parlamenterlerin kesin olarak ayrı seçilmesini kast ediyorum.Benim için başkan, halk tarafından seçilmeli, yürütme organın başı olmalı.İki turu seçimle  gelmeli. Birinci turda en fazla oy alan iki kişi  ikinci turda  yarışmalı.Böyle seçilen başkan geldiği zaman yürütme organını başı olmalı ve  hem halka hem parlamentoya hesap verebilmeli.Özeti bu. Buna  mukabil parlamento en fazla yüzde üç barajla seçilmeli.İstikrar unsuru  başkana geçmiş olduğundan  temsilde adalet sağlanmalı, istikrarlı bir şekilde yürüyecek ve aynı zamanda denetim görevini de başkandan bağımsız olduğu için layıkı ile yapacak bir organ olması gerekir.

-Bu konuda şöyle bir düşünce var:O tür bir  sistemde başkanın görevlerini parlamento tıkayabilir, başkanın istediği yasaları parlamento geçirmez gibi endişeler ileri sürülüyor.Bu tür endişeleri giderecek pratik çözüm sizce nelerdir?

-Bunun iki çözümü var.

-Türkiye milletvekilliği gibi bir şey mi?

-Hayır hayır. Öyle saçma sapan bir şey olamaz.Türkiye milletvekilliği düşüncesi saçma sapan bir şey. Pratik  çarelerini söylüyorum.Ya padişahlığa geçeceğiz.Ya demokrasiyi içimize sindireceğiz.İkisi bir olmaz.sadece istikrar istiyorsanız padişahlığa geçeceksiniz, bitecek iş.

-Siz parlamentoya Ak Parti milletvekili olarak geldiniz.Düşünceniz, AK Parti’nin vizyonu misyonu ne idi ve ayrılmanızın gerekçesi ne idi? Birlikte geldiniz, neden ayrıldınız?

-Beraber geldik de  onların yolu kaydı.Bu gün Ak parti, kurulan Ak parti değil. Ak parti meydanlarda ne söz verdi?

Ak partinin verdiği sözler: Yolsuzluğu, yoksulluğu bitirmek. Hasiyetli bir dış politika yürütmek ve parti içi demokrasidir.

Bu dört konuda söz vermiştir. AK Parti bu konuların hiç birinde sözünü  tutmadı.Tutmadığı için bir müddet parti içinde mücadele ettim.Sonra partiden ayrıldım Mücadeleye devam ediyorum. Bu prensipleri savunan benim  yoldan çıkan, raydan çıkan, Pamuk ovadaki gibi hızlandırılmış bir şekilde raydan çıkan Recep Tayyip Erdoğan’dır.

-Siz hükümetin yolsuzlukla mücadele sözünde durmadığını söylüyorsunuz.Ancak eski başbakanlar, bakanlar bu hükümet döneminde yolsuzluk yaptı iddiasıyla Yüce Divan önüne getirilmedi mi, bu konuda  Hükümete haksızlık etmiyor musunuz?

-Hayır. Hükümet, halka ve verdiği sözleri tutmadı.Halka  haksızlık ediyor. Bu gün Yüce Divan’a yollanan insanlar 3 Kasım seçimlerinden evvel bilinen hadiselerle ilgili yollanmıştır. Bu hükümetin kurduğu yolsuzluk komisyonu  Bir senelik çalışmadan sonra komisyon başkanının kendi ağzından, Azmi Ateş’in ağzından ‘’işlerin  %50sine  bile bakamadık’’ beyanını vermiştir. Artı bu %50 sine bakılanlardan komisyon raporunda söylenenlerin  %10 bile  yapılmamıştır. Bu konudaki çalışmaları sıfıra yakın buluyorum.

Ortaya çıkan Star hadisesi, Uzanlar meselesi  de  tamamen tesadüfen  Çukurova, Kepez’e el konduktan sonra  tesadüfen ortaya çıkan bir kazadır.

-Bu konuda Hükümetin bir katkısı yoktur mu diyorsunuz?

-Efendim.Abdullah Gül’ün kendisi  bizzat, “ biz 600 milyon  zannediyorduk, 6 katrilyon olduğunu bilseydik el koymazdık” demedi mi? Başka ne delili istiyorsunuz... Yoksullukla mücadelede bir adım yol gidildi mi?..

-Fakirlere kömür yardımı yapılıyor, öğrencilere kitap dağıtılıyor.Fak-fuk fonu çalıştırılıyor..  Bunlar dışında farklı  ne yapabilirdi?

-İşsizliği azaltacak tetbirler alırdı.

-Mesela ne gibi?

 - Bu anlatılanlar popülist politikalardır...Bunlar     üretime dayanmayan , Devlet kesesinden dağıtılan ulufe dağıtmaktır. Fakirin çocuğuna da  kitap veriyor, zengin çocuğuna da kitap  veriyor.Bunlar, bu kaynağı nerden buluyor?

-Demek ki  kaynağı temin etti?
-Nerden temin etti?  Gökten filan mı yağıyor? Bu dağıtılan şeylerin  karşılığını  nerden veriyor?..Vergilerden, bütçeden veriyor. Borçlanarak  çıkarıyor.Onun için bunları realist olarak görmek lazım. ...  Bunlar yapılması gereken işlerdir.Ancak bu yapılanlar üretime dayanan, Türkiye’nin üretiminin artmasına dayanan hadiseler değildir.

-Bu konuda ne yapılabilir?

-İşsizliği azaltmak için IMF ile doğru dürüst pazarlık etmek gerekir. Geldiklerinden beri Türkiye’nin 92 milyar dolar borcu artı. Geldiklerinden beri ödenen faiz azalmadı arttı.Vergilerin tamamı nerdeyse faize gidiyor.Hani  öteleyecekti? Tayyip Erdoğan’ın efeliği zavallı müstahsili ve emeklileri azarlamaya tutuyor.IMFnin önüne gelince el pençe divan duruyor böyle hiç çıtı  çıkmıyor.

-Seçimlerde ne söz vermiştiniz?

-Seçimlerde IMF ile  mücadele edeceğiz, bu faizleri indireceğiz,bu faizlerin asgari yarısı yatırımlara gidecek sözü vermişti.

-Faizler indi?

-Nereye indi?.. Reel faizlerde bir kuruşluk iniş var mı?..

-Borçların rahatça  çevrilmesini neye bağlıyorsunuz?

-Sıcak para... Sıcak para  ve döviz olmasa  bu ülke battı. Para dışardan geliyor. Enflasyon %10lar civarında deniyor.

Faiz kaç?

Faiz, %22. Reel faiz ne oluyor o zaman, %12 oluyor.Eskiden enflasyon %80 iken  faiz %90 idi.Burada da reel faiz %10 demek. Şimdi daha kötü oldu.Eskiden reel faiz, toplam faizin %10’u kadardı.

Şimdi reel faiz, enflasyonun  yüzde  yüz yirmisi kadar. Şu anda döviz ucuz tutuldukça ve sıcak para Amerika’dan pompalandığı mürtetçe borçlar gayet rahatlıkla çevrilebilir. Faizle rantiyenin cebine giren.Halka inmiyor.devletin borçlarını çevirmesi için rantiyeye verdiği yüksek faizin halka yansıması sıfırdır.

-Faizden vatandaş istifade etmediğe göre kim istifade ediyor?

-Vatandaş etmiyor. Hala rantiye ve yurt dışı istifade ediyor.

-                            Değişen hiçbir şey yok mu?

-                            Hayır değişen hiçbir şey yok.Değişen şu var: Ben bu hükümet için çok basit bir formül veriyorum. 1991 den 2005’e kadar kurulan hükümetlerin toplamına baktığımız zaman en başarılı hükümet olarak  REFAH -YOL hükümetini görürüm. En başarılı hükümet, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık yaptığı REFAH YOL hükümetidir.

-                            REFAH-YOL’dan sonraki bütün hükümetlere bakarsak; Mesut Yılmaz, Ecevit hükümetlerinden Tayyip Erdoğan Hükümeti daha iyidir.Ama sıfırdan iyi olmak  çok  zor bir iş değil.Mesele birindeki milletvekili sayısı ve  halkın teveccühüne göre olması gerekenin üçte biri, dörtte biridir.

-                            Hükümet yolsuzlukla mücadele ediyorum diyor.Ancak siz diyorsunuz ki Mavi Akımda bu hükümet yolsuzluk yapıyor?

-Aynen öyle.

  Bu nasıl bir şey?

-Onu bana sormayacaksınız.Gidip Tayyip Erdoğan’a soracaksınız.

-Ben gazeteciyim...Ama yolsuzluk yapıyor diye iddia eden sizsiniz.

-Söyleyeyim...  İddia eden benim. Ama ben, belgelerle koyuyorum ortaya.Kendisi.. Nazlı Ilıcak  daha geçen ne yazdı? Hilmi  Güler kendisi demiş ki “Mavi Akım’da gazın  birim fiyatı 109 dolardan  123 dolara çıktı” demiş. Bende bir şey iddia ediyorum.Geldiler bir takım aracılar etkisiyle yaptıkları pazarlıkla bazı mukaveleleri  iptal ediyoruz diye göz boyayaraktan  Türkiye’yi o günkü petrol fiyatlarından altı milyar dolar civarında zarara sokacak işlem yaptılar.

-Ben sizin Başbakan’a yazdığınız ve Mavi Akım’da Başbakanı’ da  Yüce Divan’a götürecek şeklindeki uyarı ve iddialarınızı okudum. Oradan anladığım kadarı ile Türkiye, gaz alımında  toplamda indirim yapmış karşılığında birim feiyatını artırmış.

-Evet.

-                            Bir taraftan baktığımızda ülkeni faydasına diğer yönden  zararına görülüyor.

-                               Faydasına olan ünite üç, zararına  olan ünite on. Bunun terazisi ne?.. Eksi yedidir. E.... Genel olarak hikaye ile bu iş yürümez ki..Bu matematik meselesi..Yaptıkları  işlemin içinde faydası olan işle zararı olan işi karşılaştırdığınız zaman  zarar  altı milyar dolar çıkıyor.

-                              Bir gazeteci arkadaş yazdığı yazıda size hitaben;”AB’ye muhalif olmak elbette bir düşünce yansımasıdır; ancak Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’na mektup yazmak, ara rejimlere zemin hazırlamak isteyen bir  falanca, falanca kişilerin (Coşkun Kırca, Mümtaz Soysal, Vural Savaş, Yekta Güngör Özden) rolüne soyunmak değilse, nedir?” diye soruyor.

-                            Hangi gazeteci...

-                            Sizde diyorsunuz ki..

-                               Bir  dakika hangi gazeteci.

-                            Gazetecinin adı önemli değil,soru önemli.

-                            Senin fikrin mi, onun fikrimi.

-                            -Benim  fikrim değil ama soru önemli.

-                            Senin  fikrin değilse sorma.Kendi fikrini sor.Onun fikirlerini bana sorma..

-                            Hayır.. Bir şey soracağım.

-                            Sen sor.O, benden randevu bile alamaz..

-                            O yazılanlara rağmen ben iliyorum ki, siz  Genel kurmay Başkanlığına ve askeri mahkemeye  yazı yazarak bir eski komutan hakkında suç duyurusunda bulunuyorsunuz.

-                            İşin başında duralım.Senin fikirlerinse sor. Başkasının fikri ise  o, ....  benden randevu bile alalamaz. Bunu yazabilirsiniz: O paçavra benden randevu bile alamaz.

-                            Ben sorumu soruyorum.Siz Genelkurmay Başkanlığı’na ve askeri mahkemeye suç duyurusunda bulunuyorsunuz.

-                            -Bulundum... Tabii...

-                            Parlamenter sıfatınızla ve demokratlık   adına mı yapıyorsunuz.Bu başvuruda kastınız nedir?

-                            Hangi konuda ? ...

-                            Genelkurmay’a  mektup yazıyor, askeri savcılığa başvuruyorsunuz.Konu nedir?

ANAYASA İHLALİ:

-İki konu bir birinden ayrı.Askeri mahkemeye başvurmamın sebebi emekli korgeneralin bir tanesi çıktı dedi ki: “28 Şubatta tankları ben yürüttüm.Çünkü postmodem bir darbe yapılması lazımdı. Bizde bu postmodem darbeyi yaptık” dedi .Bu  davranış Anayasayı ihlaldir.Bir korgeneral çıkıp kendi ağzından “postmodem darbe  yaptım, bunun parçası oldum” diyor ise  hukuk devleti bunun hesabını  sormak mecburiyetindedir.

Bazıları hukuk devleti varken, “aman askere dokunmayalım”  diye sahte bir demokratlığa girerlerse hukuk devleti ve demokrasi oturmaz. Hukuk devleti ve demokrasi her alanda işlemesi lazım.

Dolayısıyla  ben bunu bildirdim.Bu işin birinci parçası.  İkinci parçası o kendini gazeteci zanneden, paralı paçavranın  anlamadığı konu...Onunda sebebini sana söyleyeyim.O, bir İnternet sitesinde çalışıyormuş. Ben o yazıyı okumadım.O İnternet sitesinin sahibi Fethullah Gülen  cemaatine kendini beğendirmeye çalışan bir da.... O,  dan....Satar gazetesinde çalışıyor.Star gazetesinin başına da Fethullah Gülen Cemaatinden adamlar geldi.Onlara yaranmak için o yazıyı yazıyor.

-Star, şu anda Devletin gazetesi midir?

-TMSF’nin gazetesidir. Star’ın yayın politikası da değişti tabii.

Mektup meselesine gelince bu Türkiye bir komedi halinde Anlamadıkları mesele o.

Anayasa ‘nın ikinci maddesi “Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçililiğine  bağlı başlangıçta belirtilen  temel ilkelere  dayanan  demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” diyor.  Bu anayasa, gelecek  olan AB anayasası bizim anayasamızın   belirli öğelerini ortadan kaldıracak.Atatürk Milliyetçiliği ortadan kalkacak.Laiklik tamamen değişecek.Sosyal devlette değişecek. Anayasanın niteliklerini  bu kadar önemli bir şekilde değişiyor.

Aklı sıra o gazetede yazı yazanların hiç biri okumadı.Ben eminim ki Milli Güvenlik Kurulu’nun  parçası olan Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı da okumadı. O kadar iddialı konuşuyorum. (AB anayasasını ) Okumadılar...

Okudukları takdirde AB  Anayasası’nın  kabul edilemez olduğunu  göreceklerdir.Çıksınlar desinler ki : Evet okuduk.. O anayasadaki her şeyi biz kabul ediyoruz..Ulus devletin ortadan kalkacağını, ordunun ortadan kaldırılıp paralı ordu haline geleceğini.. Bunların hepsinin kabul ettiklerini  beyan etsinler.

Niçin?  Ben milletvekili miyim arkadaş?

Ben milletvekili olarak Türkiye’deki kurum ve kuruluşların görüşlerini bilmek mecburiyetindeyim. Karar vermeden.. AB anayasası hakkında hanginiz Cumhurbaşkanı  ne düşünüyor..Milli Güvenlik Kurulu ne düşünüyor..İktidar ne düşünüyor..Muhalefet ne düşünüyor.. Hanginiz ne biliyorsunuz? Hiç biriniz hiçbir şey bilmiyorsunuz,  sıfır..bizde bilmiyoruz...Hiçbir şey bilmiyoruz. Birazdan bu gün  Ertuğrul Özkök’e  yazdığım mektubuda vereceğim (mektubu veriyor)..Bu adamlar  aciz. Sen geç onları. Kendi sorularını sor.

-Türkiye Avrupa Birliğine girme iradesini ortaya koydu.

-Kim?

-Devlet olarak müracaat ettik. Yıllardan beri süren bir olay...

-Hükümet koydu. Meclis daha bir  karar vermedi. Dikkatinizi çekerim.Avrupa Birliği meselesi sadece  ve sadece hükümetlerin yürüttüğü bir politikadır.Hükümetler de  MGK’dan görüş alıyorlar.

Bu konu katiyen.. TBMM’de  görüşülmedi ve karar alınmadı.

-Meclise gelsin diyorsunuz.

-Nasıl gelir?.. Gelmesin mi?... Biz,  tezkere konusunda  bile kararı Meclis vermedi mi? Meclis’te ne yazıyor “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyor.Milleti Meclis temsil ediyor. Niçin başkanlık sistemini istiyorum.Başkanlık sistemine geçilse , başkan  bu kararı verse bile  Meclis,  “dur bakalım , bir görüşelim” der.

-Hükümet, Meclis içinden ve onayı ile teşekkül ediyor. Dolayısıyla meşruiyeti olan bir organ. Gidip irade koyuyor. “Meclis güvenine sahip Hükümet karar verir” diye düşünemez miyiz.?

-Tabii düşünürüz.Tezkerede o zaman çıkabilirdi.Sistem ondan çalışmıyor diyorum.Bu günkü sistemin bu olduğunu anlatıyorum.Doğru.. Burada gayri meşru , gayri hukuki bir durum yok. Gayri siyasi ve gayri ahlaki bir durum var.Onu anlatıyorum.

 

ERBAKAN; MİLLİYETÇİ, ERDOĞAN; KARİZMATİK

-Siz AK parti ile meclise geldiniz ve ayrıldınız. Ayrılma sebebini  anlattınız.
Size  çeşitli teklifler geliyor mu
?

-Var var.Oluyor.

-Kimler teklif etti mesela, açıkça söyleyebileceğiniz  partiler var mı?

-Mevcut parlamento içinde  zaten iki tane parti var.İki partiden bir tanesinden teklif geldi.Parlamento dışında da en aşağı dört tane partiden. Teklif geldi.

- Hoca’da (Erbakan) teklif etti mi?

-Etti. İlk teklif eden oydu... Saadet Partisi..

-Hoca sizin lideriniz olmadı ama Tayyip Erdoğan ile Erbakan    arasında    ne fark var?

-İkisi arasında mı?

-Evet ikisi arasında.

-Her konu hakkında farklı  farklı bakmak  lazım.. Tayyip Erdoğan...

-Özelleri değil, kamu oyunu ilgilendiren tarafları?

-Devlet kavramı, devlet ahlakı ve hukuka saygınlık Necmettin Erbakan’da  daha yüksek.Milliyetçi duygular, milli duygular. Necmettin Erbakan’da çok daha yüksek. Necmettin Erbakan’ın üstünlükleri bunlar.

Tayyip Erdoğan’ın üstünlüğü ise; geniş kitlelerle , halkla münasebetlerde siyasi pazarlama açısından çok ustaca ilişkiler kurabilmesi ve müthiş bir karizma ile  ve iyi bir halkla  ilişkiler uzmanı olması.. Bu konularda çok üstün.

CHP’YE GEÇMEM, HANGİSİ CHP?

-CHP’ye gideceğiniz konuşuluyor, doğru mu?

-CHP’ye gitmek gibi  hiçbir fikrim yok.. Niyetim de  yok yani. Cumhuriyet halk partisi ile  benim bazı konularda uzlaşmama imkan yok.CHP’nin bu  günkü yapısını, insan hakları ve demokrasi açısından özellikle militan laiklik açısından fevkalade yetersiz  buluyorum.

-Açar mısınız?

-Somut bir örnekle   açayım.Basit iki konuda örek vereyim.Başörtüsü meselsi:

Ben başörtüsü konusunun, bireysel özgürlük ve haklar  kapsamında  başörtülü kızların üniversiteye gitmemeleri gerektiğini  savunan bir partide benim olabilmeme  hiç  bir imkan yok.

-Yani kadınların bir kısmını  bazı sebeplerle sosyal hayattan uzaklaştırılmasını..

-Kadınların sosyal hayattan uzaklaştırılmasını katiyen kabul etmiyorum.

Dindarlarla dincileri devamlı aynı kefe içinde gören bir anlayışa  iştirak emme imkan yok.

Ayrıca iktisadi politikalarda da bilemiyorum. Çünkü bu sene bütçe konuşmasında Deniz Baykal, mükemmel bir konuşma yaptı .Ama geçen sene Kemal Derviş konuştu.. Şimdi.. Hangisi halk partisi?

Eğer Kemal Derviş konuşuyorsa, benim o halk partisinde hiçbir işim olamaz.

Bu  günkü Deniz Baykal’ı konuşuyorsak; tenkitleri çok güzel ama teklifli ne onu bilmiyorum.Ben böyle bir partide nasıl çalışacağım? CHP ile ilgili tavrım çok açık değil mi?

DYP’ye gidip gitmem ile ilgili konuyu ben açayım.

Herkes diyor ki; merkezde sağ toplanmalı.Bunlar geçti.Merkez denilen hareket, snop kendini beğeniş bir hareket olmaması lazım. Ve çevreyi, Anadolu’yu varoşları İstanbul’u 70 milyon insanı tamamen kucaklayan bir hareket olması gerekir.Bunu anlayan insanlar bu işi toparlayabilirler.Bu gün  farzımuhal benim  DYP’ye gitmem  başka bir sağdaki partiye gitmem söz konusu olacaksa  o partinin  kongre yapması,  hakikaten bir plan ve program ortaya koyması ve bir ekip  çalışmasını yapabileceğini ortaya koyması gerekir.

Bu teklifler var, ben hangisinin kongre yapacağını bekliyorum. Bu da açık değil mi?

-Anladığım kadarı ile lider değil ekip diyorsunuz?

-Liderde mühim, ekipte mühim.Ama  benim liderlikte gözüm yok.Ben orta sağda bulunan  liderler  arasında bu lider  iyidir bu kötüdür diye bir münakaşaya girmeyeceğim. Şahsen  farzımuhal DYP lideri Mehmet Ağar’ın hak ederek geldiğini  ve asgari bir genel seçim denenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ben elli altı yaşındayım.bundan sonra AK Partinin başındaki karizmatik liderle başa çıkacak olan  liderin Türkiye’nin  %60’nı da  temsil eden genç nüfusa hitap eden  45 yaşlarından daha genç bir insan olması gerektiğini  düşünüyorum.Bize bu saatten sonra  belki bir teknik menajerlik veya bir koçluk düşer.Bize liderlik düşmez.

-Deniyor ki bu AK parti ve lideri ile baş edemeyiz..

-Sevsinler.

-Yerleşik oligarşi denen ya da başka isim verilen bir kesim; AK Partiyi bölelim,  mevcut CHP yapısı  ile de olmuyor. Yeni bir oluşum oluşturalım.Ve iktidarı el değiştirelim.Emin Şirin böyle bir oluşumda yer alır mı?

-Halt etmişler diyorum. Ben Ak Partiden ayrıldıktan sonra  Ak Partinin geriye alan 360 milletvekillinden bir tanesiyle konuşmuyorum. Git sor. Partileri bölmeye kalkmak, bunun  için teşebbüste bulunmak siyaseten ahlaksızlıktır. 368 milletvekilinin her biri kendi iradeleri ile  karar verirler  veya partilerinden ayrılırlarsa o zaman müşterek zeminimiz varsa  beraber hareket edip etmeyeceğimize bakarız.

Ben siyasete dışardan yapılan müdahalelerin  siyaseti perişan ettiği kanaatindeyim.

27 Mayıs,12Mart 12 Eylül ve 28 şubat Türk demokrasi tarihinin kara  günleridir.Ve bu gün şikayet ettiğimiz durumlar ortaya çıkıyorsa, dışardan  askeri ve  sivil bürokrasinin , İstanbul’daki patronların el ele vererek hazırladıkları sonrada  alkışladıkları bu askeri müdahaleler yüzünden olmuştur.Askeri müdahalelere  kesinlikle karşısındayım.

Bırakın onu, “28 Şubat’ı yaptım” diyen kişiyi askeri savcılığa şikayet ettim.

Türkiye’de bunu yapan başka siyasi kişi var mı?

Buna bunları yakıştırmaya kalkanılar evvela beni tanısınlar. Beni tanımak da kolay değildir?

-Kamuoyu tanısın diye soruyorum?

-Allah razı olsun Zaten sizler olmasanız  hiç tanımayacaklar.Çünkü benim çalışma  süratime Başbakan filan yetişemez.

-Çalışma sürati deyince, hakikaten hızınızı ve sarf ettiğiniz eforu biliyoruz.Ama çok özel bir şey ise konuşup konuşmamak size ait. Eskiden sizi  kamuoyu bilmiyordu.Ben bilmiyordum.Eski eşiniz araştırmacı gazeteci idi. ünlü bir insan, eski parlamenter.Dolayısıyla onun çalışma temposundan etkilendiniz mi?

  -Tabi bilinmiyordum.. Nazlı Hanım’la biz bir birimizi tanıdığımız zaman ikimizde 45’ li yaşların üzerinde insanlardık. 45’li yaşlara ulaşmış insanların her halde karakterleri ve çalışma tempoları ortaya çıkmıştır.

Size bir şey söyleyeyim..Milletvekili seçildikten sonra bizle ilk  röportaj yapan Zaman gazetesi oldu. Onlara “beni çok  ararsınız” demiştim.

Nazlı Hanım fevkalade  çalışkan bir insandır. Objektif araştırmacı olarak davrandığı zaman , münakaşasız Türkiye’nin en iyi gazetecilerinden, en iyi aydınlarından biridir.İşin içine his karıştırdığı zaman aynı sonuca vardığı kanaatinde değilim.

-Birlikte olduğunuz ekip ya da hareket  iktidar oldu.Ve siz oradan bir süre sonra koptunuz.Bunda gerçekten aklınız, bilginiz  ve gördükleriniz mi daha önde yoksa hisleriniz mi? Hislerinizin rolü var mı?

-Benim hislerim fikirlere bağlıdır, insanlara bağlı değildir.Belki nazlı hanımla en büyük farkımız o.ben Necmettin Erbakan’ın  şahsını sevmiyorum. Necmettin Erbakan’ın ahlakını, fikriyatını destekliyorum. Ben  3 Kasım önceki Tayyip Erdoğan’ın mazlum durumda olmasına destek  çıkarken gözerinin içinin samimi bakmasını  seviyordum.Çünkü samimi bakarak, IMF yanlıştır.Hasiyetli bir dış politika lazımdır.Yolsuzluklarla hakikaten mücadele etmek gerekir diyen  gözünün içi samimi bakan bir Tayyip Erdoğan vardı. Ben bu  fikirleri sevdim. Tayyip Erdoıoğan’ı sevmedim.

Şimdi Tayyip Erdoğan yine gözeri  sempatik bakıyor, çok karizmatik.Ama fikirler aynı fikirler değil.Ben fikirler nerdeyse ordayım bir santim oynamadım.

 

DIŞ POLİTİKADA EDİLGEN KONUMDAYIZ

-Şu anda AB sürecini yaşıyoruz.

-Dur bakalım..

-Büyük Ortadoğu projesi var.Kuzeyimizde hakikaten kabul etmek gerekir ki Putin gibi güçlü bir lider var ve Rusya onun liderliğinde güçleniyor

-Çok..

-Çın  dünya devi oluyor.Türkiye’nin rolü nedir, ne olması gerekir,şu anda uygulanan dış politikada varsa sizce gördüğünüz  eksiklik nelerdir?

-Biz Rusya ve Çin’i bir tarafa bırakalım. Biz ki başlı bir mengenenin içinde  sıkıştırılıyoruz.

Bunlardan birisi; Avrupa Birliği, Mengenenin diğer ayağı yeni Osmanlı projesi, dolayısıyla Büyük Ortadoğu projesidir. Bizim problemimiz; bunlar arasında edilgen pozisyondayız. Bunlar bizim tercihimiz değil.

-Bunlara katkıda bulunmuyor muyuz?

-Sıfır katkıda bulunuyoruz. Şu Avrupa Anayasa’sı; yarın, öbür gün belki bizim anayasamız olacak. O anayasanın hazırlanmasında ne katkı yaptık.

-İmza attık.

-Bu katkımıdır? Önünüze Hazırlanmış bir evraka imza atmak katkımıdır?

-Peki, hazırlanmış bile olsa  imza irade değil midir?

-Tayyip Erdoğan, bunu imza ederken içini okumadı bile..Bir anayasa hazırlanıyor siz imiza atıyorsunuz.Bu neye benzer biliyor musunuz.Sevr Anlaşmasına. Sevr anlaşmasına da imza attı Vahdettin’in adamları.Bu katkımıdır? Böyle şey olur mu?

Bir işe katkı demek, işin kavram sürecinden hazırlanış sürecinin içinde  fiilen işin oluşumuna katkı yapmak demektir.bitmiş işe imza atmak  yemeği yemeye benzer.bu yemeğin yapılışına katkı mıdır?

-Zevksiz ise yemezsiniz?..

-Ben öyle diyorum. Zevksiz bulduğum için yememeniz lazım diyorum. Avrupa anayasasına sıfır katkı yaptık.

-Dış politikada Türkiye ne yapması gerekir.?

-Türkiye dış politikasını tamamen özgün olarak kendisi hazırlaması gerekir. Türkiye’nin dış politikasının ayakları gerek Avrupa ile gerek kuzey komşusu Rusya Federasyonu ile  gerek Amerika ile  İsrail  ile   gerek komşularımız..Irak’la gerek İran-Pakistan aksı ile  gerek kuzey Afrika ile  her biri ile  fevkalade  dengeli ve ticaretimizi artırıcı ve insan haklarını da koruyucu  bir sistem içinde geliştirmek lazım.Bu etkin ve özgün  politika istiyor. Biz, bu gün esiriz.

“ECEVİT DELİRDİ Mİ?”

-Irak bizi etkiliyor,Kuzey Irk daha  fazla etkiliyor. Eski başbakan Ecevit, Cumhurbaşkanına “Irak’a girmemiz, Musul’u almamız gerek. Bu vasiyettir” demiş

-Emretsinler.

-Türkiye vasiyetlerden uzak durarak reel politik de  Türkiye ne yapabilir?

-Ben size bir şey söyleyeyim: Bu vasiyetlerinde ötesinde  Ecevit’in söylediği  siyasi ahlaksızlıktır.biz Türkiye’nin, komşularımızın toprak bütünlüğü diyoruz.Bizim oraya müdahale etmemiz için,bizim orada hakkımıza hukukumuza bir tecavüz olması lazım.Ya da  Irak devleti bize saldırması gerekir ki müdahale hakkımız doğsun.

-Ecevit delirdi mi?

-Ama bizi orada  rahatız eden unsurlar var, PKK vs var deniyor?

-Güzel..Bizi Jivkof’da rahatsız ediyordu.Sofaya’ya gittik mi?... Bizi Gümülcine de rahatsız ediyor. Biz gidip Batı Trakya’yı işgal mi edeceğiz?..Bu tür müdahaleler uluslar arası hukukta sana fiili ve ciddi  saldırılar olduğu zaman ortaya çıkıyor.

Biz iki şekilde müdahale edebiliriz.Bir: Yolun korunması.Türk  şoförlerinin gidip- geldiği yolun güvenlik  açısından  korunması bizim  meşru  hakkımızdır.İki:. Bizim Irak’a fili müdahalemiz sadece ve sadece Kandil Dağı’nda bulunan PKK, en ufak bir  kıpırdamaya girerse  o PKK unsurlarını orada imha etmek bizim  meşru hakkımızdır.

Bu iki meşru hak haricinde  bana Atatürk vasiyet etti, O’da İnönü’ye vasiyet etti.Gidip Musul’u alayım. Laf.Atatürk, Selanik’i de vasiyet etti...Ecevit’i anlamama imkan yok.Hakikaten artık susunda hatıramızı saklayalım.Bir devlet adamının dünyada en  etmeyecek lafı ediyor.Necdet Sezer’de de onu nasıl dinledi.Anlamama imkan yok.

Stalinde Karsı Ardahan’ı almayı Putin’e vasiyet etmişti.Putin’de  gelip istesin mi onları.Laf mı şimdi o.

ANAYURT’U TEKZİP EDENİ, İSRAİL ELÇİLİĞİ VE ŞİRİN TEKZİP ETİ.

-Geçen  günlerde Anayurt Gazetesinde; Meclise Amerika, Almanya,Fransa ve  bu arada İsrail’ elçiliklerinden  onların belirlediği sayıdaki  parlamenterlere, onların takdir ettiği yılbaşı hediyelerin gönderildiği  haberi yer almıştı.Ancak  Anayurt Gazetesi ayrıca  İsrail Elçiliği’nden gönderilen  hediyelerin dağıtılmasıyla ilgili yazılan yazıda, İsrail Elçiliğinden her hangi bir kişinin, TBMM Başkanlığı’na hitap ederek  ile    hediyelerin yazıda belirtilen 15 kişiye dağıtımının sağlanmasını  “rica”edilmesine dikkat çekilerek bunun diplomatik skandal olduğunu haber yaparak kamuoyuna duyurdu. Bu  haber üzerine, TBMM görevlisinin gazeteye geçtiği bir faxla , “hayır böyle bir ‘rica’ kelimesi içeren   yazı yok ve milletvekillerinin isimleri hayal mahsulü” gibisinden   haber tekzip edildi. Bu haberde;  İsrail elçiliğinden   hediye gönderilen şahıslardan biri olarak sizinde isminiz geçti. Fakat TBMM Görevlisinin tekzibinde  sizinde isminizin olmadığını anlıyoruz. Size İsrail Elçiliğinden hediye geldi mi?

-İsrail sefaretinden ve Fransız Ticaret Ateşliği’nden  şahsi hediyeler geldi.Bende memnuniyetle kabul ettim.Amerikan, İngiliz ve Alman elçiliklerinden hediye gelmedi.Gelen arkadaşlarımı da kıskandım.Beni de listeye alsınlar bekliyorum. Makul  ve  etik hediyeleri iyi ilişkileri temin etmek için her zaman almaya hazırım.

Anayurt Gazetesinin haberi üzerine ben, İsrail sefareti ile de görüştüm.İsrail sefaret,i meclis İçtüzüğü’nün  dağıtımı tespit den esasları çerçevesinde  Başkanlığa bir yazı yazdıklarını  ancak bunu  Meclis Başkanı’nın şahsına değil,  İdare Amiri’ne yazdıklarını düşündükleri için böyle bir  ifade kullandıklarını, Türkiye’deki protokole yüzde yüz uymak istediklerini ve bir hata varsa düzeltmek istediklerini, ancak bu yayının Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün İsrail seyahati  öncesine gelmesini de üzüntü ile karşıladıklarını söylediler.

Keşke aynı zamanda Filistin Elçisi  de  bana hediye yollasaydı zevkle kabul ederdim.

-Etik kavramı çeşitli çevrelerde çok dillendiriliyor sizde bunun üzerinde  çok duran parlamenterlerimizdensiniz. Ancak bazı yasalar geçerken, ancak, ama ve fakat gibi kelimelerle yasalar geçerken kimi kişiler, kurumlar yasa harici tutuluyor,  vatandaşı veya ir çok kurumu bağlayan yasaların kimi kişi ve kurumları bağlamadığı  belirtiliyor. Vatandaşı bağladığı ma birilerinin undan muaf olduğunu söylüyor.Öyle meclisten geçiyor.Bu durum sizce etik midir?

-Bu demokrasimi, aristokrasi mi?

-Ben size soruyorum?

-Ben size söylüyorum.bu seçilmişler değil, sanki fedeol bir sistemde kalmış aristokratların hakları gibi bir durum.

Etik konusunda Cumhurbaşkanından başlamak üzere.Bütün kamu ve kuruluşlarında  hiçbir  istisna olmaması gerekir.Milletvekillerinin  hediye kabullerini bir esasa bağlamaları lazım.

Ayrıca milletvekillerinin milletvekilliği yaptığı sürece diğer bütün işlerini  bırakması lazım.Başbakan dahil.Şirkette hisseniz bile olmaması lazım.Bu milletvekilliğin kimse bize zorla yaptırmıyor, biz talip oluyoruz.Milletvekilliği  yaparken fevkalade adaletli ve objektif olmalısınız.Dolayısıyla bir ülke, hediye yolluyorsa, keşke her ülke yollasa diyorum.

Ayrıca bir şirketin mümessili isen her zaman  hafızalarda başka şirketlere karşı nasıl davrandığın  konusunda  bir tereddüt yapabilir.Dolayısıyla etik açıdan Cumhurbaşkanı, başbakan, milletvekilleri ve bütün  kamu kuruluşlarındaki herkes bu hizmetleri gördükleri sırada başka hiçbir işle uğraşmamaları gerekir. Bir

İki: Hediye kabullerinde yüzde yüz eşitlik olması gerekir.Üç: Hediyenin üzerinde hiçbir ilişki olmaması gerekir.

-Siz denetim mekanizmasını en çok işletmeye çalışan parlamenterlerden biri olarak dikkat çekiyorsunuz.Sonuç alıyor musunuz, sorduğunuz konularda doğru cevap veriliyor mu?

-Genelleme yapamam.Cevapların doğru gelme nispeti %50’nin altında.Cevaplar çok tatminkar ve doğru olarak gelmiyor.Dolayısıyla  cevapları tekrar etmek  lüzumumu hasıl oluyor..

Bazen  de hiç gelmiyor.
Bu konuda en büyük şikayetimiz, İçtüzüğün 100. maddesi çerçevesinde  Meclis Başkanı sayın Bülent Arınç’a tevcih ettiğimiz sorular. Bülent Arınç,bu konuya en büyük hassasiyeti göstermesi gereken şahıs iken en az hassasiyeti o gösteriyor.Ve bu konuda benim şahsen  en rahatsız olduğum, tatmin olmadığım  kişi  Bülent Arınç’ın makamı.

Bir  çok bakanlıklarda da  sıkıntı  çok önemli bir safhada. Niçin?..

Yazılı soru önergelerine  cevap vermemenin müeyyidesi yok.

Bu hükümete en büyük tenkitlerimden bir tanesi, daha seçimlerden  hemen sonra  hükümet kurulurken güya İçtüzük değişecekti.İç Tüzük  değişikliği için milletvekillerinden görüş alındı. Bu konular daha sağlam esaslara bağlanacaktı.Komisyonlar  daha fazla çalışacaktı.Milletvekilleri daha fazla katkı yapacaktı.Denetim mekanizması daha fazla işleyecekti.İktidara geldiler.Bütün sözleri unuttular.

 FIRATTAN GEÇEN EŞEKLERDEN ALINACAK PARAYI TESPİT KANUNU VAR.

-Bu hükümet ve meclisten çok yasa geçirmekle öğünüyor. 3 Kasım öncesindeki  Hükümet’de  çok yasa çıkarmakla  övünürdü. Benim bildiğim kadar beş bin  gayri muvakkat kanun beş bin tane de normal kanun olmak üzere on binin üzerinde kanunu olan bir ülkeyiz.Türkiye bir kanun mezarlığı haline mi geldi, kanun devleti olmak hukuk devleti olmayı sağlıyor mu? Meclis  çok kanun çıkarmakla işini yapmış mı oluyor?

-Hayır... Katiyen.. Hukuk devleti olmak önemli.Benimde bütün kavgam o.

Ben size bir örnek vereyim. Türkiye’de Frat’tan salla geçecek eşeklerden alınacak parayı tespit etme kanunu var.

Kanunların  bu şekilde çok fazla yapılmasının bizim hukuk anlayışımızda bir eksiklik olduğunu ve  sistemimizin yürümemekte olduğunu en büyük göstergesi.

Bu kadar kanun yapmak hiçbir şeyi ifade etmiyor.

Daha bu gün bir  şey duydum.Tüylerim diken diken oldu. Cemil Çiçek Adalet Bakanı değil mi ? Dedi ki “yurtdışına kaçan  hortumcuların ölüsünü de dirisini de getirtiri” dedi.

Şimdi ölüsünü nasıl getirecek, ölmesini mi bekleyecek? Öldürtecek mi? Bu lafları  eden adalet bakanı, hukuk devletinde o dakikada istifa ettirilir.Ben hukuken bu adamın dirisini yakalayacağım getireceğim dersin. Ama hukuk kompseti kavramı olmayan bir hükümetimiz var ki Adalet bakanı çıkıyor sanki vahşi batıdaki kovboymuş gibi, ölüsünü  dirisini istiyorum diyor.N demek bu?

-Ata sözü olarak kullanmış olamaz mı?

-Böyle  saçma sapan laf olur mu?..  Bakın atasözleri hukuk devletinin üstünde değil.  Ayrıca ölüsünü dirisini  getirmek diye hiçbir atasözü hatırlamıyorum.Bir deyiş olabilir o deyişte kabadayıların deyişidir.Hukuk devletinin Adalet Bakanının deyişi değildir.Böyle bir laf edilir mi?

-Teşekkür deriz.

-          Geldiğiniz için  canü gönülden Ben teşekkür ederim.Anayurt gazetesi iyi bir gazete.Gerçekten şöyle diğer gazetelere bakıyorum. Gerek haberleri verişi gerek dizaynı hakikaten güzel gazete.Emeği geçenleri tebrik ediyorum. Ben  Gazetenize başarılar diliyorum.

-          Ne kadar açık oldum değilmi?

                     ................00000000000000...............

 

Sonradan kitap haline getirmek üzere  konuştuğum insanlara  sorduğum sorular  var..

 

-Ne istiyorsan sor. Benim ne kadar açıkolduğumu gördün.

Küç saat uyursunuz?

-Ben umumiyetle on iki bir arası  yaıtıyorum. Yedi ila yedi buçukarası kalkıyorum.

-Gülermisiniz?

Çok,

-Neye gülersiniz?

Sevdiğim insanların şakalarına veanlattığıtatlı hikayelere

-Ağladınız mı

-Oldu.Oldu tabi

-Akrabalarımın ölmesine, çocukların ölmesine.VE büyük felaketlerde gözüm doldu.Mesela 17 Ağustos depreminden sonra.Bir gün sonra Yalova’yı gezerken göz yaşlarımı tutmam çok zor oldu.

-Türkülerde ağlarmısınız?
Hayır ağlamam.Hatta türkiyleri bazen tenkit ediyorum.Çok ağlayan bir milletiz.Türkiler bu kadar ağlatmamalı.

-İntihar etmeyi düşündünüz mü?

-Hayır.Hiç.Kattiyen.Allah korusun.Allah bana öyle bir hak vermedi.Kattiyen .En zor günümde bile  kattiyyennnn düşünmedim.Allah’ın ipine sarıldım.

-Çocuklukta neyi düşlerdiniz?..Ne olmayı isterdiniz/
İş düşünmedim..Ben babasız büyüdüm.Bakın.Babasız büyüdüğün zamançocukken ilk düşündüğün şey,  hayatta kalarak  başarılı olmak.Büyümek vce adam olmak.Ben  ona baktım.Ben adam olmak isdedim.Meslek seçmek benim için  hiç mühim değildi. İnsan olmak istedim.

-Uçak, gemi, araba ..bunlardan hangisini tercih edersiniz?

_Hiç fark etmez..Gemiyi sevmem..

Bunladan korktuğunuz olurmu?

-Uçaktan estkiden korkardım.Şimdi arabadan ödüm kopuyor Türkiye7deki trafik dolayısıyla ..

Spor yaptınız mı?

_yaptım.

Ne sporu?

 

Velaybol, enç milli adayı kadar oldum

Hala devam edermisiniz?

Yok .. Hayır. Yürüyüş yüpıyorum ancak.

-Meclise  girdikten sonra spor yapma imknı bumluyormsunuz?İsteyipte yapmadığınızoluyormu?

-Tabi yav.. Mecli...Bakın.Milletvekililği çok değişik bir yşey.

Milletvekilliğini ciddiye alırsanız.Hiç vaktiniz kalmıyor.Milletvekilğini ciddiye almazsanızda  dünyanınen palavra en boş işi.benim beş dakika vaktim kalmıyor.

-En son okuduğunuz kitap?

En son okuduğum kitap.So olrak tesadüfen dün.şunu verdiler(Masanın üzerinde iki kalın kitap ve birkaç küçük ykitap yığını)Mevlananın kısaltılmış öğütlerini verdiler.Birde şyşu  kitapları şeydiyorum.Size  çok arip gelecek ama Süleyman Karagülle ile Reşat Nuri Erol’un  İlhan Arsel’e reddiyesi .. Öyle denk gldi yani...

-Günde kaç saat okursunuz?

_Kitapmı belgemi?

Fark etmez.Sade okumak.Kitap olur, gazte olur belge olur.

-Şimdi buhnu söyleyeyim. On altı gazte artı, günde aşağı yukarı ikiyüz sayife belge.Belge veya kitap.On altı   gazete  artı ikiyüz sayfa.

-Maddi olarak çöküntüye düştünüz mü, iflas ettiniz mi?

Çok.

Bunu  nasıl aştınız, kaybettiniz  öktünüz ama bunu nasıl aştınız?

-Vlla kaybettiğim zaman bir şansım oldu.Benim hiç borcum olmadı.Ben iki kere ticari hayatta sıkıntıya girdim.Bunların en büyüğü  ciddi miktarda yurt dışında  çalışırken, körfez sıkıntısında çok ciddi sıkıntıya girdim.Borcum olmadığı için, yani banka ve diğir hiçbir borcum olmadığı için masraflarımı kısarak, aile ve arkadaş desteği il kısa vadede toparlayıp sonra tekrar işlerime döndüm.

Çocukluğunuzda , anneniz ağbeyiniz. Babanız dövermiydi?

0iç dayak  yediğmi hatırlamıyorum.Zaten babam ben dört buçuk yaşımdaiken vefat etti.

_Hoca dayağı yedinizmi?

Yine hatılamıyorum .Vamlla.yani  yeseydim hatırlardım.Ymedim.

_Kç yaşından bu tarafa hap kullanıyorsunuz?

He pahı.

İlaç.

Ben doğduğuman beri.Onu anama soracaksınız.Hayır onu anneme soracaksınız.Ben söyleyeyim.

Sürekli olan bir hastalık nediniyle kullandınızmı diyorum?

_Annem balyık yağı verdi.Onu verdi bunu verdi.. Bunu yuttum.

-Eşek sütü içtiniz mi?

-Ne..!

İlaç için eşek sütü içtiniz mi?

Hayır.Ama..Deve sütü içmiş olabilirim.Çünkü  deve sütü içmişim. Çünkü.Mısırda doğdum.

-Öylemi
_Evet.

-bilmiyordum.

-Ben mısırda  doğdum.

-Eğer aşık olduysanız kaç yaşında aşık oldunuz?

-Oldum tabiii. Aşık olmazsolrmuşyum.İlk aşık olduğumdaaaa lise son sınıftaydım.Mahalledeki bir kızaaşık oldum.Sonra hiç aşık olmadım.

-Sonuç evliliklemi bitti?

Hayır başkasına gitti.

Haberi varmıydı?

-Olmaz olurmu filörtteettik. Söyleyim olmaz olurmu filörte ettik.El elede  tutuşutuk.Ama öpüşmedik.

Rüya görürmüsünüz?
Htırlamıyorum Rüyalarımı..

-Görüyorsunuz ama hatırlamıyorsunuz?

-hatırlamıyorum. Hayır..

-Karanlıktan, yalnıszlıktan, korkarmısınız, evde  yalnız olmaktan çekinirmisiniz?

-Evede yalnız olmaktan  çekinmediğimgibi hoşlanırım.Bilakis hoşlanırım.

Karanlıktanda  eğer  çok büyük tabiatın orktasında isem ürküyorum evet.mesila.Afrikada sahranın ortasında gecenin karanlığında  gelen seslerden yüzde yüz ürktüm.Ne bileyim ben  bir dağın başında kalsam geceleyin   yüzde yüz ürkerim karanlıktan.

-En çok hangi tür filimler seyrederrsirniz?

-Valla..İyisini.

konu olarak?
İyisini.Hiç ffark etmez iyisini...

Şarkı söylermisiniz müzik çalarmısınız, resim yaparmısınız?

-Sesim berbat.Ama müziktende resimdende çok iyi anlarım.Zaman  zaman kolleksiyonlar yaptığımoldu.Sonra işlerim bozulduğunda  satıtmtekrar yaptım.Felan felan..

Müzik konusundada  bir eksiklik hissediyorum.

Türkiyede dinlemelyi arzu ettiğim zaman klasik  türk  müziğini ve saz eserelerini dinleyebilecek ortamlarımız ve imkanlarımız  sınırlı.O  konuda müştekiyim.

-İlk vekil seçildiğinizde nerdeyidiniz, haberi alınca nere gittiniz?

_şilde  AK parti içe merkezinde idim. Orda grevlişydimm zaten.Sçimler bittikten  bir iki saat sonra Ak partinin  aldığı neticeler belli oldu.Benminde  milletvekili olduğum belli oldu.Katttiyennn bir sevinç duymadım.Çok ciddi bir mesuliyet hissis duydum.yni.Allah kuvevet versin hissie girdim.Vallla.samim söyleyeyim en ufak bir sevinç duymadım.Ondan sonra gece on-onbucuk gibi şileden ayrıldım evime döndüm.

-          Farz edelim ki siz yarın başkan oldunuz, başbakan oldnuz

-          -Ne başkanı..

 

Türkiyenin başına geldiniz, yetki size verildi.

Cumhurbaşkaı mı

Yani başkınlık sitemine geçildi Başkan oldunuz, hükümdar oldunuz..Hükmetme gücüüz var.İlkdeğiştirmeyi, yapmayı arzu ettiğinz  ne?

-tek bir konu deağil birkaç konu.

Bir çokönemli  bir adlet ve çok önemli bir hukuk reformu.

İki eş zamanlı olarak müthiş bir eğitim reformu.

Üç: yine eş  zamanlı olarak ödenecek faizleri ötelemek.

Bunları  önceden çalışırmısınz yoksa başa gelencemi  çalışmyı düşünüyorsunuzs?
_Zaten kafamda.Ben bir görev alsam.Planı size bir saatteyazarım.

Benim görevim  zaten bu tip konularda  konularda konuşmam içap etiğine göre çalışmış ve hazırlıklı olmamı icap ettiriyor.

 

//////////////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“APO’NUN MİADI OLDU;ATTILAR “

 

Son günlerde Türkiye’yi meşgul eden en önemli konulardan APO ve Tele –Kulak olayını Emniyet İstihbarat Dairesi Kurucusu Emekli Vali Ergün gökdeniz   değerlendirdi.

Gökdeniz Akit’e çarpıcı açıklamalar yaparak  ve iki olay içinde önemli ip uçlarına dikkat çekti.

xxxBizler gibi halk olaylara bakmadı. Halk  sadece Güneydoğuda  bir örtülü savaşın varlığı nedeni ile belli bir pencereden baktırıldı. Yani biz kendi evimize baktık. Halbu ki bu duruşmalarda  bizim kısmen bilmiş olmamıza rağmen vatandaşlarımızda önceden bilmediği bazı bilgi kırıntılarını  sahiplendiler.Her bilgi vatandaşlarımıza ulaşmıyor. Stratejik anlamda bu olayların analizi vatandaşlarımıza gitmiyor.

xxYetirince ne dış nede iç bağlantılar ortaya konamadı.Konmadı.

Biz hep dış mihraklar ,dış mihraklar sözü ile şişirildik. Ama içerden yardım edenleri göz ardı ettik.Dış mihraklar dış mihraklar.İyide bu olaylar bizim kendi ülkemizde,ilimizde ,karadenizde oluyor.Bunların içinde hiç yabancı  yok.Ama bunların içinde PKK’dan da ayrı olarak TİKKO,THKPC gibi terör  örgütleri vasıtası ile yine PKK ile birlikte üstlendikleri bir görevi mutlaka ifaya  hazır gibi bir durumu seziyoruz.Bunlara değinilmedi.

xxxOlaylara ne gereğinden fazla önem ,nede gereğinden  az önem vereceksiniz.Bütün nmeselede burada.Olmak veya olmamak.Bunun içinde büyük devlet adamı gerekir.

Sonra devlet adamlarının strateji,jeostrateji ve stratejik istihbarat bilgileri ile donatılmış olması gerekir.Bu kişiler Türkiyenin geleceği hakkında karar veren insanlar.Yani politikanın yapımcıları.Bu politikanın yapımcıları  önüne gelen bilgilerden bir sentez yaparak onu kullanamazlarsa veya iç dinamikler nedeni ile kullanmak istemezlerse  ozaman sorunları çözmeside mümkün değil.Bir kere kilitlenme burada başladı.

-       Olayları çözemeyince bu defa asker ağırlıklı bir merkez oluştu.Dikkat edilirse işte ozaman şehit vermeye

xxxDünyanın hiçbir yabancı ülkesinde o ülkenin gizli servisleri ile işbirliği yapmadığınız takdirde  sizin faaliyetlerinize izin vermeleri mümkün değildir.

Gizli istihbarat teşkilatları bir andan sonra  kullanmaya başlarlar .O andan itibaren gizli istihbarat teşkilatlarının kullanılan elamanı olursunuz.

xxxBatılılarınTürkiyeyi bölmesine istekli olmasının nedeni nin en başında Avrupa hala Sevri kadük etmenin(uygulanmamış olmasının)acısı içindedir. Avrupa devletleri hala asrın başındaki ruyalarını görüyorlar ve politikalarını değiştirmiyorlar.Yani Avrupa devletleri bu noktada kendilerini geliştiremiyor.Türkiyeye Lozanda verilen topraklar çok diyor..

APO  SURİYE ;ABD VE İSRAİL HAKKINDA KONUŞMUYOR

xxxAbdullah Öcalan,Teşkilatları hakkında bilgi vermiyor .Avrupa hakında bilgi vermiyor.Dikkat edecek olursak Suriye hakkında konuşmuyor.ABD hakkında konuşmuyor.İsrail hakkında konuşmuşyor.Bu benim dikkatimi çekiyor.

YENİ GÖREVİNE UYGUN DARANIYOR

xxx Türkiyenin  dışında  ve dışlandığı bir oluşum vardır.  Celal Talabani ile beraber  Mesut Barzani’yi Waşingtonlara kadar çağırıp bir  Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) benzeri bir Muamele yapan ABD Dışişleri bakanı Metlin Olbrayt

onlarla bir çok şeyleri  konuşurken bizi  dışlamıştır.Türkiyenin içinde bulunduğu Ankara süreci çoktan askıya alınmıştır.

ABD’nin ilgisinin bu derece yoğun olduğu bir yerde Türkiye bir bakıma dışlanmışken PKK’nında kendisine göre duyumları vardır .Aynı  zamanda PKK’nın mustakbel görevleri için bazı elbiselerde biçilmiştir.Benden evel ve benden sonra diye bir görev  alınmıştır.

APONUN MİADI OLDU;ATTILAR

-       XxxApo’nun  pili bitti.Bana göre APO devre dışı kaldı.Ama mahkemede sanki devre dışı kalmamş ve hala bir misyon yüklenecek  güçte göstermeye çalışıyor. Şu anda APO’nun mahkemede  söylemiş olduklarını yaptıracak hiçbir gücü yok.

YETKİLİLERDEN HESAP SORULMALI

xxxTürkiye Apo meselesindede hatalar yapmışsa.bu devlet adamlığı hatalarınhdan kaynaklanmıştır.Olayı anlayamamışlardır.Askere  bırakmışlardır.Neden askere  veriyorsun.Sen beceriksizsen ve bu ülkenen yüksek menfaatlerini bilip te bir üst politika üretemiyorsan  senin ne işin var orada. Bu gün  adam bir şirkette hata yapsa;kulağından tuttarak derhal dışarı korlar. İşine  son verir. Devlet kusuru göstermeyen bir örgüttür.Devlet hiç kimsenin kusurunu göstermez.

KİM PKK İLE İŞBİRLİĞİ YAPTI

xxxBunu  kişilere atfetmek çok güçtür. Ama somut olarak durulan noktalardan bazıları şu olmuştur. Bazı tesbitler oldu.

PKK’YA YARDIM EDEN YETKİLİLER VAR

TC bürokrasisinde, her kesiminde APO ya sempati duyan kişiler oldu. Militan demiyorum.Sempati  duyan diyorum.Bunlar ibre ne tarafa dönerse o tarafa döndüler.Baktılar APO güç kazanıyor APO tarafına yöneldiler,güç kaybediyor.İbre gibi bir oyana bir bu yana sallandı gitti.Zaten Apo ile örtülü savaşta  bizim en büyük zaafiyetimiz devlet bürokrasisindeki  bu kararsızlardan ve sempati duyanlardan geldi.Bunların tesbiti dediniz.Bunların tesbiti yapıldı. Tesbit edildi.İstihbarat bilgileri arasında bunlar var.Telefon görüşmeleride var her türlü şeyi de var.Kimler para verdi.Hatta hangi sanatçı hangi müteahit ne verdi bunlar var.

BUNDAN SONRA

Adam bir takım siyasal açılımlardan bahsediyor.Atatürk millliyetçiliği diyor.Anayasal milliyetçilik.Anayasal vatandaşlık diyor.Tüm bunlardan Osmanlının toparlayıcılığı,örtücülüğüne vurgu Ortak nokta Amerikalılık.

Ben birine  nerelisin diye sordum hala unutmam bana nerelisin deme dedi.”Ben Amerikan uygarlık ve refahını paylaşan mutlu bir  amerikalıyım” dedi.İşte Amerikan vatandaşlığı sadece bun adayanıyor.Başka bir şeye dayanmıyor.

Bu ne demekir eğer  Amarika  uygar olmasa veben mutlu olmasam amerekan vatandaşı değilim ve Amerikalıyım demeyeceğim demettir.Bunlar olmasa adam irlandalı veya ispanyol köklerini arayacak onunla kendini ifade edecek.

TELE -KULAKTA BÇG  İŞİ

xxxTele _Kulak skandalı Bir yetkinin su istimalidirBazı yetkililer diyor  diyor ki”sisteme girilmiştir ama dinlemek için değil denetlemek içindir “. Şimdi dinleyenlere soruyorum :size Cumhurbaşkanını denetleme emrini kim verdi.Bir partinin başkanını  ki bana göre tüm parti başkanlarının  hepsi eşit konumdadır veya bir milletvekilinin telefon sistemine girilerek dinlenmesini haydi size birileri söyledi. Bu bilgileri kime aktarıyorsun?.Bu bilgilerin öğrenilmesi devletin yüksek menfataleri için yapılan bir operasyonun gereğimi dir.?Bu adamlar devlete ihanet ettiler de bir süphe varda bir oparasyon içinde bunu yapıyorsunuz?

“Yok merak ettik de dinledik” bununla geçiştiremezsiniz.Size bu görevi kim verdi?

-

NECATİ ÇAVDAR?

ERGUN GÖKDENİZ – ANKARA

-Sayın Gökdeniz.PPK lideri  Abdullah Öcalan yakalandı ve İmralı’lıda yargılanıyor.Ancak APO yargılamanın ve kendisine isnat edilen suçların  üstünde durmayarak  konuyu kendisinin istediği bir noktaya çekiyor.Kendince bazı tekliflerde bulunuyor.

Halk,  APO bu ise , sadece bu adam mı  bizi  bu kadar zaman oyalayan,bu kadar kan ve mal kaybına uğratan diye düşünmeye başladı.

-Bizler gibi halk olaylara bakmadı. Halk  sadece Güneydoğuda  bir örtülü savaşın varlığı nedeni ile belli bir pencereden baktırıldı. Yani biz kendi evimize baktık. Halbu ki bu duruşmalarda  bizim kısmen bilmiş olmamıza rağmen vatandaşlarımızda önceden bilmediği bazı bilgi kırıntılarını  sahiplendiler.Her bilgi vatandaşlarımıza ulaşmıyor. Stratejik anlamda bu olayların analizi vatandaşlarımıza gitmiyor. Tabi korku dağları bekler. Dağlardaki  kişilerde  bizim evlatlarımızdır. Ama vatandaşlarımız bir örtülü savaşın varlığından  kesinlikle eminler.

-Druşmalar esnasında iç ve dışbağlantıları yeterince ortaya kondu mu?

- Hayır yetirince ni dış nede iç bağlantılar ortaya konamadı.Konmadı.Dikkat edecek olursanız başlangıçta çok çok sözü edilen bir” dış mihraklar “sözcüğüne dikkatinizi çekerim.

Dış mihraklar dış mihraklar.İyide bu olaylar bizim kendi ülkemizde,ilimizde ,karadenizde oluyor.Bunların içinde hiç yabancı  yok.Ama bunların içinde PKK’dan da ayrı olarak TİKKO,THKPC gibi terör  örgütleri vasıtası ile yine PKK ile birlikte üstlendikleri bir görevi mutlaka ifaya  hazır gibi bir durumu seziyoruz.Bunlara değinilmedi.

Askeri bir tabirle durumun muhakemesinden,budurumu biz analiz ettiğimiz zaman  bu olayları yapan kişiler hep kendi elemanlarımız.

İçlerinde Ne suriyeli,NE Alman,ne ingiliz nede çinli yakalanmadı.Adı geçen terör örgütlerinden Ne Kızıl Tugaylar’dan ne  ETA ‘dan,ne İra’dan kimse yakalanmadı.Buradan şuraya gelmek istiyorum.Biz hep dış mihraklar ,dış mihraklar sözü ile şişirildik. Ama içerden yardım edenleri göz ardı ettik.

Kanayanda kanatanda hep kendi içimizdendi. Anlaşıldı ki dış mihraklar denen kişi ve çevrelerin tuttuğu bazı kişiler olduğu ve bu aradada  PKK adına bunlara bazı eylemlerin yaptırıldığı ağır ağır anlaşılmaya başladı.

- Bu noktaya nasıl geldik?

- Yanlış hatırlamıyorsam Özal zamanında bu eylemler  başladığında Özal o zaman Antalya ‘da yazlıkta idi. Bu eylemler için değerlendirmesi şu oldu”Bir vukuatı adiye.Normal bir zabıta olayı”şeklinde idi.

Birinci yanlış ilk olaylarıın başında  devletin yetkililerinin olayı bir adi zabıta olayı olarak görmesi idi. Bu şekilde bakarsanız olayı çözümleyemezsiniz.Olaylara ne gereğinden fazla önem ,nede gereğinden  az önem vereceksiniz.Bütün nmeselede burada.Olmak veya olmamak.Bunun içinde büyük devlet adamı gerekir.

Sonra devlet adamlarının strateji,jeostrateji ve stratejik istihbarat bilgileri ile donatılmış olması gerekir.Bu kişiler Türkiyenin geleceği hakkında karar veren insanlar.Yani politikanın yapımcıları.Bu politikanın yapımcıları  önüne gelen bilgilerden bir sentez yaparak onu kullanamazlarsa veya iç dinamikler nedeni ile kullanmak istemezlerse  ozaman sorunları çözmeside mümkün değil.Bir kere kilitlenme burada başladı.Olayların tedavisine paryatif yani aspirin tedavisi ile gittiğiniz zaman olayları çözemezsiniz. Çünkü olayların tek nedeni yoktur.

Olayları çözemeyince bu defa asker ağırlıklı bir merkez oluştu.Dikkat edilirse işte ozaman şehit vermeye başladık.PKK’nnı uzantıları için sınır ötesi oparasyon  yaparak Irak’a girdik.İngiliz ve ABD ‘nin muafakat ve izinleri ile beraber belli bir paraleli geçmemek üzere  defalarca Irak’a girdik.Ama hadise de ortada.

APO bir örgüt olarak bir yapı geliştirdi.Bu yapıda içerden çok dışarıda örgütlendi.İçerideki kısım asybergin görüneni ise esas kütlesi dışarıda  olacak şekilde özellikle Avrupa’da gelişti.Bu yeni de bir şey değildi.Bu çok eskiden beri  bir yapılanmanın üstüne bu defa PKK bayrağını saplamaya benzer.

-12 Eylül öncesi  özellikle Güneydoğuda Marksist-Lelinist ve Maoist temelle dayalı  Rızgari, KAVA vs bir çok örgütler var idi.PKK dan çok güçlü örgütler idi. Bunlar 12 Eylül’de çökertildi.Asala eylemleri sona erene kadar ismi pek duyulmayan bir örgüt olan PKK’nın birden ortaya çıkarak  adeta Asala’nın  yerine eylemlerde  bulunduğunu görüyoruz.Ne olduda APO böyle güç kazandı?

-Bir gerilla hareketinin gücü  miktarı ile  ölçülmüyor. Korkuttuğu çevre ile ve  yaptığı eylemin şiddetinin oranı ile ölçülüyor.O nedenle  çok masum kişileri öldürdüklerini kabul ediyorlar.Çocukları ve masum insanları öldürmelerini şiddet felsefesinin bir gereği olarak görüyorlar.B u bir insanlık  şuçu olmasına rağmen teorik anlamda doğrudur.İzine giden askeri ve ya  yansız bir köylüyü öldürüyorlar.Bu terör örgütlerinin şiddet felsefesine uygundur.Dikkat ederseniz KAVA bir eylem koymadı.RIZGARİ gurubu.DDKO bunlar siyasal ortamda kültürel özerklik falan gibi çıkışlarla beraber Doğuya has bir şovenist eylem içinde bulundular .Ama siyasal yoldan böyle bir yapılanmayı uygun bulmayan APO o sırada marksist –Lelininst bir   eylemci olan Şhe Guare,Kostro gibi bir ihtilalci eylemle sonuca ulaşabileceği kararı alınca gençler bunun çevresine  toplanmaya başladı.Aponun çıkışı bu trentle uygundur.Bizim devletinde o tarihteki yetkilileri bunun tehlikeli bir tırmanış içinde olduğunu görmekle beraber pek önemsemediler.Sonra bazı siyasal dinamikler onlara güç verdi.

Güçlendikten sonra mali kaynaklar aradılar.Çünkü güçlenen örgütün çok daha fazla para ihtiyacı olur.Bunun için bir zamanlar Türkiye ‘de toplanan paraların Molla Mustafa Barzani’ye gitmesi gibi bir yardım parası ile örgütlenmeyi demode gördüler. Daha ileri tekniklerle bunlar yabancı  ülkelerdeki faaliyetleri ile siyasal açılımlara girdiler ve o tarihteki oturdukları tabanda buna uygundu.

-       Biraz açarmısınız?

-       Çünkü siyasal açılımları hazır yurt dışında örgütleri vardı.Burada ince bir noktaya geliyorum. Bir.Dünyanın hiçbir yabancı ülkesinde o ülkenin gizli servisleri ile işbirliği yapmadığınız takdirde  sizin faaliyetlerinize izin vermeleri mümkün değildir.

İki. Gizli istihbarat teşkilatları bir andan sonra  kullanmaya başlarnlar .O andan itibaren gizli istihbarat teşkilatlarının kullanılan elamanı olursunuz.

Peki kime karşı? Türkiyeye karşı. İpler kimin elinde İngiltere ,Fransa,ABD,Almanya,İsveç,İsviçre.İtalya,Yugoslavya,Bulgaristan,Çekoslavakya,Norveç say saya bildiğin kadar.Çünkü bunları kontrol etmek o ülkelerin istihbarat teşkilatlarının anayasal görevleridir.Bunları izlemek gizli teşkilatlarına devletin verdiği resmi görevdir.Nitekim Olof Palme Cinayeti mahkemede sorulduğunda “Hayır biz yapmadık ama karım Kesire Öcalan’ın gurubu, PKK Vijin gurubu yapmış olabilir diyor.Şimdi  İsveç ilgilenmeyecek mi ilgilenmişlerdir.Almanya ‘da tutup parlementerleri aracılığı ile ki onların deyimi ile ‘Özgürlük savaşçısı ve gerilla lideri ile’ görüşmüşlerdir.Almanlar sadece kendi ülkelerinde  eylem yapmama vaadini almışlardır. APO’ya biz “Bölüçü”vs diyoruz ama birde başkaları ne diyor ona bakmak gerekir.Onlarda “özgürlük savaşçısı,gerilla lideri “vs şeklinde görüyorlar,Kelimeleri kullanırken birde bu yönüne bakmak gerekir.Yoksa “bölücü başını “ falanca destekliyor dersek yanlış bir anlama içine düşebiliriz.Birde olaya öbür tarafıon baktığı gibi bakarsak daha iyi kavramış oluruz.Bunlar APOyu  bir Şhe Guvara gibi görerek Türkiyeyi bölecek gözü ile görmeye başladılar.

-Peki  Türkiye de eylem yaptırmanın Alman’a ,İngilize,italyana vs ne faydası var?

-Kimseyi itham etmiyorum ama  vize alanlara dikkat edin.Vize almak için Alman Büyükelçiliğine gittiğin zaman soruyorlar.Sen nerelisin ,Mardin’liyim,Trapzon’luyum dersen bekliyorsun.Nerelisin Dersim’liyim  dersen vize alabiliyorsun.Alman  vize alırken bile bizim sevgili vatandaşlarımızı neden ayırıyor acaba?Sebebi var.

Öbür yandan bir örnek .İsveç Mardin’den Süryanilere vize veriyor ama Mardin’den bir  müslüman gittiği zaman ona vize vermiyor.Kuludan giden kişiye veriyor ama Ankara’dan giden kişiye vermiyor.Bunlar birer kırıntı olmak la beraber,onların Türkiye’ye bakış açısı yönünden   ve emniyet birimlerinin bir görüşüdür.Demek ki bunları kullanmak istiyorlar.

Almanlar dikkat edilecek olursa 2,5 milyonluk bir Türk göçmene sahiptir.İkinci dünya savaşında Almanlar,Almanya’da bulunan Azerbeycanlıları  Azeri birlikleri oluşturarak Ruslara karşı savaştırdılar.Ellerinde  taşaron bir yabancı lejyonu kuracak kadar insan gücü varsa Alman bunu  niçin kullanmasın.Birde diyor ki Kürtler çok iyi silah kullanır.İlerde  benim potansiyel açığımı kapatacak bir insan gücüdür diyor.Buna kimse  dikkat çekmemiştir.Yoksa  Alman neden büyük bir türkiye ile ticaretini yapmayı düşünmüyor da bir ayrılıkçı hareketle irtibata geçmeyi tercih ediyor.

Bunların Türkiyeyi bölmesine istekli olmasının nedeni nin en başında Avrupa hala Sevri kadük etmenin(uygulanmamış olmasının)acısı içindedir. Avrupa devletleri hala asrın başındaki ruyalarını görüyorlar ve politikalarını değiştirmiyorlar.Yani Avrupa devletleri bu noktada kendilerini geliştiremiyor.Türkiyeye Lozanda verilen topraklar çok diyor.Kazım karabekir Paşa İstiklal Harbimiz İsimli kitabında anlatıyor.Karabekir Paşa’nın El Cezire Komutanlığına gönderdiği bir tamim var.Burada paşa”Kürdistan haritası ile  Ermenistan haritasını  üst üste koyduğunuz zaman çakıştığını görürsünüz. Szi zannediyormusunuz ki bu Avrupa devletleri Kürtler’in kara kaşınav e kara gözüne aşıktırlar.Onlar  burayı ilerde Ermenistan yapılmak üzere Kürtlere verilmesini istiyorlar “diyor.O tarihten bu güne kadar politikalarında bir değişiklik yok

Avrupa Birliği ‘nin bakışaçısıda burada önemli.Bu birlik Tüdrkiye ye nasıl bakıyor.Türkiye müslüman bir ülke.Türkiye tarihi bir geçişin üzerinde.Türkiye boğazların bekçisi.Türkiyeden geçince petrole ulaşıyorsun,Rus pazarlarına ulaşıyorsun,Türki cumhuriyetlere ve Hazar bölgesine ulaşıyorsun.Aynı zamanda ABD ve Avrupa birliğinin stratejilerinin çatıştığını görüyoruz.Bir takım çıkar çatışmalarının politikalarına yansıdığını görüyoruz. 

ABDli  Prof.Ckıpmen’nin dediği gibi”ABD’nin ne sürekli dostu nede sürekli düşmanı  yoktur”Tüm politika bu.

-Tüm kavgalar petrol için mi?

-Petrol tabi ki önemli bir madde ve milletler politikasında hala etkili bir unsur.Her halde Almanla’ın Bağdat demiryolunu yapması her halde Arapların kara kaşı ve kara gözünün hatırı için değildi.Osmanlıyı çokta modernleştirme arzısının bir tezahürü dedeğildi.Onların derdi Osmanlıyı batılılarrın seviyesine çıkarmak değil bir güzel pişirip yeme sevdaları içinde idiler.

Kürtçü dediğimz akımlar osmanlı imparatorlğundan beri çeşitli hareketler içinde olmuşlardır.Osmanlının parçalanmasından sonra  eski Osmanlı vilayeti olan Şam ,Halep ,Musul ve Bağdat başkalarının eline geçmiş..Bunlardan biri sonradan  Fransız diğeri İngiliz mandasında kalmış.

İnglizler  tarihsel seyir içinde Kürtlerle ilgisini sürdüren tek devlettir.Burada şunuda söylemeden geçemeyeceğim.Biz tarihimizi yeni nesillere aktaramadık.İnsanlarımızın çok opjektif olarak bunlarıda bilmesi gerekirdi.

 

Ocalan bu merkezlerde yuvalandı.PKK’nın avrupa temsilcileri denen kişiler mamalandılar.Bol para sahibi oldular.Bu kişiler bir yandan bulundukları ülkelerin istihbarat birimlerinden para alıyorlar.Bu kişiler o kuruluşlarının  başı olarak o ülkelerin güvenlik güçlerinden güç alıyorlar.Bu kişiler bu aldıkları gücü kürt kökenli vatandaşlarımızdan haraç almak ve uyuşturucu kacakçılığından pay almak,kara para aklamak konusunda kullanarak çok  büyük paralar kazandılar.Ancak bu paraların  ne kadarı PKK kasasına girdi bilmiyoruz.Çoğu cebe giren paralar  Türkiyeden yeni bir uyuşturucu sevkiyatının finansmanında kullanılıyor.

Eroin Afganistan,İran ve  türkiye üzerinden geçiyor .Ama  eroin işleme labratuarları Türkiye’de.Siz hiç Hakkari’de eroin labratuarı kurulacağını eskiden duysanız inanırmıydınız.Eroin yapmak çok ince bir iştir.Onu herkes yapamaz.Özel uzmanlar gerekir ,işlemek için bir bilgi  birikimi gerekir.

- Buradan şunu sormak istiyorum bu göz kamaştıran servet için  dış bağlantılarıın yanında içerden yardımcı olan kişiler olamaz mı?

- Gayet tabi olur.Ben bunu söylemeye çalışıyorum.Bu  Türkiyede  işleniyor ve büyük paralar kazanılıyor.Eroinin milliyeti olmaz.Ne kürt,ne türk ne de cinsiyete bakılır.Kazanılan paraya bakılır.Para o işte tek milliyettir.Para yeri gelir insanı dinden ve imandan eder .Daha ötesini siz düşünün.

APO ZEVZEKLİK YAPIYOR

-APO gerçekten doğrumu söylüyor?

-Aponun en güçlü olduğu yerlerden bir tanesi Suriyedir. APO’ya   sen Rifat el Esat’la hiç görüştünmü diye soruldu.Onu inkar etti.Halbuki El Esat,Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat’ın kardeşi.Özel güvenlik kuvetlerinin başında olan bir kişidir.Astığı astık kestiği kestiktir.Oğulları Waşington’da süper daireler alınarak okumaktadır.Suriye gizli servisinin başı olarak Suriyede kuş uçurtmazlar.

Apo suriyeye dokunmadı.Örgütlenmesi,kasası ve özellikle arşivi suriyede.Apo ne konuşuyor.O zevzeklik yapıyor.Geyik muhabbeti yapıyor.Hepimizle matrak geçiyor.Bizimle alay ediyor.Hiçbir şey  söylediği yok.

Halbuki APO ,Kenya’dan  alınınca  çeşitli sorgulamacılar tarafından sorgulandı.Burada bir teknik husus arzedeyim.Siz bir sorgulamacı olarak PKK ve APO hakkında çok iyi bilgiler sahibi değilseniz.Hem  yeteri  bilgi alazsınız ve karşınızda ki sizin neyi bildiğinizi ve neyi bilmediğinizi,sizin bilgi ve cehaletinizi ölçme sansına sahip olur.Tabi  bu noktaları bilmiyorum.Ben devlet adına iyi bir sorgulama yapıldığı kanaatini taşımak istiyor ve taşıyorum.Çünkü  Türkiye’de  bu konuları çok çok iyi bilen kişiler vardır.İnşallah o kişiler tarafından sorngulanmıştır.

APO  SURİYE ;ABD VE İSRAİL HAKKINDA KONUŞMUYOR

-Sizce APO ‘nun açıklamaları içinde dikkat çeken bölümler nedir?

-Abdullah Öcalan,Teşkilatları hakkında bilgi vermiyor .Avrupa hakında bilgi vermiyor.Dikkat edecek olursak Suriye hakkında konuşmuyor.ABD hakkında konuşmuyor.İsrail hakkında konuşmuşyor.Bu benim dikkatimi çekiyor.

YENİ GÖREVİNE UYGUN DARANIYOR

-Peki bunun sebebi nedir.Niçin bu saydıklarınız için konuşmuyor?

_Biliyorsunuz.Şuanda bile  Türkiyenin  dışında bir oluşum vardır.  Celal Talabani ile beraber  Mesut Barzani’yi Waşingtonlara kadar çağırıp bir  Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) benzeri bir Muamele yapan ABD Dışişleri bakanı Metlin Olbrayt

onlarla bir çok şeyleri  konuşurken bizi  dışlamıştır.Türkiyenin içinde bulunduğu Ankara süreci çoktan askıya alınmıştır.

Benim dikkatimi  çekiyor.ABD’nin ilgisinin bu derece yoğun olduğu bir yerde Türkiye bir bakıma dışlanmışken PKK’nında kendisine göre duyumları vardır .Aynı  zamanda PKK’nın mustakbel görevleri için bazı elbiselerde biçilmiştir.Benden evel ve benden sonra diye bir görev  alınmıştır.

 

APO bunları  konuşmadı. Suriye hakkında da konuşmaması için özel nedenleri  olabilir diyorum.

-İsrail’in bölgede ki etkinliği ve ilgisi biliniyor. İsrail hakında bilgi vermemesi İsrail Gizli servsi ile çalışma içinde oldğundanmıdır?

-İsrail PKK konusunda daha çok Suriye iliştkileri nedeni ile   ilgilenmiştir.Çünkü israil istihbaratının milli hedefleri vardır.

Bu hedefler için istihbarat yapar.İsraillin son zamanlarda ABD ‘nnide destek ve teşviki ile Türkiye ‘ye yanaşık bir politika gütmeleri karşısında israilin ezeli ve ebedi kdost veya düşman olacaığı  tahmin edilemez.Zaten böyle  bakılınca yanlış olur.Eee Efendim orası bizim çok yakın ahbabımız.Yok öyle bir şey.Ulusal menfatlar vardır.Bu nu ortaya koyduğunuz zaman ulusal çıkar çatışması her zaman mümkündür.Olaylara  bu açıdan yaklaştığımız zaman eskiden bizim yaptığımız  hatada olduğu gibi   “Sam amcaya bakarak” hareket etme şeklinde bir dışpolitika bakışımız olmaması gerekir.

 - APO ,PKK ‘nın elindeki kaynakların 200 milyon doları buldğunu söylüyor.Bu paraları Türkiye elde edebilir mi?

-Kendisi her ne kadar isviçre  bankalarında pamamız var dedi .Ama kimler adına yatırıldığını söylemedi.

-Bu paraları nasıl öğrenebiliriz..?

-       Öğreneabiliriz.ABD’nin sattığı PROMİS denen yazılım proğramı vardır.Bu proğram ABD’nin savcılık soruşturmalarında da kullandığı çok kapsamlı bir proğramdır.Bu proğramı bir çok devletin gizli teşkilatları da satın almıştır.Ve çok büyük enayilik etmişlerdir.Çünkü ABD bu gün bu proğram vediğerleri ile düğmeye bastığı anda şifresine girer isviçrede kimin adına kaç para yatırıldığını veya  gerçekten bankada ise Suriye’de kaç para  bulunduğunu öğrenir.Bu işlerle ABD ‘de elektronik verileri toplayan NSA yani  CIA’dan ayrı çalışan amerikan milli istihbarat ajansı ilgilenmektedir.Bu kanalla  ABD bulur.

-       Peki Türkiye bulabilir mi?

-       (Gülürek)ABD verir mi?....Verebilir.

-       Bu paranın türkiye tarafından alınması söz konusu mu?

-       Alabilir.Törör parası diye ama İsviçre ve Suriye verir mi?Bunu sağlamak için ABD gibi güçlü olmak gerekir.

-       APO tükendi mi?

-       Apo pili bitti.Bana göre APO devre dışı kaldı.Ama mahkemede sanki devre dışı kalmamş ve hala bir misyon yüklenecek  güçte göstermeye çalışıyor. Şu anda APO’nun mahkemede  söylemiş olduklarını yaptıracak hiçbir gücü yok.

-       Zaten  işi bitmişti.Paketlenerek mi getirildi demek istiyorsunuz?

-       Yani  APO miadı dolmuş konserve gibidir.Hani konservenin altında yazar;Bu konserve şu tarihe kadar kullanılmalıdır.APO’da kullanıldı bitti.

-       Bundan sonra ne olabilir?

-       Plent et Rue isimli  katolik bir dergi vardır.O dergide” Kutsal savaş “diye  bir konudan bahsedilmektedir.Buna göre Ortadoğu ile Papa ilgileniyor.

-       Avrupa  islamiyetin cebeli tarıktan geçmesini istemiyor.Türkiyede bir müslüman ülkedir.Sen de haddini bil  .Müslüman isen kabuğunda otur.Seni Avrupaya kabul etmiyoruz.Çünkü Avrupa bir hırıstiyan topluluğudur.Seninle bir din uyuşmazlığımız varken seni bizim avrupa birliğine almamız mümkündeğildir.Onun için Yunanistan kabul etkmedi  meselesi geçerli değil.

-       Peki Devletler ittifaklarını dinlerine mi göre kuruyor?

-       Hayır .Ama  bu gün Avrupa İslamiyetten korkuyor.Korktuğu için bizi Avrupa birliğine sokmak istemiyor.

İtalya APO ile neden bize şantaj yaptı bu ülkelerle  NATO ‘da müttefik değilmiyiz?

-Şuanda Kosova’da beraber değilmiyiz.Efendim orası başka burası başka.Ozaman Türkiyenin çok iyi düşünmesi gerekir.Türkiyenin çok iyi devlet adamlarına sahip olması gerekir.Türkiye Apo meselesindede hatalar yapmışsa.bu devlet adamlığı hatalarınhdan kaynaklanmıştır.Olayı anlayamamışlardır.Askere  bırakmışlardır.Neden askere  veriyorsun.Sen beceriksizsen ve bu ülkenen yüksek menfaatlerini bilipte bir üst politika üretemiyorsan  senin ne işin var orada.

- Yani sorumluluk devlet adamlırınnın diyorsunuz.APO yargılanıyor .Ama  bukadar can ve malkaybına seseb olan  yetkililer var ise yargılanmaları gerekmez mi.?

-Net bir cevap vereyim. Bu gün  adam bir şirkette hata yapsa;kulağından tuttarak derhal dışarı korlar. İşine  son verir.Ne koç tutar nede sabancı tutar .Hatta ve hatta ve hatta başbakanlık yapsan bile atarlar.Örneği var bir tarihte Özal ,Sabancıda çalışıyordu.Sabancı   merhum Özallın işine son vermişti.

Ama bu kişiler devlete geldiği zaman da... Devlet kusuru göstermeyen bir örgüttür.Devlet hiç kimsenin kusurunu göstermez.Devlet kim devlet biziz.Onun için devlette kusur gsterilmez.Bunu  kişilere atfetmek çok güçtür. Ama somut olarak durulan noktalardan bazıları şu olmuştur. Bazı tesbitler oldu.

?Yani?

Oda şu.TC bürokrasisinde, her kesiminde APO ya sempati duyan kişiler oldu. Militan demiyorum.Sempati  duyan diyorum.Bunlar ibre ne tarafa dönerse o tarafa döndüler.Baktılar APO güç kazanıyor APO tarafına yöneldiler,güç kaybediyor.İbre gibi bir oyana bir bu yana sallandı gitti. Benim nazarımda kararsız adam kararlı  adamdan çok daha tehlikelidir.Çünkü hiçbir şeye yaramayan hainliğe yakın bir konumdadır.Zaten Apo ile örtülü savaşta  bizim en büyük zaafiyetimiz devlet bürokrasisindeki  bu kararsızlardan ve sempati duyanlardan geldi.Bunların tesbiti dediniz.Bunların tesbiti yapıldı. Tesbit edildi.İstihbarat bilgileri arasında bunlar var.Telefon görüşmeleride var her türlü şeyi de var.Kimler para verdi.Hatta hangi sanatçı hangi müteahit ne verdi bunlar var.

-Neden bunlar mahkeme önüne çıkarılmadı?

-Bunları bu kadar dallandırıp budaklandırdığınız zaman  da işin içinden çıkılamaz  biraz olayı toparlamak lazım. Onun için birazda lokalize ederek  işi yürüttüler.

-Bu arada APO bazı isimler verdi.Medya büyük gürültü kopardı .Buna nedersiniz?

-Apo sayın Erbakan ve Özal’ın ismini veriyor.Veriyor da ne yapıyor.Özal ile Celal talabani vasıtası ile konuştum.

Konuştun da ne  konuştun kardeşim.Sana ne dendi sen ne cevap verdin.Belki çok iyi niyetlerle çok iyi bir mesaj verilmiştir.

Belki  bunun sonu yok ,bırak mesajı verilmiş de olabilir. Bundan da tabi bir şey olamaz. Kan ve mal kaybını önlemek için iyi adım atılmış. Ama netice alınamamış bu belli.

-Bundan sonra ne olacak?

-Adam ne diyor? Adam bir takım siyasal açılımlardan bahsediyor.Atatürk millliyetçiliği diyor.Anayasal milliyetçilik.Anayasal vatandaşlık diyor.Tüm bunlardan Osmanlının toparlayıcılığı,örtücülüğüne vurgu yapıyor.Biliyorsunuz Osmanlının toparlayıcı,her kesi kucaklayıcı yapısı  kaldırınca adeta tüm  unsurlar açıkta kaldı.O  Osmanlı şemsiyesi kaldırılınca herkes ortada kaldı. Eskiden Osmanlı meclisi mebusanındaki milletvekillerine sorduğunuzda Rumu ,Arabı ,Ermenisi Türkü ve Kürdü osmanlıyım diyordu.Bu Neye benzer .Bu gün ABD  kongresindeki  senatöre sorduğunuzda Amerikalıyım demesi gibidir.Adam ben ispanyol,İngiliz vs demiyor Amerikalıyım diyor.Ortak nokta Amerikalılık.

Ben birine  nerelisin diye sordum hala unutmam bana nerelisin deme dedi.”Ben Amerikan uygarlık ve refahını paylaşan mutlu bir  amerikalıyım” dedi.İşte Amerikan vatandaşlığı sadece bun adayanıyor.Başka bir şeye dayanmıyor.

Bu ne demekir eğer  Amarika  uygar olmasa veben mutlu olmasam amerekan vatandaşı değilim ve Amerikalıyım demeyeceğim demettir.Bunlar olmasa adam irlandalı veya ispanyol köklerini arayacak onunla kendini ifade edecek.

Üzülrek söylüyorum bu kadar etnik kökenli insanlar var.Biz bayramlarda büyüklerimizin elini öperiz.Eğer kürt bayramlarda Türk babanın elini öpmüyorsa demek ki fakir babanın eli öpülmüyor demektir.Çünkü ABD’linin dediği gibi onun Türkiye den bir mutluluğu  paylaşacağı bir şey göremiyor demektir. Fakir devletin mutlu adamı olmuyor.Memuruda mutlu değil.Haliyle mutlu olan kimse yok.

Ancak siz Güney doğuyu Paris yapsanızda  APOya özenenler çıkacaktır .Bu günkü deyimi ile terör eylemlerine devam edeceklerdir. Ancak bataklığı kurutmuş olursunuz.Birde o bölgede aşiret sistemine bakmak gerekir .Adamın her türlü otoritesivar.Sanki küçük bir devlet .Aşiretin tek eksikliği para basmamış olmaktır,Yargısı ve egemenliği kendine göre .Bunu değiştirmek gerekir.Kendi nufuz bölgesi var.Devlet o nufuz alanına girdiği zaman onunla çatışıyor ve sıfırlıyorsun.Onun için  o aşiretteki  her hangi bir kişi gibi oluyor.O her hangi bir kişi olmayı hazmedemiyor. Sadece rahat olan aşiretin üst düzeyi ,Onların dışındaki fakir fukara çocukları  ben sana gösteririm diye dağa çıkıyor.Kolay kolay aşiretağaları PKK içinde yer almamıştır.

TELE -KULAKTA BÇG  İŞİ

-Birazda son günlerinde Tüm ülkeyi sarsan Tele_Kulak olayına girmik istiyorum.Siz bu konunun bir uzmanı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

-       Tele _Kulak skandalı Bir yetkinin su istimalidir.Bu gün Mit ve Emniyetin elinde ileri teknoloji ile donatılmış aygıtlar var ise bu sadece ve sadece Türkiye’nin yüksek menfaatleri için  oparasyonlarda kullanılması gereken donanımlardır.

-       Siz devletin yüksek menfaati için mi , yoksa BÇG gibi bir  çalışmanın gereği olarak dinleme yapıldığını düşünüyorsunuz?

-Bazı yetkililer diyor  diyor ki”sisteme girilmiştir ama dinlemek için değil denetlemek içindir “. Şimdi dinleyenlere soruyorum :size Cumhurbaşkanını denetleme emrini kim verdi.Bir partinin başkanını  ki bana göre tüm parti başkanlarının  hepsi eşit konumdadır veya bir milletvekilinin telefon sistemine girilerek dinlenmesini haydi size birileri söyledi. Bu bilgileri kime aktarıyorsun?.Bu bilgilerin öğrenilmesi devletin yüksek menfataleri için yapılan bir operasyonun gereğimi dir.?Bu adamlar devlete ihanet ettiler de bir süphe varda bir oparasyon içinde bunu yapıyorsunuz?

“Yok merak ettik de dinledik” bununla geçiştiremezsiniz.Size bu görevi kim verdi?

-Anlıyorum.Adres belli demek istiyorsunuz.Eskiden hep MİT dinliyor denirdi şimdi neden emniyet?

-Çünkü emniyetin elindeki elektoronik aygıtlar son model cihazlar.

ÖZEL HİZMET SUNMA MERAKI

-Bu işler yasalara rağmen nasıl oluyor?

Türkiyede bizim bazı  yetkililerimiz, siyasiler kendilerinden bir hizmet talep etmeden bazı özel hizmetlere talip olurlar. O andan itibaren iş yozlaşıyor. Özel hizmet sunmaya başlıyor. Misal: Bir ara  kendisine bir Akit’i dinlesene deniyor. O da   “Emredersiniz efendim” diyor.  Birde Ahmeti, Mehmedi dinle tamam diyor.Sonrada özel hizmet sunma merakı bitmiyor. İnşallah bundan sonra  bir takım kişiler özel hizmet sunmak için bir yerlere getirilmez.Özel hizmet sunmak isteyinlerin bu hizmetinden yararlanmak istemeyen kaç kişi vardır?İstemem yan cebime koy der.

TELE- KULAK ‘I DA CIA DİNLİYOR

-Yalnız bir korkumu söyleyeyim Yazılımı ABD den alındığı için bizim burda ki bilgi sayar ekranında görünne her hangibir bilgi anında NSA da ekranında olabilir.Yani  biz dinliyoruz diyenler bunu gözardı etmemeliler sadece  kendilerinin  bildiğini sandığı bilgiler Waşşington daki ekranada yansır.Başka ben ne söyleyeyim.

- Küçük kulakları  da büyük kulak dinliyor diyorsunuz.Çok teşekür ederiz  efendim.

Ben de teşekür ederim.

 

Röportajın fotoğrafları Hasan Karakaya Beyin E- mailine  “Gökdeniz “kodu ile  geçilecek

 

///////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////

 

Her şey  BÇG’yi gösteriyor.  Bütün yollar” büyük kulak” CIA’ya  çıkıyor....!

 

Tele kulak  skandalı için Emniyet İstihbaratının  kurucusu Ergün  Gökdeniz’den şok açıklamalar...!

 

Tüm Türkiye’yi  sarsan  “Tele kulak”olayını  BÇG ‘mi yaptırıyor? ..Bu Gücü Kimden Aldınız?   Sorularına Gökdeniz açıklık getiriyor.

 

Gökdeniz: “ Bu bir yetkinin suistimalidir....Emniyetten deniyor ki sisteme girilmiştir. Ama dinlemek için değil, denetlemek için girilmiştir. Peki siz bunu hangi hakla yapıyorsunuz.

Müessese ve kişileri siz nasıl denetlersiniz. Cumhurbaşkanını denetleme emrini size kim verdi. Bence tüm partiler eşittir ama herhangi bir parti lideri veya herhangi bir milletvekilinin sistemine girdiniz. Peki bu bilgileri kime aktarıyorsunuz?

Bu bilgilerin öğrenilmesi devletin yüksek menfaatleri için midir? Hukuki alt yapısı hazırlanmış bir operasyon mudur?  Bu adamlar devlete ihanet mi ettiler? Bir şüphe mi vardı da, bir operasyona girdiniz? Bir operasyon başlattınız? Veya “biz merak ettik de dinledik” diyemezsiniz? Bununla geçiştirilemez. Bunun arkasında mutlaka birileri vardır. Bir hedefe yöneliktir. Yoksa kendiliğinden olan bir şey değildir.”

 

Gayesi özel hizmet sunmaktır. Peki kime sunuluyor bu hizmet?

 

Gökdeniz “Siyasilerimiz kendilerinden bir şey talep etmeden bazı kişiler bazı özel hizmetlere talip olurlar. O andan itibaren iş yozlaşıyor. Derhal özel hizmet sunuyor. Sonra bir ara diyor ki... filancayı dinleyin... emredersiniz efendim.  Şunu da  dinleyin .....Emredersiniz efendim.  Bazan iktidarlar ve güç odakları bazı yerlere kendilerine yakın isimleri getirerek  bu şekilde özel hizmet almak istiyorlar. Özel hizmet sunma merakınız olduğu zamanda soruyorum size özel hizmet sunmak isteyen kişinin özel hizmetlerinden yararlanmak istemeyen kaç insan vardır?” diyerek zaman zaman bu işe siyasilerinde girdiğini söylüyor.

 

Her yol CIA’ya çıkıyor...!

 

Gökdeniz”Emniyetin cihazından sizin şifrenize girildiği ve ekranda görüldüğü zaman, bilgisayardaki yazılım nedeniyle ABD deki pentagon veya National Cekullery Ejansıy (NCE)’nin Washington DC’deki bilgisayarında anında görülebilir. Çünkü yazılım oradan alınmıştır. Başka ne söyleyeyim. “diyerek konunun içerdeki bir takım odaklarla sınırlı olmayıp CIA’ya kadar uzannan bir zincirin halkası olduğuna dikkat çekiyor.

 

Şavaş hemen şimdi ayrıl........!

Bir tarafta emniyet içinde görevden alınmalar yaşanırken diğer yandan  “tele kulak” ile elde edilen bant kayıtları FP kapatma davasına delil  olarak Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş tarafından Anayasa Mahkemesi’ne sunuldu. Vural Savaş  Meclis tarafından “ihaleye fesat karıştırmaktan”düşürülen ANASOL –D hükümetinin Devlet Bakanı Güneş Taner  hakkında  ortaya çıkan kasetler için” ahlak ve hukuk dışı “ nitelemesi yapmışken kendisi aynı işin içine girdi ve hala makamını koruyor. Bu hukuk skandalı karşısında kamuoyu ve siyasi çevreler  Vural Savaş’tan onurlu bir davranış bekleyerek istifa etmesini istiyorlar.

 

Necati Çavdar/ ANKARA

 

“Tele- kulak’ skandalında gözler  BÇG ye çevrildi...    Bütün yollar” büyük kulak” CIA’ya  çıkıyor.

 

Tele Kulak diye adlandırılan  Başbakan, Genelkurmay, Erbakan  dahil çeşitli  kişi ve kurumların telefonlarının dinlenmesi tüm Türkiye’yi sarstı. Öyle bir sarstı ki ne hükümet proğramı, ne güven oylaması ne de bütçe kanun tasarısı konuşuluyor. Hepsini gölgede bırakarak gündeminin birinci sırasına oturdu.

Şavaş hemen şimdi ayrıl........!

Bir tarafta emniyet içinde görevden alınmalar yaşanırken diğer yandan  “tele kulak” ile elde edilen bant kayıtları FP kapatma davasına delil  olarak Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş tarafından Anayasa Mahkemesi’ne sunuldu. Vural Savaş  Meclis tarafından “ihaleye fesat karıştırmaktan”düşürülen ANASOL –D hükümetinin Devlet bakanı Güneş Taner  hakkında  ortaya çıkan kasetler için” ahlak ve hukuk dışı “ nitelemesi yapmışken kendisi aynı işin içine girdi ve hala makamını koruyor. Kamuoyu ve siyasi çevreler  Vural Savaş’tan onurlu bir davranış bekleyerek istifa etmesini istiyorlar.

 “Tele kulak” skandalını Emniyet İstihbaratının Kurucusu Emekli Vali Ergün Gökdeniz, Necati Çavdar’ın soruları ile Yeni Dönem’e yorumladı ve dinlemeyle ilgili ayrıntılı bilgiler verdi.

 

Bir Yetkilinin Suistimalidir

 

Yeni Dönem -Sayın Gökdeniz Türkiye’yi sarsan “Tele kulak”la ilgili olarak sizin uzman olarak görüşlerinizi almak istiyoruz.?

-Bir yetkinin suistimalidir. Yani bugün Emniyetin, MİT’in elinde ileri teknoloji ile donatılmış aygıtlar var ise bu sadece ve sadece Türkiye’nin yüksek menfaatleri için kullanması gereken operasyonlarda kullanması gereken elektronik donanımlardır.

BÇG ‘mi yaptırıyor? Bu Gücü Kimden Aldınız?

 

-Basına yansıyan ve emniyetteki görevden almalarla görülüyor ki herkes dinleniyor,  bunu kim adına yapıyorlar?

-Evet. Emniyetten deniyor ki sisteme girilmiştir Ama dinlemek için değil.  Denetlemek için girilmiştir. Peki siz bunu hangi hakla yapıyorsunuz. Cumhurbaşkanı, başbakanı ve genel kurmay gibi müessese ve kişileri siz nasıl denetlersiniz. Cumhurbaşkanını denetleme emrini size kim verdi. Bence tüm partiler eşittir ama herhangi bir parti lideri veya herhangi bir milletvekilinin sistemine girdiniz. Peki bu bilgileri kime aktarıyorsunuz?

Bul bilgilerin öğrenilmesi devletin yüksek menfaatleri için midir? Hukuki alt yapısı hazırlanmış bir operasyon mudur?  Bu adamlar devlete ihanet mi ettiler? Bir şüphe mi vardı da bir operasyona girdiniz? Bir operasyon başlattınız? Veya biz merak ettik de dinledik diyemezsiniz? Bununla geçiştirilemez. Bunun arkasında mutlaka birileri vardır. Bir hedefe yöneliktir. Yoksa kendiliğinden olan bir şey değildir.

Zaman zaman gazetelerde yazılar çıkıyordu. Tüm telefonlar dinleniyor diye. Çünkü dinlenmeyen politikacının kalmadığı anlaşılıyor.

Gayesi özel hizmet sunmaktır. Peki kime sunuluyor bu hizmet?

 

-Olay bu kadar vahim ama niçin oluyor?

-Emniyet siyasallaşıyor deniyordu. Emniyet teşkilatı, bizim polisimiz ama siyasilerimiz kendilerinden bir şey talep etmeden bazı kişiler bazı özel hizmetlere talip olurlar. O andan itibaren iş yozlaşıyor. Derhal özel hizmet sunuyor. Sonra bir ara diyor ki...filancayı dinleyin... emredersiniz efendim.  Şunu da  dinleyin .....Emredersiniz efendim.  Bazan iktidarlar ve güç odakları bazı yerlere kendilerine yakın isimleri getirerek  bu şekilde özel hizmet almak istiyorlar. İnşaallah bu dönemde de yine bir takım kişiler özel hizmet sunma hevesinde olmasınlar diye düşünüyorum.

Eğer, yine aynı kafayla gidilirse ki  bunu önlemeniz mümkün de değil. Özel hizmet sunma merakınız olduğu zamanda soruyorum size özel hizmet sunmak isteyen kişinin özel hizmetlerinden yararlanmak istemeyen kaç insan vardır?

İstemem yan cebime koyuver. Mutlaka isteyecektir. Ve arkası gelir.

Her yol CIA’ya çıkıyor...!

- Eskiden hep MİT dinliyor denirdi. Şimdi Emniyet dinliyor deniyor. Sizce sebebi nedir?

-Emniyetin elinde elektronik cihazlar yeni ve modern olduğu için bunlar orada daha çok  oluyor.

-Peki bu bilgiler sadece içerde mi kalır. Yoksa başka yerlere uzanır mı?

- Tabi ki sadece içerde kalmaz. Şunuda belirteyim bu işi yapanlar çoğu kez  ulaştıkları bilgiler kendileri ile sınırlı zanneder. Burada bir korkumu söyleyeyim. Emniyetin cihazından sizin şifrenize girildiği ve ekranda görüldüğü zaman, bilgisayardaki yazılım nedeniyle ABD deki pentagon veya National Cekullery Ejansıy (NCE)’nin Washington DC’deki bilgisayarında anında görülebilir. Çünkü yazılım oradan alınmıştı. Başka ne söyleyeyim.

 

-Sayın Gökdeniz söyledikleriniz çok önemli ip uçları veriyor. Peki insanlar hangi metodlarla dinlenir?

 

-Bunun için çeşitli metodlar  vardır. Bunun başında da taşınması ve yerleştirilmesi kolay olan “Bak” argo anlamı ile “böcek”denen   minik nesneler gelir. . Bunlar güneş pilleri  veya uzun ömürlü pillerle ama az enerji sarf eden küçük mikrofondur. Bunlar özelliklerine göre bir, üç, 10 km. gibi veriş güçleri veya sahaları vardır. Bu cihazlar kolaylıkla elektronikte gelişmiş firmalar tarafından her yerde ve sınırsız olarak satılmaktadır. Bunları dileyen istediği yerden temin edebilir.

-Bunlar nereye konuyor?

-Elektronik istihbaratta dinlenmek istenen bir yerden tam 144 yer vardır. Dinlenme yapılacak yerin 144 önemli yeri vardır. Dinlenme yapılacak bu yerin 144 noktasına değil de, yeteri kadar bir yer ve sayıda konur. Ancak kesinlikle bir tane konmaz da mutlaka birden fazla üç, beş gibi noktalara konur. Birisi arızalandığı veya bulunarak imha edildiği zaman diğerleri, yayınına devam eder.

 

-Bu “bak” lar  nasıl  tespit  edilir?

-Bu böceklerin tesbit edilmeleri mümkün ama hiç tesbit edemediğiniz böcekler de var.

Diğer cihazlara gelince cinsine ve kullanış gayesine uygun olarak  hacimleri  daha büyük olan cihazlardır. Bunlar çok kere sabit yerlere kurulur. Dinleme ve kayıt oralardan yapılır. Bunlar çok özel cihazlar olup ithal edilirler. İthalleri v denetimleri  hükümetin iznine tabi cihazlardır.

  Emniyetin elindekiler hükümetin iznine tabi olarak ithal ediliyor. Dolayısıyla bunların kullanımları da devletin denetimindedir. Görülüyor ki devlet içinde belli güçler bunları özel hizmet sunmak için kullanıyorlar.

 

-Bir de yine özellikle gazeteci Fehmi Koru ve Nazlı Ilıcak’ın konuşmaları ile Cep telefonlarının dinlenmesi gündeme geldi. Bunların dinlenmesi veya kaydı nasıl oluyor?

-GSM denen cep telefonların dinlenmesi için şifresinin çözülmesi gerekiyor. Bunun için de “decoder” denen şifre çözücüye ihtiyaç var. Şu bir gerçektir ki dünyada çözülmeyecek şifre yoktur.

Yapılmışsa kesinlikle çözülecektir. Bu cihazlar kapalı ve siz konuşmazken de sizin konuşmalarınız  GSM’lerdeki  akıllı kartların şifresine girerek bir şekilde alınabilir. O nedenle cep telefonları kapalı ilken şayet bataryası veya enerjisi kesilmemişse dinlenebilir.

ABD’de Ulusal Güvenlik Kuruluşu denen (NCE)’de her türlü dinlemeye girecek aygıtlar mevcuttur. Yeni geliştirilen tekniklerle her türlü konuşma ve resim elde edilebilmektedir. Bunlara misal olması için anlatıyorum. Bir CIA görevlisinin  duble ajan  olduğu tesbit  edildi. CIA  ve FBI  bu  görevliyi takibe alarak  FBI bu adamın bilgisayarına girdi. Bilgisayarından yayılan enerjiyi özel bir aygıtla çekerek, bu elektromanyetik dalgalar analiz edilerek kelimeler haline getirilip karakterize edildi. FBI bu ajanın bilgisayarına  depolayarak karşıya verdiği tüm bilgileri alabildi.

 

 

::::::::::::::::::::::

GÖKDENIZ “ IDDİALAR SAÇMA”

Emniyet İstihbaratın Kurucusu   Mardin eski Valisi Ergun Gökdeniz , internette site açarak  Aydınlık gazetesi ve  Hanefi Avcı  hakında açıklamalarda bulunduğu iddia edilen   MİT  Kontrterör Dairesi Eski  Başkanı Mehmet Eymür’ün söz konusu iddialarını “saçma bulduğunu” söyledi.

YA PERİNÇEK  KULLANIYOR YADA

Doğu Perinçek için, Eymür’e ait olduğu söylenen “ Türk  Hizbullah terör örgütünü kuranların yayın organlığını yapan Aydınlık  gurubunun başı  Doğu Perinçek..” iddialarını Gökdeniz “saçma” olarak niteledi. Gökdeniz ”Doğu Perinçek kim? Dün Marksist ve Maocu idi. Şimdi  Kemalist olduğunu söylüyor ve sanki ülkede iktidardakiler Kemalist değilmiş gibi. O nedemekse “Kemalist devrim güçlerinin iktidarını “ istiyor. Doğu Perinçek yazdığı yazıları ve kullandığı belgeleri kimden alıyor?  Bu adama bunları birisi veriyor. Perinçek bunları nereden alacak ya Emniyet ya da MİT  verecek. Kim kimi kullanıyor belli değil.Ya Perinçek MİT’i kullanıyor, ya da  MİT , Perinçek’i kullanıyor”dedi.

 

HİZBULVAHŞETTE POLİS YOK

Gökdeniz,Hizbullah’ın PKK’ya karşı emniyetin kurdurduğu konusundaki iddiaları ise” Hizbullahı  Hanifi Avcının kurduğu konusundaki  iddiaları saçma buluyorum. Hizbullah konusunda komplo teorileri üretiyorlar.Ancak teorileri tersine çalıştırıyorlar. Hizbulvahşet konusunda Polis ‘Bunu ortaya çıkarmanın bütün şerefi bize ait ‘diyor. Öyleyse kendisinin kurup geliştirdiği şeyi   emniyet niçin kendi  ortaya çıkarsın?

Eğer  olayı MİT ortaya çıkarsaydı bu yaklaşımın bir mantığı olurdu.Ancak şu andaki gelişmeler bu düşünce ile çelişiyor.”diyerek “Hizbullalhın ortaya çıkması  iç güdüsel olarak  gelişmiştir. PKK’ya karşı savunma duygusuyla ortaya çıkan bu hareket  bölgedeki  PKK ile mücadele edenler tarafından önce hoşgörü ile karşılanmış olabilir. Nasıl olsa PKK  ‘ya karşılar diye dokunulmamış olabilir. Zaten  bölgede legal korucu sistemi varken niçin emniyet illegal bir koruculuk sistemi geliştirsin?

Bunlar PKK ile mücadele etlilerde Karayılanı’ımı öldürdüler. Şemdin Sakık’ı mı getirdiler. Bunların hiç biri PKKlıları öldürmemiştir.”diyerek örgütün PKK’ya karşı bir faaliyeti olmadığını söyledi.

HİZBULVAHŞETİN GAYESİ PARA

Gökdeniz ”Hizbullah   daha doğru ifade ile Hizbulvahşeti  örgütlü suç amaçlı faaliyetler olarak değerlendirmek gerekir.

Bu örgüt mafyalaşmanın bir başka adıdır. Örgütün lideri  Velioğlu  hicret edin diyor. Hiçret nedir? Göç demektir... Peki göç edenler nereye gidiyor?  İstanbul, İzmir, Ankara, Antalya  gibi rantı yüksek ve paranın olduğu illere...Velioğlu’nun konuşmak için İstanbul’a  geldiği düşünülemez. Mafyalaşmanın geleneği vardır. Doğu’da biraz palazlananlar hep batıya gelir ve  buralarda rant kaynaklarını ele geçirmeye çalışırlar. Velioğlu ve  tayfasının hedefleri de hep galericiler vs .Neden galericileri seçiliyor. Bunlar Almanya’dan falan hırsızlık arabaların parçalarını satıyorlar. Kara para ile uğraşıyorlar onun için de bu mafyacalar onun peşine düşüyorlar. Yani  hedefleri para ve paralı şahıslar. Hiç PKK’ lı olduğunu  söyleyenleri öldürdükleri var mı? Onlar rant peşindeler.”diyerek Hizbulvahşetin gayesini  ortaya koydu.

ONU ANLATAMAM

Hizbulvahşet olaylarının lideri olduğu öne sürülen  Hüseyin Velioğlu’nun  ailesini eski Mardin valisi olması nedeni ile yakından tanıdığını söyleyen Gökdeniz”Bu insanların sülalesini tanırım. Bazılarının akrabaları ile tanışırım. Ben Mardin valisi iken içlerinde  il genel meclisi üyeleri  olanlar vardı. Bu süklüm püklüm insanlara ne oldu da  o kadar büyüdüler. Soruyorum  ne olmuşta bu insanlar büyümüş?  d Hizbullahı  Hanifi Avcının kurduğu konusundaki  iddiaları saçma buluyorum.

iye orarak arkasındaki güce dikkat çekti. Zaten medya olarak Hizbulvahşeti büyüten gücün  aydınlığa çıkması için soruyoruz.Peki efendim  ne oldu da büyüdüler? Şeklindeki sorumuza ise Gökdeniz”Onu burada anlatamam.”diyerek  cevapladı.

Necati Çavdar-ANKARA

//////////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çorum Belediye Başkanı  Prof. Dr. Arif Ersoy , Fazilet  Partisi’nin 18 Nisan seçimlerinden önce  ve sonrasında takip ettiği  politikalar konusunda Yeni Dönem’e şok açıklamalar yaptı.

OY KAYBINDA PARTİNİN KENDİ HATALARI ÇOK OLDU

Arif ERSOY : Milletvekili seçimlerinde Fazilet Partisi’nin aldığı olumsuz neticeyi  oransal olarak söylersek;  benim kanaatime göre  dış etkilerden çok iç etkenlerin payı daha fazladır.

Tahmin ediyorduk ki; parti bu 28 Şubat sürecini  lehte kullanır. Konjonktür bu duruma çok  çok  müsaitti. 28 Şubat süreci iyi değerlendirilse idi olumlu neticeler alabilirdi.

Bu düşük neticenin alınmasında ben dış etkenleri % 20 olarak sayıyorum. % 80’i ise partinin kendi içinden kaynaklanan etkilerdir.

 

Her şeyden önce partinin söylemlerinde sıkıntı oldu. Geçmişteki söylemler bir tarafa atıldı. Ama onun yerine yenileri konamadı. Tabanın alışık olduğu söylemler terk edildi. Fakat yerine de yenileri geliştirilip konulmadığı için partinin tabanı ve yerel bazdaki yöneticileri halka ne söyleyeceklerini tam olarak ortaya koyamadılar. Siz bir denbire onların önüne hiç çözüm getirmeyen sloganları korsunuz. Bunlarla onları tatmin etmemiş olursunuz ve o kitlenin kendilerine güvenlerini sarsmış olursunuz. Özellikle partinin öncü kısmı, yönetici kısmı bu konuda yeteri kadar güvence veremedi. Halkı harekete getiremedi. Biliyorsunuz. Seçimlerden önceki heyecan, güven ve geleceğe olan ümitle orantılı olarak artar.

 

 

PARTİ   YÖNETİMİ “GÜVEN VE ÜMİD VEREMEDİ”

Yeni parti proğramı gereken “güveni, çözümü ve geleceğe olan ümidi” veremedi. Mutlaka seçimden önce heyecan olması gerekir. Heyecanda “güven, çözüm ve ümide” bağlıdır. Bu üç konuda yeterli davranılamadı.

Hep ne olmadıklarını anlatmaya çalıştılar. Ne olduklarını anlatmalı idiler.

FP nedir? FP hareketi ne istiyor, nasıl bir Türkiye istiyor, nasıl bir demokrasi istiyor? Bu soruların cevapları net, açık bir şekilde ortaya konması gerekir.

PARTİDE PARTİ İÇ İDEMOKRASİ  YOK

FP’nin tabanı ile tavanı arasında yeterince bir diyalog sağlanamadı bu önemli idi. Bu parti içi demokrasidir. Taban ne istiyor, tavan ne söylemek istiyor. Bu anlatılamadı ve partinin üst düzey yöneticileri tabanın genel eğilimlerini listelerine yansıtamadı. Yansıtamayınca kendileri de tabana anlatmak istediklerini yansıtamadılar.

 

 

 

Necati Çavdar / ANKARA

 

 

Yeni Dönem: Kamuoyu yoklamalarında FP’nin % 25’in üzerinde bir netice alacağı görülüyordu. Ancak beklenen neticenin yerel yönetimlerde alındığı ve genel yönetimlerde alınamadığı ortaya çıktı. Siz bu sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Arif ERSOY : FP yeni bir parti. Yalnız, FP’nin dayandığı dünya görüşü ve hareket yeni değildir. Son otuz yıllık bir hareketin ve anlayışın devamıdır. Yani Türkiye Cumhuriyeti yeni bir devlettir, ama Osmanlı devletine dayanmıyor demek yanlış olur. Bu nedenle  FP de geçmişteki birikime dayanıyor. Parti olarak yeni bir partidir.

 

Doğrusu FP’nin bu seçimlerde % 23-24 dolayında oy alacağını tahmin ediyorduk. 98 sonları ve 99’un ilk aylarında yapılan anketler bunu gösteriyordu. Bu tahmin, mahalli seçimlerde doğru çıktı. Mahalli seçimlerde % 23 küsür oy alındı. Bunun sebebi de şudur: Halk, mahalli düzeyde FP anlayışını denedi, yapılanları gördü. Aşağı yukarı tahminlere yakın bir sonucu aldık.

Genel seçimlerdeki düşüşü biz dahili ve harici nedenlere bağlıyoruz. Yani parti içinden ve dışından kaynaklanan nedenler var.

OY KAYBINDA PARTİNİN KENDİ HATALARI ÇOK OLDU

 

Yeni Dönem: Sizce nedir bunlar?

Arif ERSOY : Milletvekili seçimlerinde alınan olumsuz neticeyi  oransal olarak söylersek;   benim kanaatime göre  dış etkilerden çok iç etkenlerin payı daha fazla. Dış etken olarak, 28 Şubat sürecinin yaşanması etkili oldu. FP, 28 Şubat sürecini lehte kullanabilirdi. Bu tarihimizde böyle olmuştur. Toplumumuzun kültürel yapısı böyledir. Yani, CHP’nin 1946’daki baskıcı  zihniyetine karşı 14 Mayıs 1950  tepkisi ortaya çıkmıştır. Halk, dayatmalara karşı bir reaksiyon ortaya koymuştu. 1960’dan sonra Adalet Partisi’nin, 80’den sonra ANAP’ın  ortaya çıkması da böyledir. Tahmin ediyorduk ki; parti bu 28 Şubat sürecini  lehte kullanır. Konjonktür bu duruma çok  çok  müsaitti.

Seçimlerden önce yolsuzluklar nedeniyle düşmüş bir hükümet sözkonusu idi. Ülkede uygulanan antidemokratik uygulamaların toplum üzerindeki olumsuz etkileri vardı. Nitekim CHP, 28 Şubat sürecinin gereği  olarak barajın altına düşmüştür. Dolayısıyla  28 Şubat süreci iyi değerlendirilse idi olumlu neticeler alabilirdi.

Genel seçimlerde düşük oy almamızın bir diğer nedeni de partinin sürekli kapatılma tehdidi altında bulunmasıdır.

Bu düşük neticenin alınmasında ben dış etkenleri % 20 olarak sayıyorum. % 80’i ise partinin kendi içinden kaynaklanan etkilerdir.

 

Yeni Dönem : FP’nin  kendi içinde hangi faktörler, seçimlerde düşük netice almanıza neden oldu?

 

Arif ERSOY : Parti, 28 Şubat sürecinin getirdiği konjonktürü iyi değerlendiremediği için, yeni duruma kendini adapte edemedi.

Her şeyden önce partinin söylemlerinde sıkıntı oldu. Geçmişteki söylemler bir tarafa atıldı. Ama onun yerine yenileri konamadı. Tabanın alışık olduğu söylemler terk edildi. Fakat yerine de yenileri geliştirilip konulmadığı için partinin tabanı ve yerel bazdaki yöneticileri halka ne söyleyeceklerini tam olarak ortaya koyamadılar.

Bir de, 28 Şubat süreci çözümsüzlüğü ortaya koydu. Bir bakıma geriye gidişti. Toplumların ileriye gidişi özgürlük ve demokrasiyle orantılıdır. Toplum ne kadar özgürleşirse, ne kadar demokratikleşirse, ne kadar katılımı artarsa topluma yeni gelişme ve dinamizm getirir. Sanayi inkılabından beri tüm toplumlarda bu böyle olmuştur.

Eğer toplum daha özgürleşiyor, daha üretken ve atılımcı oluyorsa bunda gelişme olur. Baskı ve dayatma toplumları durdurur, statikleştirir, geriye götürür. Dolayısıyla 28 Şubat süreci bir bakıma Türk toplumunu geriye götüren bir süreçtir.

Bu süreçten en olumsuz etkilenen parti FP oldu. Dolayısıyla partinin demokrasi, katılımcılık , ekonomik ve sosyal sorunların çözümünde daha net ve açık görüşlerinin olması gerekirdi. Parti, belki kısa zaman içinde kendini toparlayarak çözümler üretemedi. Halbuki bizim tabanımız diğer partilerin mevcut çözümlerini bilen ve o çözümlerin çözümsüzlük olduğunu anlayan bir tabandır.

Siz birden bire onların önüne hiç çözüm getirmeyen sloganları korsunuz. Bunlarla onları tatmin etmemiş olursunuz ve o kitlenin kendilerine güvenlerini sarsmış olursunuz. Özellikle partinin öncü kısmı, yönetici kısmı bu konuda yeteri kadar güvence veremedi. Halkı harekete getiremedi. Biliyorsunuz. Seçimlerden önceki heyecan, güven ve geleceğe olan ümitle orantılı olarak artar.

PARTİ   YÖNETİMİ “GÜVEN VE ÜMİD VEREMEDİ”

Yeni Dönem: Tabanın arzu ve isteklerini genel merkez ve parti yönetimi karşılayamadı mı?

 

Arif ERSOY : Yeni parti proğramı gereken “güveni, çözümü ve geleceğe olan ümidi” veremedi. Mutlaka seçimden önce heyecan olması gerekir. Heyecanda “güven, çözüm ve ümide” bağlıdır. Bu üç konuda yeterli davranılamadı.

Bir de bunu FP hareketinin geneli olarak düşünmek gerekiyor. Hep ne olmadıklarını anlatmaya çalıştılar. Ne olduklarını anlatmalı idiler.

FP nedir? FP hareketi ne istiyor, nasıl bir Türkiye istiyor, nasıl bir demokrasi istiyor? Bu soruların cevapları net, açık bir şekilde ortaya konması gerekir.

 

 Parti içi Demokrasi Yok

 

Yeni Dönem: FP’de parti içi demokrasinin olmadığını söyleyebilir miyiz? Bununda seçim neticelerine yansıması olmadı mı?

 

Arif ERSOY : FP’nin tabanı ile tavanı arasında yeterince bir diyalog sağlanamadı bu önemli idi. Bu parti içi demokrasidir.

Biz bilgi çağına girdik. Bilgi çağının özelliklerinden birisi şudur. Artık bilgi saklanan, bir karara bırakılan, korunan bir şey değil. Bir nevi bütün insanlığın ortak malı haline gelmiştir. Sürekli olmak elektronik hızla dünyaya kitle iletişim araçları, tv, radyo, bilgisayar, internet sürekli bilgi aktarıyor. Dolayısıyla tabanla tavan arasında bilgi akışkanlığında tıkanma oldu.

Taban ne istiyor, tavan ne söylemek istiyor. Bu anlatılamadı ve partinin üst düzey yöneticileri tabanın genel eğilimlerini listelerine yansıtamadı. Yansıtamayınca kendilerini de tabana anlatmak istediklerini yansıtamadılar.

Diyelim ki bu küskünler hareketi, seçimden çok az bir dönem içinde ortaya çıkmıştı. Burada parti üst düzey yöneticilerinin amacı ve bu hareketi desteklemekteki gayeleri anlatılamadı.

Hatta partiye karşı olan medyanın anlattıkları taban tarafından yankı buldu. Yansıdı ama partinin de dediği ortaya konmadı. Dolayısıyla burada partinin üst düzey yöneticileri ile taban arasında bilgi akışkanlığında kopukluk oldu. Tabandaki istekler yukarı yansıtılamadı.

 

Parti Aşırı Merkeziyetçilik Sergiledi

 

Parti ayrıca aşırı bir merkeziyetçilik sergiledi. Bu fevkalade yanlıştı. Aşırı merkeziyetçilik sanayi inkılabı öncesi sistemdir. Aşırı merkeziyetçi sistem demode olmuştu. Bu sistem belki askeriyede uygulanabilir. Bu sistem sivil hayatta uygulanması fevkalade yanlışlığa yol açar. Ve bilgi akışındaki olumsuzlukları ortaya çıkarır. Merkeze yakın olanlar, merkezden çıkan bilgileri kendi anladıkları gibi tabana yayarlar. Tabandaki arzuyu da, istemediklerini merkeze yansıtmazlar. Tabandaki şikayetleri, olumsuzlukları merkeze olmuş gibi yansıtırlar. Bu da merkezi yanlış karar almalarına yol açar. Dolayısıyla hem merkeziyetçi sistem partinin kitlelere ulaşmasını hem de heyecanını azaltır.

Antidemokratik diyebileceğim belki kendi partisine yönelik böyle insafsız bir eleştiri yapmış olurum ama, merkeziyetçi sistem demokrasiyle zıttır. Aşırı merkeziyetçi sistemde demokrasi gelişemez.

Türkiye’nin de bu gün en büyük çıkmazı dünya üzerinde benzeri olmayan katı kurallı merkeziyetçi bir sistem olmasıdır Ülke bunun için uluslar arası yarışta özlenen yeri alamamaktadır. Özellikle düşünce ve demokrasi alanında geri sıralarda kalmıştır. Rahmetli Özal, % 80’lerde ekonomide belli ölçülerde adem-i merkeziyetçiliği ön plana çıkarmakta idi. Türkiye bugün dünya üzerinde ekonomide de çok geri kalmış bir ülke olurdu. Ekonomide serbestlik, ekonomide dinamizme yol açtı. Ana tercihe siyasette merkeziyetçilik çelişkileri ve çıkmazları artırdı.

Türkiye’de genel sistemdeki merkeziyetçilik benzer şekilde bütün partilerde olduğu gibi bizim partimizde de vardır.

 

Yeni Dönem: Partide lider sultası mı var demek istiyorsunuz?

 

Arif ERSOY :  Partide tek bir lidere, tek bir kişiye yüklememek lazım. Bu merkeziyetçi yapının kendisi böyledir.

 

Parti Yönetimleri Polit Büro gibi

 

Yeni Dönem: Yani sanki partilerin üst yönetimleri tabiri caiz ise herşeye hakim bir “polit büro” olarak ortaya çıkıyor.

 

Arif ERSOY : Belki o sert eleştiri de bizim üslubumuza ters düşebilir ama Türkiye dünyanın en merkeziyetçi ülkelerinden biridir. Bizim partimizde de diğer partilerde de, bizim partimiz dersek haksızlık yapmış oluruz. Partilerimizde dünyanın en merkeziyetçi partileridir.

Bizim tabanımız bilgi bakımından da belli düzeye gelmiştir. Sorunların yerinde çözülmesini istiyor. Mesela burada aday yoklamaları yapıldı. Ben o zaman yurt dışında idim. Taban diyor ki bizi dinleyen sorunları eğilen insanları öne çıkaralım. Genel Merkez de tabii bu doğaldır diyor. Ama geliniyor burada yoklama yapılıyor. Yoklamanın neticesi o yörede açıklanmıyor, Genel Merkez’de açıklanıyor. Taban diyor ki; biz Genel Merkeze güveniyoruz Ama neden sonuçlar burada açıklanmıyor. Genel Merkezin dediği doğru idi ama burada açıklansa idi biz buna sahip çıkardık diyorlar. Gerçi  bu yoklama tarzı da tam demokratik değildi ama olsun, neticeler burada açıklansın isteniyor.

Partimizin kaybetmesinin nedenlerini şöyle açıklayabiliriz:

1- Partideki aşırı merkeziyetçilik.

2- Taban tavan arasında iletişim eksikliği

 

Yeni Dönem: Peki burada sormadan geçemeyeceğim. Taban il tavan arasında bir güvensizlik var mı?

 

Arif ERSOY : Merkeziyetçilikte güvensizlik herzaman vardır. Yani merkeziyetçilik iknadan çok korkuya dayanır. Halbuki demokrasi korkudan çok iknaya dayanır.

Türkiye Cumhuriyeti devletinde de bu vardır. Vatandaşa güvenmiyor, vatandaşı serbest bırakırsak yanlış yapar diyor. Bu fevkalade yanlıştır. Sosyolojik bir kuraldır. Toplum ne kadar serbest bırakılırsa toplumun doğruyu ve makula gitme şansı daha artar. Toplumun ne kadar merkezileştirilirse toplumun yanıltılma şansı daha da artar. Devletin kendini güvende hissetmesi adem-i merkeziyetçiliğe bağlıdır.

Bunu ABD ikiyüz sene önce keşfetmiştir. 1776 Anayasasında vardır. İngiltere’ye karşı devleti güçlendirmek için adem-i merkeziyetçilik sistemini getirmişlerdir. Dolayısıyla bir devletin gücü topluma güvenmekle olur. Devletin gücü silah ve askere bağlı değildir. Öyle olsa idi dünyanın en güçlü devleti Sovyetler Birliği olurdu. Dünyanın en güçlü ordusuna ve silahına sahipti, her taraftan kaleler gibi çöktü. Öyle istihbarat teşkilatı var idi ki heryeri kontrol edebiliyordu. Kartondan aslanlar gibi çöküşünün nedeni devlet hiçbir zaman halka güvenmemiştir. Dolayısıyla güçlü devlet halkla bütünleşen devlettir.

Güçlü parti de tabana dayanan partidir. Partinin heryerde teşkilatı olabilir, ama tabanla bütünleşmemişse ufak bir sadme ile, sarsıntı ile gücü sarsılır.

Aslında biz geçmişte bu tabana çok güveniyorduk. Partimizin kuruluşunda bir hata yaptık. Hatanın kaynağını tam bulmuş değiliz. Şunu savunduk belki de “tabanın dediğini yaparsak sıkıntı olur” Tabanın dediğini yapaydık ben inanıyorum ki % 27 oranında en az oy alırdık.

 

Yeni Dönem: Özellikle seçimlerden önce bir kanaat dile getiriliyordu. Parti kendi büyüklüğünden çekiniyor. Daha az sayıda milletvekili ile temsil parti için faydalı olur gibi bir düşünce gerçekten var mıydı?

 

Arif ERSOY : Ben bir parti mensubu olarak ve konuya iyimser bakan biri olarak benim bunu kabul etmem mümkün değil. Hiçbir makul ve mantıki düşünen hiçbir parti yönetimi kendi partisinin küçülmesini istemez.

 

Yeni Dönem: 28 Şubat sürecinin getirdiği bazı sıkıntılar üzerimizde. Biz seçimlere ........... belirsiz girelim de oy oranımız düşerse lehimize olur şeklinde bir düşünce olabilir mi?

 

Arif ERSOY : Bu söyleniyordu ben buna şahsen katılmıyorum. Böyle bir şey yoktur. Varsa bu fahiş bir hatadır. Partiler eğer iktidarı hedefliyorlarsa her an büyümeyi gaye edinmelidirler. İktidar demek kitleler tarafından desteğinin artması demektir. Esas iktidar budur. Efendim ben bir gurup insanlarla işbirliği yapayım, dolaylı yoldan iktidara gelemim. Bu çok yanlıştır. İktidar, esas iktidar, halkın desteğidir.

Türkiye’de egemen güçler var. Görünmeyen güçler var. Bence bunlar fazla bir anlam ifade etmiyor. Bunların karşısında halkın desteği olmadığı için anlam ifade ediyor. Halkın desteğine mazhar olursanız esas iktidarın kaynağı, güç sahibi halktır. Halk arasında ne kadar çok taraftarınız olur ise o kadar iktidara yanaşırsınız. Türkiye’de böyle bir halk desteği olmadığı için gizli güçlerden bahsediliyor. Yer altı dünyasından başka şeylerden bahsediliyor. Şahsen ben böyle komplo teorilerine fazla itibar etmiyorum.

Benim bakışım şudur. Eğer halkın gücüne iktidarı dayandıramıyorsanız mutlaka o iktidar belli bir gurubun denetimi altındadır. Bu gurup belki 500 belki 300 belki daha azdır. Buna karşılık ülkeyi demokratikleştirmenin tek yolu geniş kitlelere dayandırmalı. Geniş kitleler tarafından desteklenmenin yolu; fazla teorik de değil net, açık v esamimi olarak söylemlerinizi ortaya koymaktır.  Yani kitleler hiçbir zaman “Doğru” kitleleri harekete geçirmek için en büyük güçtür. Onun için peygamberlerin ne parası vardır, ne orduları vardır., ne organize güçleri vardır, ama peygamberler yaşadıkları çağın doğrularını “yalın, net ve açık” bir şekilde kitlelere anlatmışlardır. Önce bu gerçekler alay konusu olur. Sonra o gerçekler ambargoya tabi tutulur. Sonra pazarlıklar konusu, sonrada tehdit konusu olmuştu. Ama hiçbir zaman doğrudan taviz vermemişlerdi. Sonra da kitleler fevç fevç peygamberleri takip etmişlerdir. Filozoflarda böyle olmuştu. Dolayısıyla benim kanaatim bizim en büyük eksikliklerimizden birisi de söylemlerimizi net, açık ve samimi bir şekilde ortaya koymamamızdır.

 

Yeni Dönem : FP kitlelerle buluşamaması ve onlara yeniden ümit olmanın siz FP’nin ne yapmak istediğini kararlı bir şekilde ortaya koymasına mı bağlıyorsunuz?

 

Arif ERSOY : Sadece FP için demiyorum. Türkiye çok sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Tarih içinde bir çok devlet kurulmuş,bir çokları çökmüştü.

Devletlerin çöküş belirtileri vardır. Bu çöküş belirtilerinden ders alınarak gerekli dersler alınmazsa, devletin çöküşü kaçınılmazdır. Bunlar sosyolojik tarihi olaylardır.

Türkiye’de yaşanan bugünkü hadiseler adeta bir çözülme ve çöküş belirtileridir. Dolayısıyla bu meseleler a veya b partisinin meselesi değil. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurtuluş meselesidir.  Hepimiz bu geminin içindeyiz. Türkiye’de bu baskı, dayatma, haksızlık ve yolsuzluk bir çöküp alametidir. Hangi parti olursa olsun bu gidişi durdurmalıdır. Bununda yolu “net, açık, şeffaf” çözümler; kitlelere benimsetmektir. Yani Türkiye’yi önümüzdeki 10 yıl içinde kurtuluşa götürmenin yolu Türkiye’nin demokratikleşmesidir. Türkiye’de şeffaf, katılımcı bir demokratikleşme sürecinin ortaya konmasıdır. Benim kanaatim 18 Nisan seçimlerinden sonra bunu ortaya koyacak görüntüde hiçbir parti yoktur. Ancak bunu sağlayacak en büyük potansiyel FP'’e vardır.

 

FP Yeniden Yapılanmalıdır

 

Yeni Dönem: FP bunu nasıl başarabilir?

 

Arif ERSOY : FP şu noktada bir defa kendisi yeniden yapılanmalıdır. Türkiye’nin yeniden yapılanmaya ihtiyacı var ama. Bunu gündeme getirmek için bir siyasi parti ve hareketin kendisinden başlaması lazım. Onun için Tansu hanımın bir ara II. Demokrasi hareketini heyecanla işlemek istedik ama gördük ki konuşulanla yapılan aynı değil. Bülent Ecevit’in savunduğu demokrasi ile uyguladığı aynı değil.

Mutlaka kitleler eylemleri il düşünceleri birbirini bütünleyen, önderlerin peşinden giderler. Kitlelerin tümünü kandırmanız mümkün değildir.

18 Nisan seçimlerinden sonra ortaya çıkan tablo bir tehlikeyi ilan ediyor. Diyor ki ülkede tehlike var. Bu tehlikeyi gidermek için proğramı net olan eylemi ile söylemi birbirini tamamlayan bir harekete ihtiyaç vardır. Bunu kim çıkartırsa bu ilerde kârlı çıkacaktır.

DSP’nin MHP’nin oylarındaki artış diğer partilerin eylem ve söylemlerindeki çelişkilerden kaynaklanıyor. Kitleler DSP ve MHP’ye belli ölçüde kredi verdiler ama bu yeterli bir kredi değildir. Hala diğer partilere şu ikazda bulunuyor.

CHP’nin bu şansı kaybettiğine inanıyorum. CHP’yi devre dışı bıraktı.

Ama diğer partilere özellikle FP’ye şu mesajı veriyor. Sana bir şans daha veriyorum. Toparlan söylem ve eylemini bütünleştir. Kendini yeniden yapılandır. Eğer öyle yaparsan gelecekte seni tekrar işbaşına getiririm. Bunun bir belirtisi de bak merkez kendini düzeltmedi ama, belediyeler bu konuda belli ölçülerde başarılı belediyeleri destekliyorum ama, merkezi de ikaz ediyorum. Zira biz demokratikleşme açısından eylem ve söylemimizi bütünleştiremezsek CHP gibi oluruz. CHP’nin en büyük sıkıntısı, söylemi çok güzel, eylemi çok kötü. Dinlerken CHP’lilere hayran oluyorsun, ama yaptıklarına bakıyorsunuz, sıkıntı duyuyorsunuz. Eğer eylem ve sözlerimizi bütünleştiremezsek FP’ye verilen bu krediyi kaybederiz. Ben bu endişeyi hala taşıyorum. Bunun içindeki bu parti disiplinine aykırı değildir. Bu görüşlerimizi her platformda söylüyorum.

Ülkemizin ve partimizin çıkarları için özellikle partinin yönetim kadrosunda bu görüşleri dile getirmeliyiz. Mevcudu değerlendirmeliyiz. Türkiye’nin son 150 yıllık, Fazilet hareketinin 30 yıllık tarihini iyi analiz etmeliyiz. 11 aylık 54. Hükümet dönemini ve 28 Şubat sürecinin bu güne kadar olan bölümünü iyi tahlil etmeliyiz. Bu tahliller bugün nerede olduğumuzu ortaya koyacaktır. Bu tahlillere dayanarak bir paket program hazırlamamız gerekir. Bu paket programı demokratik olarak şeffaf olacak, katılımcı ve kalıcı olacak.

 

Yeni Dönem: Partide çok başlılık, partinin yönetimi ile bir üstün çatışmanın bu başarısızlıkta payı nedir?

 

Arif ERSOY : Burada şunu itiraf edeyim. Eğer bu konuda bir açıklama yaparsam duyumlardan hareket etmiş olurum. Ben taşrada bir belediye başkanıyım. Partinin üst yönetiminde görevim yok. Müsaade ederseniz. Bu konuda birşey söylemeyeyim. Net bilgiler olmadığı için fazla konuşmak istemiyorum. Ama bu tür söylentiler halk arasında söyleniyor. Fakat benim kanaatime göre buda doğru değildir. Kim yönetici ise sorumluluk onda olmalıdır. Sorumluluğu kime veriyorsan yetki ona ait olmalıdır. Yani sorumluluğu Ahmed’e veriyorsan yetkiyi ona vermiyorsan bu yanlıştır. Bu hem bizim dünya görüşümüze göre yanlıştı. Hem de demokrasi açısından yanlıştır.

 

Yeni Dönem: Zaman zaman zikzaklar görülüyor. Mesela milletvekilleri listeleri oluşturulurken, seçilecek yerlerden başörtülü aday konmayacak dendi. Ama sonar listelerde yer aldı. Bu tür çelişkilerin genel merkezden kaynaklanmadığı ve başka odakların devrede olduğu yönünde geniş kanaat var

 

Arif ERSOY : Yani sorumlu kim ise yetki de onda olmalıdır. Davul kimde ise tokmakta onda olması gerekir. Aksini savunursak mevcut çelişkileri eleştirme hakkımız olmaz. Biz diyoruz ki TBMM milli iradenin tecelligahıdır. Öyle de olmalıdır diyoruz.  Sonra da çıkıp diyoruz ki meclis iş yapamıyor. Peki kim iş yapıyor? Meclisin dışındaki çevreler iş yapıyor. Bunu böyle yaparsak eleştiremeyiz ve çözüm getiremeyiz.

Mutlaka çözüm getirenler önerdikleri çözüme göre kendilerinin hareket etmesi gerekir.

 

Yeni Dönem : FP 18 Nisan seçimlerinden önce mecliste en büyük guruba sahip bir parti idi. FP o dönemde Ana muhalefet partisi olduğu zaman bunun sorumluluğunu yeterince yerine getirebildi mi? Yine Ana muhalefet Partisi bu kez de görevlerini yerine getirmesi için önerileriniz nelerdir?

 

Arif ERSOY : FP seçimlerden önce program ve prensiplerini tam ortaya koyamadığı için 55. Hükümetin yaptığı çelişkileri için dezavantaj olarak görülmesine rağmen, hem bu süreç hem de 55. Hükümet FP için bir avantaj idi.

Çünkü 55. Hükümet adeta uzaktan kumanda ile kurulmuştu ve birçok yolsuzluklara karışmıştı. T.C. tarihinde ilk defa bu hükümet meclis tarafından yolsuzluklardan dolayı düşürülmüştü. Onun yerine de dünya demokrasi tarihinde 61 kişilik bir parti ile iktidar oldu. Adeta emanetçi bir iktidar.

FP bir program ve çözüm ortaya koyarak bir seçime gidemedi. Bunları değerlendiremedi. Ana muhalefet partisi idi. Ana muhalefet partisi görevini tam yerine getirse idi, demokratikleşme konusunda söylemlerini net ortaya koysa idi, farklı netice elde edecekti. FP hep savunmada geçti. Halbuki FP’nin kendini savunacak bir şeyi yoktu. 55. Hükümetin ortakları kendisi savunması gerekirdi. Yapılan ithamların çoğu da FP’nin kendisine değil hayali bir tehlike oluşturulmuş o tehlikeye yönelik eleştiriler idi. O tehlikelerin FP ile özdeşleştirilmemesi gerekirdi.

Ama FP kendisini adeta o tehlike imiş gibi görerek sürekli savunmada bulundu.

Savunmada bulunan insanlar alternatif koymaya vakit bulamazlar.

 

Yeni Dönem: Yani kapatılma psikolojisi içinde kendini ifade edemedi mi?

 

Arif ERSOY : Evet. Kapatılma psikolojisi içerisinde idi. Dolayısıyla ana muhalefet partisi olarak yeterince performansı ortaya koyamadı. Bunun nedenleri arasında yeni kurulması, tam toparlanmasının yanında yeni eski diye bir durumda oldu. Yani parti üst düzey yöneticilerinin hepsini mi yenilemeli idi. Diğer milletvekillerinden ne kadar almalı idi. Bu konuda sıkıntılar yaşandı. Tam bir entegre parti olarak parlamentodaki gurubu ile uyumlu götüremedi. Seçimlere bu şekilde girildi. Bu durumda güven ve heyecanı veremedi, güven ve heyecanı üretemedi.

18 Nisan seçim sonuçları vakit kaybetmeden değişik platformlarda tahlil edilmeli. Yine vakit kaybetmeden partinin programı, söylemleri geleceğe yönelik demokratikleşme ve ekonomik modelini ortaya koyması gerekir.

Bu konularda diğer partilerden öne çıkmalıdır. Türkiye’de çözümsüzlük talihsizlik olarak Türkiye’nin önünde durmaktadır. Bunu hangi parti ortaya koyarsa öne çıkar. Tekrar ediyorum. FP’nin bunu ortaya koymaya güven daha fazla yeterlidir. Müktesabatı elverişlidir. Kitleler hala bunu FP’den beklemektedir.

 

Yeni Dönem: Seçim mitinglerinde gördüğümüz kadarı ile halk ekonomik meselelerden çok düşünce ve inanç hürriyeti gibi konularda daha heyecanlı tepkiler veriyordu. Siz bu bağlamda 312 den dolayı mağdur olan Tayyip Erdoğan ve inancı gereği başını mecliste de örtmek isteyen Merve hanıma FP yeterince sahip çıktığını düşünüyor musunuz?

 

Arif ERSOY : Meseleyi kişiselleştirmemek gerekir. Tayyip beyin uğradığı sıkıntı hepimizi üzmüştür. Ama mesele Tayyip beyin meselesi değildir. Mesele Türkiye’de baskı, dayatma ve insan haklarının ihlali vardır. Bir çok insanlar bu ihlallerle karşı karşıyadır. Anadolu halkı içinde yavaş işleyen, işlemeyen adalet mekanizmasından dolayı zulme ve haksızlığa uğrayan bir çok insan vardır. Biz sadece Tayyip beyi alırsak meseleyi daraltmış oluruz. O zaman Tayyip bey bir partinin elemanı olarak görülür. O partiyi sevmeyen ve o partiye antipatisi olanlar sanki Tayyip beye iyi olmuş gibi davranırlar.

Diğer  partiler açısından özellikle FP açısından da öteden beri belki geçmişten ta RP ve daha önceden bizim dünya görüşümüz, diğer ölçülerimiz insan hakları merkezli bir dünya görüşü vardır. Dolayısıyla haksızlığın hepsine karşı tavır koymalıyız. Tayyip beye yapılan bu haksızlık öncelikle Türkiye’de anti demokratik baskıların dayatmaların ulaştığı boyutları ortaya koymuştur.

Parti bunu önce genelde tam ortaya koyması gerekirdi. Yasal düzenlemeler, anayasada anti demokratik hükümlerin kaldırılması hususunda ta baştan beri bunu herkes için savunmalıdır. Eşber Yağmurdereli’ye bu haksızlık yapılırken o günde savunmalı idi. Bu da yeterince ortaya konmadı. Tayyip beyin olayı sadece FP’nin meselesi gibi yansıtıldı. Halbuki Tayyip beyin meselesi devletimize karşı işlenmiş bir hatanın göstergesidir. Devletlerin çöküş alametlerinden birisi de şudur. Suçluların meydanlarda dolaşıp alkışlanması, suçsuzlarında cezalandırılmasıdır. Tarihte birçok düşünür bunu devletlerin iflah olmaz çöküşünün belirtisi olarak ortaya koymaktadırlar. Tayyip beyin uğradığı mağduriyet T.C. devletinin tehlike içinde olduğunu gösterir. Tayyip beye bunu reva görenler devletin temeline dinamit koymaktadırlar .Yani devletin temeli adalettir. Tayyip beye bu cezayı verenler T.C. devletini adeta tahrip ediyorlar. Bu şekilde bu olay partinin her kademesinde ve her platformda ortaya konması gerekir. Aslında bu sadece FP’nin değil diğer partilerinde bu konuda, hissiz kalması bence Türk demokrasi tarihinde bir utanç meselesidir. Sadece Tayyip bey için değil tüm 312 mağduru düşünce suçluları içinde öyledir. Sadece Tayyip bey için çalışıldı ama onunla da bir yere varılmaz.

Hala bugün bile telefon dinleniyor. Erbakan hocamız ile Yasin beyin olayı hiç dile getirilmiyor. Bu çifte standart hemfikirde var hem karşı da var.

Çifte standartta devletin çöküş belirtisidir.  Devleti yönetenler kendi tebaları veya yakınlarına ayrı konuşurlar, halka döner ayrı konuşurlarsa bu devletin çöküş belirtisidir. Çifte standartta bir toplumun çürümüşlüğünün belirtisidir. Tele kulaklar için bir yandan soruşturma açıyorlar, bir yandan bazılarını görevden alıyorlar ama kimse demiyor ki bunlar suçlu da Yargıtay Başsavcısı nedir? Kimse onu söylemiyor. Sanki onun yapması doğal hak, küçük memurların yapması yanlıştır.

Güçlüler haksızlık yaparsa alkışlanır. Sokaktaki adamlar haksızlık yaparsa cezalandırılırlar. Bu da çelişkidir. Biz bunları ortaya koyamadık.

Aynı şekilde demokrasimizin çelişkilerinden biri de Merve hanım olayıdır. Merve hanım aday olsa veya olmasa mı idi veya Merve hanım ABD vatandaşı olup olmaması ayrı olaydır. Hele hele aday olduktan sonra yemin etmesi büyük bir çelişkidir. Bunu kabul etmemiz mümkün değildir. T.C. mer’i yasalarına göre de gerekenin yapılması gerekir. Yasa varsa uygulanır. Yasa benim lehime ise iyi, değilse kötü diyemeyiz.

Ama oraya kadar gelmiş bir hanımın başörtüsüyle yemin etmesine engel hiçbir hukuki mesnet yoktur. Bir de başörtüsü inanç özgürlüğünün ötesinde bir insan hakkı meselesidir. Yani yeme, içme, barınma ve giyinme temel insan hakkıdır. Bu hakkın yapay hukuk kuralına bağlı olamaz. Bunlar yapay hukukla sınırlanamaz.

Siz düşünebiliyormusunuz ben ne yiyeceğim, ne giyineceğim, nerede barınacağım, başkası karışamaz. Evimin içine başkası karışacak bu olamaz. Bu açıdan savunulamadı.

İnanç nedir, inancın gereği nedir? Bunu hala anlamayan insanlar var.  Az gelişmiş insanlar var. Bütün yeryüzünde inanç meselesinin baskı altında tutulmasının fevkalade az gelişmişlik olduğu kabul edilirken biz de hala mantalite olarak gelişmemiş insanlar var Bizde hala inançla Mustafa Kemal Atatürk’le kanunu karşı karşıya getirmeye çalışan insanlar var. İnanç ve kanun karşı karşıya gelmez ki inancın ayrı alanı var, kanunun ayrı alanı var. Kaldı ki Merve hanımın başörtüsüyle yeminini engelleyen hiçbir kanun yoktur. Bu yeterince ve etraflıcı anlatılamadı.

Artık bu vatandaşlık olayı ile sona erdi. Merve hanım yemin etsin mi etmesin mi diye tartışmanın manası yok. Çünkü artık Merve hanım T.C. vatandaşı değil.

 

Yeni Dönem: Sizce partinin aday listelerinin hazırlanmasındaki sıralamaların ki bazı insanlar ya hiçbir yere konmadı veya bazıları da uygun yere getirilmedi. Bunun seçim sonucuna sizce etkisi nasıl oldu?

 

Arif ERSOY : Demokrasinin temel esprisi halkın arzu ve isteklerinin yönetime yansımasıdır. Dolayısıyla aday belirlemesi sırasında tabanın arzuları listelere yansımadı. Yansımasının da taban desteğini çekti veya herkes destekledi. Belli ölçüde de küstü. Tekrar ediyorum, bu aldığımız kredi sürekli kredi değildir. Artık bilgi çağına geçtik, ben buradayım. Dedem bu partide idi çocuklarımda bu partide olacak şeklindeki partizanlık yok.

 

Yeni Dönem: Veya şahsım emretti, o ne derse olur mantığı.

Arif ERSOY : İşte bu değişti. Dolayısıyla bazı arkadaşlar biz yeni partiyiz % 16 iyidir diyor. Ben bu görüşte değilim. % 16 bir kredidir.  Önümüzdeki dönemde demokratikleşmeye yeterince yer vermez. Tabanın istek ve arzularını yapılanmaya yansıtmazsak daha büyük sıkıntılar olur.

Parti bunu yapmaz ise marjinalleşmek ile Anaplaşmak arasında bir tehlike ile karşı karşıya kalır.

 

………..

Çorum’a giderek yaptığımız Bu KONUŞTUR’MA /KONUŞ’MA  - (Enver Fatih Karakoç’un sahibi olduğu) Yeni Dönem gazetesinde yayınlandı..

Arif Ersoy; -Çorum’a gönderilmekle-  “Beni Menfaya attılar “demişti..

//////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ONLAR MİLLETİN SEÇTİKLERİNE, MİLLETE ONLARI TASVİP

ETMEDİ

 

Bir dönemin Koca Reisi Sadettin Bilgiç’le milli hakimiyet maceramızı konuştuk....

NECATİ  ÇAVDAR..ncavdar@hotmail.com.

·        Mecliste “Kayıtsız şartsız milli egemenlik milletindir” yazmasına rağmen,bu ilkenin yazılı olduğu 24 Anayasası Atatürk adına  ortadan kaldırıldı.Türkiye’de  milli iradenin  ülke yönetimine yansımadığı, batılı manada bir demokrasi tatbikatı olmadığı herkes tarafından dile  getiriliyor. Meclisin üzerinde bir iradenin olduğu iddiaları var . Sizce bu noktaya geliş sebebimiz

·        Türkiye’de bu gün yaşanan  sıkıntılar yepyeni bir mesele değildir. Şöyle ki Türkiye’ de milli mücadele yapılırken Amasya  tamimini neşreden Mustafa Kemal ve arkadaşları orada şunu açıkça belirtmişlerdir. Milli iradenin emrinde silahlı kuvvetler milli mücadeleyi yürütecektir. Onlar milli iradenin  emrinde her işi yürüteceklerini, bunun için Erzurum, Sivas kongrelerinin ve TBMM’nin toplanacağını belirtmişler ve arkası arkasına bunları fikir planından eyleme dönüştürerek gerçekleştirmişlerdir. Bununla HAKİMİYET KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLLETİNDİR denen TBMM’si meydana getirmişlerdir. Mustafa Kemal’de  “Benim en büyük eserim TBMM ‘dir “demiştir. Milli mücadele yapılarak Misak-ı Milli sınırları içinde bir vatan meydana getirilmiştir. Bu başarıda o günkü  silahlı kuvvetlerle, TBMM’sinin beraber çalışmasının ve birbirlerine büyük destek olarak milli mücadeleyi başarmalarının rolü vardır..

AMASYA TAMİMİNE UYULMADI

•   Vatan kurtulduktan sonra neden demokratik hayata geçilmedi?

·        CHP yi  bizzat Mustafa Kemal kurdurmuş, 1924 yılında da Amasya Tamimini yayınlarken beraber olduğu arkadaşların ki Kazım Karabekir ve Rauf Orbaylar’a Cumhuriyetçi Terakki Perver Fırkasını kurdurmuşlardır. Bu parti  bir süre sonra kapatılmıştır. Daha sonra yine Mustafa Kemal’in çok yakın arkadaşı bulunan Ali Fethi Okyar bu defa Serbest Fırkayı kurmuş. Oda sekiz ay sonra kapattırılmış. Padişahlığın kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat kanununun çıkarılması, cumhuriyetin ilanı gibi peş peşe gelen değişikliklerle  o zaman buna karşı çıkanlar olmuş bunları  önlemek içinde 1924 Anayasası ile İstiklal mahkemeleri kurulmuştur. Bu istiklal mahkemeleri ile de inkılapların yapılmasına karşı reaksiyonların önlenmesi düşünülmüş.  1946 ya kadar açılan kapanan partilere rağmen Türkiye demokratik hayata geçememiştir. Demokratikleşmenin cumhuriyetten öncede denemeleri var. Türkiye’de 1946 da başlayan çok partili demokratik hayat üç askeri müdahale ile üç defa kesintiye uğramış, ikisinde siyasiler toptan tasfiye edilmiştir. Üçünde de seçim kanunlarında yapılan değişikliklerle bir noktaya varılmak istenmiştir.

14 MAYIS 1950 DE MİLLET İKTİDARA GELDİ

•  14 Mayısta  DP’nin iktidara gelmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Demokratikleşme çabalarının en uzun ömürlüsünü Demokratlar gerçekleştirebilmiştir. Onlar da 1946 seçimlerinden sonra bölünmek zorunda kaldılar. Fakat buna rağmen 1950 de de Türkiye’de ilk defa seçimle işbaşına geldiler. Bana göre 14 Mayıs 1950 bir partinin iktidara gelmesi, diğer partinin iktidardan gitmesi  değil. Kansız kavgasız milletin iradesi ile iktidar değişikliğinin yapılmasıdır.Burda parti meselesi ikinci plandadır. Ondan sonraki seçimlerde partiler denebilir. Fakat 14 Mayısta Türkiye de  ilk defa milli  irade değişikliğini kansız ve kavgasız fikirden eylem planına çıkarmış olmasıdır.

SİYASİ HESAPLAŞMA MAHKEME İLE OLMAZ

Demokratlar %53,3 oranında oy almışlar   ve büyük bir çoğunlukla iktidara gelmişlerdir. Bu gün o oranda bir oyu hayal etmek bile mümkün değildir. Ancak orada çok iyi bir davranışları olmuştur. “Devri sabık meydana getirmeyeceğiz”demişlerdir. Yani eski dönemin hesabını sormayacağız sözünü vermişlerdir. Mahkemeler kurarak  eski devrin hırsızlık ve yolsuzluklarını sorgulamamıştır. Bu da isabetli olmuştur. Gerçi demokratların bu tavrı garipsenmiştir.Sonradan bu anlaşıldı ki bu hareket doğru bir harekettir. Ne olursa olsun her hangi bir siyasi hareketle  istediğiniz kadar tarafsız mahkemelerde olsa  hesaplaşmasını yaptığınız zaman o siyasi  tarafların çıkan kararları benimseyip kabul etmesi mümkün olmuyor. Çünkü her şeye rağmen o mahkemelerden çıkan kararlar saf hukuki kararlardan çok siyasi maksatlarla anlaşılacağı için Demokratların böyle bir şeye gerisin geri dönmemeleri  çok iyi olmuş idi.

AYDINLAR VE CHP HALKI YOK KABUL EDİYOR

·        DP’nin bu tavrına karşı CHP olaya nasıl  baktı?

·        Ama ne yazık ki Halk partisi bu büyük ekseriyetle iktidarı devretmiş olmasına rağmen bunu hazmedemedi .O günden itibaren Türkiye’nin münevverleri  o %53,3 oyu kırsal kesimin, cahillerin oyu şeklinde mütalâa ederek demokrasinin  fakir memleketlerde gerçekleşmeyeceğini iddia etmeye başladılar.

CEMAL KUTAY GERİDE KALMIŞ

·        Cemal Kutay’da “Bir köylünün oyu ile bir profesörün oyu  eşit olamaz bu yöntemle kazanılan seçimler demokratik değildir ve böyle demokrasi olamaz.”diyor. Ne dersiniz?

·        İşte  bize nazaran o dönemden  yetişip geldiği içindir ki  hala aynı teranede bulunmaktadır. Halbuki   milli iradenin  tecellisi ancak milleti farklı müptelâya tabi tutmamaktır. Cemal Kutay, şunu bilmemektedir: Türkiye’de yapılan seçimlerde onun cahil dediği halk seçimlerden  seçimlere demokrasiye çok daha sahip çıkmıştır. Ama münevver dediği kimseler çok daha lakayt davranmıştır. Mahalli idarelerde değişik renkteki seçim pusulalarını değişik zarflara atıldığı halde büyük şehirlerde bu oylar  hatalı kullanıldığı halde köylerde umumiyetle bu hata yapılmamıştır. Çünkü köylü  oylarına sahip çıkmıştır. Sandığa sahip çıkmıştır.

AYDINLAR ÇİFTE STANDART İÇİNDE

Nedense hep böyle söylenir aslında böyle değildir. Buna  karşılık 1966dan beri benim bir teklifim vardı. Oda serbest adaylık  daraltılmış seçim çevreleri ki altı milletvekilliğinden fazla olmamak şartı ile ve tercihli aday. Bu defada o aydınlar  siz  cahil vatandaşların oy hakkını elinden alıyorsunuz diye karşı çıktılar.

Halbuki nispî temsilerde sandık başına gelen her seçmen evet damgasını vurmak suretiyle oy kullanır. Burada cahille  aydının oyu aynıdır. Ama mademki tercihte aydın olduğunu iddia eden adam  cahil kullanamıyor da kendi seçmek istiyorsa o hakkın kullanımını ona verecektir. Türkiye de aydınlar hangi seçimin milletin bünyesine uygun olup olmayacağını ve bu şekilde ayrımlar yaparak daima şaşırtma yolunu tercih etmişlerdir. Bu yanlıştır.  Türkiye’de vatandaş hele 1946 dan beri göstermiştir ki oyunu gayet bilinçli kullanmıştır. Hele bu  son seçimlerde mahalli idarelerle genel seçimler beraber yapıldı gördük ki milletvekili seçimlerinde  kullandığı oyunun istikameti ile belediye ve il genel meclisinde kullandığı oyun istikameti birbirinden farklı olmuştur. Buda vatandaşın iddia edildiği gibi bilinçsizliğinin değil bilincinin işareti ve örneğidir.

CHP EZANIN ASLINA DÖNMESİ İÇİN OY VERDİ

·        CHP ve bazı kesimler  DP iktidara gelir gelmez Ezanı aslına çevirdi irticaya pirim verdi diye eleştiri getiriyor. Gerçek ne idi?

·        Demokrat Parti Türkiye’de  ilk defa işe Ezan-Muhammedi’yi aslına çevirmekle başladı. Fakat halk  partisi gurubunda demokrat parti ile beraber  Ezanın aslına dönmesi için oy kullandı. Ezana evet dedi. Ama ne yazık ki bu yönde oy kullanmasına rağmen hale bütün basın demokratları irtica kapı açmakla itam ederler. Halk Partisinin de onlarla bir olarak beraber olduğunu unutarak  mesele eder. Beraber olduğunu bildikleri halde bilmezden gelirler.  Sadece irtica deseler neyse..DP dönemi Türkiye’de ürettiğinin değerini alabilmesinin vatandaşa sağlandığı bir dönemdir o. İşte alt yatırımlara başlanmıştır. Yani bugünkü adıyla altyapılara yol baraj elektrik üretimlerine....  başlandığı dönem öylesine ki Türkiye’nin aydınları bu alt yatırımlara karşı çıkmış, Türkiye de çimento sanayinin karşısına çıkmış, şeker sanayinin karşısına çıkmış, elektrik üretilmesinin karşısına çıkmış Türkiye’nin bu  kadar çok  elektriği  nerede kullanılacağını hesabını yapmaya çalışmıştır. Türkiye’nin büyüyeceğinin hesabını yapmayı hiçbir zaman düşünmemiştir.  Yinede1954 seçimlerine gidildi. Demokrat Parti o seçimlerde de %56 oyla çıktı. 4 sene sonra 1954 seçimlerinde %56 oyla çıktı. Yani bir milli iradenin bundan daha mühim ölçüsü olamaz. Milli irade ama gene de bunu da hazmetmediler. O günkü basını tetkik edecek olursanız. Bunu hala kırsal kesimin oyları ve  cahil halkın oyları şeklinde muteala etmeye kakmışlardır ki bu tamamıyla yanlıştır. 1957 seçimlerinde bir erken seçime gidilmiş 57 seçimlerinde de gene Demokrat parti %47oyla  dönmüştür.

DP MERKEZDEN ADAY GÖSTRMENİN CEZASINI ÇEKTİ

·        Bu düşüşü CHP ve bazı aydınlar “halk artık DP’den yüz çevirdi”şeklinde değerlendirmiştir. Asıl sebep ne idi?

·        Bu düşüşte  hatayı başka yerde aramaktan daha çok DP’nin kendinde aranması lazım gelirdi. 7 seneden beri beraber çalıştığı bakan ve genel idare kurulu azası grup başkanı arkadaşlarından seçim çevrelerinde seçimi kazanamamış arkadaşlarını bu defa merkez yoklaması yapacağı 25 vilayete dağıtmıştır. Onlarında 19 nda  DP seçim kaybetmiştir.

·        Seçim stratejisinin yanlışlığından mı  oy kaybetti diyorsunuz?

·        Yani millet parti içi demokraside de partinin kendisine tabanına karşı gereken kıymeti, hassasiyeti göstermemiş olmasından ötürü ona tepki olarak bu tezahürü ortaya koymuş ve merkez yoklamasına hazmedememiş 25 vilayetin 19unda  seçimleri kaybetmiştir. Onun için 1957 seçimlerinden  %47,3 oyla çıkmıştır.

CHP ve AYDINLARIN  TAHRİKİ MEMLEKETİ İHTİLALE

GÖTÜRDÜ

Milli iradeyle Demokrat Partiyi iktidardan  uzaklaştıramayacağını

anlayan  Halk Partisi ve bu memleketin aydınları  memlekette meseleyi artık 

neticelendirmek için  askeri tahrikte aramışlar ve mütemadiyen bütün müspet

hareketlerin karşısına geçerek onları kötülemeye başlamışlardır. Tahrik   şöyle

dursun belli kesimler itile itile   27 mayıs 1960 da ki askeri müdahalenin

yapılmasına zemin hazırlanmıştır.

DARBE CHP EKKİLİ İDİ

·        O zamanın Genel Kurmay Başkanı da içeri alınmış vaziyette idi.Bu bir askeri müdahalemidir yoksa askeri kışkırtan  çevrelerle asker içinde  yapılanan cunta  hareketimidir?

·        İşte şimdi bu öyle bir şey ki mutlaka askeri müdahale kumanda konseyi içinde olmaz.  Bu hareket askerin müdahalesidir ve asker içinde yapılmış bir müdahaledir. Ancak halk partisinin içinde olduğu ve onu tutan bir müdahaledir.  27 Mayıs harekatı asker kumanda konseyi içinde yapılmamıştır. 12 Eylül ile 12 mart askeri hiyerarşi içinde yapılan bir harekettir.27 Mayıs öyle değildir.  27 Mayıs alt kademeden çünkü ihtilal komitesinin içinde üsteğmen ,yüzbaşı yarbay ve albaylar vardı. İhtilalcilerin içlerinde en büyük rütbeli olanı Cemal Madanoğlu idi. O da tüm general idi. Onunla işi götüremeyecekleri için müdahale sonrası Cemal gürsel paşa zaten Ankara’dan İzmir’e  giderek  emekliliğini  bekleyen biri idi. Onu alıp geldiler. 1960 sonrasında Genel Kurmay başkanı Erdalhun Paşayı da idama mahkum ettikleri için Komuta Konseyi içerisinde müdahaleleri tercih eder hale gelmişlerdir.

·        Yani meşru hale getirdiler.

·        Evet l960-61 de Erdalhun ve arkadaşları bu şekilde mahkeme ve mahkum edilince l972 ve 1980 hareketinde  komuta konseyi şeklinde hareketi tercih etmişlerdir.

·        Birde 12 Mart öncesi 9 Mart hadisesi var. Buda emir-komuta zinciri içinde mi idi?

·        O hareketin içinde bulunan komutanların sonradan yazdıkları hatıratlara göre,1972 de sonradan cumhurbaşkanı seçilmek isteyen Faruk Gürler Paşa da, Muhsin Batur Paşa da hepsi  olaydan haberdarlar. Ama en son anda Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç paşa karşılarına çıkıp ta  hadiseyi gerçekleştiremedikleri için bu defa 9 Marttaki hareketi 12 Marta ertelediler.12 Martı yaptıktan sonra beraber oldukları yıllarca hazırlık yaptırdıkları, bu hadise için beraber teşriki mesai yaptıkları arkadaşlarını  bu defa ordu içinden tasfiye ettiler

·        Yani  aynı adamlar beraber getirdikleri adamları tasfiye ettiler?

·        Evet BU KABİL HAREKETLER ÖNCE YAVRULARINI YER   Her türlü gayri hukuki hareket önce kendi yavrularını yer. Nitekim o hareketle de kendi adamlarını harcamışlardır.12 Mart ile 9 Mart ayrı hareketler değil. 12 Mart 9 Marttakileri bir kenara iterek olayın komuta konseyi eliyle ortaya çıkmasıdır.

27 Mayıs CHP’nin tahriki ile olmuştur. Bu bir halk hareketi değildir. Her ne kadar halk 27 Mayıs’ı büyük bir coşku ile alkışlamış ve tasvip etmiştir deseler de bizim insanımız bir yerde sevdiğine değil korktuğuna hizmet eder .O gün korku dağları beklediği için böyle hareketler içine girenler olmuştur ama ona inanmadıklarını tasvip etmediğini ilk gizli oy açık tasnif şeklindeki seçimlerde meydana çıkmıştır.

KURUCU MECLİS CHP’İN EMRİNDE

·        CHP’ninde içinde olduğu ve onnu tarafını tutan bir müdahale dediniz.

Bunun açık belirtileri nedir?

·        İşte kurucu meclis. Darbeden sonra  yapılan 150 kişilik kurucu mecliste 125 kişiyle hakim kadro olan Halk Partisidir. Şimdi diyeceklerdi ki neden böyle? CHP, 75 kişiyle kurucu  meclise girdi. Millet partisi o zaman 25 kişiyle girdi geri kalan 50 kişide bürokrasiden veya değişik çevrelerden getirilmiş olmasına rağmen halk partisi tandaslı  kişilerdi. Bunu  zaman zaman -kendi  gazetelerinde okunursa görülecektir-itiraf etmişlerdir. Halk partisi kahir ekseriyette  kurucu meclisine hakimdir diye yazılmıştır. Şimdi halk partilerinin hakim olduğu kurucu mecliste seçim kanunları onlar zamanında yapılmış, anayasa onlar zamanında yapılmıştır. Bu şekilde yapılan kanunlarla ve kanunun anayasanın dibacesine şu hüküm konulmuştur: “Hukuka ve anayasaya aykırı tutum ve davranışı ile meşrutiyetini  kaybetmiş iktidara karşı direnme  hakkını kullanarak  Türk milleti adına 27 Mayıs devrimi yapılmıştır.”diye yazılarak  60 devrimi yapılmıştır.

ONLAR MİLLETİN SEÇTİKLERİNE, MİLLETE ONLARI TASVİP

ETMEDİ

·        Gerçek bu mu?

·        Eğer hakikaten milletin adına yapılmış ve millet bunun böyle olmasını istiyor idiyse anayasayı da bunlar yaptıklarına göre seçim kanunlarını da kendileri oluşturduklarına göre telaşlanmalarına mahal yoktu. Ama ne yazık ki 1961 seçimlerinde millet Anayasanın dibacesindeki(girişindeki)bu hükmü benimsememiş, Halk Partisinin karşısında Adalet partisi,Yeni Türkiye Partisi,Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisiden 277 milletvekili,114 senatörün gelmesini imkan dahiline sokmuştur. Hem de ekseriyet sistemli bir  kanununa göre değil barajlı nispi temsil  ve  senatoda dar bölge ekseriyet sistemine rağmen. Demek ki millete mal olmuş olsaydı millet onlarla beraber olacaktı.  Demek ki millet bu istikamette olduğuna göre millet onlarla beraber değildir ve anayasanın başlangıcına konan bu hüküm yanlıştır.

DEMOKRATİK SİSTEMİ BOZDULAR

·        Sizce başka yanlış nedir?

·        1961 Anayasası askeri müdahalenin arkasından yapılmış olduğu içindir ki Türk Silahlı Kuvvetlerinin lehine bazı hükümler anayasaya girmiştir.

1.Milli Birlik Komitesi üyelerinin  tabii senatör olması

2. Milli Güvenlik Kurumunun(MGK) kurulması

3. Genel kurmayın başkanının Milli Savunma Bakanlığından  alınıp

başbakanlığa bağlanması

4. Milli Birlik Komitesi  işlemler hakkında  herhangi bir anayasaya  

aykırılık iddiasında bulunulamayacağı, kanunlarda ve uygulamalarda da suç

duyurusunda bulunulmayacağı hükmü getirilmiştir ki bu 1980’den sonra da bu

hükümler aynen muhafaza edilmiş yalnız tabi  senatörlük  ve kadameli

senetörlük yerine yerine cumhurbaşkanının  anayasa referandumuyla seçilmiş

olması ve konseyin  diğer üyelerinin de cumhurbaşkanı muavini olmaları

referandumla bağlanmıştır ki bu da hiçbir demokratik memlekette görülmesi

mümkün olmayan  bir seçim şeklidir. Bunlarda yeri gelmiş alkışlanmıştır  ama

tamamıyla yanlış bir harekettir  ki  kendilerinin yaptıkları 82 anayasasındaki

hükmede rıza   gösterip  mecliste seçilmeye dahi razı olamamışlardır.   Ve

%92..... ile de  cumhurbaşkanı seçildim diye    Kenan Evren Paşa

övünebilmiştir  bu memlekette. Anayasanın referandumda kabulü başka şeydir  ama cumhurbaşkanı seçilmek meselesi tamamıyla farklı bir  muameledir. Ama ne yazık ki zaman zaman  inanlar bunu yalnız onlar yapmıyor başkaları da  yapıyor.

DEMİREL SÖZLERİNDEN VAZ GEÇTİ

·        Örnek verir misiniz?                  

Mesela 1989 da Özal’ın cumhurbaşkanı olmasına  itiraz ederek, “Cumhurbaşkanını halk seçsin” diyerek Anayasa değişikliğini imzaya açan Demirel 1993 de Turgut Özal  vefat edince bu sefer o iddiasından tamamen vaz geçti. Seçimlerden geleli henüz iki sene olmuş ve daha üç yılı bulunan bir mecliste bu defa dördüncü turda salt çoğunlukla Cumhurbaşkanı seçilemezse meclis seçimlere gider şeklindeki  anayasa hükmünden istifade ile ve SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’n ünde sırtına binerek köşke çıkmıştır. Maalesef yalnız askerler değil sivillerde  ellerine geçen fırsatı istedikleri gibi kullanmak  ve  o gün kullandıkları fırsat bu gün ihtiyaçlarını karşılamıyorsa bu defa onun aleyhine olmaktan insanlar uzak kalamıyorlar. İşin tuaf  tarafı da budur buna dikkat etmek lazım.

ANAYASAYI YAPANLAR ÖNCE KENDİLERİ UYMADI

27 Mayıstan sonra  seçimler yapılıp toplo ortaya çıkınca bu defa şaşırdılar. Askeri  cuntalar yeniden ortaya çıktı .Eğer Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı seçilmezse  ve İsmet Paşanın başbakanlığında hükümetler kurulmazsa  meclisin kapısının açılmayacağı iddiaları ortaya çıktı. Kendi yaptıkları anayasaya rağmen karşı çıktılar. Kendi yaptıkları anayasada böyle bir hüküm olmamasına rağmen bağlayıcı iddialarla ortaya çıktılar. Halbuki o anayasaya göre bir meclis oluşmuş o meclis Cumhurbaşkanını da seçebilir  ve bir hükümet çıkarabilirdi. Vesayete ihtiyaç yoktu ama bunlar bu tazyikleri yaptılar. Bu tazyiklere(dayatmalara ) parti genel merkezleri o günün şartları içinde rıza gösterdikleri içinde bunlar oldu .Bununla da yetinmeyerek AP listelerinden bağımsız senatör seçilen Ali Fuat Başgil Hocanın adaylıktan zorla istifa ettirilerek gerisin geri gönderilmesinden sonra Cemal Gürsel tek aday bırakılması üzerine birinci turda 434  oyla 3de iki çoğunlukla seçilmiştir.

·        Bildiğim kadarı ile hükümette dayatmalarla kuruludu değil mi?

·        Evet milletin beklentisinin aksine İsmet Paşa’nın  başkanlığında Adalet Partisi ile hükümet kurulmuştur. Adalet partisiyle kurulan hükümet  6 ay

sürebilmiştir. İsmet Paşa istifa edip Adalet partisi hükümetten   ayrıldıktan

sonra     6 aylık hükümetle  Adalet Partisi’nin  11 bakanı vardı. 6  bakan Halk

Partisinde kalmıştır.

·        Halk partisi, Cumhuriyet  Halk Partisi ve Yeni Türkiye Partisi ile bir koalisyon  kurdu, evvela  bekledi Adalet Partisi’nde  bölünme olacak  onlarla kuracağım diye.  Adalet Partisi’nde  bölünme olmayınca   aradan uzun müddet geçti  sonunda mecbur kaldı onlarla  hükümeti  kurmaya ve kurdular  bu hükümette 1963  mahalli  idareler  seçimlerinin sonuna kadar  devam etti.

MİLLET DAYATMALARA PAYANDA OLANLARI

CEZALANDIRDI

Bu  izdivaçtan sonra  gerek  Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi   gerekse Yeni Türkiye Partisi 1963 mahalli idareler seçimlerinde  oy kaybetti. 1961’de ki %14’lik oyları uğruna ( 13 küsür  birinin 13.9 birinin 13.8 birinin.) oyları ki;  birisi üç buçuğa  birisi iki buçuğa     düştü. Bunun   üzerine onlar, millet bizlere itimadını esirgedi dediler koalisyondan  çekildiler ve mahalli idareler seçimlerinde  Adalet Partisi’nin oyları  da  %46 buçuğa  çıktı. Senato  seçimleri ertelendiği için  1963 de yapılması lazım gelen senato seçimleri 1964’ün  Haziran ayına kaldı. Adalet  Partisi için mütemadiyen  aleyhte    kampanyalar açılıyor ve sözler söyleniyordu.  Ama buna rağmen 12 Şubat 1962’de  askeri bir hareket meydana geldi. İsmet İnönü başkanlığındaki  hükümet,bu  hareketi yapan  albay  “Talat  AYDEMİR” ve arkadaşları hakkında takibat yapmama kararı aldı.

TALAT AYDEMİR’E KARŞI DEMOKRATLARDA AF EDİLDİ.

Bu karardan maksat  takibat yapılacak mahkum olacak  olurlarsa  o  zaman   Demokrat  Partililer gibi mahkum     alacaklar ve affedilmeleri gerekirse de  Demokrat Partililerle onları ayıramayacaklardı  onun için takibat yapmama kararı alındı,takibat yapılmadı    ve    50 sayılı  kararla onlar takip edilirken bu defa 78 sayılı kanunla da  Demokratların 10 seneliklerin  affı mümkün hale geldi.

İsmet Paşa düşürüldükten sonra  kurulan Suat Hayri Ürgüplü

koalisyonuna; Cumhuriyetçi Köylü Millet  Partisi,Yeni Türkiye Partisi ve

Adalet  partisi   iştirak etti. Adalet    partisinin  bu hükümet kurul  bundaki

maksadımızda  “Adalet partisi seçimle gelse bile  İktidar   verilmeyecek

“şeklindeki söylentileri ortadan kaldırmak içindi. ortadan  TEK BAŞINA DEMİREL’İN OYU NEKİ?

Netice itibariyle  muaffak  olduk.1965  seçimlerinde  Adalet partisi  %52,9  milli bakiye ile  seçim kanunuyla iktidar  oldu. Gene basınımız  arkasında %50,30’luk oy oranıyla  siyasi parti varken  onu o siyasi partiye mal etmeyip Demirel geliverdi Adalet partisinin başına Genel Başkan oldu. İsmet Paşayı düşürüverdi, seçimleri de kazanıverdi  gibi vasıflandırdılar. Halbuki aynı Demirel 1987 siyasi yasaklar kakmasından sonra 15 yıllık Adalet Partisi Genel Başkanlığı, 7,5 senelikte başvekilliği  bulmasına rağmen gitti Doğru yol   Partisinin başına oturdu zannetti ki Adalet Partisindeki gibi  olacak, basın onları tahrik ediyordu. Ama Doğru Yol Partisinde aldığı oy %19’un üzerine çıkmadı.

DEMOKRASİ KİŞİLERE BAĞLI OLMAZ

·        Bu izahtan ne anlamamız gerekiyor?

Demek ki meseleleri şahıslara bağlamaya devam ettiğiniz gün

memlekette demokrasi oturtmak imkanına sahip olamazsınız. Demokrasiyi oturtmak istiyor iseniz meselede organların ve organlardaki  görevlilerin yerini kabul edeceksiniz. İşte 965’te Adalet Partisi bu şekilde  iktidar  oldu.

1965 den sonra Adalet partisi büyük alt yapı yatırımlarına başlamıştı.

Hidroelektrik  santraller artık megavatla ölçülen elektrik  santralları ,Keban,Karakaya, Kralkızı, Atatürk barajlarının  hazırlıkları bütün bu çalışmalar Türkiye’de başlanmış vaziyetteydi. Termik santraller aynı şekilde o dönemlerde otomotiv  sanayi değerli tüketim malları  sanayi ve Türkiye’de inşa sektörü sanayi teksilde bitik ve bilhassa konfeksiyon sanayi o dönemde kuruldu. Enflasyon %5’ti. Kalkınma hızı plan hedefinin üzerinde takip etti 7.8’di. işsizlik yok anarşi yok buna rağmen Türkiye’de  o günde hep söylüyorsunuz aydınlar nerdeydi?

·        AYDINLAR NE YAPIYORDU?

·        Bakın aydınlar nerdeydi  Adalet Partisi 1965’in 10 Kasımı’Nda güvenoyu  aldı. 29 Kasımda 20 gün sonra Siyasal Bilgiler ve Ortadoğu Teknik Ünüvürsitesi’nde 40 öğretim görevlisi bir denklansyon yayınladı.  Bunlar

denklasyonda;   Adalet Partisi NATO’dan çekilmeyi, efendim emperyalizme 

karşı çıkmaıy,Wietnamaı  sahip çıkmaya ve 3. Dünyada yerini almayı yeğliyor.

Ve bu yapılmadığı takdirde Adalet Partisi  iktarları emperyalizmin uşağı

olmakla itam ediliyor.

·        Bunu yapan isimler kimlerdi?

·        Bunu yapan isimlerde CAHİT TALAS, BÜLENT NURİ ESEN ,

FARUK EREM

MUAMMER AKSOY, MÜMTAZ SOYSAL bütün bu grub onun içerisindelerdi. Yani şimdi mühim olan bir tarafı:

27 Mayıs hareketine başlarken  radyoda ilk anons da”NATOYA ve

CENTOYA”bağlıyız diye başlanmıştı.                                                                                               

ve onların desteklediği  hükümetleri döneminde  ikili anlaşmalar  10-15

tane yapılmış, emperyalizm ve NATO ‘dan  çekilme düşünülmemiş. AP 

gelince düşünmeye başlamış. Çünkü %52,9 oy ile iktidara gelmiş olsa da 

gelenlerin hazmedilememiş olması milli iradeye inanmamasıdır. Bu  nedenle 

karşı çıkılmıştır  fakat  ikili anlaşmaları yapmışlardır. Birinci Milli Birlik 

hükümeti ve sonra   gelen  İsmet Paşa    koalisyonları  döneminde de yapılmış 

ama 20 günlük  hükümet NATO  ile  ikili bir anlaşma yapmamışlardır.  NATO 

ise Demokrat Parti  zamanında 1951 de  bir  savunma paktı  olarak kurulmuş 

ve Ruslar    Kars ,Ardahan ,Erzurum’u ve Boğazlarda  üst hakkı  isterken

girilmiş bir pakttır 951’de .

Şimdi bütün bunlardan sonra hazımsızlık, münevverin hazımsızlığı  milli

iradeyle seçilen iktidarlara karşı her zaman ortaya çıkmıştır .  Bu defa  1969

‘da da  seçim  kanunlarında değişiklik yaptık. Seçim kanunlarını 1961’de

uygulanan şekle çevirdik , 61’de Halk partisinin  kurucu mecliste

hakimiyetinin olduğu  27 Mayıs devriminin kanunu  dedikleri kanuna dönmüş

olmamıza rağmen bu defa bunun karşısına çıktılar ve bunu yapmakla Adalet

Partisi anayasayı değiştirecek güçte meclise girmek istiyor ve anayasayı 

değiştirmek suretiyle de  memleketi yeni badirelere  sürükleyeceği iddia

edilmiştir. Bunlar   tamamı ile  kendilerinin her devirde yeni bir yalan  veya

yeni bir iftira  yapmayı  kendileri için mubah saymışlardır. Başkaları için masum hareketler dahi suç saymışlardır karşı koymaları bundandır.  Şimdi olduğu gibi. Bugün de devam eden  hareket  bundan farklı değildir. Nerede kaldık?  Nereye geldiğimizi   iyi bilmekte fayda var.

DEMOKRASİ DIŞI  GÜÇLERİN ETKİSİ VE MİLLİ İRADE %80  DESTEKLE BİLE DEMOKRATİKLEŞME GERÇEKLEŞTİRİLEMEDİ

AP  1969 seçimlerine  bu atmosferde girdi ve girmeden evvelde asıl sıkıntısı şu oldu.  Adalet partisi demokratların  siyasi hakları ile ilgili  anayasa  değişikliğini  HALK  partisi de  kendisi ile beraber olduğu halde  1960’da Mayısta çıkan .......şimdi Halk partisinin %27 oyu var  1965’de, Adalet partisinin %52,9 oyu var  ,    ikisini topladığınız zaman millet nezdinde yüzde seksenin üzerinde oy demektir. Meclis desteği  ise yine yüzde seksenin üzerinde idi. Bu oy oranı ile Anayasa değişikliğini yapacak güç var  ama demin ismini verdiğimi kadrolar bu defa yeni bir deklârasyon yayınladılar.”27 Mayıs Devrimi elden gidiyor” dediler. Yirmi yedi mayıs hangi devrimse.. Hangi  ekonomik meseleyi çözmüş ve hangi iyi hareketi memlekette gerçekleştirmişse. Oysa ortada  gerçekleştirdiği hiçbir ciddi bir şey yok.  Memleketin geriye gitmesine sebep oldu. Anayasa ile  tabi senatörlük müessesesini getirdi. MGK’yı kurmaktan başka ve kendi idare zamanındaki tasarruflarından dolayı takibat yapılamayacağı,bu dönemde çıkardıkları kanunların anayasaya aykırılığı idia edilemeyeceği konularından başka bir şey getirmiş değildir.

AYDIN İHANETİ

O Anayasanın 48 maddesi 12 Marttan sonra değiştirilmiş ve 12 Eylülden sonrada o anayasa tamamen rafa kaldırılmıştır. Peki kaldırılınca da memleket elden gitmemiş. 1980 Anayasasında referandumla Cumhurbaşkanı seçildiği halde onu bile alkışlamışlar. Sonra gelip ona da karşı çıkmışlardır. Yani aydınların hangi hareketi var ki ciddi bir şekilde memlekete  iş yapılmıştır.

DARBECİLER İŞLERİNE GELENİ YAPTI

Burada 12 Marttan sonra anayasa değişikliği yapıldığı halde MGK’nın,tabi senatörlüğün kaldırılması gibi her hangi bir şey yok. 12 Eylülden sonra yapılan  82 Anayasasında 1961 Anayasası tamamen ortadan kaldırılmış ama buna mukabil kendilerine lazım geldiğini kabul ettikleri bazı müesseseler devam ettirilmiştir. Yani 1960 Anayasasını tamamen ortadan kaldırmış değiller.

Onun için kuvvetler ayrılığında, memur tayin ve terfilerinde bazı değişikliler getirilerek toplu sözleşme, grev ve lokavt kanunlarında,sendikalar kanununda bazı devletin hakimiyetini artıran  yasalar çıkarılmıştır. Oda 1960 dan sonra 80 ne kadar yapılan uygulamalarla gördükleri  sıkıntılardan ötürü bunları engeller miyiz, devleti güçlendirebilir miyiz endişesiyle o gün konseyin ortaya koyduğu hareketlerdir. Bu gün hala onların karşısına  çıkılıyor hem de aradan 18 sene geçtiği halde hala Anayasada ciddi bir değişiklik de yapılamamıştır. Yapılamamaktadır. Tüm bunları bu şekilde düşünmediğiniz takdirde bir yere gitmek imkanına sahip değilsiniz.

KARTEL PATRONLARI İSTİYOR ONLAR YAZIYOR

·        Sizce Türkiye’de basının durumu  nedir?

Basın işine geleni yazıyor ve karşı tarafa  düşman gözüyle bakıyor.Ben bunu filen yaşadım. Siyasi, şartlanmalardan dolayı aleyhimde  yayınlara çok şahit oldum. Hiç biri  bir esassa dayanmadığı halde adam at izi kalır diyerek yazabiliyor. Hakkınızı aradığınız zamanda adam fikir özgürlüğün elden gidiyor diyor.

KARTEL PATRONLARI İSTİYOR ONLAR YAZIYOR

Ben bunu filen yaşadım. Siyasi, şartlanmalardan dolayı aleyhimde  yayınlara çok şahit oldum. Hiç biri  bir esassa dayanmadığı halde adam at izi kalır diyerek yazabiliyor. Hakkınızı aradığınız zamanda adam fikir özgürlüğün elden gidiyor diyor.

BASIN PATRONLARIN HİZMETİNDE

Basın hür olsun elbette. Bu gün basın devletin  filan değil basın basın 

patronunun  sansüründe. Çünkü basın da basın çalışanlarının sendikasının olmadığı bir memlekette basının hür olmasının imkanı yok. Efendim çalışanlar istemiyor  bunu kimse söyleyemez.

Basın çalışanlarına sendika kurdurmadığınız, kuramadıkları gün o zaman demek ki patronların hakimiyeti bahis konusudur orda basın hürriyetinden bahsetmek mümkün değildir siz basının patronunun arzu ve temayüllerine uygun neşiyat  yapmadığınız gün ayakta kalmanız mümkün değil. Basın patronları öyle bir hale geldiler ki basın işçilerini bir yerde değil sendikalarda değişik iş çevrelerinde  gösteriyorlar ve kendi kadrolarında göstermiyorlar.

..............................

İRTİCA

·        Önüne gelini mürteci diye yargılıyorlar  yani Türkiye’de başımıza musallat olan irtica nedir?

·        Evet  bir nevi dini iddialar konularına geleceğiz .Çünkü bu tür konuları ben şahsen kendimde de yaşadım. 1964 Adalet partisi genel başkanlık mücadelesine girdiğim zamanda  beni gerici ,ırkçı,Turancı,takunyalı diye itam etti.

·        Şimdi çok suçunuz var bir girici oldunuz, ırkçı oldunuz, Turancı oldunuz,takunyalı oldunuz?

·        Birçok şeyler ile itam ettiler,onun için  bu Türkiye’de devamlı söylenen  muayyen bir grubun  kendileri gibi düşünmeyenlere karşı yaptıkları belli başlı  iftiralardır. Onların kafalarındaki şey bizim zamanımızda  ihtilalci sosyalizmi ön plana çıkarmış  olmalarıdır.   27 Mayıstan sonra  YÖN  dergisini kurmuşlar

·        zamandan başlamışlardır.     şimdi yeni değil devrim hareketleri ve ajitasyonlar. Türkiyede organize bir irtica hareketi yoktur. Mürteci olabilir.

ASKER DARBELERDEN  SONRA İCRAYI BIRAKMAK  İSTEMEDİĞİ      İÇİN    MGK  DOĞDU

·        Kısaca  millet iradesine karşı oluşan bu hareketlerin kaynağı 1960 darbesi ve  61  Anayasası ile getirilen düzenlemelerin eseri  denilebilir mi?

·        Şu var .Bütün dünyada her askeri müdahalelerden sonra  askerler icranın işine daha çok müdahale eder hale gelmişlerdir. Yalnız bizde değil dünyanın her yerinde böyle. Bizde de bunun somut örnekleri işte ortada 61 Anayasası  ile de ve 82 Anayasası ile de bunlar ortada. Artık asker müdahale ettikten sonra tamamı ile bırakıp ta gitmiyor. Mutlaka icranın içinde belli  noktalarda kalıyor.  Yalnız bunun sıkıntısı şu. MGK bu gün her şeye rağmen anayasaya girmiş bir müessesedir.

28 ŞUBAT’I UYGULAMAK İÇİN GELDİLER

·        Efendim 28 şubat devam ediyor diyorlar. Ediyor çünkü .O  günkü MGK’ya iştirak eden hükümet üyeleri o kararın altına imza atıyor .O hükümet gidiyor. Gelen hükümet zaten o kararları uygulamak  taahhüdü ile geliyor. Bu belli olmayan bir şey değil. Efendim ben gelirim ama uygulamam yok öyle bir şey. Sen zaten o şartla geliyorsun.

Bu bakımdan bunları birbirinden farklı düşünmemek gerekir. Ancak birbirlerinden metod farkı var,Eğer anayasada meçlis var. Bu meclis  eğer askeri  hükümet işlerine müdahale dışına çıkarmak istiyorsa  oturur anayasanın ilgili maddesini değiştirir. Hatta referanduma götürür. Milletinde tasvibini alır.  Buna göre uygular. Bunu yapmayacaksın. Müessese anayasa içinde yasal olarak duracak. Bu yaptığın  yasal uygulama değildir. Komuta konseyi içinde müdahaledir diyerek vasıflandırırsanız bir yere gidemezsiniz.

HEM ŞİKAYET ETMEK HEMDE O MECLİSTE KALMAK OLMAZ

·        Nasıl yani?

O zaman niçin o mecliste kalıyorsunuz? Bazı meseleler var ki karşılığında külfet olmaması mümkün değil. Hem mecliste duruyor ve nimetlerinden istifade ediyorsunuz. Veya sine-i millete dönersiniz. Seçimleri erken yaptırma imkanı sağlayabilirsiniz. Ondan sonra  şudur budur diyerek devamlı sistemi kötüleyeceksiniz. Buna hakkınız yok . O zaman gelecek sistem daha iyisi olmaz daha kötüsü gelir.İşte  maalesef bunu da Türkiye’nin münevverlerine anlatamadık.

HALK ASKERİ İDAREDEN BİR AN ÖNCE KURTULMAK İÇİN  ANAYASAYA ‘EVET’ DEDİ

·        Şimdi Her kesimden anayasa eleştirildiği halde neden yüksek oylarla onaylandı?

1961 ve 1982 anayasaları referandumuna giderken anayasanın büyük çoğunlukla onaylanması bir vatan perverlik, anayasanın reddi vatan hayinliği şeklinde yazılmıştır. Akis mecmuasının l961 Haziran-Temmuz sayılarını, Ulus gazetesini ve diğerlerini okuyun. Oralarda açıkça göreceksiniz. Buna rağmen  o günkü  anayasa oylaması %45 ve %55 oranında çıkmış. Buna mukabilde 67 vilayetin 20 –25 kadarında hayırlar evetlerden fazla. Fakat sonuç itibari ile bir şeye yaramamış . 1980 de de  millet şunu bekledi. Ben anayasaya hayır desem komuta konseyi ve devlet başkanı olarak devam edecekler. Aynı zamanda askeri idare devam edecek. Halbuki referandumla ben bunu geçirirsem sadece cumhurbaşkanı olarak gelecek. Hiç  olmazsa bir meclis seçeceğim. Meclis bir hükümet çıkaracak ve hükümet sivil bir idare olacak ve o bana muhatap olacak.  Onun için referandumda anayasa bu kadar çok oyla oylandı.

YA MGK’YI KALDIRIN YADA SUSUN

Aslında MGK  demokratik hukuk devletinde yanlış ise burada yapılacak olan iş anayasayı değiştirerek bu müsseseyi ortadan kaldırmaktır. Türkiye hep bu ikili düşüncelerin esiri ve sıkıntısını çekmektedir.Madem ki MGK  demokratik hukuk devletlerinde yoktur diye açık oturumlar yapıyorsun. Bu hususta görüş beyan ediyorsun artık bunun kararının bağlayıcılığındanda öteye geçerek bir nevi MGK kumanda konseyinin muhtırası şeklinde MGK kararını değerlendirdiğin zaman yanlıştır. İki taraf içinde yanlış.Birisi aleyhe  bulunduğu için bu karara karşıyım demesi birininde  bu karar lazımdır uygulanması gerekir diyerek yanlışlık yapıyor.

ASKERIN SAPLANTIARI VARDIR.

Halbuki bu karar alınıyor ve anayasada “dikkate alınır “diyor.Eskiden bağlayıcı değildi. İstişari kararlardı. 82 anayasasında tavsiye eder diyordu.Daha sonra Özal zamanında  işin garip tarafı bunu  siviller değiştirerek yetkiyi artırmışlar.

Birisinde dorudan doğruya hiç habersiz Muhtıra veriyor.Ya şunları şunları yapacaksın yoksa çekileçeksin. Biri filili müdahaledir. Birinde gelip meclisi fesh ediyor.birinde ise meseleleri münakaşa imkanları vardır. Orada dersiniz ki biz hükümetsek, hükümette kaldığımız müddetçe bizide  bu anayasa gereği ancak TBMM  güvensizlikle düşürebilir.Güvensizlikle düşürmediği müddetçe biz görevimize devam eder ve bu şekildeki sekiz yıllık kesintisiz eğtimi uygulamayız.Neden uygulamayız.Ülkenin  sekiz yılık eğtime ihtiyacı var ama kesintisiz olmamak şartı ile.Beş yıllık  eğtim bittikten sonra hem çocuklar eğtime devam edecektir. Hemde meslek seçmeye başlayacaktır. Hangi mesleği sececeklerse o meslek gurubuna yavaş yavaş geçeceklerdir. Bunlar söylenir ve bunların münükaşası yapılırdı.Çünkü askerin saplantıları vardır.

·        Bunu biraz açar mısınız?

·        1971 muhtırasından sonrada asker toprak reformu diye tutturmuştu.Toprak reformu ile ne alakası var askerin.Toprakreformunun ne olduğunu ne bilir?Toprak reformu ayrı tarım reformu ayrı şeydir. Herkes kendi sahasında kalmasını bilmeli.Uzmanlık alanında kalmalı.  Bizde adet haline gelmiş herkes yarım yamalak bilgisiyle kendine göre bir istikamet vermeye çalışıyor.Eğitimi eğitimciler, askerliği askerler bilir.Eğitimcilerin hepside iyi bilemez ve ayrı ayrı uzmanlı amanı vardır.Bir fiilen içnde bulunanlar iki ilköğretim,orta öğretim ve yüksek okullar da yarı şeylerdir.Filien içinde olmak gerekir.

ASKERİ MÜDAHALELER OLMASA İDİ

·        Demokrasinin yerleşmesi için ne yapmalı?

·        Siyasi meselelerde tahammüle ihtiyaç vardır eğer 1946 da çıktığımız yoldan  bu günlere kadar kesintiler olmadan devam etmiş olsa idik hem parti içi demokrasileri hem de partiler arası demokrasiler ve diğer müesseseler otururdu. Artık bir kartel medyası düşünülemezdi. Kartel medyasında çalışanlarında biz sendika istemiyoruz diyebilmeleri mümkün olmazdı. Bunun içindir ki Türkiye’de her kim ki askeri müdahale davet ediyor o demokratik parlâmenter sisteme inanmıyor demektir eğer inanıyorsa bunun kendi  ihtiyaçlarına göre ıslah ederek  götürmesi lazım değildir.  ABD’nni ABD olmasına esas sebeb iki yüz yıldan fazla olmasına rağmen askeri müdahaleler olmadığı için değişmemiş iki yüz  senelik şartlar içerisinde ABD bünyesine ve dünyaya uyacak şartlara   bazı değişiklikler yapılarak getirilmiş. Bunu da ihtiyaçlar ortaya çıkarmış bu ihtiyaçlara göre değişikliği de ABD parlâmentosu yapmış. Kendisi  değiştirmiş. Anayasa aynen duruyor.

ÇARE  ANAYASA ve SEÇİM SİSTEMİNDE

Bizde ne zaman anayasa yapılmışsa mutlaka askeri müdahaleden sonra asker anayasa yapmıştır. 1961 anayasası askerlerin hazırladığı anayasadır.1972 tarihli değişiklik yine 12 Mart müdahalesinden sonra yapılan değişikliklerdir.  Yine 1982 anayasasını da askerler yapmışlardır. Bunun dışındaki yapılan değişikliklerde ihtiyaçlardan çok taraftarların bir birleri ile yaptığı pazarlık sonucunda gerçekleşmiştir. Böyle pazarlıklarla çıkan anayasalardan bir şey çıkmaz.

Sandık başına gelen vatandaş hem partisini hem de milletvekilini seçmeli. Bu şekilde seçilmiş milletvekili de parti genel merkezinin emir ve komutasına uymaz. Gerçekten milletvekili olur. Ama ne yazı ki gün geçtikçe Türkiye’de sistem şahıs hakimiyetine döndü.1983 seçimlerinde başlayarak bütün genel merkezler 5 seçimdir tüm aday gösterme yetkilerini  kendi üstlerine aldılar. Durumda meydanda.

 

//////////////////////////////

 

 

 

UFUK TURU

YILDIRIM GÜRSES’İN ÇIĞLIĞI

 

Türk sanat müziğinin yaşayan  en büyük Üstadı Yıldırım Gürses ile  milli kültürümüze ve  Türk müziğine  karşı yapılan “Tasallutları “konuştuk. Yıldırım bey tüm açık kalplilikle ve bu konulara bir ömür vakfetmiş olmanın   verdiği  vukufiyetle   ve  adeta bir” Çığlık “olarak  sorularımızı samimi bir şekilde cevapladı.

 

GÜRSES:

****Türk musikisi şuanda muayyen  çevreler tarafından yok edilmek istenmektedir..Şu son beş senede  Osmanlıya karşı son derece büyük bir kin ve nefret  görmekteyim. Klasik musikimizi  Osmanlının bir ucu olarak kabul ediyorlar. Dolayısıyla bu musikiyi ortadan kaldırmakla Osmanlının son izlerini ve eserlerini silmek istiyorlar.Osmanlı tarihini örttükten sonra geriye Türk olarak hangi tarih kalacaktır ,onu merak ediyorum.

MEHMET AKİF’İN MİLLİYETÇİLİĞİNDEN ŞÜPHE ETMEK İHANETTİR

****Bu milletin şehit olmuş askerinin başına “Bu taşındır diyerek Kabe’yi diksem başına”diyecek kadar yüceltecek bir insanın  milliyetçiliğini tartışmak çok zor ve son derece yanlış bir olaydır.Akif’in milliyetçiliğinden  şüphe etmek ihanettir.Osmanlı Türkünü ve Osmanlıyı  ve Türkü ayakta tutacak  her şeye karşı hucumlar başlamıştır.

Çocuklarımız doğuyor .Doğduğu vakit Ezan- ı Muhammedi ile  teşerrüf ediyorlar. Arkasından dünyanın en güzel annesinin ninnisiyle büyüyor. Dünyanın  en iyi ninnisini Türk annesi okur..Fakat o çocuklar yedi yaşına gelince; ilk okula gider gitmez  Yohan sabastianbah’ın  tam perme  sistemiyle tanıştırılır. Ve kulaklarından  doğumundan  okula başlayana kadar edindiği bu sesler silinmeye uğraşılır.

İSRAİL  DOSTU  ÇAĞDAŞLAR !  DUYSUN.........

İsrail’de Parlementosunda bakanların da,başbakanında ,devlet başkanının da üzerinde bir  Hahamlar gurubu vardır. Bu devletin her tarafından kanunlar geçse dahi o dört kişilik hamalar gurubu eğer kabul etmezse İsrail parlâmentosundan hiçbir kanun geçmez.Adamlar kendi milli kültürüne aykırı gelecek olan her türlü mali, her türlü maddi ve her türlü manevi olaya  karşı yukarıya bu dört hahamdan oluşan bir süzgeç koymuşlardır.

***ENTERNASYONALİST KÜLTÜR YÜZÜNDEN  -SATANİSTLER TÜREMİŞTİR

Bizde milli kültür politikası bir türlü kurulamamıştır. Bu uygulanan “enternasyonalist politika “bizi buralara getirmiştir.satanistler türemiştir. Bu piyasada akan kepazelik türemiştir. Bu pop müziği türemiştir. Belli bir ciddi kültür politikası olamadıktan sonra,bir ülkenin ekonomisi de bozulur,maliyesi de bozulur.Bence Türkiye’nin bütün  bozukluğunun altında insan sorununu aramak gerekir.

****SATANİST YETİŞTİRMEYE ;MEDENİYET  DİYORLAR

Dünyanın en tehlikeli silahı bilimdir. İlk önce çocuklarımıza bu bilimi kullanacak aklı selimi vermemiz lazım. İşte bu bilimi verirken çocuklarımız  Üniversite  bitiriyorlar ama o akli selim olmadığı için “satanist “oluyorlar Etilere,eğlence gidin,dolaşın da üzülün,oturun ağlayın. on beş on altı yaşlarındaki kız çocukları zeril sefil beline kadar etekler sokaklarda geziyorlar ve bunun ismine de MEDENİYET  diyorlar.Rüzgar ektik bora biçtik.... halk  devletine  güvenini kaybetti

Yani bu gün Türkiye’de yanlış bir politika ,yanlış bir çocuk eğitimi bizi bu hale getirmiştir.Halk kendi devletine karşı güvenini kaybeti.

 ****RADYO VE TV :  Bize kapalı sadece Batıya açılan bir pencere.

                   ****MUSUKİMİZ CAMİDEN DOĞDU

Batının musikisi  nasıl ki kiliseden doğdu ise benim musikimde camilerden  ve tekkelerden doğmuştur.Batının tem perman sistemi Johhansabastiyan Bah’ın kiliseden çıkartmış olduğu bir sistemdir. Hatta kullanmış olduğumuz nota  bir papazın yazmış olduğu notadır. Hatta bu papazın yazmış olduğu  notanın ilk harflerinde  bir Hıristiyan ayinin baş hecelerini alarak kullanmıştır.  te, mi, fa, sol, la, si, do diye sonra ud kelimesi ajiliteye ters geldiği için “do”ya çevrilmiştir. Yani  şuanda kullandığımız nota bir  Hıristiyan olayıdır ve tenperman sistem dediğimiz piyano sistemi bir kilise düzenidir.

****İSTİKLALMARŞININ GÜFTESİ VALS OLARAK YAZILDI

Melodisiyle güftesi arasında bir tenakuz vardır. Zeki  Üngör besteyi  yazdığı zaman ilk önce bunu vals olarak yazmıştır.

****TÜRK ÇOCUĞUNUN KULAĞINDAN ÖNCE TEKBİRİ SİLİYORLAR

Çocuklarımız küçük yaşta iken kendi özümüzü ,güzelliğimizi anlatıyoruz,kendi milli musikimizi veriyoruz ama ilk okula giderken çocuklarımıza tenparmen sistem denen piyano sistemi ile çalıştırıyoruz.Tanpermen sistemi bizim Türk musikisini çalmaya  yeterli değildir...Demek ki çocuk piyano ile tanıştıktan sonra  yüzlerce Türk musikisi makamını kulağından siliyor.

Milletin müşterek  zevkini kaybettirdiler ki parçalaya bilsinler.

***SEÇİM SONUÇLARI ;TÜRKÜN KENDİNİ GERİYE İSTEMESİDİR. İNANCINI KÜLTÜRÜNÜ GERİYE İSTEMESİDİR

          Yıldırım Gürses-Necati Çavdar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Son zamanlarda  kültürümüz ve müziğimiz üzerinde  oluşturulan “tasallutlar” diyebileceğimiz  gelişmeler var. Dolayısıyla  bu gelişmelerle beraber  Türk sanat müziği de  dahil  öz müziğimiz biraz  geride kaldığı ,batı müziği ve arebeks müziğinin öne çıkarıldığı görülüyor. Sizin gibi  değerli sanatçı ve bestekarlarımızın el atmadığı zamlar kısır kalıyor. Bir şey vermiyor.

-Yıldırım Gürsess bu nokta da ne yapıyor. Ne yapabiliriz?

-Bir defa üzülerek  şunu açıklamak istiyorum. Bir defa Yıldırım Gürses  ömrü  boyunca hep ideali  üzerine savaştı. Ama hiçbir zaman sırtını dayayacağı bir güvence yeri olmadı. Hep yaptı. Hiçbir  zaman benim yerimde olan ,benim yaptığımı destekleyen, bana ışık açacak ,bana yol gösterecek hiçbiri olmadı. ,Hiçbir zaman yardım eli ,hiçbir dost eli sırtımı sıvazlamadı.

Hep yalnız ve tek başıma savaştım.

Musikiyi  başından buyana bir kazanç  vasıtası değil,bir hizmet vasıtası olarak gördüm. İnsanoğlu bazen Allah tarafından mükafatlandırılır ki bazen da  doğarken mükafatlandırılmış olarak doğar.

Allah bana  çok iyi bir ses ,bunun yanında iyi bir karizma ,iyi bir bestekarlık kabiliyeti ,okuma öğrenme ve konuşma-belagat- kabiliyeti verdi. Biz bunları hiçbir zaman bir gurur vasıtası  yapmadık ,bir şükür vasıtası yaptık. Dolayısıyla bu kadar  yük üzerinde taşıyan bir insanın yapmak mecburiyetinde olduğu bazı  vazifeler vardı.

Bu vazifelerin başında da: bir defa kendi mesleğinin güzelliklerini ,Allah’ın vermiş olduğu bu üstün yetenekleri hayra değil şerre  kullananlara karşı bir duvar çekmek ve hayırlı şeyler yapmaktı. Benim yapmış olduğum bütün  şarkılarımda her ne kadar etrafımda bir şeker sarılıysa da için de mutlaka muayyen mesajlar gizlidir. Şuanda Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi şairlerin eserlerini bestelemek istiyorum. Bunun  çabası içindeyim. Sanki bunu mutlaka  yapmam için  ben zorlanıyorum gibi bir his var çimde.

 

Ben inancımın ve milli kültürümün devamlı surette bayraktarı  oldum,hizmetine  amade oldum.

Çünkü alt yapı olarak çok mütedeyyin inançlı ve milliyetçi bir camiadan geldim. Ve kendi  genimin vermiş olduğu insiyakla da daimi surette bu yolda hizmet verdim.

Türk musikisi korkunç bir tasallut altındadır.Bunu şöyle açıklamak istiyorum Türk musikisi korkunç bir tasallut altındadır.

Türk musikisi şuanda muayyen  çevreler tarafından yok edilmek istenmektedir. Çünkü bunu burada açıklamak istiyorum.

Şu son beş senede  Osmanlıya karşı son derece büyük bir kin ve nefret  görmekteyim.

Osmanlı her ne olursa olsun kim olursa olsun hangi kimlikte olursa olsun bizim atamızdır. İyisi de  vardır. Güzeli de vardır. Kötüsü de vardır. Ama bunlar bizim atalarımızdır .Bizim geçmişimizdir. Bizim kanımızdır. Bizim ırkımızdır. Genimizdir. Dolayısıyla Osmanlıyı  iyice tanıyıp Osmanlının kültürünü iyice  öğrendikten sonra onlara karşı olan hayranlığım kat be kat arttı. Bunu da burada zikretmek isterim. Ben ırkımın  devamıyım. Ve dolayısıyla şu anda görüyorum ki Türkiye’de Osmanlıya karşı inanılmaz bir kin ve nefret büyümektedir. Hulki Cevizoğlunun programında o kadar ileri gitmişlerdir ki Türk tarihini açıklarken   Osmanlı tarihine “kara bir tül “bile  örtmeye kalkmışlardır.

Osmanlı tarihini örttükten sonra geriye Türk olarak hangi tarih kalacaktır ,onu merak ediyorum.

Osmanlı tarihini örttükten sonra geriye Türk olarak hangi tarih kalacaktır ,onu merak ediyorum.

 AKİF’E DİL UZATMAK  İHANETTİR

-Burada  yakın bir zamanda Paşa rütbesi verilmiş bir şahsın Mehmet Akif  dolayısıyla ,İstiklal Maşında ifadesini bulan milli   ruha da bir saldırısı  söz konusu oldu. Bu milli kültür eksikliği,milli kültüre yakınlık duymamanın tesiri midir?

-Efendim   şuanda Türkiye de çok değişik şeyler oluyor. Özellikle Osmanlı denilen,Osmanlıdan ürkmek başladı farkında iseniz. ve bizim klasik musikimizi  Osmanlının bir ucu olarak kabul ediyorlar. Dolayısıyla bu musikiyi ortadan kaldırmakla Osmanlının son izlerini ve eserlerini silmek istiyorlar.

TBMM ÇAĞRI:

Esasında TBMM’de,DSP,MHP,FP,DYP VE ANAP ‘tan  hangi partiden olursa olsun  esasında benim tanıdığım çok değerli ,memleketini  ,milletini seven,Türk  milli musikisine, kültürüne  amade  yüzlerce tanıdığım dostlarım var. Ben onlara buradan çağrı yaparak  milli kimliğimize ve değerlerimize   saldırılara karşı birleşmeye ve ortak tavır almaya  davet ediyorum.

Bunun için Bir üst  komisyon kurmalıyız.

Bu  musiki ,bu  easar,bu mimari,bu edebiyat bu  hüsnü güzellikler bizim geçmişimizin mirasıdır ve  bizim öz be öz malımızdır.

Nasıl ki Mimar Sinan’ı bir kenara atamazsak, kalkıp Şeyh Hamdullah’ın üzerine bir çizgi çizemezsek, Dede Efendi ve Buhurizade Itri’yı bir kenara  atamazsak; benim şahsi kanaatime göre bu gün Türk musikisinin zamanımıza getirmiş olduğu güzellilikleri de yok edemeyiz. Ve şunu söyleyeyim hiçbir kuvvet bizim geçmişimizin mirası  olan  kültürümüzü  silmeye gücü yetmeyecektir.

MEHMET AKİF’İN MİLLİYETÇİLİĞİNDEN ŞÜPHE ETMEK İHANETTİR

Mehmet Akif’e  dil uzatmaya gelince ... Mehmet Akifi  bestelemek şerefini kazanmış nadir bestekarlardan bir tanesiyim. Bütün Safahatı satır satır  okudum. Mehmet Akif’i gönlümde ve ruhumda yaşatıyorum.Onu bestelerken on beş gün yirmi gün acaba o büyük  ustaya,Türk milletine  Allah’ın lütfetmiş olduğu o büyük şaire yanlış bir şey yapacağım mı ,yapmayacağım mı diye sabahlara kadar uykusuz kaldım. Besteledikten sonra arkadaşlarıma  okudum. Ancak onların tasvibini alıp, hocalarım yakışır dedikten sonra yayınladım.

“Yılmam ölümden ,yaradan , askerim

Orduma gazi dedi Peygamberim.

Bir  dileğim var; ölürüm isterim

Yurduma tek düşman ayak basmasın”

diyen adamın milliyetçiliğinden  şüphe etmek ihanettir.

Yani ben Mehmet Akif’i  imanı  bütün,inancı bütün,ama Allah’ına kadar milliyetçi, Allah’ına kadar Türk oğlu türk olarak tanıyorum.

Bu milletin şehit olmuş askerinin başına “Bu taşındır diyerek Kabe’yi diksem başına”diyecek kadar yüceltecek bir insanın  milliyetçiliğini tartışmak çok zor ve son derece yanlış bir olaydır.

Bence  şöyle bir şey var :

Osmanlı Türkünü ve Osmanlıyı  ve Türkü ayakta tutacak  her şeye karşı hucumlar başlamıştır.

-Bu hücumların özellikle müzik kanalıyla geldiği görülüyor?

-Tabii tabi başta müziği kullanıyorlar.

-Müziği kullanarak mesaj verme,insanları etkileme   metodunu son zamanlarda “Satanistlerin” resmen de söyledikleri gibi , ”biz   müzikle ayin yapıyoruz, gençler üzerinde müziğin etkisini kullanıyoruz” şeklindeki ifadeleri  ile  iyice su yüzüne çıkıyor. Sizce müziğin gençlik üzerinde  tasallutların aracı olmasına takip edilen kültür politikası mı sebep oluyor?

-Enine boyuna müziği incelemiş,beş yaşından beri musikinin içinde büyümüş,önce tekkede,sonra camilerde,sonrada musiki derneklerinde ömrünü tüketmiş bir müzisyenim. Müzik çalışmaları ile ömrümü tükettim. Beş yaşımdan buyana 340 tanede şarkı yazdım.

Bir zamanlar on beş yirmi sene gibi uzun bir zaman hatta ve hala bir milletin müzik zevkini temsil etmiş bir insanım. Müziğe ömrümü verdim. Şunu öğrendim:Bu pedagoglarında araştırma sonuçlarıdır.

İnsan doğar doğmaz iki yaşına kadar  araştırma dönemidir. Yani iki yaşına kadar çocuk araştırır. Bir mum görür parmağını uzatır. Mum yakar. Fakat ikinci bir defa parmağını muma götürdüğü vakit hemen  beyin   der ki;” bir daha elini  değersen yanar”. Çocuk “ cız ..”der çeker. Bu araştırma  dönemidir.

İkinci dönem : İki ila beş yaş arası tasnif dönemidir.

Ondan  sonra  çocukta tatbikat dönemi başlar.

Çocuklar  sadece yaşadıkları olayı değil,yaşadıkları ortamın kokusunu, yemeğini, kültürünü,örfünü ,muhitin düşüncelerini ve aynı zamanda oranın aksını, lehçelerinde öğrenirler. Yani  iki yaşında bir zenci çocuğunu Karadeniz’e götürür beş sene bırakırsanız o zenci çocuk  on yaşına gelince aynı Karadeniz aksanı ile konuşur. Gene bir Karadenizli  bir çocuğu Amerika’ya götürür bir zenci mahallesine bırakırsanız oda aynı zenci aksanı ile konuşmaya başlayacak ve Zenci  şarkıları  söylemeye başlayacaktır.

Yanlış bir kültür politikamız var

Ben şunu söylemek istiyorum:Yanlış bir kültür politikamız var.

Çocuklarımız doğuyor. Doğduğu vakit Ezan- ı Muhammedi ile  teşerrüf ediyorlar. Arkasından dünyanın en güzel annesinin ninnisiyle büyüyor. Dünyanın  en iyi ninnisini Türk annesi okur.

Bizim Hicaz ve Uşşak  makamındaki ninnilerin üzerine  dünyadaki hiçbir  devlet bu kadar ifadeli içinden gelen, gönülden gelen melodilerle  ninni okuyamaz. Nasıl Buhurizade Itrî, tekbiri  bütün dünyada yapılmış olan ayinlerin üzerinde bir  hülasa çıkarmışsa Allah’a giden yolda bizim annelerimizde  gönülden kopan fırtınaları,sevgileri  o güzel ninni ile ifade ederler.

Fakat o çocuklar yedi yaşına gelince; ilk okula gider gitmez  Yohan Sabastianbah’ın  tam perme  sistemiyle tanıştırılır. Ve kulaklarından  doğumundan  okula başlayana kadar edindiği bu sesler silinmeye uğraşılır.

İSRAİL  DOSTU  ÇAĞDAŞLAR !  DUYSUN.........

Bu gün beğenmediğimiz İsrail’de Parlementosunda bakanların da, başbakanında, devlet başkanının da üzerinde bir  Hahamlar gurubu vardır.  Kültür bakanlığı gurubu derler buna. Bu devletin her tarafından kararlar - kanunlar  gelse dahi o dört kişilik hamalar gurubu eğer kabul etmezse İsrail Parlâmentosu’ndan hiçbir kanun geçmez.

-Bizimkilerin baş örtüsünde bile Diyanetin görüşüne laiklik  nedeni ile itibar etmezken bizdeki çağdaşların!  baştacı ettiği  İsrail de mi oluyor? Aman Çağdaşlar duymasın...!

-Gayet tabii ..Ve şöyle bir şey var. Adamlar kendi milli kültürüne aykırı gelecek olan her türlü mali, her türlü maddi ve her türlü manevi olaya  karşı yukarıya bu dört hahamdan oluşan bir süzgeç koymuşlardır.

Bakın bizim Kültür Bakanlığımıza, Kültür Bakanlığımız her bakanlığın altında kalmış ezilmiş bir bakanlıktır.­ Bütçesi milli gelirin binde bilmem kaçı. Çevre bakanlığından sonra  bütçeden en az pay alan bir  bakanlık.

ENTERNASYONALİST KÜLTÜR YÜZÜNDEN  -SATANİSTLER TÜREMİŞTİR

Bizde milli kültür politikası bir türlü kurulamamıştır. Bu uygulanan “enternasyonalist politika “bizi buralara getirmiştir.

İşte- uygulanan kültür politikası yüzünden  -satanistler türemiştir. Bu piyasada akan kepazelik türemiştir. Bu pop müziği türemiştir. Bunların hepsi  milli kültür politikasından kaynaklanan olaylardır. Ben  şunu söylemek istiyorum: Dünyada kendi milli kültürüne sırtını çeviren nadir  devletlerden bir tanesi olduk.

DEVLET SANATÇILIĞI:”BÖYLE BİR ŞEY OLMAZ”

İspanyol kendi müziğini çalar, kendi  milli musikisinin kıyametini koparır. İsrail kendi müziğini çalar. Yunanlı kendi müziğini  çalar. Fransız kendi müziğini çalar. Rus  kendi müziğini çalar, Japon kendi müziğini çalar.

      Biz niye Avrupa’nın müziğini çalıyoruz ki........?

Ben buna  akıl erdiremiyorum. Bu nasıl bir kültür politikasıdır? Arapları açın bakın. Araplarda hiçbir taviz yoktur. Beğenmediğimiz ,bu gün vah vah dediğimiz Arapların  televizyonunu açın bakın. Adamlar her türlü olaylarını  Cemal Abdül Nasır’ındediği gibi”Bizim atom bombamız yok ama  bizim musikimiz ve milli kültürümüz var”dedi. Yani  adam o kadar  kendi milli kültürüne güveniyor ki... Adamlar devlet sanatçılığı koydu. Kimi koydu ? Ümmi Gülsüm’ü  koydu. Abdül Vahhab’ı koydu .Üçüncü bir  insan  yoktur.

Ama bizde şu anda devlet sanatçılarını  şöyle bir yan yana dizin bakalım. Yok öyle.......Böyle bir şey olmaz.

Belli bir ciddi kültür politikası olamadıktan sonra,bir ülkenin ekonomisi de bozulur,maliyesi de bozulur.

Bence Türkiye’nin bütün  bozukluğunun altında insan sorununu aramak gerekir.

SATANİST YETİŞTİRMEYE ; MEDENİYET  DİYORLAR

Merak ediyorum okullarda çocuklarımızı bu kadar üzerek bir kompütür gibi  üzerlerine çok şeyler yıkarak yetiştiriyoruz ama hangi evsafta çocuk yetiştiriyoruz. evsafı  Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür  bakanlığı  tavsif etmiş mi dir?

Ben  Milli Eğitim Şurasına  katıldığım zaman”Efendim biz  çocuklarımıza Türkçe’yi şöyle yapalım,Coğrafyada şunu birleştirelim. Bunu bunla yapalım “diye kültür  ve eğitim kavgası yapıyorlardı. Benşunu söyledim.”Yapacağınız  ilk kavga şu:Siz bir eğitim müessesesiniz. Bir imalathanesiniz. Siz ne imal ediyorsunuz Türk çocuklarını imal ediyorsunuz. Bu çocukların evsafı nedir?Bir standart çizin. İlk defa bu çocuk geçmişine saygılı olması lazım. İnançlı olması lazım. Bilimle teçhiz edilmiş olması lazım. Bütün insanları  sevmesi lazım. Ondan sonra  kalkıp bunları bütün dünyanın lehine  sarf edecek şekilde kullanması lazım.”

Ben size şunu söyleyeyim dünyanın en tehlikeli silahı bilimdir. İlk önce çocuklarımıza bu bilimi kullanacak aklı selimi vermemiz lazım. İşte bu bilimi verirken çocuklarımız  Üniversite  bitiriyorlar ama o akli selim olmadığı için “satanist “oluyorlar. Ankara’yı bilmiyorum ama saat beşten sonra siz gelin bizim Etilere,eğlence yerlerine –Satanistlerin bol  olduğu yerler  olarak adı geçen Akmerkez vs.bu bölgede-dolaşın da üzülün,oturun ağlayın. on beş on altı yaşlarındaki kız çocukları zeril sefil beline kadar etekler sokaklarda geziyorlar ve bunun ismine de MEDENİYET  diyorlar.

Rüzgar ektik bora biçtik

Yani bu gün Türkiye’de yanlış bir politika ,yanlış bir çocuk eğitimi bizi bu hale getirmiştir. Senelerdir rüzgar ektik bora biçtik. Hala kendimize gelemedik. Milli kültürümüze hep sırt  çevirdik.

Bence  depremle Türkiye çok büyük bir sınav atlatmıştır. Bu deprem korkunç bir olaydır. Büyük bir felakettir. Bu felakette ancak ve ancak gördük ki halk kendi kendisinin yarasını sarmaya başladı. Niye  en kötü şey oldu. Halk kendi devletine karşı güvenini kaybetti.

Ve şuna  inandık ki, ancak biz sivil örgütler olarak yaralı olabiliriz. Biz, özel  hayatımızı musiki ile birleştirmiş nadir devletlerden bir tanesiyiz.

 

Biz Türk milleti , Osmanlıdan kalan bir miras olarak özel  hayatımızı musiki ile birleştirmiş nadir devletlerden bir tanesiyiz. Ve Allah’ın lafzı   ile  dünyada en çok iş yapan tek millet var  oda Türk milletidir. Her lafının başında Allah vardır. Allah nasip ederse...Allah’a ısmarladık ...gibi,Binlerce Allah’la başlayan kelime ve cümleler vardır.

Allah kelimesi ve musiki ile kendi dünyamızı özdeşleştirmiş,pekleştirmiş nadir ülkelerden bir tanesiyiz.

Her şeyimizde musiki vardır.

Çocuklarımız doğar Ezan_ı Muhammedi de  musiki vardır. Bunların yanında  ninnilerimizde, eğlencelerimizde,nişan ve düğünlerimizde,kına gecelerimizde ,ağıtlarımızda,peştamal kuşanmalarda ve hasta tedavisinde musiki vardır. Bakın mesela Farabi,her hastalığa tedavi ,rehabilite olayı olarak kullanmış. Bunun yanı da Ahilikte  mesleki olayda peştamal giymelerde kullanılmış. Yani her olayımızda musiki  bizim hemen yanımızdadır. Dolayısıyla Türk milleti  musikiyle doğumdan ölümüne kadar  iç içe yaşamıştır.

 

RADYO VE TV :  Bize kapalı sadece batıya açılan bir pencere.

Bizim musikimizin batıdan bir farkı vardır. Biz öyle  bir hale geldi ki  bundan elli sene evel her evde bir kemençe. tambur, ud varken evlerimizde sadece bir radyo ve televizyon kaldı. Oda  sadece batıya açılan bir pencere. Sadece batının propagandasını bize duyuran,hatta kendi kanallarımızı da kast ediyorum batının düşüncesini,tefekkürünü, mananın felsefesini beklerken maddenin felsefesini veren ve bizim inanç anlayışımıza ters düşen felsefeleri çocuklarımıza  ileten ve ailenin dördüncü ferdi olarak giren bir televizyonlarımız var.

 

MUSUKİMİZ CAMİDEN DOĞDU

YANİ  ŞUANDA KULLANDIĞIMIZ NOTA BİR  HIRİSTİYAN OLAYIDIR VE TENPERMAN SİSTEM DEDİĞİMİZ PİYANO SİSTEMİ BİR KİLİSE DÜZENİDİR.

 

Bunun yanında en mühimi batının musikisi  nasıl ki kiliseden doğdu ise benim musikimde camilerden  ve tekkelerden doğmuştur.

-Bundan tabi bir şey olamaz değil mi?

Tabii...Bakın Mevlevilere çok şey borçluyuz

-Neden?

-Çünkü çok mutaassıplardır. Musikilerinde bir tek notanın dahi silinmesine tahammül edemezler. Bu gün  eğer dini musikimiz varsa, klasik musikimiz varsa bunu bir tarik olarak  Mevlevilere borçluyuz. Allah razı olsun bunu yapanlardan.

Batının tem perman sistemi Johhan Sabastiyan Bah’ın kiliseden çıkartmış olduğu bir sistemdir. Hatta kullanmış olduğumuz nota, bir Guy Dervezo isimli papazın yazmış olduğu notadır. Hatta bu papazın yazmış olduğu  notanın ilk harflerinde  bir Hıristiyan ayinin baş hecelerini alarak kullanmıştır.  te, mi, fa, sol, la, si, do diye sonra ud kelimesi ajiliteye ters geldiği için “do”ya çevrilmiştir. Yani  şu anda kullandığımız nota bir  Hıristiyan olayıdır ve tenperman sistem dediğimiz piyano sistemi bir kilise düzenidir.

İSTİKLAL MARŞI’NIN GÜFTESİ VALS OLARAK YAZILDI

-İstiklal Marşı’nın bestesi  içinde böyle bir şey söylemiştiniz?

- Melodisiyle güftesi arasında bir tenakuz vardır.

İstiklal Marşı   zaten iki ayrı  yaşayan insanın yanlış izdivacı olmuştur.Yani bir tanesi  fevkalade Osmanlı ve bize uygun olan hanımefendinin bir Avrupalı ile  evlendirilmesi gibi  yanlış bir olaydır.

Başından  yanlış yapılmış. Basit bir müzisyenin dahi prozedi olarak uygun bulamayacağı yanlış bir çizgi içindedir. Ama artık millet kabul etmiştir. Bunun bir dönüşümü olur mu olmaz mı ?  Bu bir devlet sorunudur. Hatta benim şahsi kanaatime göre bir referandum, anket sorunudur. Halka  birkaç tane  yapılarak bunlardan birini mi seçersiniz yoksa böyle mi kalmalıdır diye sormak  gereklidir. Ama bana müzisyen olarak sorarsanız  eserin  metik denen bir olayı vardır. Yani - Melodisiyle güftesi arasında bir tenakuz vardır. Zaten biliyorsunuz ki  beste bağlanmak demektir. “Dilbestenim” dendiği zaman gönülden bağlanmışsın manası  gelir.

-İstikllal Marşında nasıl bir bağlantı vardır?

-Melodi ile güfte  birbirine  yanlış izdivaç yapmıştır. Zaten derler ki bu parçayı Zeki  Üngör yazdığı zaman ilk önce bunu vals olarak yazmıştır. Fakat sonra yarışma olunca onun üzerine   marşın güftesini yerleştirmiş. Yerleştirirken de zaten farkında iseniz kelimelerin prozedisinde büyük yanlışlıklar vardır. Okunurken kelimeler bölünüyor ve insan zorlanıyor. Birde zaten son  nötürale çıkan yani bizim Türk musikimizde tiz çağrı yaptığımız yere çıkan interval yani oktav farkı da vardır.

Yani  İstiklal Marşımızın bestesindeki hata dolayısıyla  tartışılır. Bir ara Eski Kültür bakanlarımızdan Namık Kemal Zeybek böyle bir çalışma içine girmişti. Hatta  bana da” İstiklal Marşını  bir besteleyip bir deneyebilir miyiz” diye bir şeyler çıtlatmıştı.

Bize böyle bir vazife verilirse  şeref duyar yaparız. Bu böyle kabul edilmiş derlerse de  halkın isteğidir bu. Bana sorarsanız yanlış bir izdivaçtır.

-Denemeyi düşünür müsünüz?

-Şeref duyarım.Yani Mehmet Akifin her eserini bestelemekten gurur duyarım.Benimiçin byük bir şereftir.Böyle bir vazife verilirse her  zaman amadeyim.

-Yozlaşma  ve kendini beğenmeme  daha çocuktan başlatılıyor diyorsunuz?

 

-Evet.. Çocuklarımız küçük yaşta iken kendi özümüzü, güzelliğimizi anlatıyoruz, kendi milli musikimizi veriyoruz ama ilk okula giderken çocuklarımıza tenparmen sistem denen piyano sistemi ile çalıştırıyoruz.Tanpermen sistemi bizim Türk musikisini çalmaya  yeterli değildir.. Batı musikisinde bir oktav ses yapı olarak on iki eşit parçaya bölünmüştür. Ama Türk musikisinde bu aralıklar yirmi dört gayri musevî-eşit olmayan- parçaya bölünmüştür. Demek ki bizim musikimizde paletin  üstündeki delikler Batı’dan bir misli fazladır.

Bizim Segah makamımız bizim Uşşak makamımsımız ve uşşak akrabaları bizim Rast makamımız, bizim hüzzam makamımsımız, bizim Karciar makamımız, muhayyer makamımız bunların hepsi sikoma bemolü  alan makamlardır ki bunlar piyano ile içra edilmez. Demek ki çocuk piyano ile tanıştıktan sonra  yüzlerce Türk musikisi makamını kulağından siliyor.

TÜRK ÇOCUĞUNUN KULAĞINDAN ÖNCE TEKBİRİ SİLİYORLAR

Başından tekbiri siliyor. Tekbir Segah makamında yapılmıştır. Çocuk bunları  okula gidince öğrenemiyor.

Misal vermek gerekirse Ben oğlumu radyoya çok sesli koroya gönderdim. Çocuğa uşşak  makamında  bir türkü vermişler çocuk Türkü yi buselik gibi okuyordu . Çünkü çocuk orda ki si komu  basamıyordu. Kulağından silinmişti. Hemen radyodaki çok sesli korodan aldım.

Dolayısıyla  Türkiye’de başka bir hucumda var.

 -Bu hucum nedir ?

-Türk çocuklarına  batının tampermen sistemini öğretip Türk musikisi sistemini kulaklarından silmek.

Bakın bizim camiaya bir serzenişte bulunuyorum. Hep tek başıma savaştım ve hep tek başıma dayak yedim. Benim bilgim mi eksik. Benim konuşmam mı düzgün değil. Benim musiki bilgim mi yok. Ben bestekar mı değilim. Bu gün Türkiye de diğer kanallar  abur cubur, konuşma özürlü insanlara program yaptırırken bu gün bizim camiamızın televizyonları  kapımı dahi çalıp “Ya hu Yıldırım Gürses gel. Sen  bu kadar umman bir kavga verdin. Bizim kavgamız buraya kadar geldi. Lütfen ne yapabiliriz, gel bir program yap. Politik standardını koy gel mücadeleyi beraber yapalım” demedi. Ne bir televizyon kanalı geldi nede bir kişi... Çünkü bizim camiamız öyle bir camiadır ki musikiyi daimi surette belden aşağı olayı ve eğlence olarak görmektedir. Ama öyle gördüğü için  zaten mahkum olduk,yıkıldık.

MUSİKİ  ALLAH’A YAKARMADAN ÇIKMIŞ

-Bu  tavır kompleksten mi kaynaklanıyor?

-Efendim hala musikiyi helal olarak, hayır olarak görmüyorlar. Hala şer olarak görüyorlar. Eğer öyle olsa idi benim sevgili ve aziz Peygamberim “gel Bilal Çık Ezan_ı Muhammedi’yi o güzel sesinle oku “ demezdi. Yoksa birisi bağırırdı”Allahü ekber “diye , yada teneke  çaldırırdı. Haaa demek ki musiki teyittir. Neyin teyididir? Söz yetmediği yerde musiki başlar.

-Gönüllere girmenin bir metodu mudur?

-Evet... Musiki  Allah’a yalvarışla başlamış.  Adam Allah’ı seviyorum demiş. Yetmemiş daha çok seviyorum diye  bağırmış. Yetmemiş Seeee-viiiii-yoooo-rummmmmmmm- dediği vakit insan tatmin olmuş. Musiki bundan çıkmış.

      Çocuğumda  Cugili gibi okusun ........!

  -Müziğin yozlaşması çocuk eğitiminden  başlıyor diyorsunuz. Bunun için bir çalışma olmadı mı?

 -Boş durmadık yaptık tabii.. Bu konuları gidip sevgili Cemil Çicek’e anlattım. “Allah razı olsun inandım nasıl yapalım dedi. Dedim ki ;” Çocuk şarkılarının bir repertuarı olması lazım. Çünkü  ‘Ben nereden sevdim o zalim kadını’ yedi yaşındaki bir çocuğa okutamam. Yahut ‘Çeşmi bezminun canan döndürür’ü okutamam. Lafını anlamaz manasını anlamaz. Hep uyutmuşlar.  Ne çocuk şarkıları repertuarı yapmışlar nede gençlik şarkıları repartuarı yapmışlar.

Musikiyi bir ara  çingenelere mahkum etmişler. Bir ara belden aşağı  insanlara mahkum etmişler.

-Şimdide Cuguli’ye taktık

-Ne olacak...her  sefer  böyle. Bunlar sistematik organizasyonlar. Ama ben onlara acımıyor ve onlara üzülmüyorum.  Ben buna kanan  çocuklarına öğreten, benim camiamdaki   aslan gibi delikanlılara ve hanımefendilere üzülüyorum. Uyanamıyorlar hala. Musiki elden gidiyor. İnanç elden gidiyor hala oturuyorlar evlerinde.  “Aman çocuğumda  Cuguli gibi okusun” diyor. Suç bizde. Suç bunu kabul edenlerde. Bunu çıkaranlarda değil.

HEMEN  KARŞIMIZA MİSYONER TEŞKİLATLARI DİKİLDİ

 

Bakın  ben bu şarkıları yaptım. Büyük masraflarla  Türkiye’de çocuk şarkıları yarışmaları  yapıldı. Bu yapılan çocuk şarkıları yarışmasındahakikaten son derece güzel şarkılar, bizim makamımıza, bizim ahkamımıza, bizim inancımıza uygun  şarkılar  çıkarıldı. Bu şarkılar repertuar olarak bizim elimizde oldu. Bu şarkıları bant  yapıp binlerce okula gönderdik. Binlerce kasetler yapıldı. Notaları basıldı –Sonuç  ne oldu?

-Hemen karşısına misyoner teşkilatları dikiliverdi. Beni paraladılar. Bunu yapanları paraladılar. Cemil Çicek’e hucum ettiler paraladılar.

-Ne idi bunlar da karşınıza dikildiler?

-Bakın  mesela bunlardan birinde ne diyor .Cocuk  Ayşe nineye , Anadolu’yu soruyor oda cevap veriyor.

 

“Ayşe nine söyle bana ;

Neresi Anadolu’ dur?

İnsan  onun bir  köşesine,

özlem duymaz gayrısına

Şükrederse  tanrısına

 Orası Anadolu’dur”

Hasan dede anlatsana ;

Neresi Anadolu dur?

Deresinde  sazan varsa

Beş vaktinde ezan varsa

Her köyünde ozan varsa

 Orası Anadolu’dur” diyor,

İşte bunlar tehlike arz etti. Yıldırım gürses tehlikeli bir adam. Çoçuk şarkıda ; Ne diyor sevgili Anadolu’m diyor. Bunlar tehlike görüldü.

Bakın çocuk şarkısında  Nasretin Hoca nasıl  anlatılıyor. Allah razı olsun.  Muharrem Kubat sözlerini yazmış. Hüseyin  Soysal bestelemiş. Demin  okumuş olduğum şarkının  bestekarı da sevgili talebem Engin Çır ve söz yazarı da Sadettin Kaplan. Bakın Nasrettin Hoca’yı nasıl tarif ediyor ve çocuk onu nasıl belleğine alıyor.

“Hortulu Abdullah onun babası

Güldürü dünyayı Nasrettin hoca

Akşehir de açık durur türbesi

Güldürür Dünyayı Nasrettin hoca”

Bununla çocuk kolayca Hoca’nın babasının  Hortulu Abdullah , türbesinin Akşehir’de  ve açık olduğunu öğrendi.

Hep yalın söylemiş herkes anlamış

Bilginler ders almış köylü dinlemiş

Denizler ses vermiş dağlar inlemiş

Güldürür dünyayı Nasrettin Hoca

Binmiş eşeğine düşmüş yollara

Maya  atmış yoğurt çalmış göllere

Destan olmuş sanki adı dillere

Güldürürdü dünyayı Nasrettin hoca”

Şimdi kuşlar çik cik ötüyor, eşek aa ii bağırıyor” ya da bebeğim faak fak bilmem ne yapar. Bunlar şarkı değil. Bunlar mesaj vermeyen çocuklarımızı boşluğa götüren ve başı boş bir takım uydurma şeylerdir.

Hazırladığımız çocuk şarkıları repertuarında bunun gibi yüzlerce şarkı var. Bunlar Türkiye’ ye tehlike sinyali olarak bildirildi ve yok edildi.

YILDIRIM GÜRSES’İN ÇIĞLIĞI:

Nerede benim camiam...gazetelerim...televizyornlarım.....! verin bir yer. Bu pisliği  Türkiye’den söküp atayım.

-Gerçekten de bunlar tehlike!  Çocuklar müzik yolu ile kendini öğrenirse maazallah..!

    Benim gazetelerim… Hani benim televizyonlarım.? Bunları yayın. Yıldırım Gürses’in çırpınması ile bu iş olmuyor. Ben bitiriyorum artık. Yarın eleğimi asacağım. Cenabı Allah’ın verdiği karara göre bu gün varım yarın yokum. Hepimiz Müslüman’ız. Teslim olduk. Elhamdülillah biz her şeye inanan,her şeyi kabul eden insanlarız. Ama ben neyin üzüntüsünü taşıyorum.

Ne demiş Arşimet  bana bir yer verin dünyayı kaldırırım demiş. Yahu  verin bir yer. Bu pisliği  Türkiye’den söküp atayım.

Çünkü ben fırının fırıncısı,hamurkarı  değilim.Ekmeğin bizzat  kendisiyim ateşin içinde yaşıyorum. Bütün kavgayı ,her şeyi ben gördüm öğrendim.

Milletin müşterek  zevkini kaybettirdiler ki parçalaya bilsinler.

Benim kanaatime göre Türkiye kargaşaya gidiyorsa, en mühim dönemlerinden birini yaşıyorsa musikiyi kullanmalıdır.  Musiki birleştirici , barıştırıcı, sevgi verecek olan mühim bir mesaj olayıdır.

Türkiye’de insanların bazı  birleştiği noktalar vardır. Kimdir bunlar Aşık Veysel’dir.  Kimdir…?  Yunus Emre’ dir. Kimdir bunlar.. ?  Şeyh Hamdullah’tır. Mevla’na Celalettin-i Rum-i dir. Kimdir bunlar..?  Dede Efendi’dir. Bakar mısınız bunların hangisi var televizyonlarda.? İşte katalizörleri çıkartılar. Milletin müşterek  zevkini kaybettirdiler ki parçalaya bilsinler. Artık Mevlana Celalettin-i Rum-i ‘yi  ancak muayyen kimseler seviyor.

Radyolarda  artık bölgesel programlar yapılmaya başlandı. Karadeniz ayrı program yapıyor. Güney doğu ayrı. Bir şeye dikkatinizi çekerim. Türkiye doğu müziğinin baskısı ve tamamen işgali altında kaldı. Herkes ibrahim Tatlises’in bir kalıbı

-Onun versiyonu

-Evet..Her çıkana  bir bakın  İbrahim’in başka bir şeyi. Hani Akdeniz müziği ? Hani Rumeli, Hani Ege.. Ne oldu  yahu..? Hani Türk müziği ? Hani benim Dede Efendim. Şevki beyim. Ne oldu bunlar ?

Ama bunların günahı vebali onlarda değil ki ..

Benim halkımda. Artık ben  Türk halkına buluyorum bu hatayı. Bir ara kalkıp “Türk milletinin %60’ı  aptal demişti.”Ben bunu söylemeye dilim varmıyor ama bilinçsiz diyeceğim. Lütfen kendimize gelelim. Bu baskıyı kendimiz hak ediyoruz.

SEÇİM SONUÇLARI ;TÜRKÜN KENDİNİ GERİYE İSTEMESİDİR. İNANCINI ,KÜLTÜRÜNÜ GERİYE İSTEMESİDİR

Bu gün” Cuguliler” çıkıyorsa, “neremi neremi “ çıkıyorsa, Türkiye’de bu  gün binlerce  iğrenç müstehcen kelimeler  çıkarıp lanse ediliyorsa ve biz çocuklarımızı masa üstüne  çıkarıp bunları  dinleyerek elimizi çırparsak olacağı bu.  Her programda  iğrenç şarkılarla, tesettür kıyafetli kadınların göbek altlarını görüyorum. Ne biçim iştir yahu.

Ben bir şey daha söylemek istiyorum. İslam  kafaya örtülen başörtü ve giyilen etekte değil beynin içindedir. Artık Türk kadınının Türk milletinin kendine gelmesinin zamanı gelmiştir.

- Sizi bu inanca götüren nedir?

-Yapılan seçimde Türk milleti özünü istemiştir.. İstemiştir ama...Bakın önümüzdeki seçimde MHP gereken reyi alacaktır.

Bu dediğimi buraya çiziyorum.

-Milletteki bu arzu ,siyasi tercih  sizce nedir?

-Bu  arzu,istek ;Türk’ün kendini geriye istemesidir. İnancını ,kültürünü geriye istemesidir.

Biz  çırpınıyoruz. Türkiye’de lanetli adam oldum .Başından bu yana niye lanetli adam oldum? Bana Refah Partili dediler. Bana MHP’li dediler. Beni Sultan Abdülaziz’e benzettiler. Benzetmedikleri kisve kalmadı. Elhamdülillah. Eğer benzettikleri  Abdülaziz ise başımın üstünde. Daha ne isterim ki. Yani bütün isteğim şu: Türkiye eğer bu kargaşa içerisinde iyi bir insan yetiştiremiyorsa, problemi insansa bunun yetiştirilme nedenlerinde sebebi aranmak icap eder. Biz kendimize gelmeliyiz.

-Bu nasıl olmalı?

_Birbirimizi sevmeliyiz.Düşmanlık yok.Ne oldu ilk önce tarikler bir birine girdi. Irkçılık çıktı. Şimdi  irtica bilmem ne diye bölüyorlar. Türkiye doğusundan batısına birlik içinde olmalıdır. Türkiye’de bu vahdeti kuracak  en önemli unsurların başında  müzik gelir.

Bu birleştiriciliği bizzat yaşayarak görüyoruz. ABD’ye gittim. Oradaki Türklere hep sanat adına  göbek altı ile gitmişler. Oradaki Türk çocuklarına “Başbakan kim?” diyorum. “Atatürk “diyorlar. “Türkiye’nin en büyük şehri ?”diyorum:” Konstantinopol “diyorlar.

Ama ben  mesaj vermeye geldim.

Çıktım sahneye  önce

“İzmir benim Van benim

............

Türküm ne mutlu benim” şarkısını okudum hüngür hüngür ağladılar.

“Ordunun destanını “okudum.

Orada Allahü ekberlerle  yeri göğü inlettik.

Bizi dinleyenler dediler ki” biz çocuklarımızı  buraya yarı Türk getirdik  şimdi  Türk olarak götürüyoruz.”İşte birleştirme aracı.

Müzik mesajdır. Eğer çocuklarımıza sahip çıkarsak bizimdir. Sahip çıkmazsak  sahip çıkarlar.

Devlet, batı müziği sanatçılarını göndermiş. Bir salonda sadece  atmış kişi dinledi. Ama Kanuni sergisini yüzbinler gezdi. Birisi orijinal biri taklit adam takliti ne yapsın.

ABD ‘de  meşhur bir  salonu konser için  istedik. Vermediler.”Türk müziği demi var? “diye.Ama Osmanlı deyince  kem küm ettiler. Ben ilgililere  sizin devlet başkanlarınızdan kaçı kompozitördür dedim Şaşırdılar. Benim sadece makam tertip etmiş şu kadar padişahım var. Sadece 3. Selim  5000 tane  beste yapmış deyince adamların gözleri fal taşı gibi açıldı. Salonu verdiler. Orada  binlerce  kişiye Türk musikisinden örnekler verdik. Büyük takdir ve beğeni aldık.Bunu geçmişimizle ve günümüzle aldık.Biz kendimiz olduğumuz için aldık. Onlarda dinledi.Bizi adamlar bizimle tanırlarsa memun  oluyor, ilgileniyor ve etkileniyor. Ama kendi kopyaları olarak  değer bile vermiyorlar.

Biz aslımız ve ecdadımızla beraber varız. Bunun için biz bir yanlışlık yaptık ecdadımızla irtibatı kesip atmak için Latin alfabesine geçmişiz.Ecdadımızı tanıdıkça daha çok kendimizi buluyoruz.

Doğunun yerini bilmeyen batının istikametini bilmez.  O yüzden biz ecdadımızla irtibatı koparmamalıyız.

Konservatuarlarımızda öce  insana  sevgi ve saygı öğretilmelidir.

Milli kültürle yetişmeyen gençlerimiz  batıcı ve popçu oldular.Pop........

Bir gün bana Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel dedi ki “Türk musikisi konservatuarını  açmak için çıkardığımız yasa için zorlandığım kadar TBMM’de başka bir kanun için zorlanmadım” Çünkü hemen birileri bir yerlerden engel olmaya çalışıyor. Gençler Türk musikisini tanırsa  onlara tesir edemeyeceklerini biliyorlar.

-Kaç eseriniz  var?

-Bilinen 350

-Bunun kaç tanesi Hit oldu?

-Tahminen 50 tanesi hit  oldu.

-Bu sesinizi hala   iyi bir şekilde muhafaza etmenizi neye bağlıyorsunuz?

-Ben hayatımda hiç içki ve sigara içmedim. İşim gereği içkili yerlerde şarkı söyledim ama  kendim  içki içmedim.

-Sizin en çok üzüldüğünüz olay nedir?

-İsmi lazım değil. Bir İstanbul belediye başkanı benim için şunu söylemiş.”Ben o hainle konuşmam”demiş buna  çok üzüldüm.Bunu söyleyen İstanbula belediye başkanı olan biri..

-Niçin öyle söylemiş?

-Bunu da bir sanatçı arkadaşın şu sözleri ile açıklamak mümkündür.”Siz bazı çevrelerde  neden ikinci sınıf kaldığını biliyor musun çünkü siz  milliyetçi ve inançlısınız” demişti. Ama buna rağmen çalışıyorum. Biliyorum ki kaset yapsam almazlar. Ama  ben her şeyin zekatı olduğuna inanıyorum. Bu çalışmalarım ve didinmelerim de  bilgimin ,tecrübelerimin Türk müziğine zekatım olsun.Ben bu noktaya tırmanmalarımla  kazarak geldim. Kimseden destek görmedim.1966 tarihinden bu yana 34 senedir  ayaktayım.Kimseden bir şey istemiyorum. Hep sırtımı  dönüyorum ki yaptığım inşaat yıkılmış.

Her şeyin bir hayrı ve şerri vardır. Kainat bir dengede durmaktadır. Sıcak var,soğuk var. Artı var eksi var. Musikinin de hayrı ve şerri vardır. Hayra kullanırsanız hayır ,şere kullanırsanız şer olur.Buna bir misal verirsek Yine ABD ‘de  bir dini musiki  icra edelim dedik. Önce sizde  dini musiki yok diye itiraz ettiler. Ama bizimde var dedik  yer verdiler. ..Tekbir...Tekbir nedir ki?

Ekip arkadaşlarımda iyi çok şükür. Biz tabii müzik aralarında Tekbirleri de getirdik.Orada  verdiğimiz konserden sonra  bazı papazlar yanaşıp “sanki  gökler yarılıp Allah yere iniyor sandık”dediler. Çok etkilendiler. İşte müziğin iyi yerde kullanılması halinde iyi neticeler alınır.

Şeyh Hamdullah’ın  bir ayet el kürsü çalışmasını inceleyen batılı ressam Dante ‘nin biz  soyut resim üzerinde yıllardır çılışıyoruz. Yazıyı resme bu şekilde dönüştüremiyoruz diyerek Şeyh Hamdullah’ın eseri önünde bayıldığını biliyoruz.

Selimiye’de Japonlar akustik testleri yaptılar,  Mimar Sinan’ın  kurduğu  sistemde akustiği  nereden ölçseler  o noktada  kusursuz buldular. Biz bilimi sanatla içi  içe  işlemiş bir geçmişe sahibiz. Biz onlarla daha büyük oluyoruz.

-Size  teşekkür ederek , hayra hizmette daha uzun bir ömür diliyorum.

-Ben de sizlere teşekkür ediyor ve  hayırlı hizmetler niyz ediyorum.

……….

Not.Röportaj fotoğrafı diskete

Necati Çavdar.

0542.724 20  97

Tel –fax:490 71 43

 

NOT: Bu KONUŞTURMA/KONUŞMA; Tutanak Gazetesinde yayınlandı.

Vefatından sonra da Vakit/Anayurt gazetesinde tekrarlandı

//////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SON OSMANLI

Üstad Yıldırım Gürses Hakka yürüdü.

O gittikçe azalan  son  Osmanlılardan biri idi. Bunu her halinde ve anlayışında görmek mümkündü. Konuşması,duruşu Osmanlı hayranlığı üzerine idi. Kütüphanesindeki kitapları hakeza ..

Onu Osmanlı ile tarif  etmek belki de  hafif kalır.  O bir büyük medeniyetin aşağı, o medeniyet ürürünlerini yeni nesle ulaştırmanın  gayreti içinde idi.

Bir Osmanlı başşehiri olan  Bursa’da doğmuş olması, doğduğu zamanki Bursa’nın  her köşesinde Osmanılı’yı hatırlatan fiziki yapısı   ve teneffüs edilen  manevi ikliminden nasiplenmesi ona  doğuştan gelen yeteneğinin yanında  büyük ufuklar açtığını düşünüyorum.

Bir süre önce evinde  kendisini ziyaret ederek  röportaj yapmıştım. Belki de  son dönemlerinde kendisi ile yapılmış  en kapsamlı söyleşi idi.

Tam bir yıl önce İstanbul’a gittiğimde; İstanbul’da olduğumu  bildirdim. Memnuniyetle karşıladı. Nezaketle  istediğim görüşmekten memnun olacağını söyledi. Saat konusunda sözleştik.

Etilerdeki  evinin ,”Aylam Apartmanı’nın  kapısını çıtı pıtı bir  Anadolu kızı açtı.

Bizi  çalışma odası olarak kullandığı, aynı zamanda  her yerde Osmanlı’yı hatırlatan, müzeyi andıran ve  ince bir zevkle döşenmiş, salona aldı.

Yıldırım bey, bilindiği gibi çok kilolu idi. Kendisine üst katlara inip çıkmak için olsa gerek asansör yaptırmış olmalı ki, asansörle indi. Ayağında terlik dikkatimi çekti. Yeğenim Mehmet’le birlikte; girdiğimiz yeri çalışma odası, normal büro olarak addedip ayakkabılarımızı çıkarmamıştık. Yıldırım beyin terlikle gelmesi hata yaptığımızı anlamama yetti ancak, yapılacak bir şeyde kalmamıştı. Rahmetli en ufak bir  imada bile bulunmadı. Röportaj uzayınca akşam  namazı kılmak durumunda  idik. “Benim durumum malum, siz buyurun” diyerek kilolarını ima etti. Namaz için kullandığımız  aynı salonun   her yerinin namaz kılmaya  uygun olduğunu anlayınca;”modernite “ ile karşılaşmak iç güdüsü ile girişte yaptığım hatayı daha da  iyi kavradım. Yinede hizmetinde bulunan kızımız seccade getirdi. Ama olsun. Biz ayakkabısız girilen mekana, Yıldırım beyin bizim değerlerimize olan hassasiyetini çalışma mekanında da gösterdiğini bilmediğimizden  ayakkabı ile girmiştik.

Üstad, yaptığımız röportajda,   adeta  geleceğimiz için çığlık atıyordu. Üstad, çığlığının; parası, imkanı  ve yetkisi  olanlar tarafından duyulmadığını söylüyordu. Medyanın kendisine kapandığı belirterek üzülüyordu.

Üstad nelerle ilgili değildi ki .. Bize dair ne varsa onunla ilgili idi. Şu cümleler onun:

*“Son beş senede  Osmanlıya karşı son derece büyük bir kin ve nefret  görmekteyim. Osmanlı tarihini örttükten sonra geriye Türk olarak hangi tarih kalacaktır, onu merak ediyorum.

*Mehmet Akif’in milliyetçiliğinden şüphe etmek ihanettir.

*Osmanlı Türkünü ve Osmanlıyı  ve Türkü ayakta tutacak  her şeye karşı hucumlar başlamıştır.

*İsrail’de Parlâmentosunda bakanlarında, başbakanında ,devlet başkanının da üzerinde bir  Hahamlar gurubu vardır.

Uygulanan “enternasyonalist politika “satanistler türemiştir.

*RADYO VE TV;  Bize kapalı sadece Batıya açılan bir pencere.

  *Türk çocuğunun kulağından önce tekbiri siliyorlar.  “          

Yıldırım beyin özellikle  çocuklarımızın  kültürümüzü teneffüs ederek yetişmesi için yaptığı çalışmayı, Mamak Belediye Başkanı Gazi Şahin’e  anlattım. “O çalışmaları bulalım, tüm okullarımıza  gönderelim” dedi. Ama araya iş güç girdi. Bu gün yarın diyerek “Milletimizin geleceği için her hizmete amadeyim” diyen Yıldırım beye   iletemedim.

Ancak Yıldırım beyin söylediği çalışmaları  zamanın Devlet  Bakanı Cemil Çiçek’e sordum. Öyle bir çalışma yapıldığını  doğruladı. Çalışmaların Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme  Kurumu  Genel Müdürlüğü’nde (SHÇEK) yada TRT’nin tozlu raflarına kaldırılmış olabileceğini belirti. O dönemde  SHÇEK ‘de  Genel Müdür olan Melih Gökçek’in bilgisi ve ilgisi vardır. Keşke Melih bey el atarak, elindeki müzik toplulukları aracılığı ile yapılan güzel hizmeti çocuklarımızın eğitimine  sunabilse .. Haydi   kolları  sıvayın Melih ve Gazi Başkan

İnşallah tümü bir yerlerde yayınlanırda   okursunuz.

Yıldırım Beyin ailesine, hizmetindeki o Anadolu kızına  ve milletimize başsağlığı dileyerek;

Rahmetler  niyaz ediyorum  sana  her türlü pisliğin içinde  açan gül, büyük  Osmanlı...

ncavdar@hotmail.com.

 

20.11.2000

 

 NECATİ ÇAVDAR

 

 

 

 

 

 

 

 

Medet Ünlü –Necati Çavdar

 

Medet ünlü Ççenistandaki Rus işgalinin perde arkasını anlattı.

 

-Şuanda  karadeniz ile Hazar denizi arasında kalan ve Kafkas Dağlarının  kuzeyinde kalan bölgenin genel adı Kuzey Kafkasyadır.,Bu kafkasya  diye bilinenn çoğrafyada yaşayan muhtelif Kafkas topluluklarınınbir,arada yaşayan ve dünyanınn bilinir ortalama normlarına uygun olarak devletler ailesinin bir üyesi olarak ifade edilebilecek  devlet olma ve ösgürlüt  talepleri şimdilerde ortaya çıkmaya başlayınca kıyama kalkan insanların ciddi yaklaşımlarındarn rahatsız olan Rusya Federasyonu diye bilinen devletin bu hazımsızlığı ve bağımsızlık taleplerini durdurabilmek adına o coğrafyaya bir şekilde askeri müdahale yaparak  gidip o insanların bu taleplerini boğmaya yönelik başlatılan bir savaş var.

-Bu savaş neyi ifade ediyor?

-Bu savaş çok yönlü ve bir çok şeyi ifade ediyor

Bir defa Ruslar ,Dağılan Sovyetler birliği egemenliği dönemindeki  Sovyet hinterlandını yaşatabilmek için bir gayret içerisinde.

İkinci olarak da uluslararası  emperyalizmin bu çoğrafya üzerindeki egemenliğini tesis edebilme noktasında Rusya  federasyonuna verilmiş olan bir görev var.Bu görev çerçevesinde Moskova merkezli güçlendirilmesi istenen Rusya Fedarasyonu ,emperyalalizim tarafından  bu  bölgede bir şekilde denetim dışı diye ifade edilir.Bu tür bağımsızlık yolunda harekete geçmiş olan toplumları   dünyannın en büyük kara ordularına sahip  olduğu bilinen Rusya eliyle sindirmeye yönelik ve onlara yapılabilecek en ağır cezalarda vermek  adına böyle bir savaşı başlattı.

 Bu savaşın çokboyutlarından biride ,bu  bölgedeki petrol ve doğalgaz gibi stratejik  enerjinin dağıtımı ve dışpazarlara sunulması  noktasındaki  odak noktası olan Kafkasyayı mutlaka elinden çıkarmamak gibi bir niyet içerisindedir.

Ancak Rusyanın böyle bir tealep ve pozisyonu varken,Kafkas milletlerinin de yüz yıllala dayanan bir mücadele ve bu mücadele ile ortaya koydukları bir gelenek var.Kafkaslarda verilen  bu mücadele bir bağımsızlık mücadelesidir ve bu mücadelenin tarih içinde  öteden beri  verile gelen mücadelenin   verilmiş adı da GAZAVAT’tır.Yani CİHAT’tır.İlahi Kelimetullah tır.

Bu anlamda Ruslar bu bölgeyi ellerinden çıkarmamak adına diye koydukları  bir gerekçe ile  emperyalist düşüncelerinin gereği olarak buraya askeri müdahalede bulundular.Ancak bu askeri müdahaleleri güçsüz zayıf ve parçalı gibi gözüken kafkas insanı üzerinde etkili değil.Tarihte belki ikincisi olmak üzere ilk defa Kafkas insanları  artık bir araya geldiler ve Kafkasya Dağlılar Konfederasyonu diye ifade edilen 11 Mayıs 1918 de  tarihinde kurulup ve dünyacada kabul edilen devletin tekrar kurulması noktasında bir mücadelenin içindeler.

Kafkasya dendiği  zaman kafkas insanının o çoğrafyada ayaklarını sabit bir yere basacak ve bağımsızlığı bir şekilde kabuil edilmiş veya ona yakın  hiçbir devlet yoktu.Kafkas insanı şunu der :Ruslar Kafkasyayya bir kere geldiler çeçenistan kurtuldu.Ruslar Kafkasyaya ikinci defa geldiler İnşaallah  bütün Kafkasya kurtulacak.Bu sonucuda göreceğiz.Kafkasya coğrafyasında Çeçenistan stratejik önemi asla tartışılmayan  merkezi bir yerdir.Petrol yatakları ve jeo enerji bakımından verimli  bir coğrafya ve her tarafı yemyeşil cennetten bir parça diye ifade edilebilecek kadar da verimli  bir arazidir.

Siyasi anlam olarakta Kafkasyanın merkezindeki Çeçen istan Kafkasya için ne kadar önemli ise aynı derecede belki başka  faktörler itibari ilede önemli olan Dağistan Kafkasyanın ayrılmaz bir parçası Kafkasya iuçin o denli önemli bir çoğrafyadır.

Daistan kafkaslar için önemli ikin bir taraftanda Ruslar de  için önemlidir.Hazar denizine sınırıbulunan ülkeler Kazakistan.Türkmenistan,İran,Azarbaycan ve Daistandır.Burasıda genel anlamı ile Hazar enerji havzasını oluşturur.Eğer Daistan Kafkaslar lehine Rusyanın elindren çıkarsa Rusyanın Hazar denizine sahili kalmayacak.Ve Hazar Denizi Rusya için kapalı bir göl haline dönüşerek .

-Budurumda stratejik olarakRuslar  hem hazar enerji havzasını kontrol her bakımdan kontrol edemeyecekler hemde bölge devletleri yeni birer güç olarak ortaya çıkacaktır.?

-Tabi tamamen.Veya fiziki olarak bir bağı kalmayacak.

-Peki Rusların bölgedeki   askeri,ekonomik ve stratejik çıkar ve hakimiyet mücadelesi bir noktada anlamak mmükün.Kominizm yönetiminde eline geçirdiği bölgeyi   sovyetlerir dağılmasıyla birlikte  hukuki bir mesnedi olmasada elinde tuktmak istiyor.peki  bu haçzar enerji bölgesini Rusların kontrol etmesine göz yuman ve destekleyen batılıların veya  Türkiye gibi fili statünün korunmasından yana olanların çıkarı ne?

-Dünya şekil vermeye çabaylayan veya dünyada kendi proğramlarına uygun bir şekillendirme yapmak isteyen emperyalist güçlerin  glabolleşme yada küreselleşme  noktasından hareketle yeni bir  dizayn vermek istedikleri dünyada,kendi  denetim ve istemleri dışında gelişen hadiselere karşı bir şekilde tavır koyacakları açık.Çeçenistan ve kafkasyada yaşanan hadiselerde onların beklentilerinin dışında gelişen hadiselerdir.Bu anlamda Rusyanın  kafkasyaya olan saldırısı ,işgali ve işgal girişimi ve orda Ruslar aracılığı ile yaşanabilecek bütün insan hakları ihlalleri ve bütün zulümler,sıkıntılar ve mültecilerin yaşadıkları dramları dünya görmezden gelecektir.Yani  tabiri caizse  Kafkasları dünya Rusların kucağına atacaktır.

-Neden dünyayı harekete geçiren güçler buna böyle bakıyor?

-Bunnu bir çok sabeb ve gerekçeleri var.Bunlardan bir tanesi kendi planlarına uygurn olmayan bir çıkışın denetim altına alınmasına yönelik niyettir.

İkincisi emperyalistler paylaşma noktasında adil olmayı bir tarafa bırakarak,lehlerinin dışında olan bir şeyede kabul vermezler.Dolayısıyla  Kafkasya coğrafyası hem siyasi olarak hem ekonomik olarak ,hemde  iktisadî ve stratejik olarak her yönden önemli bir coğrafyadır. Dünyanın önem atfettiği bir çoğrafyadır.Çünkü sadace Türkiye  açısından hadiseye baktığımızda ortaasya tük cumhuriyetlerine  giden yol üzerinde stratejik önemi tartışılmıyor.ikincisi Rusya tarih boyunca kendisine yakın olan coğrafyalar üzerinde tehdit unsunru olmuştur.Bu yönüylede bölge ülkelerini Rusyanın tehdidi söz konusudur.Şu üanda Kafkasyada verilen savaşı bidr nevi Türkiye nin güvenliği çin verilen bir savaş olarak ifade edebiliriz.Çünkü her ülkenin olduğu gibi Türkiyenin de geleceğe yönelik stratejik hedefleri vardır ve bu hedefler noktasında Rusya asla faktör olarak tartışılmayacak önemde bir çoğrafyadır.Ora ile olan  münasebetlerinde bir şekilde Türkiye menfaatlerine düzenlenmesi açısından  Kafkasyada verilen savaş bir nevi Türkiyenin lehine olsun diye verilen bir savaştır.

-Bu gerçeğe rağmen Türk milletinin kalbi desteklerini biliyoruz ama  devletin resmi yaklaşımı nasıl?

-Şuana kadar maalesef TC devleti dünyadaki  diğer devletler gibi hadiseyi sadece diplomatik   olarak ve diplomatik yaklaşımları ile ancak geçiştirmeye çalışıyor.sadece  Türkiye değil bu arada Avrupa devletleri ,ABD vediğer devletlerle İslam ülkeleri içinde bu geçerlidir.Şu cümle ile  başlayan  açıklamalara biz çok aşina olduk. Denilirki “Rusyanın toprak  bütünlüğü içerisinde proplemin siyasi müzakerelerle çözümünden yanayız”En yumuşak ve iyimser olan açıklamalardır.Türkiyenin yaptığıda bu.

Bu arada  bazı hadiseler vardır ki Rusya kafkasyaya yapmış olduğu bu işgal eylemi ile bir anda  bir macara olsun diye gelmediler.Önceden hazırlıklar ve bir senaryo vardı.Bu senaryolara bağlı birtakım altyapı hazırlıklarını yaptıktan sonra geldiler.Bu nedemek Kafkasyada bir şekilde işgal eylemi başlayınca ve işgal eylemlerini haklı çıkarmak adına Kafkasya da verilecek direnişi farklımecralarda algılamaya ş,imaj oluşturmaya yönelik olarak oranın lekelenmesi gerekiyordu.Lekelenme  hadisesi içinde “uluslar arası terörizm bütün toplumların ve bütün devletlerin birinci  elden karşı olduğu hadisedir.Dolayısıyla Kafkasyaa yarın bir gün oluşacak direnişin uluslar arası terörizmin bir boyutu olduğu konusunda bir imaj yerleştirmeye çalıştılar.Bu bağımsızlık ve özgürlük tabebinde bulunan insanlara Vahhabi dediler,fundamantalist  dediler.Kökten dinci  dediler...Dedilede dediler.

-Halkımız bu konuda  yeterli bilgiye sahip değil.Türk kamu oyuna da  bu imajla verilmeye çalışıldığı  gibi hadise hakikaten bir vahhabi,veya başka birhareket mi.?

-Tabiiiki  öylediğildir.Halbu ki burada yaşayan insanlar ateizimin,kominizmin sosyalizmin ve dinsizliğin eğtim potasından geçirilerek dinsizleştirilmek istenmelerine rağmen Müslüman kimliklerini ön plana çıkarabilen insanlardır. Yani  bütün dünyanın olmasını istediklerinin tersine olarak sonuç gösteren insanlardı. Dini ile ,İslam’ı ile kitabı ile  ümmete  bağlılığı ile ayakta kalabilmemin kavgasını çok uzun yıllardan seri vererek ve bunda da rüştünü ispat eden toplumlardır. Kökten dinci diyorlar.....Eğer  bir insan köküne  kadar dinci oluyorsa bunda bir suç olmaz. Çünkü Müslüman iyi Müslüman olmak zorundadır. Fundamantalist  Latin kökenli bir kelime olduğu için doğrusu bunun ne manaya geldiğini ben dahil kimse bilmiyor. Ama bilinir ki bu kelime kullanılırken  Müslümanların lehinde ve  müspet anlamda kullanılmıyor. Biz fundamantalist filan değiliz. Biz Müslüman’ız elhamdülillah. Bizim atalarımızdan gelen ve tarih içerisinde verdiğimiz adı ile belli Kafkasya’da gazavat  diye ifade edilen ve  müridizim hareketi  diye kendini  çok net sbir şekilde gösteren bir mücadele geleneğimiz var. Şuan da verilen mücadelede  o geleneğin son halkası ve güzel bir halkasıdır inşaallah.

-1994 yılında Rusların Çenistanı işgali ile başlayan mücadeleye Türkiye ve özellikle Türk halkı farklı bakıyordu. Şuanda ise Çeçen mücahitlere   direkt Moskova ağızı kullanan medyanında  tesiri ile vahhabi teröristlerin  Rusya’ya  karşı saldırıları olarak taktım edildi. Bunun da  bizim halkımız üzerinde muazzam bir gölgeleme meydana getirdiğini görüyoruz.1994 den 1999’a geldiğimizde vatanlarını  ve bağımsızlıklarını Rus işgaline karşı savunma durumundaki  Müslüman Kafkas  milletlerinin yapılarında, dini inanışlarında  ve düşüncelerinde bir değişiklik mi oldu veya mezhep mi değiştirdiler?

-Şimdi şunu açıkça ifade edelim ki1994-96 arasında 21 ay ve 636 gün süren savaşta  Türkiyede  kafkasyada ki mücahit kardeşlerine muhabbet besleyen ,kalbi desteğini ,dualarını maddi ve manevi yardımını  eksik etmeyen insanlar müslüman insanlardı.Bu kaygıdan dolayı orada ki kardeşlerini yalnız bırakmammanın gereğine inanıyorlardı.Şimdi şu halde dahi yine aynı desteği veren,yine aynı kaygıyı duyan ve yine aynı yüreğini yakan insanlar müslüman insanlar.Ben kafirlerin oraya farklı imaj olsun diye ortaya koydukları bu kavramlardan dolayı  müslümanların bundan  olumsuz anlamada etkileneceği düşüncesinde değilim.Böyle bir sonucuda doğrusunu isterseniz göremedim.Dolayısıyla  Türkiye toplumunda medyanın önemi asla tartışılmaz.Medya deyincede kim anlaşılır.Bu ortadadır.Mevcut  Medyanın kendi çabaları ile oluşturmaya başladığı rus ağzı ile yapmış oldukları yayınlar ve bu yayınların etkisini toplum noktasında tabiki bir gölgeleme olabilir buna itiraz etmiyorum.

Bu durum aynı zamanda Rusyanın kendi politikaları doğrultusunda oluşturmak istedikleri şeyin burdaki  yardakçıları aracılığı ile dile getirilmesi ve bunun olumsuz etkileri bu topluma yansımıştır.Buna itirazım yok ama Müslümanlar haberin kimlden ve neşekilde geldiği noktasında  titiz davranmaları sonucunda  ortada var diye ifade edilen ve gücü tartışılmayan medyadan gelen haberlerin üstelik Rus ağzı ile geldiği tartışılmayan haberlerin ne anlama geldiğini çok iyi bilirler.Dolayısıyla Kafkasyada ki mücahit kardeşlerini asla yalnız bırakmazlar.Biz öyle inanıyoruz.

-Şu anda ki  Rusların Çeçenistan işgali ,Mücahit komutan Şamil Baseyev’in emrindeki güçlerin Daistana girerek bir çok yerde kontrolleri ele  geçirmesinden sonra başladığı görülüyor.Bunun  üzerine harekete geçen Rusya önce dediki Daistan  topraklarında Çenistandan sızmaları önlemek  üzere sırın boyu güvenlik şeridi oluşturacağım.Sonra bu şeridi Ççen topraklarında oluşturmak istediğini açıkladı.Ancak şuanda böyle bir niyet görülmeyerek fiilen  Çeçenistan başkentine kadar işgal eylemine  devam ettikleri şeklinde haberler geliyor.Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

-                   O haberlerin Türkiye  kamuoyuna ulaşmayan yönleri ile

birlikte ele aldığımızda sizin söylediğiniz  şeylerde tamamlayıcı kısmı olacaktır.Birincisi Şamil  bir gün önce haydi macara yaşayalım diye Daistana girmiş değildir.Önce onu net olarak ortaya koymamız gerekiyor.Aynı çeçen kardeşleri gibi yiğit olan ve dinlerine imanlarına bağlı olan,özgürlük aşığı olan ve Hz.Şeyh Şamil’in müntesibi bulunduğu toplumun fertleri olan Daistanlı kardeşlerimiz kendi ülkelerinin de –Dağistan’nın-bağımsız olması için ciddi hazırlıklar içerisinde idi.Bu anlamdada Daistan resmi kominist yönetimine rağmen kimi bölgeleride ellerinde tutuyorlardı.Dağistan’ın bağımsızlığını isteyen halkı kendi iradeleri ile  kıyama kalkma kararını aldılar.Kıyama kalkma kararından sonra da faaliyete geçtiler.Bu faaliyetleri esnasında yardıma ihtiyaç duydukları bir noktada yardım talep ettiler ve Şamil Baseyev o yardım talebine binaen Daistan’a girdi.

Tabiki uluslar arası siyaset oyunları ve entrikaları konusunda moskova bir çok  insanlardan ve devletlerden başarılıdır.Bu anlamda Şamilin Dağistana girişini gerekçe göstererek hem kafkasyada silahlı güçlerini yoğunlaştırda.Hemde Akka’yı -Avrupa konvensiyonel silah sınırlaması anlaşmasını –delerek gereğinden çok fazla oraya zırhlı  ve konvensiyonel silahları yığdı.

-Rusyanın  bu işgali sadece Kuzey kafkasya ile mi sınırlı.Yoksa başka hedefleridemi var.Bmelela petrol boru hatlarının  kendi topraklarından geçmesi için olamaz mı?

-Aslında Rusyanın tüm planı  bir şekilde  Kafkasyaya girmesi yönnüde idi.Bence  hedef sadece Daistanın güvenliği ve Çeçenistan değildi. Nedenlerden bir tanesi; Güney Kafkasya da bulunan Azarbeycan ve Gürcistanın Rusya hinterlandının  dışına çıkma  istidadı göstermesidir.Çünkü çok uzun yıllardan beri bu  adını bahsettiğiniz petrol nakil hatları Rus ‘ya tezine uygun olarak Bakü-Nevarosozki ‘mi yoksa Bakü _Ceyhan’mı olsunmu diye tartışılırken Bakü-Ceyhan tercih edilir hale gelmişti.Eğer Bakü Ceyhan gerçekleşirse hem ,Azarbeycan,hem türkiye hem gürcistan kazanacaktı.Kaybedecek olan ise Rusya idi.

 

Rusya kendi tezinin işlevsiz olmaya başladığını gördükten sonra batı ile daha çok entegre olmaya başlayan Azarbeycan ve gürcistana da bir göz dağı vermek  noktasında”Ben hala ölmedim.Dişlerimde  sağlam” demek adına Kafkasyaya  silahlı müdahale  etti.Ama  inşallah  Allah onlara  istediklerini göstermez.Kafkasya düşmeyecektir.Düşmediği sürecede Rusya güney Kafkasyadaki devletlere ki Azarbeycan ve Gürcistan’a bir tehdit unsuru olmayacaktır.Bu savaş Türkiye için ne kadar anlam ifade ediyorsa Bu devletler içinde  çok büyük önem ifade ediyor.

Kafkasyaya Rusların gelerek ortaya koydukları mizansen tektaraflı olaerak gerçekleştirilen bir mizansendir. Onun da Allah’ın izni ile çok fazla işlerlik bulma şansı yoktur.

-Şuandaki durum nedir?

-Şuandaki durum ..Birincisi..Kafkasyada  Birleşik Kafkasya Cumhuriyeti idaeline uygun olarak hem Dağistan,hem Kabartay-Balkar,hem Karaçay-Çerkes’te hem Adıgey’de hem Abhazya’da hem Osetya’da hem İnguşet’yada Rus  işgaline  karşı bu zikredilen toplumlar nezdinde  topyekün bir mücadele verme noktasında ciddi hazırlıklar var.ikincisi:Şuanda  savaşın objesi olan Çeçenistanda Devlet başkanımız  aslan gibi Aslan Mashadov’umuz var.Çeçen  liderliği noktasında  tüm komutanlar onun emirlerine harfiyen uyma  şeklinde  ona biat etmiş durumdadırlar.Önceki günlerde de Aslan Mashadov’dan önceki devlet Cumhurbaşkanımız  olan-Cahar Dudayev’den sonraki iknici devlet başkanı-Zelimhan Yandarbiyev Aslan Mashadov’un İslam ülkeleri ile ilgili temsilcisi olarak atanmıştır.Bu bir şereftir.Sen yukarda ben aşağıdayım,aramızda siyasi çekişme olmak zorundadır gibi bir mantığa asla sahip olmadılar.Herkesin bir  görevi var  ve kendi görevlerine  Allahrızası,kendi vatan  ve milletleri için ve bağımsızlık duyguları için ve geleceğin Çecen İslam cumhuriyetinin  sağlam durması  için iş bölümü yaparlar ve bundada asla gocunmazlar.Bu tür işleri nefis konusu yapmazlar.Çeçenistandaki liderlik noktasında böyle bir pozisyon varken topyekün bir çeçen halkı Rusyadan yada  çok açık bilinen adıyla  gavurdan,kafirden gelen her türlü saldırılara karşı koymak için elinden geleni esirgemeyecek kadar birlik ve beraberlik içerisindeler.

Cephelerden her gün değişen haberler geliyor.Bunların arasında öncelikle  Ruslar sınırları aşarak  Çeçenistana girdiler.Trek nehri diye ifade edilen ve Çeçenistanı  doğu batı ekseninde bölennehrin kuzey kesiminede yerleştiler.Orası düzlük olduğu için savunma imkanlara rahat olur düşüncesi ile orayı tuttular.Sözde şöyle bir senaryo hazırlanmış.Denmiş ki “.Egemenlik altında tuttuğumuz bu  Çeçen topraklarında mültecileri dışarı çıkartmadan buraya toplayacağız,onların geçinme ,barınma ,Sağlık ve eğtim ihtiyaçlarını karşılayacağız. Burası güzel Çeçenistan olacak.Karşı tarafta bomba yağan ve kimsenin hoşnut olmaması gereken bir bölge olacak.Dolayısı ile Çecen halkı tercihini Rusyanın egemenliği  altındaki bölgeden yana koyacak....!”Afedersiniz..Hangi toplumdan bahsediyoruz.Eğer sözü edilen halk Ççen halkı ise Rus’un ortaya koyduğu bu mizansen asla tutmaz.Çünkü çeçen halkı Rusların taa çarlık döneminde nasıl Rus olduklarını iyi bilirler.Sovyetler birliği döneminde  nasıl Rus olduklarını iyi bilirler.Çağdaş Çarlık diye ifade edilen Rusya federasyonun dönemindede Rus’un ne olduğunu  çok iyi  bilirler.Bu anlamdada Ruslar avuçlarını yalayacaklardır.Bu işgali bükün bir millet olarak ordusu ile başkomutanı ile halkı ile yediden yetmişe büyük –küçük bütün çeçen milletinin nasıl mücadele verdiklerine  önceki dönemde  dünya şahittir.Şimdi inşaallah onun çok daha fevkinde  çok daha güzel örnekler vererek Kafirlerin bir daha Kafkasyaya bakmamasını sağlayacak şekildede güzel sonuçlarırn geleceği ümidindeyiz .İnşaallah......

-1917 Sovyet ihtilallinden sonra oluşan Sovyet sosyalist Cumhuriyetler birliği  tüm halkların gönüllü katılımı şeklinde  oluşturulduğu lanse edilmişti.Aslında  kominist idareyi isötemeyen tüm bölgeler zorla işgal edilmişti.Bunun yanındada  eski sovyet anayasasında da bu sovyetler birliğin oluşturan devlet veya özerk bölgelerin isterse halkları bağımsız olabilecekleri hüküm  altına alınmıştı.Ancak Sovyetlerin daığılması ile bu işgalin sona ermesi gerekmez miydi.Dolayısıyla dağılan bir devletin sözleşmesi bittiğine göre yeni devlete ki Rusya Federasyonu bu bölgedeki devletler miras  olarak kalmaması  ve bu özerk Cumhuriyetlerde  kendi iradesi ile bağımsız olması gerkmezmiydi? Genelde durum bu iken özelde Kafkasyanında içirnde bulunduğu fiili durum ki Türkiye dahil bir çok ülkenin Rusyannı toprak bütünlüğü  dedeği   statüko aslında bir işgalin devamı değilmidir?

-Aynen öyledir ve eksiktirde.Çünkü Dünya tarihinde Rusya  fedarasyonu diye bir devlet henüz yokken,yani Sovyetler birliği henüz dağılmamışken Çeçenistan cumhuriyetide tüm dünyaya  bağımsızlığını ilan etmiştir.Bu bağımsızmlığı korumak noktasında her hangi normal bir ülkenin yapması gereken  bütün sorumlulukları yerine getirmiştir.Bu bağımsızlığa kast etmek düşüncesi ile gelebilecek her türlü prokatif hareketlere,her türlü askeri müdahale ve işgale karşı savunma yeteneklerinin var olduğunu dünyaya ilan etmişlerdir.Sovyetler birliği yıkıldıktan sonra sovyet anayasasına bağlı olarak özerk cumhuriyet statüsünde iken bağımsızlığını ilan eden Ççen cumhurieti Sovyet anayasası ortadan kalkınca yani ilga olarak Sovyetler birliği tarih sahnesinden silindikten sonra Rusya anayasasına asla bağımlılık göstermemiştir.Bu  anlamda ortada  hiçbir  imza yoktur.Rusya ile  herhangi bir ilişkiye girilmemiştir.Onunla bir entekrasyona girilmemiştir.Rusyaya bağımlılığı ifade eden bir tektane  kağıt üzerine imza atılmamıştır.

Dolayısıyla  Çeçenistan’ı uluslar arası meşru şartlar itibari ile ve uluslar arası  hukuk ve  usular arası kamuoyunun dikkat çektiği kimli normlar açısından Çeçenistan’ı Rusya’nın içi olarak gösterebilecek hiçbir belge ,hiçbir yapı  veya  işaret yoktur. Ama buna rağmen  dünyayı yeniden şekillendirmek iddiasında olan devletlerin ifadesine bağlı olarak bu kavramlar şu anda tartışılmaktadır. Bu işin çeçen toplumu nezrinde çok net olarak iki cümle ile özeti vardır. Bunu biz Allah Rahmet eylesin Şehidimiz  Cahar Dudayev’den de duyduk,Yandarbiyev Zelimhan’dan da duyduk,Mashadov Aslan’danda duyduk.Çeçen toplumu adına her üçününde söylediği şey:”Bizi  Allah bağımsız olarak kabul ediyor.Kendimizi bizde bağımsız olarak kabul ediyoruz.Dünya er yada geç bağımsızlığımızı kabul edeçektir.Bundada acele etmiyoruz.”demişler idi. Halada bu yapı devam etemektedir.

Bunu şunun için söyledim.1990 yılnda Ççenistan tek yanlı olarak egemenliğini ilan etti.6 Eylül 1991 de bağımsızlığını ilan ederek tüm dünyaya duyurdu.Kendi anayasasını hazırladı.Kendi idari yapılanmasını tamamladı.Bir meşru devletin tüm organları neyi gerektiriyorsa onu tamamladı.Dünyanın karşısına bu şekli ile çıktı.Bundan sonra o devletin kendi bağımsız yapısını koruyabilme noktasında hazır olan devlete  hayat hakkı tanımammak için dünyanın en büyük ordusu diye tabir edilen gücü saldırarak Rusya Çeçenistana girdi ve çıktı.Çıkarıldı.Oradan beli kırılarak çıkarıldı.

Bütün açılardan bakıldığında Ççenistanın bağımsızlığı asla tartışılamaz ve  Çeçenistanın bağımsızlığını resmi ve diplomatik olarakdeklare etmesede ilk tanıyan devlet Rusya Federasyonudur.Tanıma biçimi de defaktödür.Yani ilk tanıyan Rusyadır  .Rusya Ççenlerle iki ayrı taraf olarak muhtelif zamanlarda  masaya oturmuştur.Muhtelif zamanlarda anlaşmalar imzaladılar.Bu anlaşmalarda uluslar arası  gözlemciler nezdinde yapıldı.Bu anlamdada bu  konularda  meşruiyet tartışmaları yapılmadı.Ancak şimdi Rusya Fedarasyonunnu başındaki ayyaş Yeltsin,Abdal birtane adamı getirnmiş başbakan yapmış.O Putin Ççenistanın bağımsızlığını tartışmaya başlamış,Meşru  Çeçen yönetimini  tartışmaya açmış vekendince Ççenistanı küçük görüp kendilerini büyük görmek gibi bir iddia ile Ççenistana askeri müdahale yapmış.Rusyanın  yıl sonu itibari ile yapılacak Duma seçimleri,gelecek yılda yapılacak başkanlık seçimlerinde Çeçenistan konusunu iç politik malzemesi olarak kullanmak istemelerini  anlarız.Güçleri yetiyorsa yapsınlar deriz.

Fakat Ruslar kendi halkı ve kendi çocukları adına ciddi bir kumar oynadı.Bu kumarı kaybedeceklerdir.Çünkü onlar bu tür hadiselere kumar olarak bakarlarr.Çeçenler  için bu hadiseye bakış Allah için savaştır.Yani Gazavattır.Onun için 1994-1996 savaşından sonra  1999 yılına kadar ki geçen üç yıl içerisin de Allahü Teala  o çok güzel teçhiz ettiği çeçen toplumuna onların donanımlarını daha güçlü kılmak  adına ikiyüz bin tane  çocuk hediye etti.Yani Çeçen toplumu ikiyüzbin çoçuk yaptıki bunlar savaş veren insanların çocuklarıdır.Onlar biraz emeklemeye başlayarak ayağa dikilmeye başladıktan sonra görecekleri şey daha dün yaşanmış olan savaşın izleridir.Allahü Teala onların kalplerini elhamdülilllah okadar güçlü kılıyor ki o çocuklar daha şimdiden savaşçı olarak yetişiyorlar.Biz üç günlük beş günlük,sadece hangi cephede savaşın ne tür sonuçlar getireceğinideğil

Ama yirmi yıl otuzyıl ve elli yıl sonrasının dünyanın  en mükemmel ve en güzel ama adaletin Allah adına  en güzel yaşanacağı bir ülke olarak Ççenistanı biz şimdiden görüyoruz.Ama onlarkumar oynuyorlar ve kaybedeceklerdir.

-Şuanda  orda mültecilerin durumları nedir?

-Savaş asla sevilebilecek bir şey değil.Savaşın farklı yapıları itibari ile  mülteciler diye bir olgusu vardır ve dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi drama dönüşmüştür.Şuanda 155 bini geçkin  Çeçen insanı evlerinden yurtlarından ve köylerinden  normal sosyal hayatlarını terk ederek yuvalarını bırakıp bir başka çoğrafyalara gitmek zorunda kalmıştır.Bu insanlar her şeye muhtaç oldukları halde yer yüzünü şekilendirme  iddiasında bulunan devletlerin bu tür işleri yapmak  üzere  ortaya koyduğu  kurum ve kuruluşlar ki bu insanlara güya bakmak zorundadır ama hala hiç birinden bir tek ses çıkmamaktadır.Buda batının Çeçen insanını Rusyanın kucağına atma noktasında ne kadar gözünün kara olduğunu göstermek içinde iyi bir örnektir.

Şuanda Çeçenistanda yaşanan Rusyanın İşgalci zihniyeti ve emperyalist yapılarının gereği olarak Çeçenistana girmektir.Şuanda çeçenistan daki  savaş önceki savaşta olduğu gibi ahlaki bir savaş değildir. Buna bir örnek verirsek Rusya savunma bakanı Şamanev gelerek yerel bölge yetkililerini ve belediye başkanlarını yanına “Sizinle görüşmek istiyorum “deye çağırmış ve  askerlerine emrederek  onlara işkence yaptırıp şehit etmiştir.Bu dünyanın hiçbir yerinde askeri kurallar çerçevesinde izah edilecek bir durum değildir.Biz şehit verdik.Üstelikte bu bir musibet vari bir şehadet,yani  Rusa  güven olmayacağı noktasında toplumun bir kere daha diri ve teyakkuz halinde olsun diye Allahü tealanın böyle bir sonucu verdiğine inanıyoruz.Ruslar  savaşın askeri  ahlak kurallarına uysalar çeçen askerleri karşısında asla varlık gösteremezler.Gösteremeyeceklerinin çok çok örnekleri yaşandı ve şimdi yaşanacçaktır.İnşaallah.

Eğer RuslarÇeçenistana  gelmekteki niyetleri ile inşaallah sonuç alamayacaklar ve   bir şekilde kafkasyanın bağımsızlığını sağlayarak bir dahada gelmemeyi düşünerek gideceklerdir.İnşaallah.

-Putinden önceki azledilen Rus başbakanı Daistan olaylarını halletmek için bölgeye gönderildiğinde Moskovadaki görünüşünün aksine belki  bölgedeki fiili durumu izah etmek bakımından”Daistanı kaybekmek üzereyiz “demişti.Ama şimdiki başbakan Putinde ne pahasına olursa olsun Ççenistanı dize getirme yönünde bir niyeti var.Bu olaydaRusya fedarasyonunun meydrana getren diğer devletlerin  resmen fedaral yapı içinde merkezde  Ççenistana  siyasi anlamda bir desteği  var mı?

-Halkların isteklerinin hilafına bu mümkün değil.Çünkü orada temsil edilen resmi sıfatlı kişiler Rusyanın .......k,,dır.Rusyanın atadığı insanların yönettiği çoğrafyada ki resmi görevliler  Kafkasyadaki insanlar nezdinde Ruslardan daha beterdir.Rus rdostluğu ile kendi halkına düşmanlık yapmaktadırlar.Rusyaya sırtlarını dayayarak Rusyadan aldıkları güçle toplumlarına tahakküm eden yöneticiler  eğer sağ kalırlarsa er veya geç Ruslar def olup giderken onlarla birlikte onlarda çekip gitmek zorundadırlar.Şuanda  yapılan bağımsızlık hareketine kafkas halkalarının isteğinin aksine kafkas çoğrafyasındaki devletlerin yöneticilerinin hiçbir olumlu katkıları olmadığı gibi  çok açık bir biçimde  bu hareketin aleyhinde ve Rusyanın yanında bir tavırları vardır.

- Şuanda çeçenistanda yaşanan hadiselerin dialektik açısından adı konmuştur.Ççenistanda  bütün Müslümanların ortak düşünce ve inançları odur ki bu işlere  teori hastalığına bulaşmadanda adını korlar..

Derlerki “yer yüzünde hiçbir hareket yoktur ki Allah’ın takdiri dışında geççekleşmez.Biz ona teslim olduk. Biz onun adına biz mücadeleyi vcreceğiz.bize düşen kulluktur.Şehadet ise  biz ona dünden razıyız.Ama diğer çoğrafyada yaşayan Müslüman kardeşlerimiz hiç değilse duaları ile bizi yalnız bırakmasınlar ve kardeşlik hukukunun gerketirdiği busormluluğu yerine getirsinler..”derler.Türkiyedeki müslümünlürü özelikle çok büyük güvenleri vardır.İnançları ve beklentileri vardır.Bu en azından bir duadır.

-                                                                            Tabi Rusyanında  özellikle bu çağda zorla güzellik

olamayacağını bilerek hareket etmesi gerekir.Benim çıkarım var diyerekte bir halk artık süngü nezaretinde tutulmaması gerekir.İnşallah  muzaferiyetle sonuçlanır.Kısa zamanda orada akan kan durur.O insanlar normal hayatlarını sürdürür.

-İnşaallah

 

::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::

Bir Mücahit daha göç eyledi. |  görsel 1

 

Bir Mücahit daha göç eyledi.

 

Allah’u Ekber ,“Allah; en büyüktür.. ” diyerek  her türlü güç ve entrikalara  meydan okuyarak, mazlumların sesi olan..

Bir Mücahit (MEDET ÜNLÜ) daha göç eyledi.

 

Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti Türkiye Fahri Konsolosu Medet Ünlü, yolcu edildi.

"Memleketimize sığınan onlarca Çeçen misafir, korunamadı. Suikastlara kurban verildi.

Fakat ilk defa TC vatandaşı bir mücahit,  Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi Başkentinin ortasında Suikasta kurban ediliyor.

 

 

 

Bu suikastın Reyhanlı katliamından farkı ne?

Bence biri CİA diğeri KGB kalıntısı   FSB  kontrollü bir eylem. Yani  Reyhanlı CİA , Angara'nın göbeğindeki ise KGB (  FSB ) damgalı.

Her ikisi de anlamlı olmalı.

Angara'ya  "Bak dediğimiz olmaz ise   başına yıkarız mesajı"

Türkiye'nin uyumadığını biliyoruz da..

Ancak hala ayaklarındaki  pukağnın da güçlü olduğu görülüyor.

Ayaklarında pukağı olmasa ne kimse göz göre göre Reyhanlıda  katliam yapıp, savaş senaryosunu   sahneye koyar.

Ne de Angara'nın göbeğinde bilinen bir insana suikast yapabilir..

Maalesef  ülke  (Türkiye) Rus ve Amerikan  ajan ve bağlantılılarının  cirit attığı, elini kolunu sallayarak dolaştığı, cinayeti işledikten sonra üstünün kapatıldığı da çıkıp gittiği bir ülke haline gelmiştir.

……

Diğer yandan da

 Rahmetli Yazıcıoğlu’da Medet’de  .. Recep Tayyip Erdoğan’nın  BAŞBAKAN sıfatını taşıdığı dönemde  ŞEHİT ediliyor. Birsi Göksun Dağlarından Angara’ya. Diğeri Angara’dan Göksun yaylalarına yolcu ediliyor..

…..

Geçtiğimiz aylarda Rus gazetecilerin, “Sizin bir infaz listeniz bulunduğu söyleniyor. Bu doğru mu?” sorusuna  “Savaştan sonra Çeçenistan’da genel af ilan edildi. Ülkede kalan militanlar için bildiğiniz gibi af edildi. Yurtdışında yaşamlarını sürdürenler ise kendilerini ‘Ben şuyum, buyum’ diye tanıtıp duruyor. Bu kişilerle ilgili benim de Çeçenistan yönetiminin de gizli bir infaz listesi yoktur” diye cevaplayan  Rusya’nın  işgal altında tuttuğu Çeçenistan’da ki kuklası Ramazan Kadirov  , “tanımıyoruz. Öyle bir temsilcimiz de yok” demiş.

Zaten  mesele de burada  Medet ve Mücahitler de Kadirov’u tanımıyordu.

Çünkü,Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti Türkiye Fahri Konsolosu unvanını  Medet, Rahmetli Cahar Dudayev’den almıştı

O nedenledir ki

Çeçenistan’da yönetim Rus yanlısı Kadirov’un eline geçmesine rağmen Medet o eski unvanını kullanmaya devam ediyordu.

 

 

……….

Allah rahmet eylesin..

Milletin başı sağ ola..

Güya kardeşlerinin iktidarında " veliler", yönetiminde Medet'i koruyamayan yetkilileri Rabbim bildiği gibi yapsın...

 Makamın cennet ola kardeşim.. Yer yüzü zindanından zalim eşkıyanın hüküm sürdüğü mekanlardan güzel, çok güzel makamlara Güle güle...

………..

http://sairinyeri.blogspot.com/2006/09/dudayev-ehit.html

 

:::::::::::::::::::::::::::::

CEMİL ÇİÇEK: Türkiye yol ağzında.

 

 

 http://necaticavdar.blogcu.com/cemil-cicek-turkiye-yol-agzinda/16910639

 

CEMİL  ÇİÇEK:

Türkiye  yol ağzında.

 

Dünyada üç çeşit ülke var. Birincisi dünyaya şekil veren güçler. Eskiden Osmanlı, yakın geçmişte de ABD ile Rusya böyle idi. Şimdi ABD ve Çin bu konumda. İngiltere,Almanya ve Fransa gibi ülkeler ise büyüklerle politika üreten ülkelerdir. Diğerleri ise üretilen politikalara uyan ülkeler.

Türkiye tam bu noktada önem kazanıyor. Bunun da düğümü Kafkasya. Türkiye duygusal argümanların dışında kendi geleceği ve sınıf atlaması için mutlaka Kafkasya’da etkili olmalı. Burada yarışan iki devlet var. Biri yeniden süper güç olmak isteyen Rusya diğeri ise  her şeye rağmen yıldızı parlayan Türkiye ..

 

RUSYANIN SON ŞANSI

 Rusya, Çeçenistan’da yenilirse  Rusya federasyonu içindeki diğer halklarında bağımsızlığına kavuşarak Rusya’nın dağılmasından korkuyor.

Eğer arka bahçesi olarak gören Rusya bu bölgede yeniden hakimiyetini kuramaz ise ebediyen süper güç olma vasfını kaybedecek. Türkiye ise  sınıf atlayarak  kendisine danışılarak politika belirlenen ülkeler konumuna geçecek. Yoksa, kendisine politika dikte edilen üçüncü ülkeler konumundan kurtulamayacak.

 

ENERJİ ANAHTAR

Rusya ayrıca bu bölgedeki stratejik petrol rezervi dolayısıyla vananın başında bulunan Çeçenistan’ı elinden çıkarmak istemeyerek  ne pahasına  olursa olsun Çeçenistan’a hakim olmak istiyor. Rusya Çeçenistan’da yenilirse bir daha Kafkas ve Ortaasya’da  ebediyen süper güç rolü oynayamaz.

Bu nedenle Rusya, Polonya, Litvanya, Estonya gibi ülkelerin elinden çıkmasına  hemen hiç ses çıkarmayarak razı oldu. Ancak Çeçenistan da  Petrol anahtar.

Çeçenistan bu manada kavşak ve geçit bölgesidir.

Çeçenistan’a Rusya  hakim olursa  Türki Cumhuriyetler tamamen  Rusya’nın hegemonyası altına girecektir. Rusya bu bölgelerde başarı sağlaması halinde bizim Hazar  politikamız iflas edecek, Bakû- Ceyhan projesi hayal olacaktır.

Türkiye’nin büyük devlet olma şansı Çeçenistan ‘ı desteklemesinden geçer. Kafkasya’nın kilidi   Çeçenistan dır. Türkiye  Kafkaslarda ki rolünü  oynayamaz dünyanın ilgisini Çeçenistan’a çekemezse   küçük devlet olarak kalır.

 

HÜKÜMETİN İRTİCA  PANAROYASI

Rusya Türkiye’yi PKK ile tehdit ediyor. Türkiye Çeçenistan ‘da yaşanan vahşetle ilgilenmiyor. İçerde de sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerini İRTİCA PANAROYASI nedeniyle  engelliyor.

 

ABD, RUSYA İLE İTTİFAK EDİYOR

ABD, kendisine  Avrupa Birliği ve Çin’i rakip gördüğünden arada tampon bölge olarak Rusya’yı  tutmak istiyor ve Rusya’yı gücendirmemek için Çeçenistan dramına seyirci kalıyor.

Türkiye, batı ve özellikle ABD ile beraber ortak çıkarlarla bölgede  mutlaka  söz sahibi olmalıdır. Aksi halde bu ülkeler Rusya ile çıkarlarını birleştirerek Türkiye’yi saf dışı yaparlar ve Türkiye’nin sınıf atlaması mümkün olamaz. Bu yüzden Rusya var gücü ile  aynı zamanda Ortaasya’nın da anahtarı konumundaki Kafkasya’ya yükleniyor. Bir yandan Çeçenistan da soy kırım yaparak bölgeyi kontrol edemediği güçlerden temizlerken diğer yandan da  yanına Ermenistan’ı alarak bağımsız devletler üzerindeki baskısını artırıyor ve Türkiye’yi tehdit etmeye  devam ediyor. Rusya adeta Ermenistan’la, Rumlarla, PKK ile müttefiklikler  kurarak Türkiye’yi kıpırdayamaz hale getiriyor. Türkiye’nin bu sarmaldan  çıkması  ve Ortaasya’ya uzanarak sınıf atlaması için Kafkasya’da uygulayacağı politikaya bağlı...Kısaca Türkiye Kafkasya ile  duygusal bağların ötesinde kendi güvenliği ve  stratejik çıkarları bakımından ilgilenmesi ve uyanık durması gerekiyor. Rusya’nın tarihi emellerini hiçbir zaman göz ardı etmemeli.

Eğer Allah korusun Ruslar Çeçenistan’da başarı kazanırlarsa Türkiye’nin  zaten tehdit altındaki güvenliği iyice zora girer. Çeçenistan’ın kaybı nedeniyle Gürcistan’da Azerbaycan’da sıkıntıya girer.Bir yanda Balkanlar diğer yönde Kafkaslar üzerinden Türkiye  kıpırdayamaz hale geliyor.

Şuanda hükümetin Cumhurbaşkanı meselesine kilitlenerek üzerinde durmadığı bir başka husus var.ABD İran ile anlaştı.ABD’nin İran ile anlaşması demek Bakü – Ceyhan’ın  suya düşmesi demektir.

Eğer Ruslar Çeçenistan’da başarı kazanırlarsa Hazar Petrollerinin bir kısmı Karadeniz üzerinden taşınır  kalanı da zaten var olan İran üzerinden Basra körfezine iner. O zaman Bakü, Ceyhan’dan taşınan petrol de   daha ucuz olan  o iki hat üzerinden taşınır.Türkiye iki taraftan da sarmala alınmış durumdadır.


23.3.2000

 http://www.benimblog.com/NecatiCavdar/22972/CEM%DDL++%C7%DD%C7EK%3AT%FCrkiye++yol+a%F0z%FDnda..html

 

 

 

//////////////////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

HAYATI  KİTAP OLAN  LÜTTFİYE ERGENOKON’DAN ÇAĞRI :  HER TÜRLÜ  KİTABI OKUYUN”

 

·       KÜLTÜR OLMADIKTAN SONRA HİÇBİR ŞEY OLMAZ.. MEMLEKETLERİ AYAKTA  TUTAN KÜLTÜRDÜR

·       SAHAFLAR, “AİLE YERİ”

·         ALTIN GÜMÜŞ BİZİM İŞİN BİR ŞEY İFADE ETMİYOR..  BİZİM HAYATIMIZ  KİTAP.. YEMEMİZ İÇMEMİZ KİTAP. HALA DAHA  KİTAP ALINIR. BİZ KİTAP HASTASIYIIIIIIIIIIZZZZZZZZ.. ÇOCUKLARIM KİTAP HASTASI...

·         ŞİMDİKİ İNSANLAR; BULDUKLARIMIZI  O GÜN  YİYELİM. TEKRAR  ÇALALIM DİYORLAR.YANİ YEMEK İÇİN ÇALMIYORLAR Kİ....  EĞLENMEK, GEZMEK İÇİN..  KİTAP BİLE ÇALIYORLAR..

·         ÜNİVERSİTE TALEBELERİ DE KİTAP ÇALIYOR

 

 

Ankara’da  70’li yıllarda Hacıbayram Camii etrafındaki kalenin  yıkık dökük  burçlarının içinde ya da derme çatma  sözde dükkancıklar oluşturulmuş mekanlarda kitapçılar bulurdunuz. Sonra  el ya yada küçük dikiş  makinaları ile   bez ve kumaşlardan giyecek  yapma dönemi büyük atölyelerden çıkma konfeksiyona dönüşünce tuhafiye dükkanları  raflarında kitaplara da  yer  açmaya başladılar..  Çarşısı daha bir moderndi ve bir bölümü  gerçekten  kitapçılarla dolmuştu. Ulus civarında  bir iki sahaf bulmak mümkündü.

Tabi ki okul kitapları satan kırtasiyelerde vardı.Ve de  gittiğinizde  de çok kere kapalı olan, mesaiye tabi, yüzü soğuk Milli Eğitim  gibi devlet  kitapçıları.. Ve Ankara kültüre yönelik  kitap açısından İstanbul’a mahkumdu..

Daha sonra Kızılay’a mesken kurdu kitapçılar. Zafer Çarşısı yetmedi.Türk-İş pasajına. Oradan Adil İş merkezine sükun ettiler. Yeni kitapların  servise konduğu görkemli  kitap Saraylarına şahit olduk.Ancak hiç biri sahafların yerini tutmuyor. Öbürlerinden  kitap alıyorsunuz.Fakat sahaflarda hem kitap hem başka bir şey..

Kimi buralarda  kültürünü paylaşıyor, kimi geliştiriyor..  Kimi hayatını, kimi fikrini  bölüşüyor.Kimileride  hiçbir şey almasa bile bu mekanlarda buluşuyor..

Meşhur Kocabeyoğlu  çarşısı artık bez, terlik,  don - gömlek satış alanı değil.Aynı zamanda kitap sarayı dense yeri.

Bayındır Sokak’da ..  Sakarya’daki SSK iş merkezine bakan Aksoy Çarşısı da  kitapçılara dönüşmek üzere..  Aksoy Çarşısı’ndaki KERVAN YAYIN – DAĞITIM’ın sahibi dostumuz Musa Çağlar’a  zaman zaman uğrarız..Kitap almasak bile alınacak mutlaka bir şey buluruz..

Bir seferinde hemen üst kattaki eski kitap satan (Sahaf) dikkatimi çekti. Dükkana girdim. bazıları konularına göre tasnif edilmiş. İki katlı dükkanda çoğu karışık kitap kitap...kitap..

Masada   gönlü genç bir hanım efendi.Dikkatimizi  çekiyor. Hal hatır soruyoruz. Muhabbet koyulaşınca dur  bunu okuyucucularımızla paylaşalım diye teklif götürüyoruz. Biraz nazlanıyor..  Zira yeni kaza geçirmiş. Onun verdiği  sancılar içinde ama işinin başında..Sizlerle paylaşmak üzere sohbet etmeye sözleşiyoruz.. Biz size bu sohbeti sunacağız. Fakat şunu itiraf edeyim ki mikrofonla ile olmuyor. Zira mikrofon  muhabbetin tadını bozuyor.Biz bunu tecrübe ile denedik. Eğer bir imkan bulurda  Fırat Kitapevi’ne uğrarsanız  bize hak vereceğizi düşünüyoruz..

Peki neden  Lütfiye Ergenokon..?

Bir Arap bilginin karısı kocasına   şöyle demiş: “Eğer senin bu kitaplarla hayat geçireceğini bilseydim.Dokuz karılı bir adama varır. Sekiz kumanın kahrını çekerdim.”

Eğer kitaptan zevk almıyorsanız okumayı dünyanın en zor işi  olarak görürsünüz., yükünü de..

Yine bir profesör  dostum anlatıyor:

Hayatımızda bu güne kadar tam dokuz yer değiştirdik. En son aşınacağımız yere giderken hanım “Bu kitaplarından bıktım...Ne yapacaksan yap götürmeyeceğim..”diye dikildi..

Baktım iş zor..Hanım “ Eğer imkan varsa bu evi içinde ben olmak kaydıyla satarsın.Öyle kurulursun.Aksi halde  benden kurtulmadıkça bu kitaplardan da kurtulman zor. Zira bu kitaplar benim hayatım..” dedim de beni götürmek zorunda kalan hanım kitaplarıma razı oldu.

Böylesine bir zorluğa katlanan  ve  hayatı kitap olan  Bozkurt Ergenekon ve eşi Lütfiye hamım evde yer kalmayınca,  hem meşgale olsun hem kitaplardan kurtulmamış hem de evde biraz alan açarız diye Ulusa, şimdiki  Merkez Bankası ek binasının yerinde sahaf dükkanı açmışlar.. Orası yıkılmış bir ara  Cinnah’a yönelmişler. Orası da  kapanmış.  Ev bark  kitapları almaz olmuş .Hırsızlar gelip çalmışlar yine bitmemiş. Hayatları kitap olan  ana –oğullar, yeniden geçmişler dükkan başına. 

Günün büyük  ir bölümünü geçirdiği  sahaf dükkanındaki  televizyonu açmayı hiç istemeyen Lütfiye ana, “Açsam ne olacak..?” diyerek televizyon kanallarındaki moda programların “ülkeye ve insanımıza bir şey kazandırmadığını” vurgulayarak insanlara   “çok okumalarını, kültürlü olmalarını” öğütlüyor.

O yaşında hala hayat dolu Lütfiye ana ile  kitabı, kitapçıları, kültürü,  çok zor şartlara sahip eski ve bugünkü hayat şartlarına sahip yeni insanımızı konuştuk..

...........

 

 

-Bu kadar çok ve çeşitli  kitapları neden buldunuz?

 - Yavrucuğum bu kitapları eşim buldu..

-Beyefendi (Bozkurt Ergenokon) ne iş  yapardı.

-Kendisi öğretmendi.

-Öğretmen maaşı ile nasıl biriktirebildi?

-Şöyle ki  Varık’ta yazı yazıyordu. Dershanelere gidiyordu.Ek ücretlerle o şekilde  hayatımızı.. Beraber.. Ve   karı-koca öğretmendik. Aynı okulda  idik. O benim müdürümdü.

-Bu kitapları siz satmak için mi biriktirdiniz?

-Esasında bu kitaplar kendimizin özel kitapları idi.

-Şahsi kitaplardı.

-Evet şahsi kitaplardı.

-         Çoğunu okudunuz?..

-         Tabii. Varlık..Türk dili. Türk düşüncesi biz bunlara abone edik. Ve eşim bunarı alır.. Hatta Cumhuriyet gazetesinin   diyebilirim ki  talebeliğinden..  Adana’nın (Öğretmen Okulu’unun) ilk mezunlarındandır. O zamanlardan bütün Cumhuriyet gazeteleri bizim evde alınmıştır.

-         O zaman sizin yükünüz epey ağırdır.

-         Tabii. Bir tatilde. O Cumhuriyet gazeteleri .. Tatil girdiği  zaman toplanır. Salonda  oturur. Onları keser ... Yazarlarına göre  hepsi ayrılır. Üzerlerine numarası yazılır.Bazen tarihi, hangi zamanda çıktı ise bunlar yazılır.Bunlar yazılmış olarak dosyalara zımbalanarak konur. Ve bu işler senelerce devam etmiştir.

-         Tatil yapmadınız yani..

-         Hayır hiç tatil yapmadık.. Kendisi şiirlerini yazar. Bir çok  şiirleri vardır. Ve  öğretmen aşığıdır. O talebelerine o kadar bağlanmıştır ki; benim  eşim veya –Oğlum’da öğretmendir.- Bir kere izin alıp da doktora dahi gitmemiştir.

-         -İzin şöyle dursun. Doktora dahi gitmedi?

-         Doktora dahi gitmemiştir.. Gitmez yani.. Çocuklarına tapar.Çocuklarından başka hiçbir şey görmez..

-         Kaç çocuğunuz var?

-         Benim üç oğlum var.Birisi siyasal mezunu.. Diğerleri   ... öğretmen..

-         Siz kitaplara mı baktınız Çocuklara mı?

-         -Ben mi?.. Annem de yardımcı idi...

-         Çocukların süt parasını kitaplara mı ödediniz?

-         .(Gülüyor). Bak ne diyeceğim.Biz kitap hastasıyız..  Hala  devam ediyoooor.. Babalarından kalma bu hastalık hala devam ediyoroor..

-         -Kaç kitabınız vardır?

-         Kitapların sayısını bilmek imkansız..  Bak burayı aldık..Burayı doldurduk.  Bunun kadar  yeri dolduracak yerimiz  daha var. Düşünebiliyor musunuz?

-          

ALTIN GÜMÜŞ ÖNEMLİ DEĞİL.

-         Çaldırdığınız ne kadardı?

-         Çaldırdığımızda en kıymetli kitaplarımız gitti tabi. .Hakim bile şaşırdı. Dedi ki  “Yav .. Ben böyle şey hiç görmedim hayatımda.Her türlü hırsızlığı duymuştum da kitap hırsızlığına ilk defa sizde rastlıyorum dedi. Her ikisine de  birer buçuk sene hapis cezası verdi.Her ikisi de yattılar..

-         Kitaplarınızı çaldıkları için çocukların ceza almasından üzüntü duydunuz mu?

-         Yani şöyle ki  kitap hırsızlığı çok şey değil. Para ihtiyacı için değil. Ama bunlar bizim kitap aldığımız yerlere gelen giden insanlardı.

-         Tanıdık insanlardı.

-         Tabi orya gelen  giden, tanıdık insanlardı. Nelerini çalıyor biliyor musunuz?

-         Nelerini?

-         En kıymetlilerini..

-         Mesela neleri?

-         Mesela...Kur’an tefsirlerini.. Mevlana’nın hayatları.. Bilmem  çok eski kitapları...Ve bunları da ne  yapmışlar. Kamyonla kitabı götürmüşler, benim aşağımda –depodan-gece..Ve bunları  Rus pazarında  satmışlar.

-         Okumak için çalmamışlar?

-         Hayır hayır.Rus pazarında satıyorlar.. Sonra kitap ararken oğlumun öğretmenin yazdığı bir hediye  kitaptan oradaki kitapların yerini bulduk. Tesadüfen.. Ve  bulduktan sonra emniyet amirleri filan yeri tespit ettiler, adamları  o şekilde yakalattık.

-         Sonuçta kitap, altın değil, gümüş değil..  Çocukları yakalattığınız için vicdan azabı duydunuz mu?

-         Yavrucuğum,  kitap bizim en kıymetli şeyimiz. Belki eşyalarımızı götürse o kadar üzülmezdim.

-         Altınınızı götürse üzülmez miydiniz?

-         Üzülmezdik.Götürmüşte ..  Bazı bakırları, şunu bunu.. Onlar bizim işin bir şey ifade etmiyor..  Bizim hayatımız  kitap.. yememiz içmemiz kitap. Hala daha  kitap alınır. Biz kitap hastasıyıııııııııızzzzzzzz..Çocuklarım kitap hastası...

-         Çocuklarınıza asıl aşıladınız bu hastalığı?

-         Babalarından gelen bir şey.

-         Yani  kızmadılar mı “Uf ana bu ne? .Her yer kitap” diye..

-         En  küçük oğlum; “Allah aşkına .. Ben bu evde yaşamak istemiyorum. Sağım solum kitap “ dedi..O isyan etti. O özel hayatına devam etti. Bunlar(diğer iki oğlu) hala kitap hastası. Hala alıyorlar çocuğum... Hala beş yüz bir milyar  .. neyse.. Bak Kitaba dayanamıyorlar.Alıyorlar.. İşte bizim hayatımız bu..Yani yemek içmek.... Bak...Yemek içmek bizim için mevzubahis değil.. Evin içi fevkalade döşenmiş bilmem ne yapmış bu da mühim değil.. Bizim  varsa yoksa kitabımız.. Hayatta kitap başka bir  şeyi tanımıyoruz..

-         Peki kitapsız kalırsanız ne olacağını düşünüyorsunuz. Temizliğiniz daha iyi olur.Rahat edersiniz?

-         Tabiii.  Tabi..Bak. Evi  ben o vaziyetten kurtarabilmek için  gene burada bunun (mevcut iki katlı dükkan) kadar büyük  bir dükkan aldım. Özel.. Kendimize ait kitapları orada  saklayacağız..

-         Gün yüzüne çıkar mayacaksınız?

-         Yani çok mühim oldukça..  O..  İçinde röportaj yapılır.. Bilmem ne yapılır. Fakat  bunları satmak niyetindede değiliz.

-          

KUŞADASINDA KÜTÜPHANA İÇİN  YER VERMEDİLER

-         Kütüphane açmayı düşünüyorsunuz?

-         Eşim Kuşadalı idi.. Sana ismiyle  söyleyeyim.Yazabilirsin bunu.İsmi.. Fırat!...  Kuş adasındaki belediye reisinin ismi? ( Oğlu Fırat eyden yarım alıyor) Engin Berberoğlu.. Buna gittim.Eşim Kuşadalı.. Daha bu  dükkanları açmazdan önce.. Dedim ki “Engin..” dedim. “Sen burada bize bir kütüphanelik yer ver. Biz buraya bir  kütüphane bırakalım. Ama bu kütüphanenin üzerinde  benim eşimin  adı olacak..”  Beni senelerce  oyaladı. “Vereceğim hocam,yapacağız yaptık diyerekten..”

-         Kütüphane yeri vermediler

-         Kütüphane yeri bana Kuşadası’nda verilmedi..

-         Hala  kütüphane yeri bekliyor musunuz?

-         Hayır.Artık  beklemiyoruz.. Tabii bu dükkanları açtık..Ondan sonra velhasıl-ı kelam.O zamanlar  eğer ki  bana verilmiş olsa idi. Ben böyle dükkana falan gitmeyecektim. Doğrudan doğruya eşimin adına kütüphane açılacak.. Ve  benim adım orda  devam edecekti. Ve bunu vermemesi - Kuşadasında yer  gösterilmemesi- neticesi burası açıldı. Yani çok orijinal bir hayatımız var işte..  Doksan  yaşındaki insan kitap okur mu?

-Doksan yaşında kim kitap okuyor,  anneciğim?

-Eşim..

-Eşiniz  90 yaşında  okuyordu?

Hala okuyordu. Ölene kadar kitap elinden düşmedi çocuğum..

ERGENEKON SOYADI

-Ergenokon sayadı ile ilgisi ne?

-Ha Ergenokon soyadı şöyle.. Bozkurt’un Ergenekonlara karşı büyük duygusu vardı, severdi. Biliyorsunuz eski Ergenokonları.. Türklüğün ilerleyişi.. Merhameti... Onlara davranışı...Fakat bu.. Onun için  Ergenokon soyadını aldılar.

-Sonradan mı aldı?

-Sonradan aldı.

-Bilerek aldı?

Mesela bunlar Kuşadalılar.. Kuşadası havalisindendirler.  Bunlar Ergenokon soyadını aldılar..

Fakaaat. Sonradan yapılan bazı  şeyler var ya.... hareketler. adam öldürmeler.. O Erenokon soyadından..

-Vaz geçirdi.

-Vazgeçmedi devam etti..Ama onların yaptıklarını hiçbir zaman tasvip etmedi.

BENİ ADAK ADAYARAK ALDI

-Peki diyorlar ki Bozkurt bey  seni kaçırmış?

-Beni mi?

-Evet..

-Bene kaçırmadı.Aynı okulda idik.  Beraberdik..Hakikaten..Çok...On beş yaş aramızda farkımız vardı.. Beni adaklarla aldı.Konya’ya adak  adayarak beni aldı.. Ve ölene kadar da beni o mutlulukla yaşattı. 52 sene..

-Peki adağı yerine getirdi mi?

-Getirttik.

-“Bozkurt bey adağını yerine getirip kesmedi..  Bozkurt bey öbür tarafta sıkıntı çekmesin diye Lütfiye ana  kesecek, bizlerde yiyeceğiz “ diyorlar

-Hehh heh ...Yani Konya’ya o şekilde bir gidişimiz oldu. Beraber gittik zaten.

-Çok gezer miydiniz..?

-O birinci askerliğini şeyde yapmış..

-Nasıl birinci askerliğini?

Yedek subay.

-İkinci ney?

-İkincisi alman harbinde tekrar yedek subay oldular ya..  Ve Ordu emrinde Iğdır’da hudutta öğretmen.Ruslarla  daima temas ediyor. Yılanlarla filan uğraşıyor. Muzafer Sarısözen ile   köylere derlemelere gidiyor. Deryani diye bir şair buluyor.Onun şiirlerini  mum ışıklarında  not ediyor..  Velhasıl epey şiirleri var.Birinci yedek subaylığını orda yapıyor. İkinci Yedeksubaylığını  yine Iğdır’da yapıyor.Bambaşka şeylerimiz..Anılarımız var yani..

 

ÜNİVERSİTE TALEBELERİ KİTAP ÇALIYOR

-         Kitaplarınızı talebelerde çalar mı?

-         -Tabii..

-         Üniversite talebeleri.

-         Üniversite talebeleri.. Ben onlara şurada  diyorum ki. “Edebiyat  kitapları filan var. Oğlum, kızım al.”

 “Biz bunları alamayız... Paramız yok.”   Tamam al götür oku getir..”

.Alıp gidiyor bir daha getirme yok. Ben çocukları yukarı çıkarıyordum. Geliyorlar çantaları ile yukarı çıkıyorlar.. Meğerse onlar çantaları doldurup gidiyorlarmış.Benim aklıma gelmiyor ki  onların öyle bir şey yapacağı... Kültürlü insan bunlar..

Sonra bir gün (oğu)yukarı çıktı dedi ki “Anne  yukarda kitaplar eksik.. Sen sattın mı, birine mi verdin?” dedi.  “Yok yav bir şey yapmadım..”  Bir öğrendik ki ne diyorlarmış biliyor musun?... “Bu gün  gene hocalardan epey kitap yürüttük.” diyorlarmış.. Profesör geldi buraya.. Şikayet ettim.”Talebeler böyle şey yapar mı? Ben onlara emniyet ediyorum, yukarı çıkarıyorum.Okuyun diyorum.Ben onlara yardımcı oluyorum.Onlar bana  böyle yaptı” dedim.

“Hocam”  dedi “Bizde talebeliğimizde  çalıyorduk “dedi.  Bana Profesör böyle dedi yav..Vallahi böyle dedi.

-         Çalın da diyor muymuş?

-         “Ama” dedi.”Biz diyoruz  ki  Yani. Adamına göre yapın.Fazla zorlamayın diyoruz” dedi. Keh keh..

-         Peki  ne kadar çalarlarsa zorlamış olurlar. Bir kamyon gitti bir şey olmadı?..

-         Kamyonla giden  en güzeli idi.. Belimizi büktü.

-         Ama bitmedi.. Şimdi ne kadar  çalarlarsa  biter?

-         Artık pek  dikkat ediyoruz.”Çalmayan etmeyin, yazık   bize” diyoruz. Hahh hah.. İşte  hayatımız böyle.

 

BURASI KAYNAŞMA YERİ

-         Anne, kaç yaşındasınız?

-         79..

-         Sizde mesai nasıl?

-         Buraya mı?

-         Fırat bey(öğretmen olan ) okula gitti.. Yavrucuğum ben 12’de buraya geliyorum.7’dede kapatıyorum.  Fırat  emekli olunca ancak devam edeceğiz. Yani mümkün  olduğu kadar  burası öyle bir yer ki aile yeri.

-         Nasıl..?

-         Tabii.Bütün insanlar burada kaynaşıyor.. İcabında  siyasi tartışmalarda  yapılıyor.Hangi taraf haklı hangi taraf haksız..

-         Siz hakem mi oluyorsunuz?

-         Tabii. Burada  bunun tartışmasını da..Haklıyı haksızı ayırmak içinde  uğraşıyoruz.Memleketin meseleleri de konuşuluyor. Yani..  Burası bir nevi insanların buluşma yeri. Bana hiç işi olmayan  biri de geliyor. Anacığım seni sormaya geldim.Hayatın nasıl geçiyor?..

-         Buda size mutluluk veriyor?

-         Tabii ya.. Benim halimi hatırımı soruyor.

-         Ama bu kitaplar  olmasaydı, evde sıkıntı içinde yaşayacaktınız?

-         Yani biz iyi insanlarla beraberiz. Çünkü burası kültür yeri olduğu için iyi insanlar içindeyiz.  Benim için sağı da solu da fark etmez. Her iki taraf tada pırlanta gibi insanlar vardır... Öyle insanlar gelir ki hayret edersiniz?

-         Bu kitapları okuyanlar için sağı oku solu oku diye bir tavsiyeniz olur mu?

-         Hayır.Benim tavsiyem nedir biliyor musunuz? Her türlü  kitabı okuyun.

-         İnsanların kafaları karışmaz mı?

-         Karışmaz.. O . Hatta İncil’ide oku.Kur’anı da okuyun. Ama kafanızı ona göre verin.Yani benim için hiç birisi değişmez.. Bizim ne ... Düşüncelerimiz, fikirlerimiz böyle.. Değişmez yani..

-         Bu pasajda aşağıdaki katlardan  bir dükkan daha mı tuttunuz?

-         Alttan  bunun kadar bir yer daha tuttuk.

-         Orası ne olacak?

-         Orası özel  kitaplar olacak..Orayı emniyette olsun diye tuttuk.Oradakileri  satmayacağız..

-         Şimdi yerini gazetede  yayınlarsak insanlar  yerini  öğrenirler,  çalar giderler ne yapacağız?

-         Yok artık orası kilitli olacak..Yani mobilyası gelecek onu bekliyoruz.Böyle raflar yapılacak..

-         O zaman daha mı garanti olacak?

-         Tabii. Bura da gece bekçisi var.. Buranın.

-         Bunların tümü evde miydi?

-         Ne diyorum sana? Sannnndıklar dolu... Halaaaaa ev dolu oğlum..

-         Sen yıkarı çıktın  değil mi?

-         Gördüm gördüm..

-         Daha nesini..

-         Yani daha evde kaldı mı diye düşünüyorum?

-         Ha.. İşte bunun kadar evde var...

-         Bütün ömrünüzü  bununu temizliğine verdiniz o zaman.siz..
Ne diyorum.Gece camlar açılır havalandırılır. Edilir.Temizlenir.. Bu (Fırat öğretmen ) var ya, bunun canı çıkar   en çok budur. Temizler,  silkeler eder, yerleştirir.

-         Eviniz sabit olmalı.Yoksa taşınırken  bunları nasıl götürecektiniz..?

-         Sana  gülecek bir şey  daha söyleyeyim mi?

-         Söyle

-         Esat’taki evimizin bodrum katında da  daha böyle  bir hayli  kitabımızda kapalı duruyor.Orayı hiç açmadık. Ne olduğunu  bile bilmiyoruz..

-         Ne kadar olduğun da?

-         Bilmiyoruz..Oraya sağlık durumundan gidemedik.Eşim hastalanınca ben hastalanınca oralarla boğuşamadık.  Bir hayli de orada var. Bodrumda  var yani.. O da yine evimin altı

-         Son  günlerin  moda imtihan kitaplarına da  yer vermişsiniz?

-         Hangisi?..

-         KPS, LES gibi

-         Biz uzun zaman kapalı kaldığımız için, yani bizimle nadir kimseler alışveriş yapıyor. Çünkü biz  (saat) bire doğru gelip (akşam) yedi de kapatıyoruz..

-         Siparişleri nasıl alıyorsunuz?..İnsanlar geldi.Ankara’da da bulamadılar.. Bir ikitap soruyorlar.Bu kadar karışıklık içinde nasıl temin ediyorsunuz?..

-         -O (Fırat bey) biliyor yerini..Çünkü tasnifi o yaptığı için nerde ne olduğun biliyor.. zaten adam dior ki ..Öyle birisi geldi bize. Siyasalda bulamamış kitapları.. Listeyle geldi. Bendeki kitapları  aradı.Yedi sekiz kitap  çıktı.Yunnaistan mı,  Bulgarıstan mı , uçakla gönderdi. Sofya’ya mı gönderdi. Ben dedi  .Altüst ettim her tarafı, bu kitapları bulamadım.Allah  senden razı olsun  diyerekten buradaki  kitapları aldı.Sofaya’ya gönderdi.

-         Artık uluslararası serviste yapıyorsunuz.

-         Yaptık ona yaptık.. Ataşemiymiş neymiş..  bir hanıma..

 

MEMLEKETLERİ AYAKTA  TUTAN KÜLTÜRDÜR

-         Bozkurt bey İsmet  paşa ile kavga etmiş?

-         Yok. Bozkurt çok koyu halk partilidir. Ama  Türklüğünden hiçbir şey kaybetmemiştir.

-         Her halde İsmet Paşa da etmemiştir?

-         Hayır. Tabi.İsmet Paşa’yı da sever Atatürk’ü de..

-         Hangisini daha çok severdi?

-         Atatürk’ü daha çok severiz.. Hepimiz  öyle... Fakat İsmet Paşa’yıda şey yapmayız.. Onunda.Az çok.. Çok fazla..Şimdikilere göre binlerce fazla.. şeyi vardır.

-         Şimdi kitap bile çalındığına göre sizin döneminizdeki insanlarla şimdiki  insanları mukayese eder misiniz?

-         Yav..  Şimdi nedeyim?... Hırsızlık bambaşka.. Bi.. sanat ya..Artık bunlar yokluktan değil.

-         Eskiden sanat sahipleri yok muydu?

-         Bak ama.. Şimdiki insanlar nasıl biliyor musun?.. Bulduklarımızı  o gün  yiyelim. Tekrar  çalalım diyorlar.Yani yemek için çalmıyorlar ki....  Eğlenmek, gezmek..

-         Yemek için çalsa haydi neyse diyeceksin.. Ama bunu yemek için yapmıyor ki.

-         Zevk için mi yapıyor?..

-         Zevk için yapıyor yav..  yiyo.. o parayı dışarıda ya...Ondan sonra gene gidiyor  hırsızlığa... Buna hırsızlık mı denir?

-         Eskiden de hırsızlık yaparlardı, koyun keçi çalıp zevkine  yerlerdi..

-         Yok yav eskiden bir dükkana girdiler mi.Annemin  babamın bana anlattığı.. Dermiş ki” Ben bu gün satışımı yaptım..  Yanımdaki  arkadaşımdan al dermiş..”

-         Peki sizde de oluyor mu? “Aşağıda da kitapçı var, bu gün  işimiz  oldu,  nasıl olsa emekli öğretenim “ diyor musunuz?

-         Doldu diye değil de.. Mesela  bende arayıp bulamadığı zaman  “Aşağıda da kitapçılar var arkadaşım. İn aşağıda da ara”diyoruz.Veya  bize çok samimi gelen varsa onları alıp aşağı götürüyoruz.Bunlara  lütfen yardımcı olun.Bunlar falancadır.İyi insanlardır diye götürüyoruz. O şekilde götürüyoruz.

-         Yani o eski meziyetler bizde kaldı diyorsunuz.

-         Kalması lazım.Zaten  her yer öyle  olması lazım..İnsanların böyle olması lazım..

-         Olması değil olmaması ananormal diyorsunuz?

-         Tabi.tabi..Bunu ben böyle düşünüyorum.. Hata  dükkan benim dükkanım.Ben burada kar etmesem de beni sarsmaz. Fakat aşağıdaki adamcağız kira veriyor. Onu bir hayli sarsıyor. O beni üzüyor yani..

-         Kitaplara ilgi artı galiba. Eskiden bir Zafer Çarşısındaki kitapçılar vardı. Adil İş merkezi doldu. Bu pasaj öylesine  Kocabeyoğlu çarşısının altı da kitapçı olmuş.. Bu durum sizce güzel bir gelişmemidir?

-         Tabi güzel bir gelişme..

-         Yoksa nüfusla orantılı bir değişiklik mi?

-         Yok.. İyi  gelişmedir.. Gayet güzel  oldu ama. İyi kitabı onların eline düşürmüyorlar.. patronlar  kapışıyor evladım.Bazı kitapçılar var. Onlar iyi  kitapları kitap satanların ellerinden alıyorlar..

-         Yani onu okumak için değil.Servet için alıyorlar?

-         Tabi tabi..  Satmak için alıyorlar.Satmak için alıyorlar ve büyük kitapçılar yapıyor ekseriyette. Onları alıyor  kökünden temizliyor.Kalanını ancak onlara getiriyor. Veya bize getiriyor..

-         Demek istediğim şu.Ankara’da eskiden  bir bölgede kitapçılar vardı. Şimdi hem bölge olarak yaygılaştı hem de çoğaldı.Türkiye de  okuma oranı düşüyor deniyor ama kitapçı sayısı artıyor.

-         Fakat bunların çoğu satamıyor.Yani dükkan kirasını  belki zor çıkarıyorlar.

-         Kitap okunmuyor mu?

-         İhtiyacı oluğu zaman okuyorlar.İhtiyaç yokken  ben bunu da  okuyayım diye alan çok nadir. Anladın mı?

-         Ama insanlar, “Kitaplar çok pahalı olduğu için alamıyoruz” diyor..

-         O bana  kalırsa biraz şey. İnsanlar  sigarasını içiyor. Kebabını yiyor. Bilmem nesini yiyor. Ona kitap ikinci üçüncü planda...Kültür edinelim demiyor. Kültürü ihtiyaç olarak görmüyor.

-         Kültürlü insanlarla  kültürsüz insan arasında fark nedir?

-         Kültür olmadıktan sonra hiçbir şey olmaz.. Memleketleri ayakta  tutan kültürdür.

-         Peki okumak mı kültürdür. Yoksa kültür  farklı bir şeyimidir? Mesela adam okuyor.Hemde iyi okuyor ama banka soyuyor. Hortumluyor.. Kimi paşalar askerin karavanasına gireni, kimi öğretmenler okulu, kimi banka sahipleri kendilerine emanet edilen parayı  soyuyor.. Bunların hepsi de okumuş kişiler..

-         Ama okumak ...  Kültür değil. Bambaşka  bir kültür.. Ben onu kültürden saymam. O dolandırıcılık sahtekarlık.. Bilmem neliktir.. Kültürlü insansa.. Memleketini düşünüyorsa. Ailesini üşünüyorsa. Bunu yapamaz..  Kültür başka bir şeydir..

 

...........

NOT:   

Rafta kitap gösteren resim altı..

 

 

 

“Babam öğretmendi. Annem öğretmen, bende öretmenim.. Yakında  emekli olacağım..” diyen Fırat Ergenokon annesinin en büyük yardımcısı...

Birde anısını anlatarak Türkiye’nin nerden nereye geldiğini ortaya koyuyor..

Dükkanlarında  1980 Şubatında  Lord Kinros’un Atatürk’le ilgil kitabı  bulununca  Fırat Ergenokon’u alıp götürüyorlar. Ancak 11 gün sonra  Hakim karşısına çıkarılıyor.Ve serbest kalıyor..

“Hakim karşısına  çıkana kadar sorgusuz sualsiz yatardınız. Mahkeme  hic bir ceza vermese dahi eğer üç ay sonra hakim karşısına  çıkarsalardı üç ay yatacaktık. “  diyerek  kitap yüzünden hapis  bile yattığını söyleyen   Ergenokon, “Ama bu ün olsa aynısı olmaz.Çünkü iki gün içinde hakim karşısına çıkıyorsun.Artık yatıp yatmayacağına o karar veriyor.İşler keyfi olmuyor” şeklinde konuşuyor..

…………………..

 

NOT:   Mayıs 2005  de “Ufuk turu “nda  Anayurt gazetesinde  yayınlandı.

 

 

////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/400/G%3Fkhan%20.1.jpg

Bir zamanlar "Solun harika Çocuğu" nitelemesi yapılan Gökhan Çapoğlu ile Armada da bir kitapçıda röportaj yaptık

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/400/G%3Fkhan%20.0.jpg

Gökhan Çapoğlu, "Metal fırtana ilginç konaları işlemiş" diyor

 

 

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/320/G%3Fkhan%20.0.jpg

 

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/320/G%3Fkhan%20.jpgPosted by Picasa Bir dönem Ecevitlerin gözdesi ve "Sol'un Harika Çocuğu " nitelemesi yapılan

Gökhan Çapoğlu, Necati Çavdar'la Armada'da ki kitapçıda  röportaj yaparken

 

ÇAPOĞLU:
D?NYAYI FİNANSAL KIRILGANLIKLAR TEHDİT ED?YOR


2000?li y?llarda ABD?de buna uygun ideolojik de?i?iklikler oldu. Ekonomik ?st?nl?k yerine askeri ?st?nl??? tercih eden yeni muhafazakar-Siyonist ideoloji egemen olmaya ba?lad?. 11 Eyl?l olay? ile Bush, g??lendi. Kendisine ?ilahi bir g?rev verildi?ini? s?yl?yor. Amerika tasarruf etmeyen s?rekli t?ketimi artt?ran bir toplumdur. Bunun b?yle devam etmesi m?mk?n de?ildir. ABD?de devlet i?inde ciddi bir b?l?nme s?z konusu. Giderek ekonomisini g??lendiren Rusya bu oyunun i?inde bende var?m diyor.



??N PATLAMAYA HAZIR BOMBA G?B?



Finansal ter?r dengesi s?z konusu. E?er ABD?nin verdi?i ka??tlar ?ok de?er kaybederse o zaman b?y?k bir ??k?? ya?anacakt?r. ABD?de ekonomi bu boyutta a??k vererek giderse d?nya ekonomisi ??ker ve 1929 bunal?m?na benzer ekenomik, siyasal bunal?mlar ya?an?r. AKP sisteme kar?? duruyor diye iktidara geldi. ?? ve d?? egemen g??lerin, sistemin partisi oldu. T?rkiye ile ABD ve ?srail?in ??karlar? b?lgede 1990?dan bu yana ?at???yor. B?lgede ve d?nyada geli?meleri T?rk menfaatine uygun, T?rkiye lehine geli?tirecek g??l? bir devlet yap?m?z yok. Necati ?avdar?la ufuk turu.... Bu hafta sizler i?in eski siyaset?i, bilim adam? At?l?m ?niversitesi ??letme Fak?ltesi Dekan? Prof.Dr. G?khan ?apo?lu ile d?nya dengelerini ve T?rkiye?yi konu?tuk. Prof.?apo?lu, sorular?m?z? i?tenlikle cevaplayarak d?nyay? ?ekillendiren siyasal ve ekonomik dengeleri de?erlendirerek ?lkemiz i?inde bulundu?u durumu ve gelece?i ile ilgili a??l?mlar? ortaya koydu. -Gerek siyasal tecr?beleriniz, gerek bilim adam? ki?ili?iniz gerekse ?lkemizin ?nde gelen az say?da fikir ?reten insanlar?ndan olman?z dolay?s?yla d?nya dengeleri ve bunu etkileyen olaylar? sorgulamak istiyorum.Sizin pencerenizden d?nya nerede, nereye gidiyor? -D?nya?da yeni bir d?zen kurulmaktad?r. ll. D?nya Sava??n?da sonra ABD?nin ?ne ??kt??? d?zen y?k?lmaya ba?lam??t?r. Avrupa 1950?lilerde kalk?nmaya ba?lad?. 1960?l? y?llarla birlikte ?zellikle Almanya ve Japonya yeni ekonomik g?? olarak ortaya ??kt?lar. 1980?li y?llarda G?ney Asya ?lkeleri dikkat ?ektiler. ABD siyasi olarak iki kutuplu d?nyada liderli?ini s?rd?rmeye devam etti. 1990?lar ba??nda Sovyet Blo?unun ??kmesiyle ?ABD s?per g??? olmaktan ?teye ?hiper g?? ?olarak ?ne ??kmaya ?aba g?sterdi. 1991 y?l?ndaki Irak Sava??n? kendi g?c?n?n bir g?sterisine d?n??t?rd?. 1990?l? y?llarda b?t?esini kontrol alt?na almaya ?al??an ABD, gittik?e b?y?yen d?? a??klar vermeye ba?lad?. Yani ABD giderek ?retti?inden fazlas?n? t?keten bir ?lkeye d?n??t?. 2000 Y?l?nda borsa balonu patlay?nca i? ????r?ndan ??kmaya ba?lad?. ??nk? borsa balonun patlamas? yan?nda Enron, World Com gibi ?irketlerinin hissedarlar? doland?rd??? ortaya ??kt?. Yani, kuruldu?undan beri sermaye piyasalar?na dayal? geli?me g?steren ABD?de sermaye piyasalar?na olan g?ven kaybolmu?tu. ?ktidarda bulunan yeni muhafazakarlar (neo-conlar) dikkati farkl? y?ne ?ekerek, ABD?nin ?st?nl???n? rekabet etmekte zorluk ?ekti?i ekonomik alandan, ?st?n oldu?u askeri alana ?ekmeyi planlad?. Ve 11 eyl?l olaylar?yla bu f?rsat? yakalad?. ABD ilk?nce Afganistan?? i?gal ederek ?in?i ve Orta Asya enerji yollar?n? kontrol alt?na almaya ?al??t?. Sonra da Irak?a sald?rarak Ortado?u kaynaklar?n? kontrol niyetini g?sterdi. Bu ?ekilde AB, ?in ve Rusya?ya kar?? ekonomik a??dan kaybetmeye ba?lad??? ?st?nl???n? askeri ve stratejik olarak kurmaya ?al??maktad?r. ABD?de cari a??k 2004 rakamlar?na g?re 600 milyar dolard?r. Yani GSMH?s?n?n %5?inin ?st?ndedir. B?t?e a???? ise GSMH?n?n %4?? civar?ndad?r. ABD tasarruf etmiyor, ?retti?inden giderek ?ok daha fazlas?n? t?ketmektedir. 600 milyar dolar? bulan d?? a????n? dolar basarak ??zmeye ?al???yor. Bu dolarlar? ve ABD hazine ka??tlar?n? alan ?lkeler bu oyunun sa?mal???n?n fark?na varmaya ba?lad?lar. Yani, ABD?nin enerji kaynaklar?n? kontrol edebilmesi kendilerinin Amerikan dolar? ve hazine ka??tlar? tutmas? sayesinde olabilmektedir. ABD pervazs?zl???n? her alanda g?stermektedir. K?resel ?s?nmaya kar?? Kyoto S?zle?mesini, Uluslararas? Ceza Mahkemesi Anla?mas?n? imzalamamaktad?r. D?nya n?fusu i?indeki %5lik pay?na kar?? k?resel ?s?nman?n %30?undan ABD sorumludur.



ABD?DE ?DEOLOJ?K A?IRILIKLAR EGEMEN OLDU



ABD, ekonomisini sava? ekonomisi haline getirdi. Zorbal?kla petrol ?reten b?lgeleri ele ge?irmeye ?al???yor. Hedefledikleri ?lkeler Afganistan, Irak gibi askeri a??dan g??s?z ?lkeler. Sava? ekonomisine dayanan ?lke olarak ABD kar??s?nda d??man bulmak ya da g?stermek zorunlulu?unu hissediyor. Samuel Huntington??n medeniyetler ?at??mas? tezi ideolojik ?er?eve olu?tururken, 11 Eyl?l olaylar? ?at??man?n di?er taraf?n?, d??man? belirledi. Sovyetler Birli?inin da??lmas?ndan sonra ?kom?nist? d??man yok olmu?tu. D??man kalmam??t?. 11 Eyl?l??n arkas?ndan nihayet beklenen d??man bulundu: M?sl?manlar. M?sl?man ?lkeler de ikiye ayr?lm??t?r. ABD?nin g?d?m?nde olan, ta?aronlu?unu yapan iyi M?sl?man ?lkeler; Kuveyt, M?s?r, T?rkiye gibi. ABD?nin ??karlar?na hizmet etmeyen k?t? M?sl?man ?lkeler; Afganistan, Irak, ?ran, Suriye gibi. K?t? m?sl?man ?lkeler adam edilmeliydi. Bu da ABD?nin askeri i?gali ve kendi g?d?m?nde y?netimleri ba?a getirmesiyle m?mk?n olabilirdi. 2000?li y?llarda ABD?de buna uygun ideolojik de?i?iklikler oldu. Ekonomik ?st?nl?k yerine askeri ?st?nl??? tercih eden yeni muhafazakar-Siyonist ideoloji egemen olmaya ba?lad?. ABD askeri harcamalar? h?zla artt?. Bu g?n askeri harcamalar? 500 milyar dolara yakla??yor. Bu d?nyadaki toplam askeri harcamalar?n yar?s?n? olu?turuyor. 2000 se?imlerinde Demokrat Al Gore, Cumhuriyet?i George Bush kar??s?nda se?imi kazand?. Ancak ?e?itli hilelerle se?imi Al Gore? a kaybettirdiler.ABD?nin ba??na G. Bush?u ge?irdiler. George W.Bush, 11 Eyl?l?e kadar ge?en s?rede ABD?nin en ba?ar?s?z Ba?kan? konumunda idi.11 Eyl?l olay? ile Bush, g??lendi. Kendisine ?ilahi bir g?rev verildi?ini? s?yl?yor. 2000 se?imlerinde 500 bin oyla kaybetti?i halde, farkl? operasyonlarla iktidar? ele ge?iren Bush, 2004 de ?? milyon daha fazla oy alarak se?imi kazand?. Se?imlerde G. Bush , ABD?nin orta kesimlerinden oy ald?. Bu b?lgeler daha dindar, daha fakir ve d?? d?nyaya kapal? kesimlerdir. Do?u ve bat? k?y?lar? ABD?nin daha e?itimli, d?? d?nyayla rekabet edebilen, zengin kesimleridir. Bu kesimlerden Demokrat aday John Kerry oy ald?. ABD?yi asl?nda Ba?kan Yard?mc?s? Dick Cheney y?netmektedir. G.Bush semboliktir. G. Bush?un ge?mi?i ABD?yi y?netmeye yeterli de?ildir. K?rkl? ya?lar?na kadar alkolik olan G. Bush Teksas valisi se?ildikten sonra t?vbekar olmaktan ?teye kensinin ilahi bir g?revle g?revlendirildi?ine inanmaya ba?lam??t?r. ?imdi etraf?ndakilerde fanatik muhafazkar-siyonist insanlard?r. -ABD ekonomisinin bu hale gelmesinin sizce sebebi nedir? Bilgisayar, internet ve ileti?im alanlar?ndaki h?zl? geli?meler d?nyada rekabet h?zla artt?rmaktad?r. Almanya, Japonya, G. Kore, G?ney Asya ?lkelerinin yan? s?ra ?in?in teknolojiyi h?zla ?retime uygulamalar? ABD zor duruma d???rmektedir. Bunun yan?nda ABD?de savunma harcamalar? h?zla artarken, G.Bush ideolojik bir yakla??m ?st d?zey gelir gruplar? i?in vergileri d???rm?? b?t?e a??klar?n?n 2000 y?l?nda 235 milyar dolar fazladan, 2004 y?l?nda 450 milyar dolar a???a gitmesine neden olmu?tur. ABD merkez Bankas?n?n faiz oranlar? son 50 y?l?n en d???k d?zeyi %1?e ?ekmesi t?ketimi kam??lam??, tasarruflar? s?f?rlam??t?r. Amerika tasarruf etmeyen s?rekli t?ketimi artt?ran bir toplumdur. Bunun b?yle devam etmesi m?mk?n de?ildir. ?nsanlar dolar yerine ba?ka bir para birimini ?rne?in Euro tutmaya ba?larlarsa durum ?ok ciddi hale gelecektir. -ABD bu arada ?ran?a sald?rabilir mi? ?ran tehdidi bence laftan ?teye gidemeyecektir. ?yle bir ??lg?nl??? uygulamaya koyabileceklerini zannetmiyorum. Bu ABD?nin ??k???n? h?zland?rabilir. Askeri i?gal Irak?da ba?ar? sa?layamad?. Belki ?srail?i kullanarak ?ran ?zerinde bask? olu?turabilirler. ?srail, ?ran?da birka? yere sald?rabilir. Daha ilerisini olabilece?ine ihtimal vermiyorum. ABD?de devlet i?inde ciddi bir b?l?nme s?z konusu. Bir kesim askeri g??le i?leri halledelim derken bir kesimi de demokrasi g?r?nt?s?yle yol almak istiyor. George Soros gibi d???nenler gerek G?rcistan?da gerekse Ukranya?da bu metod ile ba?ar? kazand?lar. Kaybettikleri se?imleri kendi ?rg?tledikleri ve finansal destek sa?lad?klar? s?zde sivil toplum ?rg?tleri ve kitle hareketleriyiyle yenilenmeye zorlad?lar. Kazan?ncaya kadar m?cadle edeceklerini belirttiler. Kendi taraftarlar? kazan?nca olaylar s?kun buldu. Bunun bir anlam? olmas? gerekmez mi? ?te yandan biraz ?nce belirtti?im gibi Bush y?netimi ?evre ile ilgilenmiyor. K?resel ?s?nma artt??? halde Kyoto s?zle?mesini imzalamamakta direniyor. ABD?de sosyal g?venlik uzun y?llar sonra 2042?de zorlanmaya ba?layacak Bush ve ekibi bunu bahane ederek sosyal g?venli?i ?zelle?tirmeye, borsaya destek vermeye ?al???yor.



RUSYA BU OYUNDA BENDE VARIM D?YOR



-Peki d?nyay? ?ekillendirme , y?netme oyununda Rusya?n?n konumu ne? Sovyetler da??ld?ktan sonra Rusya?da ekonomiye Yahudi k?kenliler, ABD?li dan??manlar, proflar, akademisyenler y?n vermeye ba?lad?. Ekonominin kontrol? giderek uluslararas? sermayenin denetimine girerken, Rusya ekonomisinde sermaye mafyala?t?. Putin?in i? ba??na ge?mesiyle i?ler de?i?ti. Rus derin devleti hareket ge?ti. Putin St.Petersburg belediyesinde ba?kan yard?mc?s?, ?nemsiz bir gizli servis , memur konumunda iken al?n?p halk?n ?n?ne ??kar?ld?. Putin?in ?ahs?nda verilen mesajla ?biz bu oyunun i?indeyiz? dendi. Rus derin devleti yabanc?lar?n eline ge?en ekonomik kaynaklar? ve mafyala?m?? sermayeyi dizginlemek istedi. Putin , Rusya?y? yeniden yap?land?r?yor. Mafya ve yabanc?lar?n eline ge?mi? dev ekonomik kurulu?lar? tekrar devletin hakimiyetine al?yor. Giderek ekonomisini g??lendiren Rusya bu oyunun i?inde bende var?m diyor. Gerek ABD?nin Irak?taki ba?ar?s?zl??? gerekse G?rcistan ?daki ?Kadife?, Ukrayna?daki ?Turuncu? devrimlerle Rusya?n?n ?evresinin daralt?lmas? da Rusya?y? harekete ge?irdi. ?zellikle Ukranya?n?n ABD ya da genel anlam? ile Bat? blo?u i?inde yer almas?yla Sivastopol gibi ?nemli bir liman? kaybetmek Rusya i?in ?ok b?y?k bedel demektir. Ancak Irak sava?? Rusya?y? bir taraftan da zenginle?tirdi. Rusya artan petrol ve gaz fiyatlar? sayesinde ekonomisini g??lendiriyor. Daha ?nce bor?lar?m? ?deyemiyorum diyerek moratoryum ilan eden Rusya ?imdi IMF?ye ??ekil? diyebildi.



??N PATLAMAYA HAZIR BOMBA G?B?



-D?nya dengelerinde ?in?de var dediniz. Kimilerinin ?sar? dev? diye tarif etti?i ?in?in durumu ne? ?in patlamaya haz?r bir bomba. Y?lda %9 b?y?yor. Ekonomik alanda ?ok b?y?k mesafeler kaydediyor. Ancak, insanlar?n? ac?mas?zca s?m?rerek bunu ger?ekle?tiriyor.?in?de insanlar?n hi?bir sosyal g?vencesi yok.?cretler ?ok d???k. B?y?k ?o?unluk g?nde bir dolara ?al???yor. ?in, elde etti?i cari fazlas?n? ABD ekonomisine aktar?yor. ?in, ABD?ye mal sat?yor. Kazand??? paralar? yine ABD?ye yat?r?yor. ABD?nin hazine bonolar?n? ?in ve Japonya al?yor. Bu anlamda finansal ter?r dengesi s?z konusu. E?er ABD?nin verdi?i ka??tlar ?ok de?er kaybederse o zaman b?y?k bir ??k?? ya?anacakt?r. ?in ve Japonya rezervlerini dolarda tutuyor. ABD dolar?n?n d??mesi bu ?lkeleri milyar dolarlarla zarara sokmaktad?r. Finansal ter?r dengesinin bozulmas? riski ?in ve Japonya?y? yak?ndan ilgilendiriyor. E?er ABD?de ekonomi bu boyutta a??k vererek giderse d?nya ekonomisi ??ker ve 1929 bunal?m?na benzer ekenomik, siyasal bunal?mlar ya?an?r. -Bu oyunda Avrupa Birli?i nerde duruyor? Avrupa Birli?i (AB), bu oyunda ABD?ye mesafeli duruyor. AB cari a??k fazlas? veriyor, ?ok ?retiyor. Az t?ketiyor. Bu anlamda AB ekonomisi ABD ekonomisinden daha sa?lam. Ancak, AB?nin savunma g?c? ve ortak savunma politikas? yok. G??lenen Euro ile, AB a??rl???n? hissettiriyor. ?nsanlar ve ?lkeler paralar?n? dolardan Euro?ya d?n??t?r?yor. Buda AB?ni ekonomik alanda daha da g??lenece?i i?aretini veriyor.



?EVREM?ZDE C?DDi OPERASYONLAR YAPILIYOR



-Bu belirleyici g??ler kar??s?nda T?rkiye ve ekonomisi ne halde? ?u anda bor?lar ?evriliyor gibi g?r?l?yor ama bu y?l cari a??k miktar? 15.6 milyar dolar olarak ger?ekle?ti. TL?nin %40 de?erli olmas?n?n bu unsurlarda etkisi ?ok fazla. Yurt d???nda faiz %2, T?rkiye?de faizden net %15 kazan?l?yor. Bu da T?rkiye?ye s?cak para giri?ini czaip k?l?yor. Bor?lar bor?la rahat?a ?evrilebiliyor. Asl?nda s?cak paran?n birk?sm?n?n kayna?? belli de de?il. Bu anlamda T?rkiye?nin ekonomik olarak tehlikeyi atlatt??? s?ylenemez. Ekonomi %9 b?y?yor ancak i?sizlik azalm?yor, art?yor. ?hracat art?yor g?r?lmesine ra?men fazla getirisi yok.??nk? imalat sanayi ara mallar?n? ithal ediyor, yerliyan sanayi k???l?yor. ?hracat yerli ara mallar?yla ?retilmiyor, ucuz ithal mal kullan?l?yor.?thal edilen mallar, ?lkemizde ambalajlanarak ihra? ediliyor. ?hracatta yerli ?retim pay? giderek d???yor. ?hracat artarken, ithalat daha fazla art?yor. 62.7 milyar dolarl?k ihracata kar??l?k 97 milyar dolarl?k ithalat s?z konusu. ?te yandan ?evremizde ?ok ciddi operasyonlar yap?l?yor. ABD bu operasyonlar i?in ?ncirlik?i daha fazla kullanmak istiyor. D??i?leri Bakan? Abdullah G?l, ?ABD- T?rkiye ili?kileri her ?eyden ?st?n? diyebiliyor.Bu durumda t?m pazarl?k g?c?n?z? yitiriyorsunuz. ?of?rlerimizin Irak?da ?ld?r?lmesini elbette kimse istemez, kabulde etmeyiz. Ancak Irak?tan bak?l?rsa.Irak?da direnenler; ? ABD ile sava?tay?z, i?gal alt?nday?z? diyor. T?rklerin orada i? yapmalar?n? ? T?rkiye i?gale yard?m ediyor? diye alg?l?yor. Sava??n par?as? olarak g?r?yorlar. Irak meselesine bakt???m?z zaman ABD devleti i?inde bir ?at??man?n oldu?u ortaya ??k?yor. ABD Irak?ta ve di?er operasyonlarda hukuksuzlu?u me?ru olarak g?r?yor .Afganistan?dan K?ba?daki Guantanema kamplar?na g?t?rd??? esirlere, delil olmasa da ?m?r boy hapis cezas? verilecek demeleri tam bir ??lg?nl?k. Tam bir hukuksuzluk. ABD hi? bir hukuk tan?m?yor. T?rkiye b?yle bir anlay??la yan yana olmamal? ve destek oluyor g?r?lmemeli, ?yle alg?lanacak geli?melere meydan vermemelidir. T?rkiye?de iktidara gelenler s?ylediklerini unutuyorlar. Ancak o iktidarlar tasfiye ediliyorlar. G?mr?k Birli?i i?in her ?d?n? veren Tansu ?iller yeri gelmi? saf d??? edilmi?tir. Ayn? ak?bet Ecevit?in ba??na gelmi?tir. IMF?nin her de?ine evet diyen Ecevit gitmi?tir. MHP; ?Apo?yu asaca??m ? diye yola ??km??, Apo?yu besler hale getirerek halk taraf?ndan tasfiye edilmi?tir. Emperyalist g??ler i?in i?levini yerine getirdi?inde bu h?k?met de yolcudur. Erbakan, kar?? oldu?u ?srail?le anla?ma imzalad? da ne oldu? AKP sisteme kar?? duruyor diye iktidara geldi. ?? ve d?? egemen g??lerin, sistemin partisi oldu. 1989?dan sonra dikkat ederseniz t?m iktidarlar se?imlerde ala?a?? edildi. Halk, s?zlerinde durmayan iktidarlara tepki veriyor, cezay? toptan kesiyor. -T?rkiye-AB ili?kileri konusunda ne dersiniz? 17 Aral?k karar? T?rkiye i?in 6 sayfad?r. Ancak ayn? metinde hakk?nda karar al?nan H?rvatistan i?in sadece bir paragraft?r. Bu durum kendi ba??na AB?nin T?rkiye?ye bak???n? ortaya koymaya yetiyor. 17 Aral?k karar? ne diyor? K?br?s? ver.Yunanistan, Ermenistan?la meseleni hallet. Dicle -F?rat sular? i?in komisyon kurulsun, biz kontrol edelim. Bunlar ne demek? AB yetkileri a??klad?lar. 3 Ekim 2005 m?zakere tarihi de?il, tarama s?recinin ba?lang?c?d?r dediler. Peki m?zakere tarihi ne zaman? En iyimser bak??la 2006 Ekiminde ba?lar. 17 Aral?k karar? T?rkiye i?in hezimetti. Bu h?k?met bu karar? b?y?k ba?ar? diye K?z?lay Meydan?nda kutlad?. ?lkesini seven hi? bir insan?n anlayabilece?i bir durum de?il. 2005?de Avrupa anayasams?n?n oylanmas? ve referandumu var. 2006?da Alman se?imleri var. B?y?k ihtimalle T?rkiye?nin AB ?yeli?ine kar?? olan kesim se?imlerde galip gelecektir. T?rkiye?de kamusal alan s?k?nt?s? ?eken muhafazakar kesim, AB ile ??zece?ini d???nerek AB?ye girmeyi savunuyordu. Ancak kamusal alan?n fazlas?yla AB?de de oldu?unu A?HM, Frans?z ve Alman Parlamentosu kararlar?yla ??rendiler. ??renmeye devam edecekler, ama en ?ok onlar?n can? yanacak. T?rkiye?de medya AB?ci, b?y?k patronlar AB?ci. Patronlar AB sermayesinin ta?eronu olmak istiyorlar. H?k?met kraldan kralc? kesildi. Her t?rl? ?d?n? vermeye haz?r oldu?unu a??kl?yor. AB?ye yalvaran t?m kesimlerin zavall??? ortaya ??k?yor. Halk ger?ekleri anlad???nda hi? birine ge?it vermeyecektir.



T?RK?YE ?LE ABD?N?N ?IKARLARI UYU?MUYOR.



-B?lgemizde operasyonlar yap?l?yor diyorsunuz. Bunun T?rkiye?ye getirisi ne? T?rkiye ile ABD ve ?srail?in ??karlar? b?lgede 1990?dan bu yana ?at???yor. B?lgede ve d?nyada geli?meleri T?rk menfaatine uygun, T?rkiye lehine geli?tirecek g??l? bir devlet yap?m?z yok. -Derin devlet var ama?.. ?ayet var olsayd? 1990?dan beri T?rkiye aleyhine geli?en olaylar? g?rerek, ona g?re ?nlemler al?n?r, politikalar geli?tiril idi. ?srail ve ABD ile bu kadar s?k? f?k? olunmazd?. -Siz b?yle s?yl?yorsunuz ama.Bir d?nem ?unlar? ?srail ile imzalamazsan?z darbe yap?l?r diye iktidarlar tehdit edilmedi mi? Hi?bir darbede T?rkiye?nin ??kar? olmam??t?r. Darbelerde d?? y?nlendirmelerin etkisi s?z konusudur. -O zaman d?? y?nlendirmeler niye izin verildi? T?rkiye?nin iki temel d?? ba??ml?l??? s?z konusudur. Birincisi ekonomiktir. IMF?ye ba??ml? hale gelmi?siniz. IMF 2 g?n i?inde ekonominizi ??kertebilecek etlkiye sahiptir. ?kinci temel d?? ba??ml?l?k askeri gere? ve teknoloji a??s?ndand?r. Siz silahlar? nerden al?yorsan?z o kayna??n etkisinde kal?rs?n?z. -ABDve ?srail eksenine kar?? T?rkiye ne yapabilir? Her?eyden ?nce ekonominin dizginlerini IMF?den almak gerekmektedir. B?lge ?lkeleriyle i?birli?ini geli?tirebilirsiniz. Rusya ile i?birli?i yapabilir. ??nk? Rusya t?ketim mal? ?retemiyor.T?rkiye ?retiyor. T?rkiye ileri teknoloji ?r?n? ?retemiyor, Rusya ?retiyor. Bir birlerinin a??klar?n? kapatarak i?birli?i dengelenebilir. Kafkaslar, Orta Asya ve Orta Do?u yan?nda AB ile ili?kilerin kesilmesine de?il dengeli hale getirilmesine ihtiya? vard?r. ABD ile hangi konuda kar??l?kl? oturacaks?n?z. ABD kom?ular?m?za sald?r?yor, slad?rmay? planl?yor. E?er topraklar?n? ?s olarak kulland?r?san sana daha fazla bor? verece?im diyor. Bu ahlaks?z teklifi ve ili?kiyi bu h?k?met bile kabul edemez. -T?rkiye krize d??me sarmal?ndan nas?l kurtulur? T?rkiye?nin birikimli, y?rekli, vatansever ve d?r?st y?neticilere ihtiyac? vard?r. Ancak bu nitelikte y?neticiler ile ekonominin dizginleri IMF elinden, d?? politikas? ABD?nin g?d?m?nden, i? politikas? AB?nin y?nlendirmesinden kurtar?labilir. Son elli y?lda bunu ger?ekle?tiremedik. Bundan sonra ger?ekle?tirebilmemiz halk?m?z?n se?imine ba?l?d?r.



................00000000000...............



G?khan ?APO?LU K?MD?R?



Prof.Dr. G?khan ?APO?LU- 1979 y?l?nda Ankara ?niversitesi Siyasal Bilgiler Fak?ltesini birincilikle bitirdikten sonra ABD?de Denver ?niversitesi?nden Uluslararas? ?li?kiler dal?nda Y?ksek Lisans, Kaliforniya ?niversitesi Berkeley?den ekonomi dal?nda doktora ald?. 1988 y?l?nda Bilkent ?niversitesinde ?al??maya ba?lad?. ?apo?lu, DSP?den 1995 Se?imlerinde Ankara Milletvekili se?ildi. Siyasette iken bile akademik ?evrelerin yak?ndan tan?y?p takdir etti?i, bir d?nem 'solun harika ?ocu?u' diye adland?r?lm??t?. Ancak Ecevitler'le ?at???p DSP?yi terk etmek zorunda kald?. G?khan ?apo?lu 24 ?ubat 1998?de DEPAR'? kurdu. Daha sonra siyaseti terk ederek Anadolu Stratejik Arastirmalar Vakfi (ANSAV) kanal?yla fikri ?al??malar?n? s?rd?r?yor.Halen Anadolu Stratejik Ara?t?rmalar Vakf? Ba?kan??d?r. ?apo?lu, 2003 y?l?ndan beri At?l?m ?niversitesi ??letme Fak?ltesi Dekan?d?r. Yurtd??? ve yurt i?inde yay?nlanm?? bir ?ok kitap ve makalesi vard?r. Cuma ak?amlar? Avrasya TV?de Ekonomi-Politik program?n? yapmaktad?r.

…………………………

https://necaticavdar.blogspot.com/2005/

///////////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Türkmen Partisi Irak Milli Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi  Mustafa Ziyai  bey ile  Irakta Neler olup bittiğini. Kuzey Iraktaki Güvenli  Bölgenin ne anlama geldiğini. Bölgede oynanan  oyunları, Türkiye üzerindeki hesapları konuştuk...........

 

NECATİ   ÇAVDAR/ ncavdar@hotmail.com.

 

-  Sayın Mustafa Ziyaii bey, IKDP Ankara temsilcisi Dızai’nin  resepsiyonundan sonra  Türk kamuoyu  Kuzey Irak’ta yeni bir yapılanmamı söz konusu diye sormaya başladı. Kuzey Irakta ne oluyor, son durum nedir?

- Kuzey  Irakta 1991 den beri devam eden bir “Güvenli Bölge “ uygulaması var. Bu bölgenin yönetimi  iki Kürt gurubun elindedir. Bu bölgenin güneyinde Süleymaniye merkezli bölgede Celal Talabani’nin lideri olduğu KYB, Kuzeyinde ise Erbil merkezli Mesut Barzani’nin liderliğindeki  KDP yönetimindedir. Bu yapı böyle devam ediyor. Bunların yanında bir takım NGO’ lar var. NGO’larında01 Nisan 2000 Cumartesi Hizmetler ve altyapı açısından bölgeye bayağı destekleri oldu. Bunlar parasal ve teknik olarak yardımcı oldular. Şu anda yeni bir gelişme yok. Ancak KDP bölgesinde özellikle dünya tarafından desteklenen  yeni  bir yapılanma  ortaya çıkıyor. Bu da bizim şüphelerimizi  ve endişelerimizi artırıyor. Bu konuda  biz imle beraber  bölge devletleri çok dikkatli olmak zorundadır.

-Sizin durumunuz nedir?

-Biz Türkmen Cephesi olarak merkezimiz  Erbil’dedir. Bunun yanında bütün bölgelerde irtibat bürolarımız var. Yaklaşık kırk büromuz bölgeye dağılmıştır. Bizim amacımız orda bulunan Türkmenlere  yardımcı olmak hizmet götürmek,sıkıntılarını gidermek, bunun yanında Irak’ın genelinde bulunan Türkmen toplumumuzun sorunlarını  dile getirmek, uluslararası araneda çözümü için arayış içinde olmaktır.

-Bu günkü yapı  içinde Türkmenler sorunlarını dile getiriyorlar mı? Uluslararası arenada muhatap kabul ediliyor mu? Edilmesi için ne gerekli?

TÜRKMENLER DENGE UNSURU

-Irak Türkmen Cephesi uluslar arası arenada muhatap kabul ediliyor. Bu özellikle  Ankara sürecinden beri böyle. Biliyorsunuz kendi arasında çatışan iki Kürt gurubun yanı sıra birde Türkmen cephesi bir masaya oturdu. Bir barış tesis edildi. Şuana kadar ki 1,5 yıldır aralarında ki barışı bizim katkılarımızla sağlanmış durumdadır. Barış izleme gücüne verdiğimiz destekle barışın devamı için önemli katkılar yapıyoruz. Tabi ki  biz iki taraf arasında tarafsızız .. Onun için Irak Türkmen Cephesi  Dünya tarafından Irak Türkmenlerinin meşru temsilcisi olarak kabul ediliyor. İlgili devletler bu şekilde kabul ediyorlar ve Ankara süreci devamınca da onlarla temas içindeler.

ORADA ÇIKARLAR KONUŞUYOR

-Ankara Sürecinden sonra ABD’ye iki Kürt lider çağırıldı. Bunun içinde Türkmenler yoktu. Bu durumu  nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Türkmenlerin olmadığı ve dışlandığı her hangi bir yapıda, Irak genelinde olsun güvenli bölgede olsun bölgeye barışın ve istikrarın geleceğini zannetmiyorum. Ve düşünmüyoruz. Çünkü Türkmenler Irak’ın üçüncü milliyeti.  Türkmenler Irak’ta buçuk milyonluk bir nüfusa sahiptir. Bu nedenle Türkmen varlığını göz ardı eden her hangi bir çözümün sağlıklı bir çözüm olamayacağı ortada. Bu düşünülemez bile. Bu gerçeği Dünya bile anlamıştır. Fakat  özellikle güvenli bölge uluslar arası bir meydan haline  gelmiştir. Orada çıkarlar konuşuyor. Bizim de bizimde batılı güçler yönünden çıkarlarına bir durumumuz yok. Batılı güçlerin  çıkarlarına hizmet etmediğimiz için desteklerini daha çok diğer guruplara veriyorlar.

-Türkmen  Cephesi ne anlama geliyor?

-Irak Türkmen Cephesi meşruiyetini 1997 de Erbil’de toplanan 1. Türkmen Kurultayından alıyor. 4-7 Ekim 1997 tarihinde Erbil’de 1. Türkmen kurultayını düzenledik. Kurultaya tüm Türkmen siyasi ve diğer güçleri davet ettik. Kurultaydan 30 kişilik bir şura meclisi çıktı. Bu şura meclisi de  Türkmen dava ve mücadelesinin uygulama ve icrasını Türkmen Cephesine verdi. Türkmen cephesi Dört kuruluştan müteşekkildir. Irak Milli Türkmen Partisi, Türkmeneli Partisi, Türkmen Bağımsızlar Hareketi ve Türkmen Kardeşlik Ocağı. Bunların yanında da  Merkezi bölgede bulunmayan, yurt dışında bulunan iki kuruluşumuz var. Bunların yanında yer almaktadır. Ancak bunların bölgede icraatları yoktur.Daha çok destek mahiyetinde çalışmaları mevcuttur.

KENDİLERİ ÇALIP KENDİLERİ OYNUYOR

-Kuzey Irak’ta bir meclis  ve hükümet oluşturuldu. Bunun yapısı nedir ve siz içinde yer alıyor musunuz? Daha doğrusu kimi temsil ediyor bu meclis?
– Bazılarının bildiği gibi  orada bir değil iki meclis var. Bizim de Türkmen kuruluş ve şahsiyetlerinin oluşturduğu Türkmen Kurultayından çıkan şura meclisimiz var. Kürt guruplarının da  iki meclisi  ki  birisi  Güneyde Talabani bölgesinde diğeri de Kuzeyde Barzani bölgesindedir.

1993 den sonra bölgenin Uluslar arası güçler tarafından güvenli bölge ilan edilmesinden sonra orda ki güçlerin kendi içinde bir seçim yapıldı. Biz o seçimlere Irak Türkmen Cephesi olarak katılmadık. Çünkü seçim  komisyonunda varlığımız bulunmadığı için kabul etmedik. Varlığımızın kabul edilmediği bir seçimi boykot ederek katılmadık. O seçimin neticesinde Erbil’de yerel parlâmento teşkil edildi. Parlâmentoyu  Barzani ve Talabani  güçleri yarı yarıya bölüştüler. Bu şekilde oranın mahalli meclisi olarak 1994’dün sonlarına  kadar devam etti. O parlâmentodan bir yerel hükümet çıkardılar. Başbakan, bakan, meclis başkanı filan bunları aralarında bölüştüler. Orada Türkmenlerin varlığı  ve temsilcisi yoktu.

ÖNCE HAKLARIMIZI  KABUL ETMELERİ GEREKİR

Bize  “şu kadar bakan veririz siz de katılın” dediler. Biz “bakanla filan olmaz önce prensipler üzerinde anlaşalım” dedik. Orada ki hakim guruplarla prensipler üzerinde anlaşmamız gerekiyordu. Bunun içinde Türkmen halkının haklarını açıkça deklare etmeleri gerekiyordu. Orda hepimizin toprağı var. Onun için oradaki hakkımızı  kabul  etmeleri gerekiyor. Bu esasları şart koştuk onlarda kabul etmeyince,bizim şeklen bulunacağımız bir sistem içinde  seçimlere katılmayarak boykot ettik.

1994 den sonra tekrar aralarında çatışmalar başladı. 94  sonlarında Barzani Güçleri, Talabani güçlerini Erbil’den çıkardı. Dolayısıyla  birleşik meclis dağılarak her kesin kendi bölgesinde yarı meclis olarak devam ediyor.

Seçimlerden sonra kurulan meclis böylece yarı katılımlı olarak devam etti ancak hiç müşterek karar alamadı. Talabani bölgesinde onun, Barzani bölgesinde de Barzani’nni meclisi var.

31 Ağustos 1997 de Irak rejimi güçleri yardımı ile  Barzani tekrar Erbil’e girerek kontrolü ela aldı. Talabani Süleymaniye’ye çekildi. Orada kendi meclis temsilcileri  ile yeni bir meclis oluşturdular. Böylece Kürt güçlerinin  iki meclisi oldu ve kendi bölgelerinde yeniden hükümet kurarak birer başbakanları ve  bakanları var.

KÜRT MECLİSLERİ MEŞRU DEĞİL

-Bir hükümet iki meclis mi var? Yoksa her meclisin çıkardığı ayrı hükümet mi var?

-Her meclisin kendi hükümeti var. Yani iki meclis iki hükümet var. Meclislerin her biri meşru değildir. Çünkü  mevcut meclislerin %50 si seçilmiş, geri kalan %50 side atama ile meydana gelmiştir. Ayrıca orada  bulunan  diğer siyasi güçler meclislerde temsil edilmiyor. Orada bu iki gurubun dışında da güçler var ve en büyük güçte  Türkmen cephesidir. Bizim zaten meclis seçimine katılmadığımız için hiç bir temsilcimiz yok. Hükümetlerde de yokuz. Kendi kendilerine meclis ve hükümet kurmuşlar. Ancak biz bunları geçici yerel idareler olarak değerlendiriyoruz. Bunun dışında başka bir  şekilde bakmıyoruz.

 BARZANİ HATA ETTİ

-IKDP  Ankara Temsilcisinin verdiği  son resepsiyona gelirsek bunu nasıl değerlendiriyorsunuz. Sanki bir büyük elçilik görüntüsü verilmeye çalışıldı?

-O konuda bende fazla bir yorum yapmak  istemiyorum. Ama  bu bir hata idi. Hatalarının da farkına vardılar. Nevruz başta Türk aleminin bayramıdır. Şark dünyasında kutlanıyor. Hindistan’da da kutlanmaktadır. Kürt kardeşlerimiz de kutluyor. Ben Kerküklüyüm .Kerkük Türk şehridir. Biz onu kutlardık. çocukken bile biz kutlardık. Türkiye dede kutlanıyor. Ama resmi bir şekilde kutlanmıyor. Çünkü devletlerin değil de halkın bayramı olduğu için halk  kutluyor. Devlet idarecileri  kutlasa da resmi resepsiyon şeklinde kutlanmıyor. Onun için IKDP’nin Türkiye’de resepsiyon vererek kutladığı şekilde olması gerekmiyor.

BİZİ  UNUTMASINLAR

-Türkiye Kuzey Irak’a nasıl bakmalı? Kamuoyundan  ve yönetimden beklentileriniz nedir?

-1959 kadar  Irakta  resmen  bize Türk diyorlardı. Bu tarihten sonra Türkiye ile irtibatımızın kesilmesi için Türkmen dediler. Halada ister Arap, ister Kürt kardeşlerimiz arasında bize Türk diye hitap ediliyor. Halk Türkmen diye hitap etmezler ve Türk diye hitap ediyorlar.

Biz  1918 kadar büyük Türk milletinin bir parçasıydık. Ve hala da öyleyiz. Şimdi bulunduğumuz topraklar binlerce yıldır bizim toprağımızdır. Biz orada misafir değiliz. Bizim Türk kamuoyundan talebimiz bizi unutmasınlar. Bizde Çanakkale’de savaşanların torunlarıyız. Benim dayımda Çanakkale’de  şehit olmuş. Annemin dayısı da Kafkas cephesinde yıllarca savaşmış. Savaştan sonra yedi yıl esir kalmıştır. Biz meseleye o şekilde bakıyoruz. Bizim Türkiye’deki insanlardan bir farkımız yok. Aynı  acıları ve sevinçleri paylaşıyoruz. Dolayısıyla  Türk kamuoyundan bizi unutmamaları oradaki kardeşlerinin şu anda maalesef haksızlıklara maruz kaldıklarını  unutmasınlar.

TÜRKMENLERİN  MESELESİ  MİLLİ POLİTİKA HALINE GETİRİLMELİDİR.

Türk kamuoyundan başta Meclisimizde bir baskı unsuru olmalarını istiyoruz. Bizim meselelerimizin meclis tarafından ele alınmasını gündeme getirilmesini istiyoruz. Bizim meselemiz Kıbrıs meselesinden çok farklı bir şey değil. Kıbrıs meselesi  nasıl bir milli mesele ise başta Meclis olarak hükümetten ve devletten de talebimiz meselemizi bir milli politika haline getirmesidir.

Bu da bizim doğal bir hakkımız olarak görüyoruz. Bu gün  Anadolu Türk ile arabalık dahil her türlü bağlantımız var.

Her şeyin başında bölgenin toprak sahipleri biziz. İkincisi  kültürel bağlarımız var. Türkülerimiz bile  birdir. Bu gün Kerkük’te, Erbil’de söylenen türkülerimiz aynısı Urfa’da ,Diyarbakır’da, hatta Gümüşhane’de  söyleniyor.Türkiler aynı türkü, soy aynı soy. Kan aynı kan, dil aynı dil. Bütün bunlar varken bizi Anadolu Türkü nasıl unutabilir?

Amerika dünyanın en ücra köşesindeki bir vatandaşını unutmazken, onu savunuyorsa Türkiye’nin millet olarak ta  devlet olarak  ta bizim haklarımızı savunmaları çok doğaldır.

Anacak  her devletin kendine has politikaları  vardır. Biz  Türkiye’nin  Türkmen  sorununu da bir politika unsuru olarak kabul etmesini istiyoruz.

IRAK ‘TAN TALEBİMİZ BİRİNCİ SINIF VATANDAŞ KABUL ETMESİDİR

-Irak’tan beklentiniz nedir?

-Bizim Irak devletinden de istediğimiz bizim orada bire bir vatandaş olarak    kabul edilmemizdir. Birinci sınıf bir vatandaş olarak görülmemiz gerekir. Onun  haricinde bizim Irak’ı bölelim paralayalım gibi bir düşüncemiz yok. Böyle bir talebimiz hiç bir zamanda olmamıştır. Ama bana o hakkı vermiyorsa bunun içinde mücadele edeceğim. Bu mücadelemizde de başta Anavatan Türkiye’den destek bekliyoruz. Ona güveneceğiz. Ondan sonrada bütün Türk milletine güveneceğiz.

İNGİLİZLER KARIŞTIRDI. İNGİLİZİN KURDUĞU SİSTEM İŞLİYOR

-Musul  vilayeti  Misaki-ı Milli  sırınları içinde idi.M asada kaybettik. Niçin  Musul ve Kerkük meselesi  bu noktaya geldi?

-Evet Musul vilayeti  Misak-ı Milli sınırları içinde idi. Meclis-i Mebusan da Türkiye’nin milli şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul, Musul milletvekili idi. Meclis-i Mebusan Musul ve Kerkük’ü Misak-ı Milli sınırları içinde kabul ederek  o zor şartlarda vatkanın bölünmezliği içinde değerlendirdi. Bunu İstiklal harbini  yaparak kazanan  birinci Mecliste kabul etti.

 Ancak İngilizlerin ayak oyunları ile  Musul meselesi  Lozan’dan sonraya bırakıldı. Ve  Türkiye’nin iç meseleleri ile Musul İngilizler’ce Türkiye’den koparıldı. Irak Türkleri’ni  Anadolu insanından koparan güçler aynı güçlerdir. Şimdi Dünyanın patronu ABD o zamanda İngiltere idi. O zamanlar  Irak filanda yoktu. İngilizler hakim oldu  o bölgeye. Irak kurulduktan sonra İngilizlerin açıklanmamış bir sistemleri vardır. Oda şu  Irakta  Bağdat’a hakim olan şahıs veya güç Orta Fırat denen  bölgeden olacak ve öyle devam edecektir. Bu güne kadar da böyle devam etmiştir.

BÖLGEDE İNGİLİZ PLANI HALA SÜRÜYOR

- Orta Fırat nedir ?

-Orta Fırat...Irak’taki  Arapların Sünni kesimidir. İngilizlerin hesaplarına göre yönetim buradan olacaktır. İdare şekli Irakta ne olursa olsun,ister krallık ,ister sosyalizm,ister cumhuriyet ama yönetim illa orta Fırat’ta olacaktır. İngiliz planına göre ne olursa olsun oradan olacaktır ve Irak’taki yönetim bir kaç esaslar üzerinde şekillendirilmiştir. Birincisi budur. İkincisi Türkmen ve Şii guruplar dışlanacaktır. Bu  düşünce ile tasfiyeye girdiler. İlk günden İngilizler  bunu uygulamaya başladılar. Irak Osmanlı   vilayetlerinden olduğu için Türkler oradaki idari yapıya  hakimdiler. Önce Türkleri  idareden  dışladılar. Bu hemen kolay olmadı ama  tasfiye ettiler. Osmanlıdan beri askeriyede bir çok Türk subaylar vardı.  1948 birinci Filistin savaşında Irak genel kurmay başkanı Türk’tü. Arap ordularının başkomutanı Türkmen idi.1967ikinci Filistin savaşında yine  Arap ordularının başkomutanı  Türkmen idi. Ama  Türkmenler hem ordudan hem de idari yapıdan çıkarıldı.

Yine Türkmenlerin  yaşadığı bölgenin demografik yapısı  değiştirildi. Bu konuda ilk çalışmayı başlatan  yine İngilizler oldu.  1920 ve 1924deki  katliamlar, sonra Ğavurdağı katliamı, sonra  sürgünler başlatıldı. 1932 de  okulları  kapatarak, öğretmenleri güneydeki Arab bölgelerine sürdüler. Öğretmenlerin yanında Türk aydınlarını  da güneye sürerek Türkleri dayanaktan yoksun hale getirmeye çalıştılar. Sürekli sürgünler katliamla,tedhişlerle Türkler yıldırılmaya  ve bölgeden kaçırılmaya çalışıldı. Özellikle Kerkük ve Musul’da  yapı bozularak karışık ve Türklerden arındırılmış bölge haline getirilmeye çalışıldı. 1970 den sonra Araplaştırma politikasıyla  bu güne kadar devam etti. Esas maksat Irakta Türk varlığını silmek. Her türlü varlığını silmek. Eserleri ile kültürü ele Türk izlerini silmek. Saddam rejimi son yıllarda Buram buram Türk kokan Kerkük Kalasını yıkarak buldozerlerle yerle bir ettiler. Bunu gizli kapaklı yapmadılar. Açıkça ve pervasızca yaptılar. Bunun görüntü ve resimleri elimizde mevcut ve yayınlandı. Üç dört yıldır devam eden bir eylemle önce kaleyi yok ettiler sonrada bütün  Türk izlerini silmeye devam ediyorlar.

Türkçe okulları kapattılar. Türkçe’yi yasakladılar. Ancak Arap kardeşlerimizin bizden en ufak bir şikayetleri yoktur. Bizimde onlarla bir geçimsizliğimiz yok. Ancak yönetim buna rağmen bölgedeki Türk varlığını silmek adına tam bir sindirme politikası uyguluyor. Biz gene Arap kardeşlerimizle  beraber  yaşamaya devam ettik. Anacak belli güçler araya belli problemler çıkararak barışı bozmaya ve bizi Irakta asimile etmeye çalışıyorlar.

Esassında  geçmişteki hakim güç şu andaki hakim gücün aynısıdır. Bu İngiltere’dir. İngiltere sadece Irak’ın değil tüm Ortadoğu’nun politikasını ele geçirmiş ve elinde tutmak istiyor. Şu anda bölgede ABD ve İsrail var. Ancak yinede onların arkasında İngiltere var.

Bizim üzerimizdeki baskıların nedeni de bizi kullanamadıkları içindir. Biz onların politikalarına alet olmadık. Onun için sürgünler başladı. Katliamlar oldu. Bir çok aile Türk bölgesinden Güneyde ki Arap nufusun bulunduğu yere zorla göç ettirildiler. Orada da barınamayan Türkler yurt dışına gitmek zorunda kaldılar.

Şu anda bile  Türkmenler çok zor durumdalar. Bizim  gücümüz sınırlı fazla  yardımcı olamıyoruz. Bölgeye akan yardımlarda iki büyük Kürt guruba gidiyor.

-Sebeb?

Sebeb .. Bölgeye yardım eden devletler diyor ki biz bunları bölgedeki yönetimlere veririz. Bölgedeki yönetimler zaten Kürt. Onlarda kendi kontrolündeki kendi insanlarına veriyor. Bizimkilere  vermiyor. Bölgedeki NGO’lar da Türkmenlere yardım etmiyorlar. Tüm bunların ötesinde başka hesaplar var.

HAPSEDİLMEYE ÇALIŞILIYOR

TÜRKİYE BÜYÜMESİN İSTENİYOR. TÜRKİYE

-Nedir bu hesaplar?

-Her devletin siyasi sınırlarının dışında birde güvenlik sınırı vardır. Mesela ABD’nin sınırı bütün dünyadır. Türkiye’nin belli bir güvenlik sınırı vardır. Bu güvenlik sınırının her tarafında Türkler vardır. Buralarda ki Türk varlıkları yok edilmektedir. İki güvenlik sınırı en azından siyaset sınırına çekilmek istenmektedir. Yani güvenlik sınırını fili sınıra çekmek istiyorlar. Buda  o devletin büyümemesine her zaman tehdit altında kalmasına  çalışılmaktadır. Yani bir açık kapı bırakmak istememektedirler. Türkiye’de bu durumda kendi politikasını  kendisi çizmek durumundadır. Güvenlik sınıra sadece Türk toplulukları için değil hatta akraba topluluklar içine alacak bir şekilde bir güvenlik sınırı çizmelidir.

Bu da karşıda ki devletlerle düşmanlık anlamına gelmez. Tam aksine bir dostluk köprüsü anlamına gelir. Şu anda devletlerin sınırları çizilmiş belirlenmiş. Irak bir devlet olarak mevcuttur. Bizde her zaman  iyi bir vatandaş olmak istemişizdir. Türk her zaman bulunduğu devlette iyi vatandaş olmak gayretini gütmüştür. Bulundukları devlete saygıları olmuştur. Onun için çalışmışlardır.

O nedenle bizi bitirme pahasına değil. Onu da kabul etmeniz gerekir. Biz her zaman Türk toplumu ile Arap toplumu arasında bir köprü vazifesi görmek isteriz. İnsanları bir birlerine yakınlaştırmak isteriz. En azından  bölgedeki halkların hepsi Müslüman alemine aittir. İnsanlar bütün bir insanlık alemini teşkil ediyor. Biz bu vazifeyi yüzlerce binlerce sene görmüşüzdür. Ve bunu devam ettirmek istiyoruz. Bu bizim özelliğimizdir. Türk milletinin özelliğidir. Başka devletler,uygar insanlar,uygar toplumlar  başka toplumların kendi ülkesinde bulunmasından övünür. Bunu bir tehdit unsuru olarak almaz. Biliyorsunuz ABD’de  Her türlü milletten insanlar vardır. Hiç  biri ABD devleti için tehdit teşkil etmiyor. Tam aksine esas mensup oldukları milletlerle ABD’nin   bağlarını  güçlendiriyor. Bizim her halde şanssızlığımızdan mıdır nedir. Bu şekilde olumlu düşünen yönetimlerle karşılaşamadık.

 KDP İLE PROPLEMLERİMİZ VARDIR

-                   Bizim KDP ile bir çok problemlerimiz vardır.

-                   Özet olarak bunlar nedir?

-                   Özet olarak KDP bizim Erbil’ de ki siyasi varlığımızı kabul etmiyor. Siz yoksunuz diyor. Saddam varlığımızı kabul ediyor amma yok etmeye çalışıyor. Bizim oradaki parti başkanlarımızı ve siyasilerimizi sürekli takip ettiriyor. Bölgeyi terk etmelerini sağlamaya çalışıyor. O böylece Türkmen gücünü belli bir şekilde   hacimlendirmeye  çalışıyor.

-                   KDP’de Kuzey Irak’ta de aynısını yapıyor. Biz bunları müzakerelerle çözmeye çalışıyoruz ..

 GÜVENLİ BÖLGE  ORADAKİ HAKİM GÜÇ İÇİN GÜVENLİ

-                   Yani Güvenli bölge  aslında güvenli değil diyorsunuz.?

-                   Aynen öyle Güvenli Bölge sadece Türk nüfus için değil. Tüm bölgedeki insanlar için güvenli değil. Sadece oradaki hakim iki Kürt gurup için güvenli. Diğer Kürtler içinde güvenli değil.

-                   Güney Irakta son durum ne şekildedir?

-                   Güney de.... Irak biliyorsunuz tamamı ile ekonomik çöküntüdedir. Bir insanın maaşı ancak üç dört dolar kadar. Her türlü rüşvet ve bozulma tabiatıyla  başlamıştır. Saddam her türlü baskısını her kes üzerinde kuruyor. Bizim Türkmen rufusun  iki milyonu güney bölgededir. Kuzeyde  beş yüz bin nüfusumuz var. Bu baskı sadece Türkmenler için değil herkes için geçerli. Saddam,Türkmenler üzerindeki asimilasyonu hızla devam ettiriyor. En son okullarda Türkçe’yi yasakladı. Çocukların kendi aralarında Türkçe konuşmasını da yasakladı. Geçenlerde yapılan  sözde seçim  son seçimlerde  açıkça gösteriyor ki her zaman olduğu gibi  hiç bir muhalife hayat  hakkı tanınmadığının bir göstergesidir. Kuzeydeki  bütün guruplarla ,Güneydeki  guruplar seçimlere katılmadılar. Sadece Bağdat bölgesindeki yani orta Irakta  yapılabildi seçim. O da Saddam’ın  tam kontrolünde.. Adı seçim tabii..

-                   Saddam hep böyle mi kazanıyor?

-                                                     Evet..Saddam hep böyle kazanır.  Dikta rejimlerinin özelliği böyledir.

-                                                    Saddam’ın %99.9 ile seçimi kazanması da  o seçimin ne kadar gerçekçi olduğunu gösteriyor. Oğlu Uday’ın  büyük bir ittifakla seçimi kazandığı açıklandı. Bu durumda Uday büyük ihtimal meclis başkanı olur.

-                                                    Son olarak Irak’a uygulanan  ambargo Iraktaki bütün halkın belini büküyor ama Saddam’ın iktidarını pekiştiriyor. Başka bir işe yaramıyor.

01 Nisan 2000 Cumartesi 

///////////////////////////////////////////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Necati Çavdar’la Ufuk turu...

Dr. Ahmet Zeki Bulunç

2 Mayıs 2005

wwww.anayurtgazetesi.com 9 Mayıs 2005

 

Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak” tan ANNAN  Planı ve AB’ye   giden yolda “Kıbrıs “...

 

Kıbrıs, Akdeniz’de “batmayan uçak gemisi “diye  anılır.

Her dönemde güçler ve güçlüler arasında  ele geçirme mücadelesi  olmuştur.

Zira Akdeniz’in doğusunu, güneyini, kuzeyini kontrol eder bir noktadadır.

Dünde öyle idi, bu günde.

Şayet Anadolu’ya hakim olacaksanız Kıbrıs ya sizde ya da stabil olmalıdır.

Şayet Ortadoğu’da, Süveyş kanalı ile Uzakdoğu’da, Karadeniz’de işleriniz varsa Kıbrıs elinizin altında olmalı.

Eğer Kıbrıs  yad elerde olursa gün gelir Anadolu’ya hançer gibi saplanıverir.

Anadolu’ yu en yakından vururlar.

O nedenle  Anadolu’da olanlar içinde Anadolu da emelleri olan içinde Kıbrıs önemlidir.

Yüz yıllarca bunun savaşları verilmiştir.

İstanbul’u kuşatmak isteyen önce Kıbrıs’a çıkmış sonra Anadolu’yu denizden ablukaya alarak İstanbul’a demir atmışlardır.

Dünya  dün bu gün dengeleri içinde hep oyun masasında olan Kıbrıs ne yazık ki böyle bir masada  gücümüze güç katsın diye  “kiraya” verdik.

Hukuken bizde idi, ama filen başkaları kullanıyordu.

Lozan’a gelince Anadolu’yu ve  elde kalan bir avuç kara parçasını kurtarmak için  Kıbrıs’a “el veda” dedik.

İkinci  cihan harbinde “Batmayan imparatorluk” sömürgelerden çekilmek zorunda  kalınca  Kıbrıs yine bizim gündemimize girdi.

İtalyanlar giderken 12 Adaları biz istemedik.

Yunan’a kaptırdık.

Yunan aşka gelip 13. ada olarak Kıbrıs’ı da almak istiyordu.

Tek parti diktatoryasından kurtulan Türkiye, demokratik  ve sivil yönetime de kavuşmuştu.

O yönetimin çabaları ile   Kıbrıs tamamen Yunan adası olmaktan kurtarıldı.

Milletin  şereflerine  emanet ettiği silahları   millete dayamak suretiyle  ve “En Atatürkçü biziz.  Cumhuriyeti koruyoruz” iddiaları NATO’ya ve CENTO’ya bağlılık yeminleri ile  milletin seçtiği iktidarı devirerek iddialarının aksine  Mustafa Kemal Atatürk’ün koyduğu anayasayı rafa kaldırıp, bu gün bile içinden çıkılamaz hale gelen, içerde birbirimizi yiyerek ve kısır tartışmalara yol açacak olan  Millet hakimiyetini meclisten alarak milletin seçtiklerini öcülerle korkutarak  boşa enerjimizi harcamamıza neden olan  sistemi kurarak  milli hakimiyetin kullanılmasını   kimin ne şekilde kullanacağını ortaya koymadan  kurumlara devredenler; dışarıda da haklarımızı savunamaz konumda idi. Zira içerde  zor kullanarak ve dışarının desteğine muhtaç olarak  darbe yapmışlardı.

Makarios idaresindeki  Rumlar adayı tamamen ilhak etmek üzere harekete geçtiler..

Ordumuz, Türkiye’ye sağlanan  uluslar arası müdahale hakkını kullanmak üzere iken  “milli şef” İsmet İnönü’ ye  ABD Başkanı Jonson gözdağı veren bir mektup gönderdi.

İstiklal harbinin muzaffer komutanı ikinci adam, Milli şef,  milletin seçtiği iktidarın  kanla  devrilmesine  neden olan ama hayatında  serbest seçimlerle hiçbir zaman iktidar yüzü görmeyen    büyük demokrat( ! ) İnönü bu ABD postasını   sineye çekti.

Rumlar daha da azgınlaşarak “ Bekledim de gelmedin” diyerek Türkiye ile dalga geçmeye orada kalan bir avuç savunmasız Türklerin moralini bozmaya, Rum’a tam teslime  zorlamaya  başladılar.

“Bekledim de gelmedin.

Aman yar.. “ türküsünü bizim gençlik dönemlerimizde geceleri çekebilen  orta dalga radyolardan az dinletmediler.

Kıbrıs burnumuzun dibinde idi..

Bizim  içinde  bulunduğumuz denizlerimizin suları kıyılarını yalardı.

Ama bir şey yapılamıyordu. Türkiye’nin  müdahalesine karşı çıkanlar,  Kıbrıs adasına yerleştirilen  iki İngiliz askeri üssünü  o günde görmüyor bugünde ne işe yaradığını düşünmüyorlar bile ..

Fakat  yapılacakları yine Rum – Yunan ikilisi yaptı.

 Darbecilerin astığı Menderes,  onun Dışişleri Bakanının büyük  çabaları sonucu oluşturulan ve Türkiye’nin haklarının garanti edildiği  Londra ve Zürih antlaşmaları ile kurulan  Rum- Yunan ikilisi,  bozduğu  ve  çeşitli oyunlarla ele geçirdiği Kıbrıs Cumhuriyetini   darbe yaparak tamamen ortadan kaldırdılar.

Dünyanın Kıbrıs Cumhurbaşkanı olarak  tanıdığı Makarios  bile canını Ada dışına kaçmakta buldu.

Sonuçta Türkiye müdahale kararı verdi.

Müdahaleden sonra  ele geçirilen askeri teçhizattan bir kısmını görmüştüm.

Hiç ambalajı bile açılamayan Fransız malı  askeri malzemeler...

Bunların içinde bizde ABD eskisi ve  hurda olmuş telem cihazlarına karşılık  pırıl pırıl Sagem marka  telem cihazlarını  hala unutamam..

Tüm bunlar   Batının şımarık çocuğu  Rum idaresinin  sahip olduğu askeri  teknoloji ile bizim elimizdeki demode  malzemelerin farkını ortaya koyuyordu.

Fakat Mehmetçik, hangi teknolojik üstünlüklere sahip olursa olsun  iman ve azimle  Batı destekli palikaryalara üstün gelmeyi bilmiş, Kıbrıs’ta  belli bir düzeni süngü ile kurmuştu.

Kıbrıs o gün bu gün uluslararası arenada  o masadan bu masaya  nazlı ve masum bir gelin edasıyla  dolaştırılıyor..

Nazlı gelin, son olarak AB masasında ..

Kıbrıs meselesini   Ağustos 1999 –Ekim 2004 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Büyükelçisi olarak görev yapan halen T.C. Başkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde Siyaset Bilimi ve  Usullararası İlişkiler  bölümü ile Stratejik Araştırmalar Merkezi7nde  Öğretim Görevlisi olarak çalışan Dr. Ahmet Zeki Bulunç ile  konuştuk..

Bilindiği gibi   4 ayı aşkın bir süredir huzurlarınıza  farklı konular ve toplumun  çeşitli katmanlarından kişilerle yaptığımız  uzun  sohbetlerle geliyordum. Anayurttan ayrılmıyorum. Köşe yazılarına devam edeceğim ancak bu  dönem için Kıbrıs konusunda yaptığım sohbetle sizlere bu alanda veda ediyorum.. İnşallah uluslararası  güç oyununda uyanık yöneticiler ve gerek Türkiye’deki   gerekse Kıbrıs’taki beynini ve gönlünü ABD ve AB gibi Batı sermayesine ve çıkarına kiralamamış halkın  sayesinde yavru Vatan Kıbrıs’a veda etmeyiz.. Ettirmeyiz.. Ama durum gerçekten vahim ve takvim  milletimiz adına işlemiyor...

İşlemediğinde bu konuda en  çok söz söyleyebilecek bir kişilerden biri  olan değerli insan Dr. Ahmet Zeki Bey’in söylediklerine kulak  verecek olursanız anlarsınız..

Ahmet Zeki bey sıradan insan değil..

O 1945’de  sömürge yönetiminde Lefkoşe’de doğmuş.  Sömürge yönetimini, EOKA çetelerinin saldırılarını, Akritas planlarını, katil   Nikos Sapson  darbelerini aşarak gelmiş, uluslararası güç oyunlarında işin ne kadar çetrefil olduğunu yakinen görmüş bir insan..

Kendisiyle yaptığımız özel  bir röportajdan  vereceğim aşağıdaki satırların kendisine neden özel insan dediğimi  ortaya koyacağı düşüncesiyle  ve sabrınıza teşekkür ederek  veda ediyorum..

.........

 

Sömürge   yönetiminde  doğmuş, büyümüş..Daha sonra gençlik dönemlerinde bağımsızlık  hareketini   yaşamış insansınız. .. Sizdeki duyguları  Türkiye gibi bağımsız bir ülkede olanlar düşünemeyebilir.. Böyle bir  ülkede doğmanın, büyümenin sizde ne gibi bir izler bıraktığını  duymak istiyorum...

 - Bir kere şunu... Eziklikle başladık.

Birinci  ve ikinci sınıflarda iken  yani 1950- 51-52  yılları arasında okula gittiğimiz zaman Cumartesi günleri tatil olduğu zaman  bayrak direğine İngiliz  bayrağı  çekilirdi. “Yaşa  Kraliçe maşını” okurduk. Pazartesileri de  yine İngiliz bayrağını İngiliz marşı ile indirirdik..

Fakat bizde  bir kimlik özlemi, Türk kimliğini yaşatma  duygusu ve  Türkiye’ye  müthiş bir özlem... Ve  dolayısıyla kendi vatanımızı  yaratma  duygusu vermişti.

Ondan  sonraki yıllarda özellikle 1955’ ler den sonra  EOKA’nın  yeniden  ENOSİS amaçlı  olarak başlattığı  önce kısa bir süre  İngiliz askerlerine saldırıları daha sonraları Türklere  karşı yoğunlaşan saldırıları   ile birlikte bu kez Rumlara karşı mücadele duygularımız güçlendi. O dönemde önce  İngilizlere  karışı olan tepkimiz ve mücadelemiz , daha sonra  Rumlarla fiilen çatışmaya kadar  varan mücadelemiz  bizde o dönemin sloganı haline gelmiş “Ya Taksim Ya ölüm” sloganı ile başlattığımız mücadelede  ve bu doğrultuda  patates üzerine Kıbrıs’ yapıp, orta yerinden Kıbrıs’ı ikiye  bölüp kağıtların üzerine  kırmızı mürekkeple  baskı yapmak suretiyle çeşitli maçların, toplu etkinliklerin olduğu yerlerde  gidip o kağıtları küçük küçük kareler şeklinde  kesilmiş ve üzerinde taksim edilmiş Kıbrıs  görüntüsünü savuruyorduk.

Dolayısıyla  bu bizde önce ilk okul sonlardan itibaren olan o söylediğimiz duygularla birlikte ortaokulda  bu fiili taksim tezini savunulması mücadelesi... Ve lisede  liseye girdiğimizde  1960 antlaşmaları gerçekleştiği için Kıbrıs cumhuriyetini korunması ..

Dolayısıyla  bizde o dönemde hala etkilerini yaşadığımız  bir  Türkiye’ye bağlılık , Anavatan dediğimiz, Anavatana gelmek, Anavatanda  okumak duygularımız giderek güçlenmiş durumda idi.

              .......

Biz ortaokulda iken, ilk okulda iken özellikle ilk okul son sınıflarda  Türk  filmleri görmeye başlamıştık Kıbrıs’ta .. Ve  o Türk filmlerinde örneğin İstanbul’da  boğazda geçen gemilerin, feribotların , motorları  gördüğümüzde arkadaki Türk bayrağını gördüğümüzde orada duygulanırdık. Ayağa kalkar  o bayrak  görüntüsü gidinceye kadar alkışlardık. Ve ağlardık.

 

 .........
 
-Ben şu an 50 yaşındayım. Bizim hayatımızla birlikte var olan, çözüm aranan bir “mesele” Demin  “Ya taksim ya ölüm” şeklinde formüle edilen  isteğimizden bahsettiniz.  Bu slogan aynı zamanda Türk tarafının  Rumların haklarını da koruyan ama karlılık  gösteren bir slogan mıydı, Kıbrıs meselemiz  nedir?.. “Ya ölüm.. Ya taksim”den   1974 Barış Harekatından sonra  sağlanan iki kesimli devletten şimdiki ortaklık kurma noktasına niçin geldik?
-Önce bir şeyi düzelterek  başlamak istiyorum.
“Ya taksim , Ya ölüm” sloganı bir kararlılık ifade etmiyor. Ve Türk tarafı olarak  tezlerimizde  kararlılık göstermedik.
Çünkü;  Rumlar özellikle 1947’de “On iki adaları” Yunanistan’a vermesiyle birlikte Megola İdea’larını ( Meola İdea:Önasya denen Anadolu’nun da Kıbrıs dahil tüm adalarıyla birlikte Yunanistan’ın eline geçerek İstanbul başkent olacak şekilde büyük Yunanistan kurma ideali) düşünceleriyle  Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasıyla ENOSİS’i ( ENOSİ: Büyük Yunanistan giden yolda Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması hayali) talep ettiler. Böyle olunca da   Kıbrıs Türk  halkı da Kıbrıs Yunanistan’a verilemez “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak” mücadelesini başlatmıştır.
Ama ondan sonra  ki gelişmeler sonucu  Türk tarafının  tezi;  “Ya Taksim..  Ya ölüm” tezine dönüştü.
“Ya Taksim. Ya ölüm” tezi de 1959 Antlaşmaları  ile birlikte  bu kez Kıbrıs’ta bir yeni Cumhuriyet, yeni bir devlet kurulması ve bu devlette  Türk ve Rum tarafının eşit kurucu ortak olarak  Türklerin Rumlarla birlikte  ortak devletin kurulmasını kabul ettik.
AKRİTAS PLANI :
“GİRİTTE UYGULANAN MODELİN KIBRIS’A UYGULANMASIDIR”
 
Ondan sonra 1963 Olaylarının başlamasıyla birlikte yeni gelişmeler oldu. Çünkü Rumlar Türklerin Adadan tamamen yok edilmesine yönelik “AKRİTAS Planı” çerçevesinde Kıbrıs Türk halkının imhasına yönelik hareketleri başlattılar. Bu palan bir soykırım planıdır. Türklerin tamamen  imha ederek Ada’nın Yunanistan’a bağlanması planıdır.
Bu soykırım planı aynen Makarios’un ifadesiyle  “Girit’te uygulanan modelin Kıbrıs’a uygulanmasıdır” 
Nasıl ki Girit’te bir Türk kalmayacak şekilde  Türkler ya  öldürülerek ya da göçe zorlanarak  Girit bir “Helen adası” olarak  Yunan toprağı haline dönüştürülmüşse Kıbrıs’ta da aynı model  uygulanıyordu..
Biz bu çatışma ortamında  kendi bölgelerimizde toplandık kendi öz yönetimlerimizi kurduk.  Ve bu süreçte “federasyon” tezi  savulmaya başlandı.
Federasyon tevzi zaman içinde özellikle 1997 yılında “Avrupa Birliğine  Türkiye’nin aday adaylığı “ statüsü  vermemesi Güney Kıbrıs Rum yönetimin tek yanlı olarak   Avrupa Birliği üyeliğine götürme kararının alınması sonucunda  bu kez biz Avrupa Birliği çatısı altında olarak  Kıbrıs’ta  düşündüğümüz tarzda bir federasyonun artık olamayacağını  dolayısıyla  iki kurucu devlet temelinde yeni bir ortaklık, yani iki   konfederal devletin oluşturacağı bir konfederal devlet tezini ortaya koyduk. 
Ve o tezlerle  Annan Planı öncesinde  2004 yılında başlayan  Kleridis’le sayın Cumhurbaşkanı Denktaş arasındaki  yüz yüze görüşmelerde  “Konfederal “yapının  dışında iki kurucu devletin oluşturacakları  yeni bir ortaklık  devleti ifadesi kullanıldı. Yani  Konfederal devletin tanınması  ve ondan sonra  konfederal  yapıya  gidilmesi açık teziimiz den  bir bakıma kapalı iki kurucu devletin, iki kurucu halkın oluşturacağı “yeni  ortaklık”devleti tezini  işledik.
TEZLERİMİZDE ÇOK ISRARCIOLAMADIK
-Yani biz tezlerimizde  kararlı bir duruş sergilemedik?
-Evet .. Bu bakımdan biz nezlelerimizde çok ısrarcı olamadık. Ve nitekim bu tezimizi de Anan Planı  gündeme  geldikten sonra da koruyamadık. Bu kez  Anan Planı’nda ön örülen merkezi hükümetin  güçlü olduğu  Türklere özünde azınlık hakları veren  ve Rumların 1963  yılında yıktıkları cumhuriyeti  devam ettiği  felsefesi üzerine hazırlanmış olan  yeni kurulan değil de eski devlette ki anayasada   Türklere güçlendirilmiş, koruma altına alınmış  bir takım  azınlık hakları şeklinde  haklar verilmesiyle oluşacak olan  devlet yapısı içinde bir devlet.. Yani eyaletler  düzeyinde bize yetkiler verilip  bununda belirli süre içinde ortadan kaldırılmasını sağlayacak  olan Anan Planı’nı kabul ettik dolayısıyla  Türk tarafı olarak  biz maalesef  tezlerimizde ısrarlı  bir şekilde  sonuna kadar diretemedik.
-Rumlar Anan Planını kabul etmediler, Türk tarafı  etti. Geline noktada   gümrük Birliği Anlaşmasını tüm Üye ülkeler için bu arada Güney Kıbrıs Rum Yönetimini de senin düşündüğün değil benim  kabul ettiğim tarzda,   Kıbrıs Cumhuriyeti olarak  kabul edeceksin diyorlar. Bunun anlamı nedir?
-Bu gün geldiğimiz noktada  özellikle 17 Aralık zirvesiyle birlikte gündeme gelen  “ek  protokolün” ya da “uyum protokolünün”  imzalanmasını kabul etmekle birlikte  biz  Rum tarafını bir süre içinde resmen  tanıyacak,  Türkleri de 1963 yılında Rumların silah zoru ile  kurdukları bu günkü  mevcut Rum yönetiminin  meşrulaştırılarak içine dahil edileceğimiz Kıbrıs Cumhuriyeti  adı altında  sürdürülecek bir yapıya  gelmiş durumdayız..
RUMLARIN ENOSİS HEDEFİ HİÇ DEĞİŞMEMİŞTİR
 
-Dolayısıyla  biz tezlerimizde ısrarı gösteremedik. Ama Rumlar adım adım ilerlediler.. 
-Az önce sormuştunuz  “Kıbrıs meselesi nedir?” diye..  İşte bu noktadan başlıyor.
Kıbrıs meselesi.. Özünde Yunanistan’ın “ Megola İdeası”  kapsamında  13. ada  olarak adlandırılan Kıbrıs’ın Yunanistan’a  ilhak edilmesi..
-Yani Avrupa Birliği kanalıyla mı diyorsunuz?
- Hayır.Avrupa birliği yok.
-Şu anda..
-Ama öncesini de almamız lazım. Daha  Avrupa Birliği filan olmadan Rumların koyduğu bir ENOSİS  hedefi  vardı. Ben onu anlatmaya çalışıyorum ki Rumların  bu hedefi hiç değişmemiştir.
 Megola İdea çerçevesinde  daha önceki isyanlarla  ki örneğin en ağır isyan 1931 yılında  olmuştur. İngiliz  Valisinin konağını yakmışlardır. Bir sömürge idaresi  idi. Kıbrıs, o dönemde İngiltere’ye bağlı Valilikti..  Dolayısıyla Rumlar  ENOSİS’le  Kıbrıs’a hakim olmak istiyorlardı. Sonra  1 Nisan !955 yılında EOKA, ENOSİS hedefine varmak için silahlı mücadeleye, Yunan İstan’a Kıbrıs’ın tamamının ilhakına yönelik mücadeleye  başlamıştır.
Ama  İşbu ENOSİS mücadelesi bu gün  dahi  ortadan kaldırılmamıştır. Halen Yunanlılar ve Rumlar  Kıbrıs’ı bir Helen adası yapabilecek Türkleri  orada azınlık statüsüne düşürecekleri ve  asimile  ederek, göç ettirerek ortadan kaldıracakları  bir   politikayı ta başından beri  sürdürmüşler, bu günde aynı hedeflerinden bir milim dahi sapmamışlardır.
KÖRÜ KÖRÜNE BATIYA BAĞIMLIKIK POLİTİKASI 
-                       Bunu bizim devlet adamlarımız  bilmez mi?
-                       Biliyorlar tabii..
-                       Biliyoruz ama niçin savunamıyoruz? Kıbrıs’taki devleti  silah zoru ile kaldırdılar. Devlet başkanını bile sürdüler.Türkiye müdahale etti. Kan durdu.Sınırlar çizildi.Türklerin güvenlikleri sağlandı. Her ki tarafta da işleyen bir devlet yapısı söz konusu..
-Benim kişisel  değerlendirmeme göre, çok basit bir değerlendirme.
Bu gün niye Türkiye  kendi politikalarında  ısrarlı olamamıştır?..
Çünkü özellikle  Türkiye 1950’lerden sonra  tek yanlı bir Batı politikasını, batıya bağımlı politikayı .. O zaman  Sovyetler Birliği’nin  Türkiye  üzerindeki istek ve tehditlerini biliyorsunuz...
Gerek NATO’ya giriş gerekse NATO çerçevesinde ABD politikalarına tek  yönlü bağımlılıkla birlikte sürekli Türkiye  Batı’nın etkisi altında  politikalar  sürdürmüştür ve bu politikalar çerçevesinde  tezlerini  istikrarlı bir şekilde götürememiştir.
Tabi bunun yan etkileri de vardır:
 Ekonomik  sorunlarla zaman zaman boğuşması vardır.
Kendine güvenenin getirdiği güç vardır. Devletin kendine güvenmesi sayesinde  “istediğim zaman bu meseleyi çözerim^” anlayışının etkisi vardır.
En önemli etkisi Batının  Yunan yandaşı politikaları karşısında  Türkiye’nin bir  bakıma Tek yanlı gözü kapılı Batı yanlısı, özellikle  Amerikan merkezli politikalarının  üzerinde  yarattığı etkilerin sonucu olarak  kendi tezlerini istikrarlı bir şekilde sürdürüp savunamamıştır.
-Sizce Türkiye, bu açmazdan kurtulabilmesi için ne yapması lazım?
-Türkiye bu gün geldiğimiz noktada  aslında açmaz olarak duran süreci maalesef  Avrupa Birliği hedefi yahut projesi kapsamında bazı şeyleri kabul ederek kendi kendini  getirdiği  bir çıkmaz sokak gibi görünüyor..
Bu açmazdan kurtulabilmesi için bir kere öncelikle bu güne kadar izlediği ve sürekli  esnek politikaların hakim olduğu  yapıyı radikal bir şekilde değiştirerek özellikle  1959 antlaşmalarının -Zürih ve Londra antlaşmalarının - Türkiye’ye  Kıbrıs üzerinde tanıdığı hak ve statülere vardır.Garanti anlaşmaları vardır.Yani  uluslararası antlaşmaların, uluslararası hukukun Türkiye’ye verdiği hakların çok net, kararlı bir şekilde koruyacak radikal bir dönüşle birlikte, köklü bir dönüşle ortaya çıkarmazsı lazım. Bu  süreçte eğer  bu gerektirirse  Avrupa Birliği sürecindeki gelişmeleri de  askıya alabileceğini  ortaya koyması lazım.
Aksi halde bu günkü süreç devam eder. Türkiye  bu açmazdan kurtulamaz ve “ek protokolü”imzalaması halinde   veya “uyum  protokolünü” imzalaması halinde de  çok geçmeden birkaç yıl içinde Kıbrıs’sın tümünü fiilen Kıbrıs Rum yönetimini “Kıbrıs  Cumhuriyeti” olarak  kuzeydeki emenliğini de kabul edercesine tanıması sonucunu da getirecektir ki o zaman kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması ortadan kalkacak, Kıbrıs’ta Türkler azınlık statüsüne düşecek.. Çünkü Türk askeri adadan çıkmak  zorunda kalacak .
 Ve Türkiye’den Kıbrıs’a yerleştirilmiş olan ve Rumların ‘’ yerleşikler’’ dedikleri  veya  “sömürgeciler” dedikleri vatandaşlarımızın  tekrar Türkiye’ye dönmesi ve  Kıbrıs cumhuriyetinin Türklerin orda azınlık oldukları  bir göç süreci ve asimilasyon sürecini yaşayacakları   hükmen kabul edilecektir.
 
“TALAT’IN ÖDÜN VERME MARJININ SINIRI YOKTUR.”
-“ Rauf Denktaş orada sütotükoyu temsil ediyor.O orada kaldığı mürtetçe  problemler çözülemez. “ deniyordu. Şimdi Cumhurbaşkanı  değişti. Rauf bey yetkili anlamında yok.. Mehmet Ali bey Cumhurbaşkanı... Sayın Talat’ın ödün verme marjı nereye kadardır?
-Sayın  Talat’ın ödün verme marjının sınırı yoktur. Kendi iradesine kalsa sayın Talat’ın ve Sayın Talat’ın partisinin  ve temsilcilerinin, yetkililerinin, bu günkü Başbakanları dahil ödün verme sınırları  yoktur.Tamamen “birleşik  Kıbrıs “için yani onun daha başka ismi  Türkiye’den kopup  Rumlarla birlikte yaşayabilmek için her  türlü ödünü verecek durumdadırlar.
Ama bu sınırı belirleyecek olan Türkiye’dir.
-Sınırları Türkiye belirler..?
-Evet.. Türkiye’nin  neyi kabul edip  neyi kabul etmeyeceğine bağlıdır nihai  taviz sınırı..
Buda Türk halkına bağlıdır.
-Hükümetimiz bir adım önde olacağız diyor?
Zaten  bir adım önde olacağız denilen politika bu çıkmaza götürmüştür..
 Ve bundan sonraki bir adım önde  olacağızın anlamı şudur: 
Ve diyor ki;  sen beni,  önce insan Haklarını Bütün Kıbrıslıların  kullanacağı şekilde  sınırsız, kısıtsız ve kayıtsız bir şekilde kullanmasına izin vereceksin..Bu ortamı  yaratacaksın.
Bunun içinde işgale son vereceksin..Yani Türk askerini adadan çekeceksin.
Garanti  anlaşmasın  tek yanlı müdahale hakkını  ortadan kaldıracaksın.Yani bu anlaşmayı  da kaldıracaksın. Beni diyor “Kıbrıs Cumhuriyeti “olarak  tanıyacaksın ve buraya getirdiğin  “sömürgecileri” de geri çekeceksin.
Şimdi Rum’un istediği  bu..
Ha bunu  belki birkaç yıl içinde yapacaksın diye düşünebilir. Eğer bir adım  önde olunacaksa  süratle Türkiye’nin bunları yapması lazım. Ve şunu da demesi lazım:
“ Ben zaten bir azınlık olarak  Kıbrıs’ta  Türkleri’de  görüyorum. Tümü  Kıbrıs  halkı diye bakması” gerekiyor. Kıbrıs meselesine getirir bizi.  Dolayısıyla bir adım önde olma politikası  son derece bizi olumsuzluklara sürükleyen politikadır.
Ve bu politikanın da  bir an önce durdurulması terk edilmesi gerekir. Çünkü bir şeyi karıştırmamak gerekir.
-Bir adım önde olmak derken  ne kast ediliyordu?
-“Türkler uzlaşmazdırlar.. Rumlar   çözüm istiyor ama Türkler engellediği için  bu çözüm sağlanmıyor.Özellikle Denktaş bey engellediği için sağlanmıyor.” Dünya kamuoyunun böyle bir imajı vardı. “Ben bu imajı değiştirmek için diplomatik  bir atak yapacağım  ve daima Rum’dan önde olacağım” denmişti.
Fakat  gözden  kaçırılan bir şey vardı.Türkiye hangi adımı atarsa atsın uluslar arası  alanda ve BM’de  AB’de Rum yönetimi  Kıbrıs  Cumhuriyetinin meşru hükümeti kabul edildiği  sürece  bu hükümetin vermek istemediği  ve sizinde almak istediğiniz her görüşme maratonunda  veya sürecinde  siz Rum önerilerin kabul etmediğiniz sürece  uzlaşmaz olmak  zorundasınız. Nitekim devlet olarak kabul edildikleri için  -bunu  işitiyorlar- 
Önce Dünya kamuoyunda  moral güç bulduk. Anna planı aleyhimizde  olmakla  birlikte  biz “evet” dedik. Rumlar “hayır” dedi. Zannedildi ki biz “evet” dediğimiz için bir takım sorunları aşacağız ve “ bak işte  dünya Rumları böyle gördü” diyeceğiz. Ama  bu gün geldiğimiz noktada Papadapulos,  Rum yönetiminin Cumhurbaşkanı  olarak istediklerini Avrupa Birliği  kanalı ya da ABD kanalıyla da BM kananlıyla da Türk tarafına ve Türkiye’ye dikte ettirmektedir ve 17 aralık tarihinde  ilk kez bu güne kadar zımmı olan, kapalı şekilde  olan Kıbrıs koşulu Türkiye’nin önüne 17 Aralık  2004  Bürüksel kararı ile açık  ön koşul haline getirilmiştir..
Ha bu gün  o ön koşul önce kabul edilirken “ gümrük protokolü, uyum protokolü “ olarak adlandırılarak imzalanmasının tanıma anlamına gelmediği  o gün söylenmişti. Ama bu gün Avrupa Birliği  “Hayır sen  bu anlaşmayı  imzalarsan o antlaşmanın uygulamasında yapacaksın.Yani  bu devletle  ilişkilerini iyileştirdiğin sürece    Senin 3 Ekim 2005 tarihindeki müzakere sürecinin  yolu açılacaktır.İyileştirmediğin sürece açılmayacaktır.
Ve bunun içinde öncelikle  bu protokolü imzaladıktan sonra Rum gemilerinin, Rum uçaklarının  deniz ve  hava limanlarına inmesini -  kalkmasını  sağlayacaksın.
Dolayısıyla dikkat ederseniz her isteneni verdikten sonra bir başkası arkasından gelmektedir. Çünkü öncelikle bu Rum yönetiminin adanın  tamamını temsil eden meşru hükümet olmadığını  kabul ettirememiştir. Ve bu tezi de zayıflatan bir takım uygulamalar yapmıştır.
- Daha öncede  AB lerleme raporlarında  Kıbrıs maddesi vardı.. Hatta Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ye Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla girmesine de ses çıkarılmamıştı... Gelinen noktada  Kıbrıs konusundaki tavizkar tutumun  mevcut  hükümete yüklemesi  haksızlık değil mi? Hükümet, bir adım önde politikasını olmayacakların görülmesi şeklinde değerlendiremez mi?
- Türkiye geçmişte Kopenhag  zirvesinde, önce de  “gümrük birliğinde “ Rumların lehinde davranan  müzakere sürecinin başlatılması kararına  sert, net ve kesin bir  tavır  koymamıştır. Ve sadece onu protesto eden,o kararı tanımadığını ifade eden bir açıklama ile yetinmiştir.
Arkasında  2004 yılında Helsinki de  çözüm olsa da olmasa da  Kıbrıs Rum yönetiminin başvurunun  üyeliğe dönüşmesi  kararının  kabul edilmesini,  zimmen Helsinki zirvesi kararlarını kabul etmiştir.
Arkasından 12 –13 Kasım  2002 tarihindeki Kopanhang zirvesinde  net tavır koymamak suretiyle  Kıbrıs Rum yönetiminin Kıbrıs Cumhuriyeti olarak  üyeliğinin   kabul edilmesi  ile esneklik  gösterilmiştir. Ardından 16 Nisan 2003 tarihinde  Katılım antlaşmasının imzalanmasına  gözlemci olarak  Atina’daki Türk Büyükelçisinin katılmasıyla  antlaşmayı en azından  dolaylı da olsa  tanıdığını kabul etmiştir.Yani üyelik uygulamalarını..
Ardından malum  17 Aralık zirvesiyle ön koşul aline gelmiştir.Şimdi “protokolü  imzalayacağım ama uygulamayacağım” diyor..
Uygulayacak.. Uygulamak zorunda kalacaktır..
Dolayısıyla bir süre sonra tanımaya  gelecektir. Bir süre sonra da  “evet ben Kıbrıs Cumhuriyetini  fiilen de , hukuken de tanıyorum, adadan da askerlerimi şu koşullarla, şu  şekilde çekiyorum” diye kabul etmek zorunda kalacaktır.
Dolayısıyla  bir adım önde ve uzlaşır  konumda  görünmeye çalışılarak ilerleyen her türlü esneklik; Kıbrıs Meselesinde Rum - yunan ikilisinin ana hedefinin ve temel stratejisinin ne olduğunu anlamamak ve ona  göre hereklet etmektir.Ve bunun önünü açmaktır.
Şimdi az önce siz deniz ya..Avrupa birliğine girerek  taksim tezinden vaz geçtik..Aslında  bunu şöyle ifade edeyim..
Rum tarafını  AB’ye girişinin bir tek siyasal  amacı vardır. Oda şu hesabı yapmıştır:
Eğer Kıbrıs Rum  tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla AB’ üyesi olursa o zaman AB içinde istediği  yere silahla ulaşmadığı hedefe  ulaşabileceğini  hesaplamıştır.
 
ENOSİS,  AB ARACILIĞIİLE  GERÇEKLEŞTİ
-Yani ne idi o hedef?
Adanın bir Helen adası,  Rum Cumhuriyeti haline dönüştürülmesi..  Türkiye’nin  1959-60 antlaşmaları ile ada üzerinde kazandığı hak ve statülerinin ortadan kaldırılması,  Türklerin eşit Kurucu ortak statüsünün azınlık statüsüne düşürülmesi ve adadan Türk askerinin çekilmesi..
Dolayısıyla bu sonuca  onların “işgal” dedikleri ortama son verilmek için ve Helen  adası haline Kıbrıs’ı getirmek için  AB’yi bir araç olarak görmüşlerdir.  Ve bu hedeflerine de bu aracı kullanarak şu anda  Güney Kıbrıs’ı dolaylı olarak ENOSİ’i gerçekleştirmiş, aslında  bütün  Kıbrıs’ı dolaylı olarak ENOSİS’i gerçekleştirmiş ama   Kuzey  üzerinde şuanda egemenliğinin  merkezi hükümetin olmadığı  kaydını da  Katılım antlaşmasının ardından Kopenhag zirvesinde  kayda aldırmıştır.
Yani Kıbrıs şu anda bütünü ile  AB’ye girmiştir.
Ama sadece  güneyi Yunanistan’la AB çatısı altında  birleşmiştir.
Nitekim Simitis, 18 Nisan  2003 tarihinde  -AB Dönem Başkanı  Yunanistan iken onun Başbakan olarak-  ilk ziyaretini Kıbrıs’a yapmıştır.  Kıbrıs’a  AB dönem Başkanı olarak yaptığı  ilk ziyarete   
 Hilton otelinde “ENOSİS’i gerçekleştirdik” diye demeç vermiştir..
AB’ye girmesiyle GKRY taleplerinin talepleri artık AB talepleri şeklini aldı. Çünkü  ortam müsait, elinde Veto hakkı var.

-                        Nasıl olsa AB şemsiyesi altına girdim. AB ülkesine kimsenin saldırı da bulunmayacağı göz önüne alındığını  ya da AB’ye girdikten sonra iyi niyet gösterisi diye de algılayacağımız şekilde silahlanmayı azalttı mı? Ben askeri mi azattım, silahlanma yarışını kestim.. Eğitime, ağlığa vs harcama yapıyorum.Hatta iddia ettiği gibi Türkler benim zaten vatandaşım onlara da şu yardımları yapıyorum ..Şöyle kolaylıklar sağladım. Güney Kıbrısta rahatça iş kurabilirler, içi olarak çalışabilirler, okurlar.. Ticaret yapabilir.. Havaalanlarını  açtım her türlü uçuş yapabilir limanlarımı kullanabilirler. Üniversitelerim var, Kuzeydeki Türklerden öğretim üyelerine buyurun gelin üniversitelerimde ders verin  diyebilir. Böyle kolaylıklar sağladı mı?

-                       Bir  kere silahlanmayı asla durdurmadı.

Günde ki buçuk milyon  dolar harcama yaparak  hala silahlanmasını sürdürmektedir.Ve aldığı silahlar savunma silahları değil  saldırı silahı niteliğindedir.Dolayısıyla  silahlanmasını durdurmuş değildir.

Ama şunu  diyor..Zaten ben vatandaşlarıma karşı silahlanıyorum demiyor.

“Ben Türkiye’ye karşı  silahlanıyorum “diyor..Ve her an Türkiye ile savaşmaya hazır. “Çünkü,  benim ülkem işgal altında işgal sona erene kadarda  sürdüreceğim” diyor. Rum yönetimi Türk haklarını  tanımadığı sürece de silahlanmayı sürdürür..

Gemilerimizi limanlarına sokmuyor.Benim egemenliğimi kabul etmeden  limnları açmam diyor.

Eğer iyi niyetli iseler  bu tür kolaylıkları sağlamış olmaları gerekirdi. Onlar Türklerle hiçbir şeyi paylaşmak istemiyorlar.

İyi niyet belirtisi görülmedi. Zaten Türkler aeyhine olan Anna palanına da hayır diyerek bu  duruşlarını oraya koydular..

AB garantisine rağmen silahlanmalarını sürdürüyorlar..

Ve gelinen noktada  Türkiye’ye  karşı ABD’de veto silahını kullanır noktaya geldiler..

Uyum protokolünün imzalanmasına razı olmazlar, bunun uygulamasın da isteyecekler, o zaman  söyledikleri her şeyi elde etmiş olacaklar..

Anana planında değişiklik demek, mevcut haline razı olmadıklarını ortaya koydular.Bundan sonra bu planın görüşülmesi  ile  Türk tarafından daha fazla koparma demek..

Benim adıma ticarete evet diyerek ticaret görüntüsü altında Türk tarafını çözmeye çalışıyor. Dorudan ticarete  hiçbir zaman izin vermedi, vermiyor..

-Peki gelinen noktada Türk tarafının kabahati yok mu?

Kıbrıs’ta var olan düzeni  Sampson  darbesi ile kendileri bozdu. Kıbrıs Türkünü yok etme planlarını uygulamaya koydular.Darbe yaparak o zamanın meşru devletini yok saydılar. Devlet başkanı olan Makarios’u kaçırdılar..

Dolayısıyla Türk tarafı müdahale ederek   Türklerin can güvenliğini sağladı.Tartışılabilirdi,  ancak sınırlar da çizildi. Olaylar stabil hale gelmişti.

Gel bu sınırları tartışalım  diyecekken  tekrar Makarios’ un Adaya cumhurbaşkanı olarak dönmesine razı oldu.Bu görüntü dünyada Meşru devlet başkanı döndü, devletin düzenini bozanlar gitti ve devlet tüm kurumları ile yerine oturdu. Artık Türklerde eskiden olduğu gibi  Kıbrıs Cumhuriyetinin vatandaşları olarak yaşasınlar bu ayrılıkçılıkta nerden çıktı  noktasına gelindi.

Bu hata değil miydi.

-Doğru.. Makarios’un adaya  cumhurbaşkanı olarak dönmesine razı olunmamalı idi. Fakat  o zaman bile  güneydeki  Türklerin Kuzeye, Kuzeydeki Rumların  güneye taşınması anlaşması yapılmış mevcut durum  yani fiil durum kabul edilmişti..

O zamanlar şartlarda bu günkünden daha uygundu.

Biz o zaman Makarios’u döndürmekle kalmadık, iki devlet  temelli bir yapı oluşturmak istediğimizi söyledik. Dorudan bağımsızlığa giden yolu tercih etmeliydik. Federasyon dedik.Kuzey Kıbrıs Türk Federe devletini kurduk..

Daha sonra Rumlar yine de yanaşmayınca  1983 de  Kuzey Kıbrıs Türk cumhuriyetini ilan ettik ama yine de federasyon temelinde birleşeceğiz dedik..

Kasım 2002 tarihinden sonrada  daha esnek bir politika izleyerek bu noktaya geldik..

Dilim dilim gitmesine seyirci kalamayız..

Bağımsız cumhuriyet için mücadele etmeliyiz..

-                       Türk tarafında vatandaşların çoğu  Anan planına “Evet” dedi.. Plana “hayır” diyen  Denktaş değil de Talat tarafı kazandı. Bu durumu nasıl izah ediyorsunuz.?

-                       Adadaki Türk tarafı bunu Türkiye’nin işareti sayesinde yaptı.Halkımız şu kanaatte Türkiye’nin bildiği bir şey var ki bize “evet  deyin”  diye tavsiye ediyor.Türkiyesiz olmaz, onunu dediğini yapayım diyerek yaptılar.

Fakat bu sonuca gelişde şu da bir gerçek.

Adadaki Türk halkı  Türkiye’ ye hayır diyemezdi. Çünkü Türk halkı Türkiye’ye karşı mücadeleyi hiç düşünmemiştir. Adadaki Türk halkı Rum –Yunan ikilisine karşı mücadele etmiş, ve etmektedir. O onu bilur. Ama  bir gün gelip Türkiye’nin istediği tarzda çözümde hayır diyerek Bağımsız Cumhuriyet şeklinde yaşama mücadelesi vereceğini aklından geçirmemişti. Belki de eksiğimiz buydu..

-                       Peki son sorum..

  Sömürge yönetimini görmüş,  Akritas planlarını aşmış, Sampson darbesinde büyük  bir katliam ve soykırımdan kurtulma mücadelesi vermiş.. Makarios gibi kurt ir politikacıya, cin bir din adamına  karşı durabilmiş..Sonrasında da  adeta yedi düvele değil de tüm dünyaya karşı “Halkının hakları için” durmuş bir kişi Denktaş bey bundan sonra  “halkım bunu istedi ne yapıyım” deyerek  köşesine çekilip emekliliğini mi yaşar?

-                       Kendisi söyledi.Mücadeleye daha rahat devam edeceğim diye..

 

 

::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::

 

..................0000000000000000.................

Rüyalarınız hülyalarınız

 

Çocukluğunuzda ilk okulda e lisede  hedefiniz ne idi?

-şunu söylemekte  yarar var diye düşünüyorum.

Küçüklüğümde  ilk okula başladığım sıralarda çok idaelim yoktu.yani   neolabilirim diyebir düyşüncemolmadı.

Fakat  şöyle i bir eylimi olduğun hissettim.Asker olmayı tasarlıyordum.Yani  subay olmayı düşünüyordum.

Liseye geçence  lisede bu daha z çok  somutlaştı askerlik  kendi içinde  netleşti.Havacı olmayı düşündüm.

Ve liseyi bitirdiğim zamada kara harp omkuluna  müracaat yapmıştım ancak o dönemde  özellikle  1960 27 Mayıs devriminden sonra  alınan bir karar yada  çıkarılan  yasa ile sivilliseden  mezun olanların askeri harp okulunagirişlerie  son vermişlerdi.Dolayısıyla  bana gelen yahnıtta böyle bir şeyin mümkün olmadığını  belirtişlerdi

Dolayısıyla somut olarak  gözümünönünde olan  havacı olmayıyı, hedefine ulaşamadım.

-lefkoşe doğumlusunuz.Sömürge  devleti içinde doğmuş, daha sonra bağımzsızlık  hareketlirini gençlik dönemleinde hissetmeyebaşlayan insansınız.Böyle bir  ülkede doğmanın,büyümenin sizde negibi bir izler bıraktı? Bunu  türkiye gibi bağımsız bir ülkede olalardüşünemeyebilir ama sizin  çocukluk ve gençlik dönemlerinzde yaşadığınız  olaylar bağımszlıkla bağımlılıkğı nasıl fark edeyordunuz_?

-          Birkere şunu eziklikle başladık.

-          Birinci  ve ikinci sınıflarda iken  yani 1950- 51-52  yılları arasında okula gittiğimiz zaman Cumartesi günleri tatil olduğu zaman  bayrak direğine İngiliz  bayrağı  çekilirdi.Yaşa  Kraliçe maşını okurduk. Pazartesileride  yineingiliz bayrağını ingiliz marşı ile indirirdik..

-          Fakat bizde  bir kimlik özlemi, Türk kimliğni aşatma  duygusu ve  Türkiyeye  müthiş bir özlem Ve  dolayısıyla kendi vatanımızı  yaratma  duygusu vermişti.

-          Ondan  sonraki yıllarda özellikle 1955 lerden sonra  EOKA’nın  yeniden  ENOSİS amaçlı  olarak başlattığı  önce kısa bir süre  ingiliz askerlerine saldırıları daha sonraları Türklere  karşı yoğunlaşan saldırıları   ile birlikte bu kez Rumlara karşı mücadele duygularımız güçlendi.O dönemde önce  İngilizlere  karışı olan tepkimiz ve mücadelemiz , daha sonra  Rumlarla fiilen çatışmaya kadar  varan mücadelemiz  bizde o dönemin sloganı halinhe gelmiş “ya Taksim ya ölüm” sloganı ile başlattığımız mücadelede  ve bu doğrultuda  patetes üzerine kıbrısı yapıp,orta yerinden Kıbrıs’ı ikiye  bölüp kaıtların üzerine  kırmızı mürekkeple  baskı yapmak suretiyle çeşitli maçların toplu etkinliklerin olduğu yerlerde  gidip o kağıtarı küçük küçük karalar şeklinde  kesilmiş ve üzezerinde taksim edimiş kıbrıs  görüntüsünü savuruyorduk.

-          Dolayısıyla  bu bizde önce ilk okul sonlardan itibaren olan o söylediğimiz duygularla birlikte ortaokulda  bu fiili taksim tezini savunulması mücadelesi ve lisede  liseye girdiğimzde  1960 antlaşmaları gerçekleştiği izi-çin Kıbrıs cumhuriyetini korunması ..

-          Dolayısıyla  bizde o dönemde hala etkilerini yaşadığımız  bir  türkiyeye bağlılık , Anavatan dediğimiz, Anavatana gelmek, Anavatanda  okumak duygularımız giderek güçlenmiş durumda idi.

-          - Ne tür olaylaa gülersiniz?

-          Keh keh...

-          Ne tür olaylara gülerimmmmm.....Bir kere  çok anlamlı karikatürler  olduğu zaman kendi başıma o karikatürlere uzun süre  gülerim.

-          Belirli davranışlardaki  özellikle saf görüntülü  ifadelerle birlikte imaj olarak yüzünde  beliren mimimklere  çok gülerim.Bu mimikler alaylı anlamda değil..Hoşua giden  anlamda.Ve tabii dolaısıylabir komik takım  etkinliklerde gülerim.

-          Hiç ağladıız mı?

-          -Ağlarım. Duygusal bir insanım.

-          Örneğin  bir kere çok duygusal bir olala karşılaştığımda.Bu  ulusal düzeyde olur.Bağımzılık hareketi. Dmin az önce söylediğimiz..Sorduğunuz soruyu dikkate aldığımızda ...

-          Biz ortaokulda iken , ilk okulda iken özellikle ilk okul son sınıflarda  Türk  filimleri görmeye başlamıştık Kıbrısta ..Ve  o türk filimlerinde örneğin istanulda  boğazda geçen gemilerin, feribotların , motorları  gördüğümüzde arkadaki Türk bayrağını gördüğümüzde orda duygulanırdık.Ayağa kalkar  obayrak  görüntüsü gidenceye kadar alkışlardık. VE ağlardık.Böyle olayarda ağlardık...

-          Veya birde ben bir film sahnesinde çok duygusal  sevgi gösterisi  olduğu zaman o duygu ortamında gözlerimden  yaşarır ağlarım. Benzer ayrılık sahneleride..Muhatapla  vedalaşırken içim dolar ağlarım .. Kendimi zor  tutarım.

 

-         

 

/////////////////////////////////////////////////

 

 

 

Necati Çavdar’la ufuk turu...

Anayurt Gazetesi

 

KÖKSAL TOPTAN:

 

·               Türkiye’nin  Hıristiyan dünyası ile barışması 2001 senesinde  dünyanın  gündemine gelmiştir.. Yani medeniyetler çatışmasının  ivme  kavzamasının  beklendiği bir dönemde medeniyetlerin bir araya gelmesi, buluşması  her iki taraf içinde yeni bir umut olmuştur.

·               Türkiye, Müslüman dünyayı temsilen  Avrupa Birliği’ne   büyük öneri getirmiştir.

·               Avrupa Birliği çatısı altında  bulunacak olan bir Türkiye,  bir milyar üç yüz milyonluk İslam  dünyasını temsilen ab’DE  bulunmayı istiyor.

·               Şayet Avrupa Birliği, Türkiye’nin elini itseydi. O zaman Avrupa birliği Hıristiyan kulübü olurdu.

·               Bin yüz sene sonra  ilk defa iki medeniyetin  buluşmasının, bir birine daha yakın olmasının  yolu açılmıştır.

·               Bizim entelektüellerimize, aydınlarımıza, üniversitelerimize, sivil toplum örgütlerimize  çok ciddi görevler  düşüyor. Ama Türkiye’nin belirli bir disipline ihtiyaç vardı.

·               Biz üniter devlet yapımızdan ödün veremeyiz.Kendi  milli menfaatlerimizden de ödün vermeyiz.Zaten biz bunları tartışmayız, tartışamayız.

·                Avrupa Birliği’ne adaylığının Türkiye ‘ye getirdiği bir takım özgürlüklerden,  demokratik alanın genişletilmesi, demokrasinin daha rahat işlemesi  zemininden yararlanarak  Türk insanını rahatsız edecek sözlerle muhatap olacağız. Bir takım  rahatsız edici düşüncelere  muhatap olacağız.

·               Ne kadar düşünce söylenirse söylensin eyleme dönüşmeği takdirde, bana göre insanları  artık bu yüzden  mahkum etmemek lazım.

·               Birinin zorlaması.. Birinin bizi disipline etmesi  gerekiyor. O nedenle Avrupa Birliği’nin  baskısı,  işlerin  çabuklaştırılmasına neden oldu.

·               Beş sene, on sene öncesine kadar Türkiye’nin, dünyanın konjektörü çok farklıydı.

·               Türk Ceza  ve ona bağlı kanunların şöyle bir önemi var. Türkiye bu kanınla ilk defa bir temel kanunu orijinal  kanunu, Türk ürünü olarak yapıyor. Ve iddia ile söylüyorum bundan sonra dünyada yeni bir  ceza kanun yapacak olanlar  Türk Ceza Kanunun referans kanun olarak göreceklerdir..

·               Biz TCK’yı yaparken daha çok Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını  esas aldık.. Bir çok alanda da Avrupa’nın yapmadığı şeyleri yaptık.... Türkiye’de  bir takım hassasiyetlerin olduğunu, devam ettiğini kabullenmemiz  lazım. O nedenle bazı alanlarda  “ zaruretten” yapamadıklarımız  var.

·               Önemli sorunlarımız: Uygulamada karşılaştığımız aksaklıklar.. Birde kabul  meselesi var....   Kafa olarak  kabul meselesi .....

                                   ............................000000000000000000000......................................

 

 

TBMM’de  en fazla  çalışan Komisyonlardan en önde olan özelikle AB süreci çerçevesinde  çok   fazla değişikliğe imza  atan komisyonun, TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Köksal Toptan’la AB’nin sadece Türkiye için değil, İslam dünyası için önemini ve AB’ye gidilen yolda yapılan mevzuat değişikliğini konuştuk.

 

- Geçen dönem TBMM, Komisyonunuz ve siz Avrupa Birliğine giden yolda büyük efor ve emek  sarf ettiniz.Ancak hiç beklemediğimiz halde 17 Aralık’taki Avrupa Birliği il görüşmeler sırasında sizi müzakerelerin merkezinde gördük.Oradan kamuoyuna yansıyan bir sözünüz dikkatimi çekti. “Türkiye’nin Avrupa  Birliğine  girmesi;  Türkiye için değil, İslam dünyası içinde önemli.Türkiye’nin Avrupa birliğinde olması sadece Türkiye’yi değil, Türk dünyasını, İslam dünyasını  da ilgilendiriyor, etkiliyor”  şeklinde bir sözünüz var.Suudi Arabistan’ın  ya da  Fas’n  falanca platformda olması bizi neden etkiler? Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde olması Fas’ı Endenozya’yı , Türkmenistan’ı     İslam ülkelerini, Türk Cumhuriyetlerini ve  İslam ve Türk topluluklarını, coğrafyasını  neden ilgilendiriyor? Bu  sözleriniz  ne anlama geliyor?

-Dünya,  1450 yıldır İslamiyet’le  tanışıyor.

Peygamber efendimizin tebliği çalışmalarını yaptığı dönemlerde zaman zaman çatışmalar görüyoruz. Ama  bu çatışmaların din çatışması olmaktan  çok başka nedenlere bağlı olduğu görülüyor.

Özellikle Müslümanlarla  Hıristiyanlar arasında çatışmalar olmadığını görüyoruz.

Ama dokuz yüzlü yıllara geldiğimiz zaman  yani bundan  bin yüz bin iki yüz sene öncesine  gittiğimiz  zaman yavaş yavaş Haçlı seferleriyle başlayan  bir Müslüman - Hıristiyan çatışması görüyoruz.

Hıristiyan- Müslüman çatışması geçen bin yüz sene içerisinde zaman zaman  haçlı seferlerinde olduğu gibi insanlık dramlarına da dönüşmüştür.Akıl almaz  katliamları insanlık o dönemde  yaşamıştır.

Daha sonra Hıristiyan dünyası başta kara Avrupası olmak üzere kendi içine dönmüş, 1789  Fransız ihtilalinden sonra, Amerikanın keşfinden sonra,  Amerika Birleşmiş Devletlerinin  1776 da kurulmasının ardından , Amerika’da yaşayan insanlarla İngilizlerin  çatışması...  Avrupa’ya döndüğümüz zaman, Avrupa’nın kendi içinde  derebeyliğin yıkılmasıyla ortaya çıkan  o fedeol yapın 1789 Fransız ihtilali  etkisinde kalarak  hareket etmesi ..

Biraz  daha öncesine gittiğimiz zaman orta çağda Rönesans hareketleri  bittikten sonra yeniden özellikle  20 asra geldiğimiz, 20. asrın sonlarına yaklaştığımız zaman  yine  bir Hıristiyan Müslüman  çatışması insanlığın önüne çıkmaya başladı.

Kimi İslam düşünürleri  Hıristiyan  dünyasının İslam dünyasının zenginliklerini kullandığını var saymıştır.

Buna karşılık Hıristiyan dünyasındaki bazı ilim adamları, özellikle Hantington’un medeniyetler çatışması  kitabında öne sürdüğü gibi; Müslümanlık ve Hıristiyanlık  dünyasının çatışmasının  kaçınılmazlığı konusunda teoriler üretilmiştir.

İşte medeniyetler  çatışımsına doğru dünya gidiyor mu diye, Hangtington’un  kitabı  tartışılırken; Dünya, 11 Eylül olayını yaşamıştır.

Amerika’ya yapılan saldırı, İslami terör  etiketli,  Tırnak içinde söylüyorum “İslami Terör “etiketli  saldırı, dünyada  yeniden Hıristiyanlıkla Müslümanlık çatışıyor izlenimini yaratmaya başlamıştır.

Giderek başta Amerika  olmak üzere   dünyada özellikle Hıristiyan kesimler İslamiyet,  özellikle Kur’an-ı Kerim’de bütün güzellikleri,  bütün iyilikleri insanlara öğütleyen  bir dinin  kitabının kabul edildiği  İslam dünyasında Müslümanları sanki  dünyada ne kadar kötü bir iş varsa, ne kadar  terör olayı varsa onunla özdeşleşmiş  bir izlenim  yaratılmaya çalışılmıştır.

2001 DÖNÜM NAKTASI

Şimdi bu ortamda Türkiye’nin  Hıristiyan dünyası ile barışması 2001 senesinde  dünyanın  gündemine gelmiştir.İlk defa tarihinde  Müslüman dışişleri  bakanları ile  Avrupa Birliği  üyesi ülkelerin  dışişleri bakanları Türkiye’nin daveti ile İstanbul’da bir araya gelmişlerdir.

Bu çok önemli bir buluşma idi.Yani medeniyetler çatışmasının  ivme  kavzamasının  beklendiği bir dönemde medeniyetlerin bir araya gelmesi, buluşması  her iki taraf içinde yeni bir umut olmuştur.

Ama tabi..Bunu daha  ileri aşmalara götürülmesi lazım.

İşte bu aşama da Müslüman  bir ülke olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği çok önem taşıyor .

TÜRKİYE MÜSLÜMAN DÜNYAYI TEMSİLEN AVRUPA BİRLİĞİNDE OLMAYI İSTİYOR  

Ve bunca yıllık  çatışma ve çarpışmanın ardından  ilk defa Hıristiyan dünyası ile  Müslüman dünyanın temsilcisi Türkiye bir birlerine elini uzatıyor.

Şimdi biz  çoğu yerde söyledik.Türkiye, bin yüz senedir süren  bir büyük kavganın, bir büyük mücadelenin, çatışmanın  sona erdirilmesinin  yolunu  açacak   eli uzattı  bize denmesi lazım.

Şunu biliyorduk biz: Avrupa’nın  fanatik Hıristiyan kesimleri, “Avrupa Birliği’nin  bir Hıristiyan  kulübüdür.O nedenle  Müslüman bir ülke olan Türkiye buraya giremez, üye  olmamalıdır”sözleri çok  yankı bulmuştur.Çok taraftar bulmuştur.Hala Avrupa’da belirli kesimlerde bu temanın işlendiğini  biz hatırlıyoruz.

Ama burada   gerçekten Türkiye çok büyük bir adımı atmıştır. Bu eli uzatmıştır. Ve , Müslüman dünyayı temsilen  Avrupa Birliği’ne   büyük öneri getirmiştir. Bu bir barışma, bu bir uzlaşma bu bir Medeniyetlerin  uzlaşması bir araya gelmesi  projesidir.

Bu açıdan baktığımız zaman, Türkiye’nin atmış  olduğu bu adımla bir büyük medeniyet adımı atıldığını görürüz.Ve ilk defa,tarihinde ilk defa bu iki medeniyet.... Müslüman ve Hıristiyan medeniyeti bir araya  gelme imkanını  bulma,  bir çatı altında; adına kulüp deyin, birlik deyin., adına  bir sosyal  birlik deyin... ama  bir isim altında bir araya  gelmesinin yolu açılıyor.

Avrupa Birliği.. Bu çatının adıdır.

Avrupa Birliği çatısı altında  bulunacak olan bir Türkiye,  bir milyar üç yüz milyonluk İslam  dünyasını temsilen orda bulunmayı istiyor.

O nedenle adına  İslami  terör denilen  kimi Müslüman ülkelerde ortaya çıkan terör olaylarının  en çok sıkıntı verdiği ülkelerin Müslüman ülkeler olduğunu düşünürsek, Suudi Arabistan, Irak, Suriye, Filistin , Afganistan..Yani İslami terör denilen  terör  cinsinden en çok sıkıntıyı, en çok ızdrabı Müslüman ülkelerin çektiğin düşünürsek, bu medeniyet buluşmasında yani Türkiye’nin  Avrupa Bibriği üyeliğinden en çok memnun olması gereken ülkelerinde bu Müslüman ülkeler olması lazım geldiğini düşünüyorum

AVRUPA BİRLİĞİ, TÜRKİYENİN ELİNİ İTSEYDİ.O ZAMAN AVRUPA BİRLĞİ HIRISTİYAN KULÜBÜ OLURDU

Özellikle  sayın Abdullah Gül’ün son  Ürdün ziyaretinden aldığımız izlenimlerde Türkiye’nin bu duruşunun İslam ülkeleri  açısından  doğru okunduğunu da  görüyoruz.Yapılan açıklamalar; Türkiye’nin Avrupa Birliği teşebbüsünden büyük bir mutluluk duyduklarını, Avrupa birliğinin; Türkiye’ye müzakere tarihi vermesinden de  bu ülkelerin büyük bir mutluluk duyduklarını ortaya koymaktadır.

Özetleyecek olursak; ilk defa bu iki büyük  medeniyet, bir araya  gelme imkanı buluyorlar.Bu iki medeniyetin hiç biri kendilerine  karşı uzatılan eli ret etme  hakkına ve lüksüne bana   göre sahip değildir. Şayet Avrupa Birliği, Türkiye’nin elini itseydi.O zaman Avrupa birliği Hıristiyan kulübü olurdu.O zaman Avrupa  Birliği global terör değimiz terör hadiselerinden şikayet etme hakkını  da ciddi şekilde kaybederdi.Ama bu olmamıştır.Avrupa Birliği’nde sağduyu hakim olmuştur.

Ve bin yüz sene sonra  ilk defa iki medeniyetin  buluşmasının, bir birine daha yakın olmasının  yolu açılmıştır.

AVRUPA MEDENİYETİ  İLE YOZLAŞMADAN UZLAŞMAMIZ LAZIMDIR.

_”Türkiye  İslam dünyasını temsilen geliyorsa olmaz.Ancak bizim şartlarımıza uymak, bizim normlarımıza uymak  şartıyla  hayhay” diyen Avrupalılar var.

Türkiye’ de de “Bu haçlı saldırısıdır, Medeniyetler buluşmayacak medeniyetlerin dönüşmesi söz konusudur.” Deyerek endişe edenler var.Böyle bir tehlike var mıdır?

Böyle bir tehlikenin olmaması için ülkede  bir altyapı söz konusu mudur?..

Veya Türkiye’nin  dinamikleri, varsa böyle bir tehlikeyi karşılayabilir mi?

-Bana göre böyle bir tehlike söz konusu değildir.Tabi şunun altını çizmemiz lazımdır.Biz Avrupa medeniyeti dediğimiz medeniyetle yozlaşmadan uzlaşmamız lazımdır.Bunu becermeliyiz.O nedenle sık sık  tekrarladığım bir şeyi burada tekrarlamak istiyorum.Biz Avrupa Birliği’ni kendi kimliğimizle istiyoruz.... Kendi geleneklerimizle istiyoruz... Kendi kültür hazinemizle, kendi binlerce yıldır devam eden alışkanlıklarımızla,  kendi sağlam aile yapımızla , bu kimliğimizle biz Avrupa Birliği üyesi olmak istiyoruz.

Biz inanıyoruz ki  bizim bu özelliklerimiz, Avrupa’ya zenginlik katacaktır.Avrupa’nın  geçen zaman içerisinde kaybettiği özeliklerdir bunlar.

Bu özeliklerle  Avrupa birliği yeniden tanışacaktır.

Elbette bizim de Avrupa Birliği üyesi olmakla tanışacağımız bir takım kültürler var.Bir takım yenilikler var.Biz onları biliyoruz. Biz onları bilerek Avrupa Birliği’ne üyeliliğine  talip oluyoruz. Ama biz onlarla tanışırken, biz  o kültürün yararlanabileceğimiz  yönlerini kendi ülkemize getirirken, kendi insanımızla tanıştırmaya çalışırken  kendi  kimliğimizden ödün vermeden unu yapmayı becermeliyiz.Bu nedenle yozlaşmadan uzlaşmasını bilmeliyiz diye söylüyorum.

Bu  bence zor değildir, imkansız değildir.Ama kendiliğinden olacak bir şeyde değildir.

O nedenle  bizim entelektüellerimize, aydınlarımıza, üniversitelerimize, sivil toplum örgütlerimize  çok ciddi görevler  düşüyor. Ama Türkiye’nin belirli bir disipline ihtiyaç vardı.

Türkiye Avrupa birliği tarihi almadan çok ciddi bir atak yaptı. Siyasi istikrardan da yararlanarak güven ortamı yarattı.Avrupa Birliğinden  müzakere tarihi aldıktan sonra daha da artarak yükseliyor. Öyle ümit ediyorum ki müzakereye başladığımızdan  sonrada  bu ivme süratle yükselecektir.

Bence elbette  biz üniter devlet yapımızdan ödün veremeyiz.Elbette  biz kendi  milli menfaatlerimizden de ödün vermeyiz.Zaten biz bunları tartışmayız, tartışamayız.Ama Avrupa Biriliği üyeleri ülkelerine baktığımız zaman bunlarda kendi  milli menfaatlerinden ödün vermiyorlar.Kedilerini  sıkı sıkıya koruyorlar.

Avrupa Birliği üyeliği Türkiye’nin parçalanmasına ,yok olmasına yol açacak  bir süreç değildir.O sürece  Türkiye de hiç kimse izin vermez.Hiç kimsenin aklından da böyle bir şey geçmez.

-Hiç bir tehlike olmaz mı?

-Hiç kuşku yok ki; Avrupa Birliği  sürecinin  Avrupa Birliği’ne adaylığının Türkiye ‘ye getirdiği bir takım özgürlüklerden,  demokratik alanın genişletilmesi, demokrasinin daha rahat işlemesi  zemininden yararlanarak  Türk insanını rahatsız edecek sözlerle muhatap olacağız.Bir takım  rahatsız edici düşüncelere  muhatap olacağız.Ama biz  bunlara alışmamız lazım.Fikirlerin  serbestçe söylenmesi bizim sadece Avrupa Birliği  üyeliği önündeki  bir özelliğimiz olmaktan çıkmalı.Demokrat dünyanın, hür dünyanın özgür dünyanın  bir üyesi olmakla yerine getirilmesi gereken mükellefiyetler olarak algılanmalı.

-Komisyon olarak Avrupa birliği yolunda  siz ne yaptınız?

Bu komisyon Avrupa Birliği yolunda  altı tane uyum paketi geçti. Ceza mevzuatını değiştirdi.Ve her zaman bireyin hak ve özgürlüklerini öne alan bir felsefeyle, anlayışla  bunu takip etti.Ama bunu Avrupa Birliği bizden istiyor diye değil, bizim insanımız bunlara layık olduğu için bunları  yapıyoruz.

Bu demokratik alanın, düşünce özgürlüğü alanının  İstismarı da mümkündür.Bunu da kabul ediyorum.Ama istismar edilir diye  insanımızdan bu hakları  alamayız, alıkoyamayız.Çünkü ne kadar düşünce söylenirse söylensin eyleme dönüşmeği takdirde, bana göre insanları  artık bu yüzden  mahkum etmemek lazım.

-Siz  eskidende  bu tür çalışmalar içinde oldunuz.Parlamenterlik, bakanlık yaptınız o günleri  yaşadınız..Bu tür değişiklikleri daha önce   neden yapamadık.Avrupa Birliği sürecinde mi yapmamız gerekirdi? ..  Engelleri neydi? Varsa engelleyen dinamikler... O, dinamikler bu gün  nasıl değişti. O günkü zorluklar neydi, bu günkü kolaylıklar nedir?

-.......

-Sebebi Avrupa birliği mi?

-Hayır bana göre bunun iki tane temel sebebi var.

Bunlardan bir tanesi :

Bizim biraz fazla tembelliğe düşkünlüğümüz... Bizim sorunları zamana yayma  alışkanlığımızdır.

Deyim biraz kaba.. Ancak, merama mı başka anlatma imkanım yok..Yumurta kapıya dayanmadan  biz ...

Maalesef, birinin zorlaması.. Birinin bizi disipline etmesi  gerekiyor.O nedenle Avrupa Birliği’nin bu baskısı,  bu işin çabuklaştırılmasına neden oldu.

Ama bir başka  nedende bana göre şudur:

Beş sene, on sene öncesine kadar Türkiye’nin, dünyanın konjektörü çok farklıydı.Yani Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana daha  15 sene bile geçmedi.Şimdi bunu düşünecek  olursak geçen on sene içerisinde Türkiye’nin   kendi içindeki  kendi dışındaki şartlarda çok ciddi gelişmeler, genişlemeler oldu.

Düşünün.On sene önce Türkiye tüm komşuları ile problemli idi. Suriye ile , İran’la, Irak’la Rusya ile problemli idi.Bulgaristan’la,Yunanistan’la problemli idi.

Şimdi bunların hemen hemen  hiçbirinin Türkiye ile problemi yoktur.Yani Türkiye..

-Türkiye’nin bu ülkelerle problemi bu on sene içinde mi çözülüp ortadan kalktı , yoksa zaten mi yokmuş.. Algılayış mı değişti.?

-Dünya da bölgemizde ve Türkiye de yeni bir tehdit değerlendirmesi yapılıyor.Geçen gün bir askeri  yetkilimizin  güzel bir beyanatı vardı.”Türkiye için hiç kimse düşman değildir” diyordu.On sene  önce böyle değildi.O nedenledir ki yeniden  bir tehdit değerlendirmesi yapan Türkiye’nin  komşularıyla olan ilişkilerde çoğu şeyler bu gün yok.

-Yoksa  Türkiye, çok şeyi vehimler üzerine mi bina etmiş?
-Belki oda var.Ama sadece  vehimlere de işi yormamak lazım.. Düşününki, bu gün çok sıcak ilişkiler içinde olduğumuz Suriye yıllarca terör örgütü başını orda besledi.Orda barındırdı.Orda korudu Yani sadece vahimlerden kaynaklanmıyor.Ama bunların içerisinde  kabul etmemiz lazım vehimde var. Kabul etmek lazım.

Yunanistan süratle silahlanıyordu.Avrupa Birlği’ni de arkasına alarak silahlanıyordu.Silahlanmasının nedeni de;  ne Arnavutluktu, ne de Bulgaristan’dı.Türkiye idi. O nedenle vehim olduğunu kabul ediyorum ama ciddi bir takım  tehdit ve tehlikeler kuşkusuz var idi.Ama bunların  hepsi çok şükür ortadan kalkmıştır.Ama  temel sebebin bana göre, bizim.. İş, çok zor gelmeden bazı şeyleri  çözme konusundaki tembelliğimizdir diye düşünüyorum.

 

TÜRK CEZA KANUNU TÜRK ÜRÜNÜ

Biz geçen iki sene içerisinde altı tane uyum pakete çıkardık.Arkasından  Türkiye’de ilk defa Adalet Akademileri  kurulmasına  dair  kanun çıkardık.

Türkiye’de ilk defa İstinaf  Mahkemeleri’nin kurulmasına dair kanun çıkardık.O arada Çocuk Mahkemeleri, bankacılık suçları onlarla ilgili mahkemelerin yargılamaları kanununu çıkardık. DGM’lerin yerine kurulacak mahkemelerle ilgili kanun çıkardık..

Ve çok önemli :

İlk defa bir temel kanunu, Türk Ceza Kanunu ve ona bağlı olarak  diğer mevzuatla ilgili kanunları çıkardık.

Türk Ceza  ve ona bağlı kanunların şöyle bir önemi var.Şimdiye kadar  Türkiye bir temel kanunu yaptı.Daha evvel Türkiye, mevcut kananlarda değişiklik yapılarak  yoluna devam ediyordu.Türkiye bu kanınla ilk defa bir temel kanunu orijinal  kanunu, Türk ürünü olarak yapıyor.

TÜRK CEZA KANUNU DÜNYADA ÖRNEK

Türkiye ilk defa öyle bir temel kanunu, kendi siyasetçilerimizin, kendi akademisyenlerimizin, kendi hukukçularımızın kendi  sivil toplum örgütlerimizin, baroların , üniversitelerin  katkısıyla yapıyor.Ve iddia ile söylüyorum bundan sonra dünyada yeni bir  ceza kanun yapacak olanlar  Türk Ceza Kanunun referans kanun olarak göreceklerdir.Böylesine iddialı bir kanun.

Tabii. Bunu tamamlayan Ceza Mahkemeleri yargılamaları  kanunu, Ceza İnfaz kanunu ve bunların uygulama  kanunlarını da çıkardık.

Baktığımız zaman bu dönem içerisinde   iki binden fazla  maddelik  bir kanun demetini  yasalaştırdığımızı görüyoruz.Ve çok önemli bir nokta.Tüm bu kanunları biz Ak parti ve CHP ‘nin ittifakı ile gerçekleştirdik.Herkesin katkısını sağladık.Zamam zaman ortaya çıkan itilafları da arkadaşlarımızın da hoş görüsüyle , iyi niyetiyle çözerek  gerçekten büyük sonuca ulaştık.Avrupa birliği yolunda, Avrupa Birliğini hayrete düşüren  sonuçlar aldık.

-Bir çok zamana bağlı kanunları çıkardığınızı söylüyorsunuz.Önümüzdeki dönem daha rahat çalışma imkanı olacak galiba. Önümüzdeki dönem ne yapacaksınız?

Önümüzde ne var.Önümüzde de çok önemli kanunlar var.Ama  zaman baskısı yok.Daha rahat  çalışma imkanı bulacağız.1600-1700 maddelik ticaret kanununu  bu yılın ilk altı ayında gelecek.500-600 maddelik olduğu söylenin borçlar Kanunu,YARGITAY; DANIŞTAY kanunu gelecek.İdari Yargılama Usul kanunu gelecek.Kabahatlerle ilgili, çocuk mahkemeleri ile ilgili kanun gelecek.Yani bizi  uzun ve zor bir maraton bekliyor.

Ama büyük bir keyifle yapıyoruz.

Gerçekten Türk insanı için  güzel şeylerin ortaya çıktığı zaman insan bundan da mutluluk duyuyor.

 TÜRKİYE’DE  BİR TAKIM HASSASİYETLERİN OLDUĞUNU, DEVAM ETTİĞİNİ KABULLENMEMİZ  LAZIM...  BİR ÇOK KONUDA BİZ AVRUPA  BİRLİĞİ  ÜYESİ ÜLKELERDEN DAHA İLERİ GİTTİK.

 

 

-Bazı yasalar geçerken çok demokratik olanının yayında , anti demokratik yasalar hatta geriye gidişler söz konusu oldu...Oluyor. Adalet Bakanı, zaman zaman bunların “zaruretler”gereği olduğunu söylüyor. Anti demokratik uygulamalara yol açabilecek  yasalar  bu gün düzeltilmezse  ne zaman düzeltilecek? Tekrar gündeme gelerek düzenlemek de zor oluyor.Bu gün değilse ne zaman lazım olacak?

-Biraz öncede söyledim.On sene içinde Türkiye’de çok ciddi konjonktürel değişiklikler oldu.

Zannediyorum beş sene sonra, bu konjonktür dahada değişecektir.

Elbette Türkiye’de  bir takım hassasiyetlerin olduğunu, devam ettiğini kabullenmemiz  lazım.

Sayın bakanın “zaruretlerden” bunu kast ettiğini zannediyorum.

Yani kabul  etmemiz lazım ki biz Avusturya gibi, Fransa gibi değiliz.Danimarka gibi değiliz.

Bizim hala çok problemli bir coğrafyada olduğumuzu unutmayalım.Bir buçuk seneye yakın savaşın sürdüğü bir  barut fıçısının üstünde şu anda  Türkiye..

Irak’ın  üzerinde... Bölge her zaman problemli.Tarih  boyu problemli..

Ortadoğu’ya baktığımız zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun 400 yıllık egemenliğinin dışında  hep çatışma olmuş, Ortadoğuda.

Böyle bir  bölgede bulunan Türkiye’de, Avrupa Birliğinin diğer  üyesi ülkelerinden bir takım farklılıklarının, zaruretlerinin olmasını doğal karşılamak lazım.

Ama bir çok konuda biz Avrupa  Birliği  üyesi ülkelerden daha ileri gittik.

Onu da söylememiz lazım.

Avrupa Birliği uzmanları bizim ceza yasasını inceledikleri zaman hayretlerini gizleyemediler.

Biz yasayı yaparken daha çok Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını  esas aldık.Bana  bizim ceza usul yasasıyla gerçekleştirdiğimiz husus için Alman  Adalet Bakanı  “Biz daha bunu yapamadık.Hala tartışma noktasındayız” dedi.Onların hala tartıştığı bir noktayı biz , sanığın yayında avukat bulundurulmasını biz gerçekleştirdik. O nedenle  bazı alanlarda  tırnak içinde “ zaruretten yapamadığımız” alanlar  var.Bir çok alanda da Avrupa’nın yapmadığı şeyleri yaptık.

-Bazı alanlarda  Avrupa Birliği, standardımıza uygun değil derse, biz neden herkse eşit ve genel yasalar çıkarmıyoruz?

Daha geçen Bütçe kanununa, kamuda insanlar   çalışırsa emekli ücretleri kesilir ancak şunlar çalışırsa kesilmez diye madde kondu. Bunların zarureti olmaması gerekmez mi?

-.... O, Ekonomik zarurettir.

-Meclisin sağlık bölümü  kalkıyor. Bazı kurumlar muaf tutuluyor.O kurumlar piyasadan mal  ve hizmet alıyor.Mal ve hizmeti alırken bunları sağlayanlar neden tehlike olmuyor da, mesela  iş doktora, hemşireye, ilaca gelince  tehlikeli oluyor?

Bu  tür  yasal ayrıcalıklarla bazı oliarşik odaklara imkan veriliyor gibi görülüyor?

-Bütün  dünyada bu tür istisnalar olabilir.

Tabii.... Ekonomik  zaruretlere dayanan boyutu vardır.Bunların bir kısmı Avrupa Birliğinden çok IMF ile konuşulan şeylerdir.

-Ama diğer kanunlarda da oluyor?

-İşte Mastrih Kriterleri dediğimiz kriterlerdir  bunlar.Avrupa Birliği müzakerelerinde  işte bunlar konuşulacak. Böyle bir şey kalmasa bizim hemen üye olmamız lazım.yoksa müzakere  etmeye gerek kalmaz.İnşallah bunları çözer, daha çabuk gireriz.

-Buradan  bir çok kanun çıkarıyorsunuz.Ancak, mesela bir polis müdürünün emrindeki  bekçiye vereceği talimatla çözeceği konuyu bile sizin burada kanuna bağlanıyor. Bu çıkan yasalar, gerçekten aşağıda uygulama zemini buluyor mu?

-İşte bunları göreceğiz.. Tabi önemli sorunlarımızdan bir tanesi  uygulamada karşılaştığımız aksaklıklardır.Son çıkardığımız  başta Ceza Kanunu olmak üzere Adalet Bakanlığı,  bir eğitim çalışması başlattı.Ankara’da Ocak ayının  üçünde başladı dokuzunda bitecek. Eğitimcilerin  eğitim semineri.Bu önümüzdeki günlerde  taşraya yayılacak.Eğitimciler diğerlerini eğitecekler böyle bir süreç başlıyor.

Birde kabul  meselesi var....Kafa olarak  kabul meselesi var....

...................00000000000000000000..................RÜYALARINIZ  -  HÜLYALARINIZ

 

 

 

 

..........

-                    Kısa kısa

-                    Kaç saat uyursunuz?

-                    Yedi sekiz

-                    Ne tür olaylara gülersiniz

-                    Torunuma çok gülerim.Torunumun hareketlerine çoık gülerim.

-                    Hiç ağladınız mı?

-                    Babamın ölümüne..

-                    İntihar etmeyi düşündünüz mü?

-                    Hayır. Hiç..

-                    Çocuklukta hedefiniz ne idi?

-                    İlk okul üçüncü sınıfına kadar mühendis olmak,, daha sonra avukat olmak.

-                    Uçak, gemi, tren , araba , bunlardan hangisini tercih edersiniz?

-                    -Araba.

-                    Bunlardan korktuğunuz var mı?

-                    Uçak..

-                    Spor yaptınız mı hangi tür spor yaptınız?
yaşımın gerektirdiği sporları yaparım.yürüyüş yapıyorum.tenis oynarım.

-                    Şu anda devam ediyorsunuz,Tenis oynuyor musunuz.

-                    Hayır.

-                    Bu tempo içerisinde Spor yapma imkanını buluyor musunuz?

-                    Evet

-                    En son okuduğunuz kitap hangisidir?

-                    Yorgun mayıs kısrakları Onu okuyorum.Yılmaz Karakoyunlu’nun ..

-                    Gazete, kitap .. Günde kaç saat okursunuz?

-                    En az iki  saat üç saat.Daha çok da olur.Benim işim o.İşim okumak.Okumak için mutlaka  gece yatmadan bir saat, sabahleyin de bir saat gazeteleri okurum. Geceleri de kitap okurum.Onun dışında  değim gibi benim işim  okumak olduğu için çok okuyorum.

-                    Ekonomik anlamda soruyorum.İflas ettiniz mi, para kaybettiniz mi  maddi olarak sıkıntıya girdiniz mi, bulunduğunuz yerden aşağıya,  çöküntüye düştünüz mü?

-                    Tabii. zaman  zaman. Sıkıntıları yaşadım.12 Eylül 1980 Askeri darbesinden sonra  milletvekilliği sona erince  maaş sız kaldım emekli maaşımda yoktu .O dönem sıkıntı çektim.

-                    -İlk vekil seçildiğinizde neredeydiniz nere gittiniz?

-                    İlk seçimde Zonguldak ta idim.Zonguldak milletvekili seçildim.Bu seçimde de  Zonguldak ta idim.

-                    milletvekili seçildiğinizi duydunuz.Sonra nere gittiniz?

-                    Bir iki tanesinde partide idi isem, şükür namazı kılmışımdır.Yahut da  diğer  arkadaşlarla  bir arada bunu sevincini paylaşmışızdır.Zaman zaman da istediğimiz sonuçları alamamışızdır.Beraber üzülmüşüzdür.Her zaman ayni şey olmadı.

-                    Anneniz döver miydi?

-                    ......... Annem bir iki defa  ders çalışmıyorsun diye dövdüğün hatırlıyorum.

Baba, anne veağbi den  sopa yemedim.Yani annemin  bir iki kere  beni dövdüğünü hatırlıyorum.

Öğretmen dayağı yediniz mi?

Bir iki kere.Biri ilk okul dördüncü sınıfta diğeri orta okul üçüncü sınıfta..

-Kaç yaşında ilaç almaya başlarınız?

Vitamin kullanıyorum.İlaç anlamında  hap kullanmıyorum.Zman zaman  hastalandığımızda kullanıyoruz.

-Eğer oldu iseniz kaç yaşında aşık oldunuz?

Ben  karımla  ilk okul dördüncü sınıftan beri arkadaşız.

-Rüya  görür müsünüz.

Görürüm.

Hatırladığınız bir rüya var mı?

Yani  gördüğüm rüyaları çok hatırladığım söylenemez.

KARANLIKTAN,YALNIZLIKTAN KORKARMISINIZ?

Korkmak değil de rahatsız olurum , çekinirim.

Evde yalnız kaldınız, müzik mi açarsınız ne yaparsınız?

Televizyon seyrederim ama yalnızlığı çok sevmem.kalabalık ailede olduğumuz için, kalabalık yaşadık yaşamak hoşumuza gider.

-En çok hangi tür filmlerden hoşlanırsınız-

konusu itibari el daha çok duygusal ağırlıklı filimler .birde kovboy filmleri severim.

-şarkı, türkü söyler, resim yapar mısınız Güzel sanatların her hangi birinde

-O  tarz bir  kabiliyetim yok.Doğru dürüst sesim güzel olmadığı için şarkıda söyleyemem.Ama gençlik yıllarımda  daha sonra da arada bir şiiri yazarım.

Genel Başkan adayı..Bakan, Başkan...Köksal Toptan , "Ençok hocam denince hoşlanıyorum.."

m

NOT : Rüyalarınız hülyalarınız bölümü yayınlanmadı. 

Zaten ilerde

 “ünlülerin RÜYALARI – HÜLYALARI “ adıyla  topluca bir kitap olarak yayınlamayı düşünüyoruz diye sormuştum.. ilkdefa burada yayınlanıyor..

 

 

KÖKSAL TOPTAN

 

“Milli hedef,  yeniden cihan devleti düzeyinde mutlu, müreffeh lider TÜRKiYE'dir. Bu hedefin asıl sahibi büyük milletimizdir. Tarih, onun böyle bir hedefe sahip olmaya hakkı olduğunun delili olan altın sayfalarla doludur.

http://www.4tr.net/koksaltoptan/foto/7-adam.gifBu hedefe ulaşabilmemiz için ihtiyaç duyacağımız  en büyük güç kaynağı İNSAN’dır. Allah’in diğer varlıklara üstün kılarak en mükemmel surette yarattığı insan.

Milli hedefimizin odağında insan var. Ne yapılacaksa insanlarımız tarafından yine insanlarımız için yapılacaktır”  diyen Köksal Toptan, 1943 yılında Rize`de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Zongultak`ta tamamladı. 1966 İstanbul Hukuk Fakültesi`nden mezun olmuştur.

Üniversite döneminde 1963-1966 yıllarında  İstanbul`da Adalet Partisi Gençlik Kolları Başkanlığı yapan Toptan,  Zonguldak`ta serbest avukat olarak çalıştı. Çeşitli dernek ve kuruluşlarda kuruculuk yaptı. Zonguldak Belediye Meclis Üyeliğinde bulundu. Adalet Partisi Zonguldak ilce ve il yönetimlerinde görev aldı.

1977 yılında Adalet Partisi`nden Zonguldak Milletvekili seçildi.

12 Kasım 1979 tarihinde kurulan Demirel hükümetinde Devlet Bakanlığına getirilmiştir.

Toptan, 28 Eylül 1986 tarihinde yapılan ara seçimlerinde Zonguldak 2. Bölgeden Doğru Yol Partisi Milletvekili seçildi. 1987 Milletvekili Genel Seçimlerinde ise  Zonguldak 1. Bölgeden yeniden milletvekili seçilerek  ve üç buçuk yıl Doğru Yol Partisi Grup Başkanvekilliği görevini yürüttü.

 1991 Genel Seçimlerinde, yeni il yapılan Bartın`dan yeniden milletvekili seçilmiş ve  Süleyman Demirel’in Başbakanlığı’nda kurulan   DYP-CHP koalisyon hükümetinde, Milli Eğitim Bakanlığına getirildi.

13 Haziran 1993 Büyük Kongresinde Tansu Çiller karşısında  DYP Genel Başkanlığına`na aday olan ve seçimi kaybeden Toptan, 1995 yılında bir süre Kültür Bakanlığı yapmış, 1995 Genel Seçimlerinde Zonguldak’tan  yeniden milletvekili seçilmiştir.

Toptan, 3 Kasım 2002 seçimlerinde Ak Parti  Zonguldak  milletvekili olarak parlamentoda yeniden yer aldı.

 AK Parti iktidarı döneminde  TBMM Adalet Komisyonu Başkanı olarak görev yapmaktadır.

Evli, üç çocuk sahibidir.


(7.1.2005 Cuma saat 15.TBMM Adalet komisyonu başkanlığında)

 

Not:::

Anayurt Gazetesi'nde yayınlandı

…………..

 

 

/////////////////////////////

 

 

 

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/320/But%3Fn%20RES.5.jpg

Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün ile "dili" konuştuk

 

 

NECATİ ÇAVDAR’LA UFUK TURU....

YARA, DİLİM....



Kuşatılıyor ana dilim



Yapılmıyor; konuşma, bilim



Türkçe gidiyor; yara, dilim



Birlik,dirlik olur; dilim, dilim

Bilindiği gibi dilimizin kirliği, kullanım alanlarının daralması, özellikle gençlerimizin ifade edeceğini birkaç kelime ile sınırlı hale getirerek adeta dilsiz kalması.. Ticari alanda, ilanlarda reklamlarda, tabelalarda hangi ülkede olduğumuzu şaşırtacak derecede dil kirliği söz konusu.. Kökü tarihin derinliklerine inen ve bu gün üç yüz milyon nüfusu bulan bir milletin dilinin bu halde olması hem üzücü hem de başta kültür emperyalizmi olmak üzere bir çok saldırılara insanımızı açık hale getiriyor. Bu gün bizimle aynı nüfusa sahip Fransa’da dili koruyan yasalar var.Ve Fransızlar bir başka dili bilse bile öncelikle kendi dillerini konuşuyor yada sizi Fransızca konuşmaya mecbur ediyorlar. Hele hele Devlet görevlileri, başkalarının yaptığı gibi başta İngilizce olmak üzere muhatapları ile bildikleri dili konuşmayarak gerek ülkelerinde gerekse resmen misafir olarak gittikleri ülkelerde mutlaka kendi dilleri ile konuşuyorlar. Eğer muhatapları Fransızca bilmiyorsa tercüman aracılığı ile konuşup, anlaşarak dillerini öne çıkarıyorlar. Böylece 70-80 milyonluk Fransız’ın dilini en geniş alanda kullanıyorlar, yaygınlaştırmaya çalışıyorlar.. Bu gün 300 milyon insanın konuştuğu, Orta Avrupa’dan yola çıkan bir insanın Çin Setti’ne kadar başka bir dil bilmese bile rahatça analaşabileceği dil olan Türkçe ise giderek darılıyor dünya dili olmaktan öteye gidiyor.Bunu çok kere kendi ellerimizle sağlıyoruz. Ülke olarak Kıbrıs meselesi için yoğun çaba sarf ettiğimiz dönemde; Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından Türk ve Rum taraflara kabul etmesi için sunulan bu “Annan planı da ne? diye bir bakalım istedik. Ancak başta Dışişleri Bakanlığımız olmak üzere bir çok kamu kurumundan “ Bizde Türkçe’si yok.Üzerinde İngilizce olarak çalışıyoruz” cevabını aldık.Fakat Birleşmiş Milletler’in elektronik adresine (Web sitesine ) girince üzülerek gördük ki, orada “Annan planı”, İngilizce, Türkçe ve Grekçe konmuş.

 

Benzer durumu AB Anayasası konusunda da yaşadığımı ifade etmeliyim.



Peki bunları Türk halkı, Türkçe bilenler bilmeyecek de kim bilecek? ...



Başkaları bizim insanımıza ve dilimize bizden daha mı saygılı?...



Bunun sebebi ne?...



Dilimizin bu halden kurtarılması için çare yok mu?..



Elbette var. Karamanoğlu Mehmet beyin diyarından ses geldi. AK Parti Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün, adeta “yara” olan dilimiz Türkçe ile ilgili bir kanun teklifi hazırlayarak TBMM’ye sundu. Bu teklifin eksiği vardır, fazlası vardır. Tartışılır, varsa eksikler giderilir. Fakat böyle bir yasa teklifi, TBMM’de parlamenterlerimizin önünde duruyor.Siyasal erki kullanan İktidarın ilgisini bekliyor.. Dilimizle ilgili somut bir adım atan, kanun teklifi hazırlayan Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün ile böyle bir teklifi hazırlama gerekçesini konuştuk..



SPOTLAR:



§ Öncelikle Türkçe kullanılması şart koşulmalıdır.



§ Türkçe’den sonra olmak şartıyla diğer dillere de izin verilmelidir



§ Tedbir alınması durumunda yurttaşlarımızın daha zengin, daha güzel, daha millî bir dil kullanmaya özen gösterecekleri de açıktır.



§ Anayasada devlet dilinin Türkçe olması, ülke içindeki her türlü resmî toplantı ve gösterinin de Türkçe yapılması gerekliliğini ortaya çıkarır.



§ Sözlü yayın organlarında (radyo ve televizyonlarda) görev yapan sunucu ve spikerler, güzel konuşmada ve kelimelerin doğru telâffuz edilmesinde en etkili kişilerdir.



§ Özel radyo ve televizyonların yayın hayatınâ başlamasından önceki dönemde TRT; spiker ve sunucuların seçiminde ve eğitilmesinde gerekli özen ve titizliği göstermekteydi.



§ Özel radyo ve televizyonlarda ise bu özen ve titizlik gösterilmemektedir.



§ Dil; bir milletin kültür aynası, sürekliliğinin en önemli dayanağı,var oluş sebebi, kendi varlığını tanımlayabilme aracı, dünü-bugünü-yarını…



§ Dilini unutan veya dili unutturulan bir milletin düşüncesinin olamayacağına inanıyorum. Düşüncesi olmayan bir millet ise,ne kendisini tanımlayabilir ne de kendisini yeni nesillere tanıtabilir.Kendisini yeni nesillere tanıtamayan bir millet ise,yok olmaya mahkumdur. Dünya tarihinde dili bozulduğu, unutturulduğu için özünü yitiren, geçmişini unutan hatta yok olan milletler vardır. Tarih sahnesinde,Türkleri maddi güçle yok edemeyeceklerini bilen bazı düşman devletlerin,Türk dilini hedef almaları,dilimizi bozmak ve geçmişinden koparmak için yaptıkları hain planlar boşuna değildir.. Sayın Akgün siz TBMM’ne Türkçe’mizle ilgili bir kanun teklifi verdiniz.Böyle bir teklife niçin gerek duydunuz?



-Böyle bir kanun teklifine iki yönden ihtiyaç var. Birincisi, Anayasamızın 3. maddesinde, “Türkiye Devletinin dili Türkçe’dir." hükmü yer almaktadır. Ancak dille ilgili herhangi bir yasanın bulunmayışı Anayasamızın bu hükmünü boşlukta bırakmaktadır. Dilimizle ilgili Anayasa hükmünün yasal olarak kapsamı ve neler yapılıp yapılmayacağı açıkça belirtilmesi gerekir. Ülkemizde, her alanda görülen yaygın yabancı dil kullanımları, anayasamızda böyle bir hüküm yokmuş izlenimi uyandırmaktadır. Oysa anayasanın bu hükmü, "değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez" hükümler arasına konulacak kadar önemli sayılmıştır. İkinci gerekçemiz ise; özellikle iş yeri adlarında, markalarda, çarşıda pazarda hayatın her alnında dil yanlış kullanılıyor. Her hangi bir dil ya kullanılmamalıya da kullanılıyorsa doğru kullanılmalı. Öte yandan da ülkemizde Türk dilinin öğrenim ve kullanılmasında büyük bir kayıtsızlık ve umursamazlık olduğu açıktır. Liseyi, hatta yüksek öğrenimi bitiren gençler Türkçe’nin en temel eserlerini dahi okuyup öğrenmeden, dillerinin önemini kavramadan yetişmekte; dili doğru kullanma becerisini kazanmadan meslek hayatına atılmaktadırlar. Türkçe’nin önemini ve güzelliğini kavrayamayan insanların ona karşı dikkatli ve titiz olmaları da tabiî ki beklenemez. Bunun sonucu olarak radyo ve televizyonlarda da telâffuz hataları gün geçtikçe artmaktadır. Oysa okul yanında, belki ondan da önemli olarak basın yayın organları da dilin doğru ve güzel kullanılmasında etkili olan araçlardır. Basın yayın organlarındaki yanlış kullanımlar, çok çabuk bir şekilde ve dalga dalga geniş halk kitlelerine yayılmakta, insanları olumsuz yönde etkilemektedir. Türkçe’ye karşı kayıtsızlık, iş adamlarımızı ve esnafımızı da etkilemekte; imal edilen mal ve ürünlerin adlarında, ticarî unvan ve adlarda yabancılaşma sür'atle artmaktadır. Bir zamanlar sadece büyük şehirlerin belli semtlerinde görülen yabancı iş yeri adları şimdi Anadolu şehir ve kasabalarına dahi yayılmakta, ülkemiz âdeta Türkçe kullanılmayan bir ülke görünümüne bürünmektedir. Ticarî unvan ve iş yeri adlarında yaygın olarak görülen Türkçe’den uzaklaşma ve yabancılaşma; hem ülkede sanki Türk dili kullanılmıyormuş derecesinde bir görüntü meydana getirmekte, hem de Türk diline karşı yurttaşlarda var olması gereken bilinç ve duyarlığını zedelemektedir.' Bu bakımdan ticarî kuruluşların ad ve unvanları ile mal, ürün ve hizmet adlarının Türkçe olması zorunluluğu getirilmeli ve bunun daha kuruluş ve başvuru safhasında Sanayi ve Ticaret Bakanlığınca sağlanması gerekir. İş yerlerinin levha ve tabelâlarında, camekânlarında ve diğer yerlerinde; ambalâj ve etiketlerde; ürünlerle ilgili kullanma kılavuzlarında ve çeşitli kitapçıklarda; makine, alet ve edevat üzerindeki yazı ve uyan levhalarında öncelikle Türkçe kullanılması şart koşulmalıdır.



-Bir çok üreticimiz ürünlerini dış pazarlarda da satacaklar, ülkemize gelen turistlerin durumu da dikkate alındığında sizin teklifiniz kabul edildiğinde insanlar sınırlamaya zorlamaz mı?



-Hayır. Öncelik o ülkenin diline verilmeli. Bu gün çağdaş ülkelerin hepsinde durum bu. Japonlar, Koreliler, Çinliler özellikle Fransızlar kendi dillerinden vazgeçmiş değiller ki... Kendi dilimize dil kuralları çerçevesinde öncelik verilir. İkinci üçüncü- beşinci dilin kullanılması yasaklansın demiyoruz ve istemiyoruz.. Zaten bir çok yer ve alanda ikinci bir dilin kullanılması tamamen yasaklanamaz. Çünkü ülkemize çok sayıda turist gelmekte ve bunlara dünyada yaygın olan dillerle hitap etme zorunluluğu bulunmaktadır. Gönül ister ki bizim dilimiz bilinsin, bizim dilimizle misafirlerimizle anlaşalım.bu mümkün olmadığındandır ki ülkemizin önemli bir döviz kaynağı olan turistlere anlayabilecekleri dillerle ulaşmanın zarureti açıktır. Bizim isteğimiz, yabancı dillere sınırlama getirilmesi ve yabancı dillerle yazılacak bölümlerin, Türkçe’nin önüne geçmesini önlemek.kanun teklifimizde bunu sağlayacak hükümleri koyduk. Ticarî faaliyetlere ait duyuru, ilân ve reklâmlar iş yerleriyle sınırlı değildir. Yazılı ve sözlü yayın organlarında ve iş yerlerinin dışında da duyurular, ilânlar, reklâmlar yapılmaktadır. Bu nedenlerle her türlü ilân, reklâm ve tanıtımda da öncelikle Türkçe kullanmak zorunluluğu getirilmeli ve ancak turistlere hitap edebilmek maksadıyla, Türkçe’den sonra olmak şartıyla diğer dillere de izin verilmelidir.



-Bu gün kullandığımız dil İngiliz,Fransızca kelimelerin istilasında.Geçmişte de Arapça ve Farsça yoğunlukta idi.Türkçe kullanmanın zorunlu olması durumunda hangi kelimenin Türkçe olup olmadığı konusunda bir problem çıkmaz mı?



-Ticarî unvan ve iş yer adlarında kullanılması zorunlu olan Türkçe konusunda tereddütler uyanabileceği şüphesizdir. İnsanlar hangi kelimelerin Türkçe sayılıp sayılmayacağı konusunda her zaman tereddüt edebilirler. Buradaki ölçü, kelimelerin kökeni olamaz; dilimize girmiş, insanlarımız tarafından kullanılan ve manası anlaşılan kelimeler Türkçe sayılır. Nitekim bütün bu kelimeler Türkçe sözlüklerde madde başı olarak yer almışlardır. Bir anayasa kuruluşu olan Türk Dil Kurumunun hazırladığı Türkçe Sözlük'ün son baskısının bu konuda ölçü olarak alınması uygun görülebilir.. Çünkü bu sözlükte madde başı olarak yer alan kelimeler, kökeni ne olursa olsun Türkçe sayılmıştır. Ayrıca sözlüklerde yer almayan Türk kültür ve tarihine ilişkin özel adların kullanılmasına izin verilmiştir; Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının kendi işletmelerinde kendi adlarını kullanabilmelerine de imkân sağlanmıştır. Sözlükteki kelimelerin ve özel adların bir araya getirilmesi ile veya bunlardan kısaltmalar yapılmasıyla da ticari unvanlar, adlar; mal, ürün ve hizmet adlan oluşturulabilir. Bu konularda tereddüt edilmesi durumunda başvuru merci olarak Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu olabilecek sorunları çözebilir.



-Kimileri diyor ki; “Bu dil. İsteyen istediği gibi meramını ifade etsin.” Sizce dil neden önemli?



-Dilin, milleti oluşturan''en önemli unsurlardan biri olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla dildeki çözülme, bozulma ve yabancılaşma milletin oluşumunu da etkiler. Millet fertlerini birbirine bağlayan dil, önemini yitirdikçe fertler arasındaki bağ ve yakınlık da zayıflar; bunun sonu çözülme ve ayrılma isteklerine kadar gider. Kısaca özetlediğimiz bu gerekçelere dayanılarak Türk dilinin kullanımına ilişkin bir kanunun hazırlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu kanun ticarî kuruluşların ad ve unvanlarında; mal, ünvan ve hizmetlerin adlarında ve sunulmasında; resmî yazışma, sözleşme ve toplantılarda Türkçe kullanılmasına ait hükümleri içine alır; insanların konuşma ve yazılarında kullanacağı kelimelerle ilgili değildir. Kelimelere müdahale, kanunun temel amacı olan millî birlik ve bütünlük yerine, toplumda yeni kavgalara yol açabilir. Ancak kanunun öngördüğü tedbirlerin alınması durumunda yurttaşlarımızın daha zengin, daha güzel, daha millî bir dil kullanmaya özen gösterecekleri de açıktır.



-Teklifinizde belediyeleri etkileyen bölümlerde var.Buna neden gerek duydunuz?



-Dilin yanlış kullanımının takibi ve bu hükümlere uyulmaması durumunda uygulanacak ceza bu maddede belirlenmiştir. İş yerleri; dükkân ve mağazalar, özellikle buralardaki levha ve tabelâlar birçok bakımdan belediyelerce denetlenmektedir. Bundan dolayı bu hükümlerin de belediyelerin sorumluluk alanları içinde belediyelerce yürütülüp denetlenmesi uygun görülmüştür. Ancak yazılı yayın araçlarındaki ve belediyelerin sorumluluk alanları dışındaki uygulamalarda valilikler ve kaymakamlıklar görevlendirilmiştir. Sadece belediyeler ve diğer yerel yönetimler değil bütün resmî kuruluşlarda ve noterliklerde her türlü belge, sözleşme ve yazışmanın Türkçe hazırlanmasını öngörmektedir. Mademki anayasamıza göre devletin dili Türkçedir; o hâlde her türlü resmî belge, sözleşme ve yazışma da Türk dilinde hazırlanmalıdır. Ancak çeşitli belge, sözleşme ve yazışmalarda muhataplar; başka ülkeler, o ülkelerin kuruluş ve yurttaşları olabilir. Bu durumlarda yabancı dile izin verilmiştir. Tabiî ki yabancı dildeki belge, sözleşme ve yazışmaların da Türkiye Cumhuriyeti uyruklu muhataplar için ülke içindeki dağıtımında yine Türkçe şartı aranmaktadır. Anayasada devlet dilinin Türkçe olması, ülke içindeki her türlü resmî toplantı ve gösterinin de Türkçe yapılması gerekliliğini ortaya çıkarır. Ancak uluslar arası toplantı ve gösterilerde Türkçe yanında başka dillerin de kullanılmasına ihtiyaç olabileceği açıktır. -Peki ülkemizde vatandaşımız olan azınlıklar var onlar bu kanundan nasıl etkilenecek?



-Azınlık statüsüne tabi Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının dinî ayinleri için hiçbir yasaklama ve kısıtlama söz konusu değildir.



-Teklifiniz yaslaşırsa neler getirecek ?



-Bu kanunla getirilen diğer hükümler, ülke içinde Türkçe’nin kullanımını yaygınlaştırabilir; sözlü yayın organlarında dilin doğru kullanımını sağlayabilir. Ancak Türkçe’nin yurttaşlar tarafından zengin bir kelime kadrosuyla; doğru ve güzel olarak kullanılmasını sağlayamaz. Ana dilinin zenginlik ve güzelliğinin farkına varmayan, bunun bilincinde olmayan insanların da Türkçe’nin kullanılması konusunda duyarlı olacağı düşünülemez. Bunun da ilk ve orta öğretimde sağlanması şarttır. Bilindiği üzere orta öğretimde öğrenciler kendilerini tamamen üniversite giriş sınavlarına göre ayarlamaktadırlar. Üniversite giriş sınavlarında dille ilgili sorular bulunmakla birlikte bu sınavlar test yöntemi ile yapıldığı için öğrencinin dili kullanma becerisini ölçmemektedir. Dolayısıyla, Türk dili ve edebiyatı derslerinden elde edilecek başarının yüksek öğretime girişte özel bir ağırlığının olması gerekmektedir. Ancak bu şekilde öğrencilerde Türk dili ve edebiyatı derslerine önem verme konusunda bir istek uyanabilir. Memur alımında da Türkçe’nin değerlendirmeye konu olması, bu derslere ilgiyi artıracaktır. Bu yaptırımlar olmadığı takdirde öğrencilerin Türk dili ve edebiyatı derslerine ilgi göstermesi ve Türkçe’yi istenilen ölçüde öğrenmesi mümkün olmaz.



-Televizyonları etkileyen önemli bir maddeniz var. Buna niçin gerek duydunuz ve neler getirecek?



-Biliyorsunuz sözlü yayın organlarında (radyo ve televizyonlarda) görev yapan sunucu ve spikerler, güzel konuşmada ve kelimelerin doğru telâffuz edilmesinde en etkili kişilerdir. Özel radyo ve televizyonların yayın hayatınâ başlamasından önceki dönemde TRT; spiker ve sunucuların seçiminde ve eğitilmesinde gerekli özen ve titizliği göstermekteydi. Özel radyo ve televizyonlarda ise bu özen ve titizlik gösterilmemekte; kelimeleri doğru telâffuz edemeyen, vurgu ve tonlama hataları yapan, hatta mahallî ağız özellikleriyle veya yabancı aksanıyla konuşan kimseler sunucu ve spiker olabilmektedir. Bu kadar önemli ve özel bir mesleğin rastgele edinilebilmesi düşünülemez. Bu bakımdan teklifimizde sunuculuk ve spikerliğin belgeye bağlanması öngörülmüştür. Sunuculuk belgesinin yetkili bir kurulca verilmesi öngörülmüş ve bu kurulun "Sunuculuk Belgesi Kurulu" adını taşıması uygun bulunmuştur. Maddede kurul üyelerinin,kimler arasından ve hangi kurul ve makamlarca seçileceği belirtilmiştir. Sunuculuk Belgesi Kurulunun oluşmasında tek bir kurumun ağırlığı yerine konuyla ilgili çeşitli kurumların katılımı öngörülmüştür. Türk Dil Kurumu ve üniversitelerin ilgili bölümleri dil konusunda . en yetkili akademik kuruluşlardır. Devlet Tiyatroları ile Türkiye Radyo Televizyon Kurumu sanatçı ve spikerleri, Türkçe’nin doğru telâffuzunda en yetkili uygulayıcılar olarak düşünülmüştür. Gazeteciler Cemiyetlerinden katılacak birer üye ile basının katılımının sağlanması amaçlanmıştır. Sunuculuk Belgesi Kurulunun malî kaynağının Radyo Televizyon Üst Kurulu Bütçesinden karşılanması düşünüldüğü için bu kurulu temsil eden bir üyenin de Sunuculuk Belgesi Kurulunda bulunması uygun olacağı kanaatini taşımaktayız.Ve teklif ettiğimiz maddelerde bu kurulun nasıl çalışacağı,yetkileri gibi konular açıkça belirtilmiştir.



-Bu yasayı hazırlamakta Karaman milletvekili olmanızın ve Karamanoğlu Mehmet beyin etkisi nedir? Karaman ilimizin yetiştirdiği en önemli tarihi kişiliklerden biri olan Karamanoğlu Mehmet Bey yayınladığı fermanla: “Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır” demesinde, Türk kültürünün korunması ve gelecek nesillere aktarımında ve de millet olma bilincinin sağlanmasında dilin önemini vurgulamak yatmaktadır. Dil; bir milletin kültür aynası, sürekliliğinin en önemli dayanağı,var oluş sebebi, kendi varlığını tanımlayabilme aracı, dünü-bugünü-yarını…Kısacası her şeyidir. Dilini unutan veya dili unutturulan bir milletin düşüncesinin olamayacağına inanıyorum. Düşüncesi olmayan bir millet ise, ne kendisini tanımlayabilir ne de kendisini yeni nesillere tanıtabilir. Kendisini yeni nesillere tanıtamayan bir millet ise,yok olmaya mahkumdur. Dünya tarihinde dili bozulduğu, unutturulduğu için özünü yitiren, geçmişini unutan hatta yok olan milletler vardır. Tarih sahnesinde,Türkleri maddi güçle yok edemeyeceklerini bilen bazı düşman devletlerin,Türk dilini hedef almaları,dilimizi bozmak ve geçmişinden koparmak için yaptıkları hain planlar boşuna değildir.. Türkçe’mizin, yaşamımızdaki değeri ve önemi açık seçik belliyken bugün, aklın ve mantığın kesinlikle alamayacağı birtakım olaylar ve uygulamaların yaşanması bir milletvekili olarak beni üzmüş ve bu kanun teklifini vererek hem vatandaş hem de milletvekili sorumluluğunu yerine getirdim. Yunus Emre gibi bir dahinin Türkçe’yi ölümsüzleştirdiği ; her yerde Türkçe konuşulması için ferman veren Karamanoğlu Mehmet Bey gibi bir Türkçe sevdalısının yetiştiği bu topraklarda öz dilimiz Türkçe’mizin, yolunu şaşırmış, anlayış ve kavrayış yoksunu bazı çevreler tarafından ikinci plana itilmesi, hor görülmesi beni son derece üzmektedir.. Her vesileyle Türkçe’nin vazgeçilemeyecek öneminden ve önceliğinden söz eden Atatürk, dilimizi milletimizin özü saymış ve “devlet kurumlarının” sorumluluğuna dikkat çekmiştir. Bu nedenle Karamanoğlu Mehmet Beyin 727 yıl önce yayınladığı ünlü fermanıyla, Gönüllerin sultanı ve dost yüreklerin şairi Yunus Emre’nin ise, berrak dili, sevgi ve hoşgörüsüyle, nice büyük dil üstadının değerli katkılarıyla günümüze kadar gelişerek ve olgunlaşarak ulaşan Türkçe'mize sahip çıkılması gerekmektedir.



......................000000000000000000000000000.........................

MEVLÜT AKGÜN KİMDİR?

 Türkiye Büyük Millet Meclisi 22. Dönem Karaman Milletvekili olan Akgün, 1966 yılında Karaman’da doğdu. Akgün, İlk,orta ve lise tahsilini Karaman’da yaptı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra Karaman’da Serbest Avukatlık yaptı. Karaman Barosu Yönetim Kurulu Üyeliği, Karaman Belediye Meclis Üyeliği ve 3Kasım 2003 Milletvekili Genel Seçimleri ile başlayan 2002-2004 yasama döneminde TBMM Başkanlık Divanında Kâtip Üyeliği’de yapan Akgün 2004 yılında Mecliste ve Karaman ilinde yapmış olduğu çalışmaları nedeniyle Meclis Haber Dergisi tarafından Yılın Başarılı Milletvekili ödülünü almıştır. Akgün, evli ve üç çocuk sahibidir.



........................0000000000000000000000000......................



KARAMANOĞLU MEHMET BEY VE FERMANI



Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen ve burada beylikler ve devletler kuran Türk boylarının başka ulusların değerlerini kabullenip, başta dil olmak üzere kendi değerlerini terk etmeye yöneldikleri ve bu yönelişi âdeta marifet saydıkları bir dönemde Karamanoğulları Beyliğinin üçüncü ve en ünlü hükümdarı olan Karamanoğlu Mehmet Bey 13 Mayıs 1277 tarihinde bir ferman yayınladı. Türk dilinin yeniden Devlet Dili olarak ilân edildiği bu ünlü Ferman Türkçe’nin gelişmesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.



..............000000000000000000..............



NOT: Bu bölümü, istersiniz kullanırsınız



...........



Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün ve arkadaşlarınca hazırlanarak TBMM Başkanlığı’na sunulan yasa teklifi şöyle:



TÜRKÇENİN KULLANILMASINA İLİŞKİN KANUN TEKLİFİ BİRİNCİ BÖLÜM



Amaç ve Kapsam Amaç Madde 1- Anayasamızın 3. maddesine göre Türkiye Devletinin "dili Türkçe’dir." Bu madde anayasamızın "değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez" hükümleri arasındadır. Devlet dili olarak Türkçe, bu ülkede yaşayan insanların tek bir millet olmasında en önemli unsurlardan birini oluşturur; Türk milletinin birlik ve bütünlüğünü temsil eder. Öte yandan Türk dili, Türkiye'de ve Türkiye dışında yaşayan bütün Türkleri birbirine bağlayan kutsal bir bağdır. Bu kanunun amacı, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde Türk dilinin kullanımını düzenlemektir. Kapsam Madde 2- Bu kanun; ticarî kuruluşların ad ve unvanları ile her türlü mal, ürün ve hizmetlerin adlarında; ticarî belge, ilân ve reklâmlarda; her türlü resmî yazışma ve sözleşmede; toplantı ve gösterilerde; ana dili eğitimi ve değerlendirilmesinde; radyo ve televizyon sunuculuğunda Türkçe’nin kullanılmasıyla ilgili ilke ve düzenlemeleri kapsar.



İKİNCİ BÖLÜM



Ticarî Faaliyetlerde Türkçe Ticarî Kuruluş ve Ürünlerde Türkçe Madde 3- Ticarî kuruluşların ad ve unvanları i1e mal, ürün ve hizmet adlarının Türkçe olması ve yeni Türk al~;abesiyle yazılıp okunması zorunludur. Bu konu, Sanayi ve Ticaret Bakanlığınca yürütülür ve denetlenir. İş yerlerine konulacak levha ve tabelâlarla ambalâj ve etiketlerde ticaret unvanı ve adları ile sunulan mal, ürün ve hizmetlerin adları ve bunlarla ilgili diğer bilgiler öncelikle Türkçe olarak yazılır. Levha, tabelâ, ambalâj ve etiketlerde ikinci bir dilin kullanılması durumunda yabancı dilde olan bölüm, Türkçe bölümden önce ve onun üstünde olamaz; kapladığı alan Türkçe bölümün yarısını geçemez. Levha ve tabelâlarında ikinci 'bir dil kullanan ticarî kuruluşlar ilân ve reklâm vergisini dört kat olarak öderler. Mal, ürün ve hizmetlerin sunuluş ve tanıtılmasında; kullanmâ tarifesi veya kitapçığında; bunlârla ilgili fatura, makbuz ve diğer belgelerde de Türk dilinin ve yeni Türk alfabesinin kullanılması zorunludur. Sunuluş ve tanıtımda; kullanma tarifesi veya kitapçığında; fatura, makbuz ve diğer belgelerde başka diller kullanılacaksa bunlar ilgili kitapçık ve belgelerde Türkçe’den sonra yer alır. Ticarî kuruluşların ad ve unvanları ile mal, ürün ve hizmetlerin adlarının Türkçe olmasında ölçü, Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük'ünün son baskısında madde başı olarak yer almış bulunmaktır. Türk kültür ve tarihine ilişkin özel adlarla Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının adları, ticaret unvanı; iş yeri, kuruluş, mal, ürün ve hizmet adı olarak kullanılabilir. Türkçe sözlerden ve özel adlardan kısaltmalar ve birleştirmeleri yapılabilir. Tereddüt durumunda başvurulacak yer Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumudur. Türkiye'de iş yapan yabancı fırmalarda; yabancı fırmalarla ortaklıklarda; Türkiye'de satışı yapılan, isim hakkı alınmış yabancı mal; ürün ve hizmetlerde Türkçe unvan-ve ad zorunluluğu aranmaz. Ancak Türkiye'de satışı yapılan her türlü mal ve ürüne ait kullanma kılavuzlarında ve ilgili diğer kitapçıklarda başka diller yanında Türkçe açıklama bulunması da zorunludur. Ayrıca makine, alet ve edevat üzerinde bulunan bilgi ve uyarı levhalarıyla yazılarının da Türkçelerinin bulunması zorunludur. İlân, Reklâm ve Tanıtımda Türkçe Madde 4- Her türlü ilân; reklâm ve tanıtım öncelikle Türkçe’yle yapılır. Zorunlu olarak başka dillere yer verilmeyişi durumunda önce Türkçe, soma diğer diller kullanılır. Yaptırım Madde 5- Bu bölümdeki hükümlere uyulmaması durumunda yasağa konu levha, tabelâ ve yazılar ilgili belediyece ortadan kaldırılır; ayrıca yetişkinlere ait asgarî ücretin aylık brüt tutarının on katı para cezası uygulanır. Eylemin bir yıl içinde tekrarı hâlinde bir önceki cezanın iki katı alınır. Yazılı yayın araçlarındaki ve belediyelerin sorumluluk alanları dışındaki ilân, reklâm ve tanıtımlar kaymakamlık ve valiliklerce izlenir.



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM



Yazışma ve Toplantılarda Türkçe Yazışmalarda Türkçe Madde 6- Kamu kurum ve kuruluşlarında; kamu tüzel kişiliklerinde ve noterliklerde her türlü belge, sözleşme ve yazışma Türkçe hazırlanır. Muhatapların yabancı uyruklu olması durumunda yabancı dilde yazışma ve sözleşme yapılabilir; ancak bu belgelerin de Türkiye Cumhuriyeti uyruklu muhataplar için ülke içindeki dağıtımında Türkçelerinin kullanılması zorunludur. Toplantı ve Gösterilerde Türkçe Madde 7- Kamu kurum ve kuruluşlarınca, kamu tüzel kişiliklerince düzenlenen . her türlü toplantı ve gösteri Türkçe ile yapılır. Bu hüküm azınlık statüsüne tabi Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının dinî ayinlerini kapsamaz. Uluslar arası toplantı ve gösterilerde Türkçe yanında başka diller de kullanılabilir.



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM



Türkçe Eğitimi ve Değerlendirilmesi Madde 8- İlk ve orta öğretimde öğrenciler, ana dili öğretimine ait zorunlu Türkçe, edebiyat, dil bilgisi, kompozisyon gibi derslerden başarılı olmadıkça yıl sonu başarı ortalaması ile veya herhangi bir kurul kararı ile başarılı sayılamazlar ve bu derslerden başarılı sayılmadıkça mezun olamazlar. Bu derslerden başarısız olânlar af kapsamlarına alınamazlar. Türk dili ve edebiyatıyla ilgili derslerden lise ve dengi okullarda elde edilecek başarı; yüksek öğretime girişte genel değerlendirmenin yüzde onundan aşağı olmamak üzere değerlendirmeye katılır. Memur alımı için yapılan sınavlarda Türkçe bilgisi de yoklanır; buna ilişkin değerlendirme notu, genel değerlendirmenin yüzde' yirmisinin altında olamaz.



BEŞINCI BOLUM



Sunuculuk Belgesi Belge Zorunluluğu Madde 9- Radyo ve televizyonlarda spikerlik, sunuculuk ve haber sunuculuğu yapanlar; Türkçeyi yanlışsız telâffuz ettiklerini gösteren bir "sunuculuk belgesi"ne sahip olmak zorundadırlar. Sunuculuk Belgesi Kurulu '. Madde 10- "Sunuculuk belgesi", "Sunuculuk Belgesi Kurulu" tarafından verilir. Sunuculuk Belgesi Kurulu; Türk Dil Kurumu üyeleri arasından Türk Dil Kurumu Bilim Kurulunca seçilen 3, Devlet Tiyatrosu sanatçıları arasından Kültür Bakanlığı Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğünce seçilen 2, üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı, Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi veya Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümleri öğretim üyeleri arasından Yüksek Öğretim Kurumu Genel Kurulunca seçilen 2, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu tarafından seçilen 1, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu sunucu ve spikerleri arasından Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Genel Müdürlüğünce seçilen 1, Türkiye Gazeteciler Cemiyetince seçilen 1 ve Ankara Gazeteciler Cemiyeti tarafından seçilen 1 (toplam 11) üyeden oluşur. Kurul, sekreterlik ve yazışma hizmetlerini görecek yeterli sayıda personel' çalıştırır. Görev Süresi Madde 11- Sunuculuk Belgesi Kurulu üyelerinin görev süresi altı yıldır. Üyeliklerde herhangi bir sebeple boşalma olduğu takdirde o üyeyi seçen Kurul veya makam, boşalma tarihinden başlayarak en geç bir ay içinde yeni üyeyi seçer. Boşalan üyeliğe seçilen kimse, yerine seçildiği üyenin süresini tamamlar. Başkan ve Başkan Yârdımcısı Madde 12- Sunuculuk Belgesi Kurulu, üyelerinin seçiminin tamamlanması tarihinden başlayarak en geç bir ay içinde toplanır ve üyeler içinden bir başkan seçer. Başkan, üyeler arasından kendisine bir başkan yardımcısı seçer. Başkan ve başkan yardımcısının görev süresi üç yıldır. Toplanmâ ve Değerlendirme Madde 13- Sunuculuk Belgesi Kurulu, yeter sayıda başvuru üzerine toplanarak başvuruları değerlendirir. Sunuculuk Belgesi Kurulunun çalışma ve değerlendirme ilkeleri ayrı bir yönetmelikle belirlenir. Malî Kaynaklar ve Üyelerin Malî Hakları Madde 14- Sunuculuk Belgesi Kurulu üyelerinden her birine ödenecek toplantıya katılma ücreti, her toplantı için devlet memur aylıkları kat sayısının 15000 ile çarpılması sonunda elde edilen tutardır. Bir yılda on ikiden fazla toplantı ücreti ödenmez. Sunuculuk Belgesi Kurulu üye ve personeline 'ödenecek ücret ve aylıklar ile Kurulun diğer masrafları Radyo ve Televizyon Üst Kurulu bütçesinden karşılanır.



ALTINCI BÖLÜM



Geçici Hükümler Geçici Madde 1- Türkçe olmayan ticari ad ve unvanlar ile konu ile ilgili levha ve yazılar, bu kanunun yürürlüğe girmesinden başlayarak en geç 6 ay içinde değiştirilir. Geçici Madde 2- Bu kanunun öngördüğü yönetmelikler kanunun yürürlüğe girmesinden başlayarak en geç 6 ay içinde hazırlanır. Geçici Madde 3- Sunuculuk Belgesi Kurulu, üyelerinin seçiminin tamamlanması tarihinden başlayarak en geç iki ay içinde yeter sayıda toplantı yapar; mevcut spiker, sunucu ve haber sunucularından hangilerine belge verileceğini belirler. Yürürlük Madde 15- Bu kanun yayımlandığı tarihte yürürlüğe girer. Madde 16- Bu kanunu Bakanlar Kurulu Yürütür.” .

 

 

 

 

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/320/But%3Fn%20RES.3.jpg

Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün, Dil yaremize çareleri anlatıyor

 

///////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

MİLLİ İRADEMİ, OLİGARŞİMİ ?

Hakimiyetin sadece Allah’a ait olduğu idraki içinde ki bir toplum ve  onu emanet olarak yüklendiği şuurunda olan bir hükümdar idaresinde Milli hakimiyetin gereği elbette düşünülemezdi. Çünkü idare edilen ve edenin bir rahatsızlığı yoktu. Mühim olan halkın kendi haklarının elinden alınmadığı ve kendinden bildiği idare şekli o kadar mühim değildi. Adı saltanat olan ancak halka daha yakın,cumhuriyet olan ama krallardan daha kral yönetimler ve  işçi iktidarı denilen ancak diktatörlük olan idareler tarihte çeşitli yerlerde görülmüştür.

Batı toplumunda   halk  kendisine zulmettiğini düşündükleri  yöneticilerine karşı ayaklanarak   ve bu uğurda çokta kan döktü. Kavga ve karışıklık sonunda  yönetilen ve yöneten  birbirinin varlığını tanıyarak   yönetimin yetkilerini sınırlayan  bir toplumsal uzlaşmaya varıldı. Bunun sonucunda da  Anayasalar ortaya çıktı. Bizde  bu ihtiyaç hissedilmediği için  olacak hakimiyetin kimde olması tartışması geç başlamış. Ancak Tanzimat’la beraber  artık batı karşısındaki aşağılık kompleksi ile dünyaya ait her türlü  iddiasından vaz geçen Osmanlı üst bürokratı Avrupalı gibi olmak adına onun kurumlarını da getirmek ve padişahın iradesini sınırlamak için çalışır. Bu sırada Yeni Osmanlıcılarda denilen guruptan Ali Suavi Halk egemenliğinden bahsetmekte, Namık Kemal’de  Londra’da yayınladığı “Hürriyet “ gazetesinde”Hakimiyet-i Ahali”yi ön gördüğü yazılar yazmaktadır.

MECLİS-İ  MEBUSAN

Osmanlının  Avrupalı olması için ilan edilen Tanzimat’ı yeterli görmeyen Batıcı ve  her türlü yerli değerleri kökten red edicilerin  yönetimi ele geçirmek için;  30 Mayıs 1876 da  Sultan Abdulaziz’i saf dışı bırakmasından sonra,  zamanın güçlü adamı Mithat Paşa V. Murat’ı Kanun-i Esasiyi hayata geçirmek için tahta çıkardı. V. Murat, sonunun  komplo  intihar süsü ile öldürülen Sultan Abdülaziz’e benzeyeceğinden korkarak delirir. Bu nedenle V.Murat’ın  tahta kalma süresi sadece 93 günle sınırlı kalır. Bu defa pazarlık sonucu Kanun-i Esasiyi  ilan edeceğini vaat eden Sultan II. Abdulhamit  19 Ağustos 1876 da meşruti yönetimi kabul ederek tahta geçirilir. Mithat Paşa’da sadrazam olur. Onlara göre batı kurumları getirilir ve çok hukuklu bir yapı içinde  din dil ve ırk fark etmeksizin tüm Osmanlı tebaası  insanlar eşitlik içinde yönetime katılırlarsa Osmanlının mukadder olan  çökmesi engellenmiş olacaktı.

BU TOPRAKLAR  İLK MECLİSLE TANIŞTI

23 Aralık 1876 da Meşrutiyet’in  ilanından sonra    bu topraklarda  ilk Meclis, "Meclis-i Umumi" (Genel Meclis) adı altında ve iki meclisli olarak, 20 Mart 1877'de çalışmalarına başladı. İki dereceli seçimler sonucu oluşan "Heyet-i Mebusan" veya  "Meclis-i Mebusan" (Milletvekilleri Heyeti), 69'u Müslüman ve 46'sı Müslüman olmayan 115 üyeden oluşuyordu. Doğrudan doğruya padişahça atanan "Heyet-i Ayan" veya diğer adıyla "Meclis-i Ayan" (Seçkinler Heyeti) ise, 26 üyeden kurulmuştu. Genel Meclis'in çalışmaya başlamasından kısa süre sonra 23 Nisan 1877'de Rusya, Osmanlı Devleti'ne savaş açtı. 93 harbi de denen Osmanlı-Rus savaşı sırasında ki olumsuzluk nedeniyle Heyet-i Mebusan 28 Haziran 1877'de meclis padişah tarafından  fesh edildi.  Ardından yapılan seçimler sonucu 13 Aralık 1877'de, toplanan  yeni meclis de  yenilgi nedeniyle hükümetin  ağır  bir şekilde eleştirilmesi ve  meclisin  hükümeti denetimine alma ve hükümetin meclisin siyasal sorumluluğunu girme  yönünde gelişen olaylar nedeni ile 14 Şubat 1878'de “fevkalede haller “ gerekçesiyle   I. Meşrutiyet meclisi süresiz tatil edildi. Meclis-i Mebusan 1.devre 3,5 ay, kinci devrede ise 2,5 ay toplanabildi. Meclisin tatili  30,5 yıl sürdü.

Abdulhamid’in  müslüman  milletvekillerinin  eğitim düzeyi ,meselelere hakimiyetsizliği ve  gayrı müslüm milletvekillerinin Osmanlının  bölünmesi için çalışan yabancı devletlerin millet vekilleri gibi davranması sonucu; türk ve Müslümanlara  gidiniz milyletin evlatlarını yetiştiriniz ve gelin meclisi açamıl diye tatil etitği söylenir.Gerçektende Abdulhamit  batılı anlamda okullar açarak milletin yletişmesini sağlamaya çaılştığı görülür.

Bu dönemde ki Anayasaya göre  aynı zamanda  dini otorite “halife”olan ve dokunulmaz kabul edilen padişahın yetkisi fazla, meclisinki gayet dar tutulmuştu. Meclisin çıkardığı  kanunlar padişahın onayından geçmek mecburiyetinde idi. Padişahın bunu ne zaman  onaylayacağına dair bir madde de yoktu. Milletvekillerinin yasa teklifi bile Padişahın onayından geçiyordu. Meclisi toplama yetkisi olan padişaha süresiz  dağıtma yetkisi de tanınmıştı.

II.MEŞRUTİYET MECLİSİ

Dış ve iç tazyikler nedeni ile  23 Temmuz 1908 de yeniden meclis toplantıya çağırıldı.  II. Meşrutiyetin ilanında  başlangıçta  gizli bir ihtilal teşekkülü olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin etkisi  büyük oldu. II.Meşrutiyet 23 Temmuz 1908’den başladı 13 Nisan 1909’a  (31 Marta) kadar devam etti. İkinci devre ise 31 Mart vakası nedeniyle Hareket ordusunun İstanbul’a  gelişi ve Abdulhamit’ in  ihtilalcilerin denetimindeki meclisin  sıhhati çok tartışılan  kararı ile tahtan indirilişinden  İstanbul’un  işgalini kadar sürer. Ancak esas Meşruti idare ilk dokuz aylık dönemdir. 31 Mart vakasından sonra  ülke hep sıkıyönetimlerle idare edilmiş ve meçlisin üzerinde  belli düşüncedeki askerin gölgesi  var olmuştur. Ancak 1913 de yapılan darbe ile Yürütme üzerinde meclis değil de parti hakim olmuştur. İttihat ve Terakki'nin tek parti diktatörlüğü, demokratik gelişmenin önünü tıkayan önemli nedenlerden birini oluşturdu.Yürütme  ve yasama  tam bir parti  hakimiyetini getirerek baskı rejimi kurdu denen Abdulhamit idaresine rahmet okutulmuştur.

1l.Meşrutuyiet döneminde  de Anayasa  l876 anayasası idi. Anayasa, 1909, 1912, 1914, 1916 yıllarında sekiz kez değiştirildi. Bu yolla, 1876 Anayasasının yapısı  önemli değişikliklere uğradı. Değişiklikler sonucunda, padişahın zararlı faaliyetleri iddiasıyla vatandaşları yurtdışına sürgün etme hakkı kaldırıldı. Basın özgürlüğü genişletildi. Vatandaşlara toplantı ve dernek kurma özgürlükleri tanındı.

 Artık siyasî partiler de kurulabilecekti. Ayrıca, hükümet Meclis'e karşı

 sorumlu tutulmuştu. Padişahın dilediği zaman Meclis'i dağıtması hükmü

sıkı kayıtlar altına alındı. Gensoru kurumu yerleşti. Padişahın yasama

yetkisine belli sınırlar getirildi. Meclis üyelerine doğrudan doğruya kanun

 teklifi verme hakkı tanındı. Meclis Başkanını, padişah müdahalesi

 olmadan Meclisin seçmesi kabul edildi. Hükümet artık Padişaha değil  meclise karşı sorumlu idi. Bakanlar kurulu  toplu veya tek tek meclisin onayı ile tayin ediliyor ve düşürülebiliyordu. Bir padişah tahta çıktığı zaman,

Meclis-i Umumi önünde Anayasa hükümlerine uymaya ve millete sadakat yemini edecekti. padişahında yasaları  veto etme yetkisi sınırlandırıldı. Meclisin padişah tarafından fesh edilmesi de ayan meclisinin onayına bağlanmıştı.

Bu dönemin genel karakteri  yürütme yasamadan ayrı ve  yürütme yasamaya karşı sorumluluk esası idi.

 

 

Meşrutiyet  meclisinde şu  partiler yer aldı

İttihat ve Terakki

Hürüyet ve İtilaf

Ahrar

Sulh ve Selamet

Sosyalist Parti

Vahdeti Milliye

Milli Ahrar

23 Aralık 19919 da da Sosyal Demokrat Partisi kurulmuştur.

SON OSMANLI MECLİSİ

İttihat ve Terakkicilerin hesapsızlğı yüzünden girilen l.Dünyasavaşının son yılında 3 Temmuz 1918'de VI. Mehmet (Vahdettin) Osmanlı Devleti'nin

son padişahı olarak tahta çıkmıştı. Birinci Dünya Savaşı yenilgiyle sonuçlandı.  30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra da. Birinci dünya savaşında İttihat ve Terakki Hükümetinin sorumluluğu dolayısıyla meclis 21 Aralık 1918'de Meclis-i Mebusan  padişah  Vahdettin tarafından  fesh edildi.

Yeni seçimlerden sonra Meclis-i Mebusan en son 12 Ocak 1920 de toplandı.  Düşman işgali altındaki bölgelerde 172  kişinin seçildiği tahmin ediliyordu. Zamanın gözlemcileri seçimlerin tarafsızlıkla yapıldığında birleşiyorlar. Toplantı 72 kişiyle toplandı. 72 kişiyle  çoğunluk sağlanıp sağlanamayacağı düşünülmedi. Padişah rahatsız olduğu için padişah  adına İçişleri bakanı damat Şerif Paşa açılış nutkunu okudu. Bu nutkun özeti şöyle idi” vatan ve millet çıkarına aykırı olarak  umumi savaşa katılmakta uğradığımız  felaket  herkesin gözü önündedir...Ben ve  milletim savaşı  çıkaranların, meşru olmayan hareketlerinden ve savaş sırasındaki kötülüklerden sorumlu değildir. On dört aydan beri savaşı bıraktığımız halde ülkemizin bazı bölgelerinin işgal olunması, memlekette normal durumun geri dönmesine  engel olmaktadır. ..Yasama ve yürütme kurullarının devletin haklarını ve çıkarlarını  korumakta beraberlik içinde bulunarak, milletimizin şerefini koruyacak bir barışın sağlanacağını, işgal altındaki yerlerin kurtulacağını umuyorum. Bunun için her türlü ayrılmadan, bölünmeden kaçınarak bütün milli istek ve çabaların vatanın kurtuluşu yolunda birleştirilmesi gerekir. “ dedi.

MUSTAFA KEMAL MECLİS-İ MEBUSANA BAŞKAN OLMAK İSTİYOR.

25 Ocak günü 25 milletvekili daha meclise  katıldığı  için geçici başkanlığa Celalettin Arif bey seçildi. Mustafa Kemal Ankara’da  kalmak şartıyla meclise başkan seçilmeyi ve  mecliste  Müdafaayı Hukuk gurubunun kurulmasını teklif etti. Müdafaayı Hukuk  gurubunun yerine  Rauf beyin başkanlığında Felahı vatan gurubu kuruldu. Bu gurup Mustafa  Kemal’in  başkan seçilmesini  usule ve kanuna aykırı görülerek sakıncalı gördü. Mustafa Kemal’de kendisinin başkan seçilmesiyle Anadolu hareketinin meclis tarafından meşruluğunu göstermek ve Meclis-i Mebusan’ın dağılması veya dağıtılması ihtimali halinde de meclis başkanlığı görevini kullanmak istiyordu.

Meclisi Mebusan’ın en büyük hizmeti  işgal altında ki başkente toplanması ve  bu şartlar  içinde Sevr anlaşmasına karşı Misak’ı Milliyi ilan etmesidir.Misak-ı Milli istiklal harbine ve sonrasına hukuki zemin teşkil edecektir. Meclisin Felah’ı vatan gurubunda görüşülerek hazırlanan  Peyman-ı milli “ yani “milli yemin” olan Misak-ı Milli, Edirne Mebusu Şeref bey tarafından 17 Şubat 1920 de “Türk milleti ya bu ahdin şartlarını yerine getirecek yada bu yolda şerefle silinip gidecektir, fakat esir olmayacaktır.” sözleri ile okunarak  Meclis-i Mebusan tarafından oy birliği ile kabul edildi.

18 Martta İstanbul’un işgali ile  ve  bir çok üyesinin tutuklanarak Malta’ya sürülmesi sonucu19 Marta ittifakla  meclis çalışmalarına ara vermiş, İşgal kuvvetlerinin  baskısı karşısında padişahta resmen 11 Nisan 1920 de meclisi  dağıtmıştır.

 

 

TBMM

EGEMENLİĞE GEÇİŞ

Anadolu’da ise 19 Mayısta ,Anadolu’ya gönderilen ve   Smsunda karaya çıkan  Mustafa

 Kemal  ve arkadaşları 21/22 Haziran 1919 günü  millî egemenliğe gidiş planı sayılacak ünlü "Amasya Tamimi"ni yayınladı.Bu kısa fakat anlamlı belgede, "milletin bağımsızlığını, yine milletin azmi ve kararının kurtaracağı" kesin bir dille belirtiliyor, bu amaçla Sivas'ta millet temsilcilerinin katılacağı büyük bir kongrenin toplanacağı duyuruluyordu.

Doğu illeri adına, 23 Temmuz'da Erzurum'da bir kongre toplanacak, o tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas'a gelebilirlerse, Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sivas genel Kongresi'ne katılmak üzere hareket edeceklerdi.

4 Eylül 1919da toplanan Sivas kongresi, Erzurum kongresinin karalarını teyit ediyordu. Halk tarafından bütün felaketlerin sorumlusu sayılan İttihat ve Terakki partisine  tepki olarak delegeler vatan ve milletin mutluluk ve  esenliğinden başka kişisel amaç gütmeyeceklerine, İttihat ve Terakki Partisinin  dirilmesine çalışmayacaklarına  ve siyasi partilerin politik isteklerine hizmet etmeyeceklerine yemin ettiler. Bu  düşünce  kongre karalarına da yansıyarak 9.maddede”Milli kurtuluş amacında olarak meydana gelen topluluğa(Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti ) adı verilmiştir. Bu cemiyet her türlü particilik ve kişisel tutumlardan arınmıştır.”şeklinde yer aldı

MECLİS DİNİ TÖRENLE  AÇILACAK

Erzurum, sonrada Sivas kongrelerinde reis seçilen Heyeti Temsiliye reisi sıfatıyla Mustafa  Kemal Paşa, İstanbul’un işgalinden üç gün sonra ; 19 Mart 1920 de Milli iradeyi oluşturacak olan  Büyük Millet meclisi için her sancaktan beş üye seçilmesini isteyen  bir genelge yayınladı. 19 Mart genelgesine göre, seçimler Genel Meclis, Belediye üyeleri, Müdafa-i  Hukuk kurulları ve ikinci seçmenler  tarafından yapılacaktı. Mustafa Kemal Paşa 21 Mart’yayınladığı yeni  genelgesinde; “Meclis açılmadan  Hacıbayram Camiinde hep birlikte namaz kılınacak,Kuran okunacak, Namazdan sonra da Sakalı şerif ve kutsal bayrak ziyaret edilerek kurbanlar kesilecektir. Vilayet merkezlerinde hatimler indirilecek ve Buhari şerif okunacak, hutbe sırasında Halife ve Padişahımızın adları söylenirken onun ve memaliki şahanenin ve tebaai melukanelerinin kurtarılmaları ve mutlu olmaları için dua okunacaktır.”diyerek  olağanüstü meclisin 23 Nisanda  dini törenle açılacağı ve vilayetlerde de dini  tören yapılmasını istiyordu. “ Vatanın bağımsızlığını,Hilafet ve saltanat makamlarının  kurtarılmasını sağlayacak olan Meclisin Cuma günü açılması bu günün kutsallığından yararlanmak içindir.

23 nisan 1920 de Cuma namazı kılındıktan sonra, Sinop Mebusu Abdurrahman Efendi kafilenin önünde yürüyerek başının üstünde yeşil bir örtülü rahle taşıyordu. Rahlenin üzerinde  Kur’an-ı Kerim,  Sakalı Şerif vardı. Kortejin önünde de Tevhit bayrağı olduğu halde Meclisin açılacağı  İtithat ve Terakki Kulübü olarak yapılan binaya gelindi. Burada yapılan duadan sonra   Meclis. Saat 13.45'de, Ankara'ya gelebilen 115 milletvekili Meclis salonunda toplandı.

 KUTU  ...KUTU. KUTU

Parlamento geleneklerine göre, en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili Şerif Bey (1845), Başkanlık kürsüsüne çıktı ve aşağıdaki konuşmayı yaparak Meclis'in ilk toplantısını açtı.

Burada Bulunan Saygıdeğer Insanlar,

Istanbul'un geçici kaydiyle yabancı kuvvetler tarafından işgal olunduğu ve bütün temelleri ile halifelik makamının ve hükümet merkezinin bağımsızlığının yok edildiği hepimizce bilinmektedir.

Bu duruma baş eğmek, milletimizin, teklif olunan yabancı köleliğini kabul etmesi demektir.

Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak için kesin olarak kararlı bulunan ve ezelden beri hür ve başına buyruk yaşamış olan milletimiz, kölelik durumunu son derece ve kesinlikle reddetmiş ve hemen vekillerini toplamaya başlayarak  Yüksek Meclisimizi meydana getirmiştir.

Bu Yüksek Meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla ve Allah'ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlık içinde alın yazısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip, kendi kendisini yönetmeye başladığını bütün dünyaya ilan ederek, Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum.

....................

 KOMUTANLAR ŞEYHLERLE  OMUZ OMUZA ÇALIŞTI

Meclis  Meclis-i  Mebusan’dan katılan üyelerle yeni  seçilen üyelerden oluşuyordu İşgal altındaki İstanbul’dan  gelen milletvekilleri Anadolu’ya  geçmekte Büyük zorluk çekiyorlardı. Bunları Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi Şeyhi Ata Efendi Anadolu’ya geçiriyordu.

24 Nisan 1920 de  ise 120 kişi ile toplanan Meclis, Meclis Başkanlığına  Mustafa Kemal Paşa seçerken ,  Başkan vekilliklerine Konya’da ki  Mevlevi Çelebisi Abdülhalim Efendi,  Kırşehir’deki  Hacı Bektaş  Çelebisi Cemalettin Efendi   ve son Osmanlı Mebussan Meclisi Başkanı Celalettin Arif bey  seçilmişlerdir. Meclis kendi ismini kendi koydu. Meclis hemen çalışmaya başladı ancak 12 Ağustos 1920 de 209 kişi ile toplandı. Meclisin tamamı  300 kişi olarak düşünülmüştü. her kesim ve görüşten insanlar mevcuttu. Öyle ki  3 Mayısta kurulan meclis hükümetinden sonra 9 Kasımdan sonra komünist Nazım bile  değil meclise, meclis başkanının seçtiği ve meçlisin onayladığı 11 kişilik  hükümete bile girmiştir. General Fahri Belen Meclisin yapısını şöyle değerlendiriyordu:”Meclise  seçilen mebusların arasında hocalar ve şeyhler %20  oranında ise de, önemli bir değer taşıyorlardı. Bunlar Osmanlı  toplumunun belirli halk  önderleri, etrafta ilgi toplayan insanlardı. Mecliste sonra başlayacak guruplaşmada, komünistler bile hoca ve şeyhleri kendi yanlarına çekmek için çaba  harcayacaklar:Mecliste yapılan başkanlık  divanı için de iki tarikat büyüğü ikinci başkan olarak yer alacaktır.”

 

HAKİMİYET KAYITSIZ   ŞARTSIZ MİLLETİNDİR.

Meclis Milli Egemenliğin kabul edildiği 20 Ocak 1921 kadar 9 aylık sürede  padişaha bağlılığı konusunda en ufak bir tereddüt göstermemiştir. Büyük Millet Meclisi  Kendisini  son Osmanlı Mebusan Meclisinin devamı  saymakta  idi. Bunu Celalettin Arif Bey ortaya koymuş, Mustafa  kemal Paşada kabul  etmek zorunda kalmıştı .O nedenle bu döneme  lll.Meşrutiyet’te denebilir.

MECLİSİN ÜSTÜNDE GÜÇ YOK

Meclisin adı "Büyük Millet Meclisi" olarak konulmuştu. Bu ad herkesçe benimsedi. Daha sonra ilk kez 8 Şubat 1921 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnamesinde de yazılı olarak, "Türkiye Büyük Millet Meclisi" (TBMM) adı kalıcılık kazandı.

Meclis  savaş şartlarına rağmen milli egemenlik çerçevesi içinde yasama ve yürütmeyi elinde tuttu. Bakanlar kurulu kendi içinden ve tek tek seçilerek oluşturuldu. Meclis başkanı aynı zamanda  icra  Vekilleri heyeti başkanıdır. Ayrı bir devlet başkanlığı yoktur. Yürütme  ve devlet başkanlığı görevleri de meclis başkanlığının görevleri içindedir. Osmanlı döneminde meclisin yürütmenin kontrolünde  başlayan görüntüsü giderek yürütmeyi kontrol eder konuma  geçmişken, TBMM de direkt yürütme meclisin kontrolündedir. 21 Ocak 1921 de yürürlüğe giren “Teşkilatı Esasiye Kanunu ile  millî egemenlik ilkesine dayalı ilk Anayasa yürürlüğe girdi. tüm yetkileri TBMM ‘ne veriyor ve Meclis hükümeti  esasına göre  çalışıyordu. 1921 Anayasası 23 maddeden oluşan oldukça kısa bir metindi. TBMM, milli egemenliği hiçbir şart ve kısıtlama olmadan kendisi temsil ederken yeri geldiğinde  yargı dahil tüm devlet görevlerini kendinde toplayan bir hüviyet içindedir. Bu tam meclis üstünlüğü anlayışı uygulamasıdır. Meclis ve meclis üyeleri  bu esaslara uymaya azami gayret gösterdiler. Milli hakimiyet prensibi üzerinde  adeta titrediler. Harp şartlarına rağmen Bu esaslar dahilinde  çalıştılar. Daha sonra ki uygulamalarla hep yasama organının yetkileri kısılarak yürütmeye verme şeklinde gelişerek yürütme  içinden doğduğu meclisten koparak güç kazanan konuma geçti.

Birinci mecliste  ve özellikle ikinci mecliste  ayrı ayrı partiler olmamasına rağmen iktidarı birinci gurup çoğunluk sistemine göre çıkıyordu. Muhalefeti de ikinci gurup temsil ediyordu.

1924 ANAYASASI

29 Ekim 1923 de  Teşkilat-ı Esasiye’ de  anayasa değişikliği denecek bir değişiklikle rejim değişiyordu. Bundan sonra  artık demokratik bir yönetim değil, halkı yukardan aşağıya şekillendiren  bir anlayış hakim olacaktır. 24 Anayasasıyla bir cumhurbaşkanlığı makamı oluşuyor, meclis başkanlığından ayrılıyordu. Cumhurbaşkanı başbakanı  oda bakanları seçiyordu ancak  TBMM onayına sunuluyordu. Artık meclisin bir parçası  olan icra vekilleri döneminden Cumhurbaşkanlığı-başbakanlık ve bakanlar kurulundan oluşan hükümet dönemine geçiliyordu. Cumhuriyetle birlikte yasama ve yürütmeyi elinde bulunduran ve savaş kazanan meclis, ancak yürütmeyi denetleyecekti.

HAKİMİYETİ MİLLİYEDEN TEK PARTİ YÖNETİMİNE

Birinci meclis gerçekten  hem teşkil bakımından hem de temsil bakımından  Milli hakimiyetin tam anlamıyla sembolü olmuşken, ikinci meclisle bu yapı anayasaya rağmen tek kiyşi ve tek parti yönetiminin merkezi konumunu daha doğrusu, partide alınan kararların  kabul yeri durumuna düşürülmüştür. Daha sonra CHP kurulacak ve tüm kararlar önce CHP gurubunda görüşülüp kabul edildikten sonra hükümet ve meclise dikte ettirilecektir. Artık meclis değil ama  tek parti diktatoryası hakimiyeti söz konusudur. Milletvekilleri seçimden öte CHP’nin tayin ettiği memurlar haline gelir. Çünkü  tüm iktidar CHP ‘nin elindedir. Valiler ve kaymakamlar bile  partinin memurudur. İllerdeki valilerden istenen mebusları vilayet ve belediyelere konan sandıklarda  ikinci seçmene genel merkezden gelen listeler onaylattırılır. Artık bu devrede ortada halk yoktur. Parti ve yönetiminin  kararları geçerlidir. Bir iki  küçük denemelere rağmen muhalefete izin verilmemiş ve çok  şiddetli bir biçimde muhalefet bastırılmıştır. Bu konuda İstiklal Mahkemeleri önemli rol oynamıştır. İç isyanlara karşı kullanılmak  üzere kurulan bu mahkemeler sonradan siyasi  muhalefeti tepelemekte kullanılmıştır. Tıpkı bu günkü  meşhur 312. Maddenin bölücülük için çıkarılmasına rağmen siyasi liderlerin tasfiyesinde kullanıldığı gibi..

Bu  anlayış değişikliği    meclisin çalışma biçiminin aksine binalara da yansımıştır. Birici meclis binası şuan bile Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak  hayatiyetini sürdürürken,  Aslında Cumhuriyetin de ilan edildiği bina  1. Meclis binası olmasına rağmen 15 Ekim 1925 de geçilen ikinci meclis binası “Cumhuriyet “müzesi olarak sergilenmektedir. Bu öylesine binalara sinmiş ki; 2. Meclis Binası aslında Mebus kulübü ve CHP parti binası olarak inşa ettirilmiş ve  2. Mecliste  yapılan yasa calışmaları da artık tek lidar ve tek partinin kararlarının meşruiyet dayanağı olarak başvurulan bir kurum olarak tarihteki yerini   alacaktı. Mecliste  halka rağmen  halk için  bazı yerlerde alınan kararlar oylanırken, halkın değişimi için meclis bahçesine yarım  küre  şeklinde bir sahne  yaptırılarak halka buradan  Riyaset-i Cumhur Orkestrasının çaldığı batı musikisi  dinlettiriliyordu.

Türkiye cumhuriyetinin ilk anayasası  2. Meclis tarafından  yapılarak yürürlüğe konmuş 1960 ‘a kadar devam etmiştir. Bu dönemde:

1.Meclisin üstünlüğü anlayışı ve egemenliği kullanan tek organdır.2.Cumhurbaşkanının görev süresi meclisin süresiyle aynıdır, yeni meclis yeni cumhurbaşkanını da seçer esası benimsenmiştir.3.Meclis yasaları yorumlama yetkisine sahiptir. 4.Yasaların anayasaya uygunluğu için bir yargı denetimi söz konusu değildir. 5.hiç kimseye meclisi fesh etme yetkisi verilmemiştir. Bu yapısıyla Anayasa güçler birliğini esas alır. Buna göre yasama yetkisini direkt, yürütme yetkisini ise  cumhurbaşkanı ve Bakanlar kurulu eliyledir. Bakanlar kurulunun  ataması cumhurbaşkanının elinde ancak göreve başlaması  meclisin güven oyuna bağlıdır. Cumhurbaşkanının veto yetkisi vardır ancak, yasaları kabul etmeme durumu yoktur. Meclisi de fesh edemez. Meclis bakanlar kurulunu tek tek ve toplu olarak denetler ve düşürebilir.  Cumhurbaşkanının TBMM’ne başkanlık etmesi  sadece  törenli toplantılar için geçerlidir.

Mustafa kemal ve İsmet  zamanında ki  dönemde Cumhurbaşkanları aynı zamanda iktidar partisinin mutlak yöneticileridir o yüzden yürütmenin esas başı cumhurbaşkanıdır Buda anayasa ile çelişkilide olsa  iki liderin tarihi özelliği  bu çelişkiyi  kapatmıştır.Bu uygulama biçimi siyasal iktidarı meclis değil partinin ve dolayısıyla liderinin  kullanmasını getirmiş, tek şef dönemi damgasını vurmuştur. Parti genel başkanı  olan Cumhurbaşkanları parti disiplini ile meclisi yönetmiştir. Hükümet şefin sekreteryası, mecliste onay makamı konumuna inmiştir. Tartışmalar meclis yerine  ya  Cumhurbaşkanının sofralarında  yada CHP gurubunda yapılmaktadır. Meclis adeta devre dışıdır.

DEMOKRASİYE GEÇİŞ   BATININ İSTEĞİ İLE OLDU

1945 de büyük savaş bitince, İtalya’da diktatör Duçe ve Alman Fühleri Hittler yoktur. Diğer taraftan da   Komünist Rusya ‘nın güçlü lideri Stalin Doğu Anadolu’dan toprak istemektedir. Artık dünyada demokrasi rüzgarları esmekte ve dünya  o yönde şekillenmektedir. Türkiye’de  kendisini demokrasi  cephesi  içinde görmek ister. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu tek parti ve tek şef zihniyetinin baskıcı rejimi   demokrasiye uymaz. Bu yüzden demokrasi cephesine bağlı ülkeler sistemimizin  kendilerine uydurulmasını ister. Diğer yönden de Türkiye içinde yer almaya karar verdiği sisteme uymamaktadır.  Mecburen İnönü "“ebedi milli şef" unvanını bırakmak zorunda kalır. İnönü  Tekşef ve tekparti “yönetimindeki Türkiye’nin sistemini anlatmak için”Komşularımızda serbest seçimler olup dururken, ben onları gıbta ile takip ederdim.Bizde de  böyle olsa derdim”diye izah eder.

BEYAZ İHTİLALE GİDEN YOL

CHP’nin liberal kanadına mensup isimlerden Celal Bayar, Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve Adnan Menderes CHP yönetimine bir dörtlü takrir vererek Anayasanın uygulanmasını, meclis hakimiyetini  ve   demokrasi isterler. Takrir CHP’de sert tartışmalar meydana getirir. CHP, önce Adnan Menderes  ve Fuat Köprülü olmak üzere  Refik Koraltan’ı  partiden attı. Bunun üzerine Celal Bayar önce milletvekilliğinden sonrada  CHP’den  istifa etti. Böylece  “Dörtlü takrir” CHP’nin bölünmesini ve yeni  partinin yolunu açar. İnönü’den izin alarak Demokrat Partiyi  parti kurarlar. Adeta kuruluş CHP’nin ikiye bölünmesi şeklinde olur. Demokrasiye susamış ve tek parti diktatörlüğünden bıkmış olan halk Demokrat Partiye ”Muvazaa” gözüyle baksa demokrasi adına  bu partiye akın eder. Eski yönetim  elindeki iktidarı  kolayca vermeye niyetli değildir. Valiler ve kaymakamlar  il ve ilçelerinde aynı zamanda CHP’nin parti başkanları idi. İlk defa CHP’liler halkın karşısına çıkıyor ve oy istiyordu. Bozuk Anadolu yollarında  at, eşek sırtlarında köylere kadar gitmek mecburiyetinde idiler. Bu yüzdende demokrasi denen şeye lalnetler okuyorlarak bu işleri başlarına saran demokratlara söylemediklerini bırakmıyorlardı. Ankara’da Meclisin hemen karşısındaki Karpiç’te buzlu viskileirni içmek yerine  dağ köylerinde ,tezek kokan kahvelerde CHP’li monşerler için köylülerin elini sıkmak zor şeydi.

21 Temmuz 1946 seçimlerini   açık oy gizli sayım esasında yaptırarak CHP ve İnönü nün iktidarına zemin hazırlanır. Ülkede sıkıyönetim vardır ve 1946 seçimlerinde hakim teminatı da yoktur. DP bu şartlarda yinede sandıktan Meclise taşınmıştır. Büyük Millet Meclisi  5.8.1946 da toplandığında CHP’li milletvekilleri  solcu oldukları iddiasıyla meclis salonunun soluna, DP’liler   de Meclisin sağına oturdular. Sıra cumhurbaşkanı seçimine gelince DP’liler İnönünün Cumhurbaşkanı olması halinde CHP’den ayrılmasını isterler. Bayarın gerekçesi”Parti başkanının aynı zamanda devlet başkanı olmasının idare  mekanizmasının işlemesine engel olduğu” idi. CHP Genel Başkanı İnönü Radyoda  konuşmasında  “Bu günkü Anayasaya göre doğru olan, Parti başkanının Cumhurbaşkanı olmasıdır. Bu başkan partisi ile  beraber düşer. Muhalifler beni yüceltip partimi kaybettirmek istiyorlar.”der. Karşı tezlerini Bayar radyodan halka duyurmak ister.Acak izin verilmez çünkü radyo sadece iktidarın emrinde ve  onun sesidir. İnönü hem cumhurbaşkanı olur hem de CHP genel başkanlığı devam eder. Ancak yinede batıda esen demokrasi rüzgarı ile demokratik adımlar atmaktan da geri kalamaz. İnsanların din ve vicdan hürriyeti üzerindeki baskılar azalır. Genel Kurmay bu dönemde MSB’ lığına bağlanır.

YETER SÖZ MİLLETİN ...........!

Ancak 14 Mayıs 1950 de  yapılan  serbest seçimlerde “Yeter söz milletin” sloganı ile millet Demokratları destekleyerek  kansız bir devrim gerçekleştirir.

1950 den sonra ise 1924 Anayasası  geçerli olduğu halde Bayar cumhurbaşkanlığına geçerken parti genel başkanlığını bırakmıştır. Halkın temiz oyları ile elinden iktidar giden Eski Cumhurbaşkanı ve CHP Genel başkanı İsmet İnönü,Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a  Cumhurbaşkanlığını devrederken”Hayatım emniyette mi “diye sormuş, oda “Devr-i sabık yaratmayacağız” diye eski hesapların üzerine  sünger çekmiştir.

Bu dönemde parti genel başkanı başbakan olmuş,yetkiler kendisinde toplanmış, cumhurbaşkanı daha sembolik bir konuma geçmiştir. Yürütme Başbakan  Adnan Menderes’in şahsı ile özdeş hale gelmiştir. Meclisin yapısı iktidar ve muhalefet eksenine oturarak batılı demokrasiye biraz yaklaşılmıştır.

Bu dönemde 24 Anayasasının “meçlis üstünlüğü” ilkesi tartışmalara neden olmuştur. Çoğunluğu elinde bulunduran iktidarın  her kanunu çıkardığı ve muhalefetin sesini kıstığı söylenmiştir. DP’nin kurduğu  tahkikat komisyonları  ile muhalefetin yok edildiği dillendirilmiştir. Kriz azınlığın haklarının garanti edilememesi ve yasaların yargı denetimine kapalı olması nedeniyle çıkmıştır.

MİLLİ HAKİMİYETE SON VERENLER  HÜRRÜYET BAYRAMI İLAN ETİTİ

CHP ve  elindeki iktidar nimeti alınan bürokratların işbirliği ile kışkırtılan genç subaylar 27 Mayıs 1960 da  hükümeti devirerek Millet egemenliğine son vermiştir. Artık egemenler onlardır. Akıl hocalarıda CHP. Tüm DP kadroları saf dışı edilerek Başbakan Adnan Menderes ve iki bakanı asılmış,Cumhurbaşkanı ömür boyu yasaklı hale getirilmiştir. Atatürk adına Atatürk’ün en büyük eserim dediği TBMM’sini kapatılır ve onun anayasasını rafa kaldırdılar. Darbeyi yapan Cunta”Milli Birlik Komitesi”adıyla kendisini kapattığı TBMM’ yerine koydu. Beyaz bir ihtilalle  14 Mayıs 1950 de halk iradesini Meclise taşıyan Demokrat parti bunu”demokrasi bayramı” ilan etmeyi düşünmezken, meşru idareyi bir baskınla  alaşağı eden Cuntacılar, milli irade gaspına Hürriyet bayramı adını verdiler ve törenlerle zorla millete kutlatmaya kalktılar. Eğer bu demokrasi dönemi milletin  kendilerine emanet ettiği silahı kullanarak”ihtilal kansız olmaz “diye  milletin seçtiklerini idam ederek demokrasi yolunu  tanklarla kesmeselerdi, bir daha ne Talat Aydemir ayaklanması ne 9 ve 12 Mart ne,12 Eylül nede 28 Şubat yaşanırdı.

Cuntacılara  anlı şanlı  aydınlar! fetva vererek  cuntacıların milli irade gasbınnı meşruiyetini ispata kalktılar. Millete rağmen   bir idare oluşturmak için demokrasiyi bir başka biçimde katlettiler. Daha sonra kendi aralarında da bölünen cunta o atmosferde hiçbir zaman milli irade ile iktidar olamayan CHP’nin seçim kazanacağını  var sayarak 61 anayasasını oylatarak seçimlere gitti. Halk yinede  DP çizgisindeki partilere oy verdi. İnönü koalisyonla ancak iktidar oldu. Darbeci genç subayların  emrine giren tek orgeneral Cemal Gürselde Cumhurbaşkanı.1965 Seçimlerinde de AP tek başına iktidara geldi.

ANAYASASINDA  CHP DAMGA

1961anayasasının en büyük özelliği 60 öncesi çok dile getirilen çoğunluk diktasının önüne geçmek ve CHP’nin damgasını taşımasıdır. Anayasa hazırlanırken tüm DP kadroları ve sempatizanları dışlanmıştır. Buda halkın hoşnutsuzluğunu neden olmuştur.

1961 Anayasası  ile Meclis üstünlüğü sona eriyor, kurumlar hakimiyeti ön palana çıkıyordu. Meclis Milli egemenliği kullanan tek organ olmaktan çıkarak, yürütme ve yargı organlarının yanında başka  güçlere de kapı açmıştır.

Yürütme  yasamadan hukuken koparılmış. Bağımsız  bir kurum haline getirilmiştir. Cumhurbaşkanı  ve bakanlar kurulunca kullanılan yürütmenin  bakanlar kurulu meclise karşı sorumlu hale getirilmiştir. Yasama yürütmenin güdümüne girmiştir.

1971 MUHTIRASI

1960 darbesinden sonra  yapılan seçimlerde darbecilerin  baskılarına rağmen istedikleri sonuç alınmamış,halk DP nin devamı olan partiyi iktidar yapmıştır. Bu nedenle halk iradesini saf dışı bırakmak üzere çeşitli darbe teşebbüsleri gerçekleşti. Cunta meraklıları  ordu içinde  odaklaştı.  Bunlar bazı küçük olayları neden göstererek  9 Mart’ta  ihtilal yapmak isteyen komünist cuntanın  darbesi önlenmiş  12 Marta daha yumuşak ve Askeri Şura kararları  şeklinde  “Muhtıra” geldi.

Süleyman Demirel Başbakan,Ecevit CHP genel sekreteri idi.

İsmet paşa Muhtıracıları “Yeni çericilikle suçluyordu.

Demirel şapkasını alıp çekildi.

Askerlerin beğenmediği bazı partiler kapatılırken,askerlere yakın  başbakanlar ve bakanlar bulundu. Meclis kapatılmadı ancak askerlerin istedikleri yürütmeyi güçlendirecek değişiklikleri yapmaktan da geri kalmadı.

 

1973 den sonra  dönülen  normal yönetimlerde çoğunluk iktidarı sağlanamadı.

Birinci dönemde  yürütme meclis çoğunluğu nedeniyle denetimden uzak,ikinci dönemdede meclis te çoğunluk olmadığından yasa çıkaramaz  icraat yapamaz konumdadır.

12 EYLÜL VE MGK

12 Eylül 1980 de  yönetime el koyan beşli askeri konsey,anayasayı rafa kaldırarak ,meclisi kapatarak kendileri yasa koyucu olarak TBMM binasına yerleştiler. ”Çanağı pislettiler “nitelemesini yaptıkları tüm siyasal kadroları saf dışı etiler. Bunların başında MGK ‘lı dönemin  olmazsa olmaz diye baktığı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel  ve  Başbakan Ecevit’e vardı.Ve bu kadro ömür boyu siyaseten yasaklanmıştı.

1960 anayasasına  bir tepki olarak hazırlatılan 1982  anayasası yürütmeyi güçlendirici ve bireysel özgürlükleri kısıtlayıcı bir konumdadır.

Darbe lideri Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olarak devamı düşünüldüğünden ; Cumhurlaşanının  yetkileri  çoğaltılırken, sorumsuz hale getirilmiştir. yetkisine  karşılık ne meclise nede halka karşı sorumlu bir durumdadır. Uzmanlar bu günkü Cumhurbaşkanı yetkisi ve sorumsuzluğu karşısında Meşrutiyet Padişahlarından daha yetkili ve sorumsuz olduğunu söylemektedirler.

Cumhurbaşkanı ABD’de olduğu gibi bir çok kamu kuruluşlarının başkanlarını atıyor ve yargı mensuplarını tayin ediyor. Ancak ABD’de cumhurbaşkanı halka sorumlu  bizde değil. Hatta bunların bazılarını   kongrenin onayını alarak atamaktadır.

Sonuç olarak,27 Mayısta Milli   hakimiyetin yegane kaynağı TBMM kapatılarak kurumlar egemenliğine geçilmiş,1971 de  Yürütme ve Meclis muhtıra ile karşılaşmıştır. Anarşik ortam  bahanesiyle 12 Eylülde yine TBMM kapatılarak kurumlar daha da  yetkili ve sorumsuz hale getirilmiş TBMM’nin üstüne çıkarılmıştır.28 Şubat süreciyle de adeta fiilen MGK iradesiyle yönetilmeye devam edilmektedir. Türkiye’de haklar üst yönetimin lutfu olarak verildiği için bir türlü milli irade, milli hakimiyete dönüşmemektedir. Milleti milletten fazla düşündüğünü iddia edenler tarafından millet çeşitli şekillerde kuşatılmaktadır. Anacak batıdan gelen tesirlerle ve batının çıkarına uygun bazı düzenlemelere gidilmektedir.

..................................................................................................................

......Kutu kutu...Kutu..

Tek parti döneminde  iki kez başarısız  demokrasiye geçiş için tecrübe yaşandı. Yönetimin başında olanların arkadaşları yine yönetimin izni ile önce Cumhuriyetçi Terakki Perver Partisini kurdular. Halkın  CHP yerine  bu partiye ilgi göstermesi üzerine İzmir Suikastı bahane edilerek demokrasi denemesi boğuldu. Daha sonra  12 ağustos 1930 da  Eski Başbakanlardan Fethi bey’in lideri olduğu  Serbest  Cumhuriyet Fırka’sı   halkın  ilgisi karşısında iktidarını kaybedeceğinden çekinen CHP yönetimimin baskısıyla 17 Kasım 1930 da kendi kendini fesh etti. Muhalefet isteklerinin izini  tümden silmek için  23 Aralık 1930 da meydana gelen   Menemen komplosu ile halkın gözü korkutularak “Tek parti” iktidarı perçinleştirilmeye çalışıldı. Tüm demokrasi talepleri bu günde olduğu gibi “İrtica “öcüsüyle  engellendi. Demokrasi taleplerine “Tek parti”  aydınlarının temsilcisi ve o zamanki  zalim devletin sözcüsü olan Falih Rıfkı Atay: ”Demokrasi Türkiye’de hacı hoca saltanatıdır.”diyordu. Oysa bu lafı söylediği zamanlarda, yurdumuzda “hacı hoca “ kalmamıştı. En güçlüleri  asılmış, kalanlara sürülmüş ve işten atılmıştı

...................................................................................................................

KUTU... KUTU ...KUTU..... KUTU.

Demokrasi yolunu açan Dörtlü  Takrir’den

1 Haziran 1945 tarihinde CHP Gurup Başmkanlığına  İzmir Milletvekili Celal Bayar,İçel Milletvekili  Refik Koraltan’ınKars Milletvekili Fuat Köprülü ve Aydın Milletvekili Aydın Menderes imzası ile verilen “Takrirde”Mukaddes Kurtuluş savaşımızdan doğmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin dünyanın belki en demokratik anayasasını meydana getirdiği ve bu sayede gerek ferdi hürriyetleri gerek milli murakabeyi en geniş surette sağlamak imkanını verdiği, talihsiz serbest fırka tecrübesinden sonra siyasi hürriyetlerin bir takım tahditlere uğratıldığı, ikinci  dünya savaşının başlamasıyla pek tabi olarak,siyasi hürriyetlerin bir kat daha  tahdide tabi tutulduğu ve bu surette teşkilatı esasiye kanununun demokratik ruhundan biraz daha uzaklaşıldığı ”belirtilerek Demokrasinin gerçekleşmesi için gerekli  gördükleri tedbirleri şöyle sıralıyorlardı:

“1.Milli hakimiyetin en tabi  neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan meclis denetimini, anayasamızın yalnız şekline değil ruhuna da tamamı ile uygun olarak tecellisini sağlayacak tedbirlerin  aranması,

2.Yurttaşların siyasi hak ve hürriyetlerine  ilk teşkilatı esasiye kanunumuzun gerektirdiği genişlikte kullanabilmeleri imkanının sağlanması

3.Bütün parti çalışmalarının yukarıdaki esaslara tamamıyla uygun bir şekilde yeni baştan düzenlenmesi”

 

//////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////

kutu .............kutu.............kutu.......kutu

 

TÜRK PARLEMENTERLER  BİRLİĞİ BAŞKANI:Zeki Çeliker

-Milli egemenlik Meclise nasıl yansıyor,buun önünde engeller var mı,varsa çözüm nedir?

MECLİS LİDERLER  SULTASINDAN  KURTARILMALI

-Hangi seçim sistemi ve Siyasal Partiler  Yasası olursa olsun Milli iradenin yegane tecelligahı TBMM’dir

Milli iradenin gerçek manada meclise yansıması; seçim sistemi ve Siyasi Partiler Yasasında yapılacak değişiklikle azami ölçüde sağlanması  mümkündür. Ancak milli iradenin önündeki en büyük engel şu anda siyasal  oligarşisi  ve lider sultasıdır.

Lider sultasına son vermek için:Seçim ve Siyasi Partiler Yasas’ında yapılacak değişikliklerle ön seçim,  dar bölge sistemi ve iki dereceli  meclis sistemi getirilmelidir.

Partiye kayıtlı bütün partililerin hakim teminatında yapacakları ön seçimle siyasi partilerin göstereceği milletvekilleri belirlenmeli, ancak vatandaşa bu listelerde tercih imkanı verilmelidir. Ancak bu yöntemle mecliste  bu günkü milletten uzak  görüntüden kurtulmuş olur. Böyle bir sistemle Meclis saygınlığını artırır,vekiller milletin vekili olur. O Meclis de  kendini millete karşı sorumlu tutar. Yüzünü  millete dönmeye mecbur  hisseder. Şuanda uygulanan genel merkez ve liderler oligarşisiyle  gerçek manada demokrasiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Meclisi millete daha da yaklaştırmak ve sorumlu duruma getirmek gerekir.

ANAYASA MAHKEMESİ TBMM’NİN YERİNİ ALMAMALI

1961 ve 1982 Anayasaları kuvvetler ayrılığı ilkesini getirmiştir. Yargının daha da bağımsızlaştırılması gerekir. Tayinle teşekkül eden Anayasa Mahkemesi TBMM’si üzerinde olmamalı. Anayasa Mahkemesinin  yerine  senetonun getirilmesi gerekir. Şuanda son söz Anayasa mahkemesinindir. Buda demokrasiye ters düşer. Senetonun yeniden teşkili bir süzgeç görevi görmesindendir. Yasalar  o süzgeçten geçtikten sonra Anayasa mahkemesine gitmesi gerekir.Aksi halde  Anayasa mahkemesinin  sözü TBMM’in üzerinde oluyor.Temyizide mümkün değil.Sanki son sözü TBMM değil Anayasa mahkemesi söylüyor. Meclisin çıkardığı  yasaları  Anayasaya  aykırılığı için Senetoda denetlenmesi gerekir. Bu durum  tayinle oluşturulan Anayasa mahkemesinin yapısı  bakımından önemlidir.

CUMHURBAŞKANINI HALK SEÇSİN VE SORUMLU OLSUN

-Cumhurbaşkanının  şu anki konumu ve seçimi için ne düşünüyorsunuz?

-         Cumhurbaşkanına bu günkü yetkiler verildiği zaman onun direkt millet tarafından seçilmesi gerekir. Millete karşı sorumlu olması mutlak lazımdır. Şuan uygulanan  sistem sorumsuz yarı başkanlık sistemidir. Süleyman beyin  tekrar tercihi  yedi yıldır verdiği imtihandan kaynaklanmaktadır. Onun tecrübesi bu noktaya getirmiştir. Bu günkü Cumhurbaşkanını seçim sistemi ihtilal anayasasından kaynaklanmaktadır. O zaman çok gerilerde kalmıştır. Sorumsuzluk şahsın iradesine ve bunu kullanmasına  bağlıdır. Ancak bu kişilere bağlı olmamalı,  sisteme kişiler bağlı olmalıdır.

-         Bir kesim  Cumhurbaşkanını  eğer millet  seçerse farklı netice çıkar deniyor. Öyle olur mu?

-Millet  rüştünü ispat etmiştir. Milletten korkmamak lazımdır. Sosyal ve kültürel meziyete sahip olan Türk milleti seçme ve seçilme konusunda geniş bir kültüre sahip olmuştur. Milletin seçmiş olduğu  her zaman iyi olmuştur. Milletin seçtiklerinden de korkmamak gerekir. Ama muayyen kişilerin seçtiği  milletvekillerinden oluşan meclis yapısı 28 şubat süreçlerini doğuruyor ve devam ettiriyor.

///////////////////////////////

MÜMTAZ  SOYSAL

DAYATMA YAPILIYOR

İlla  falanca kişiyi seçeceğiz diye dayatma yapılıyor. Şimdi Anayasada değişiklik yapmaya ve bu değişikliği de bir nevi rüşvetle yapmaya kalkıyorlar. Aslında bu meclis seçilirken gündemde Cumhurbaşkanlığı için değişiklik yapmak ve sayın Demirel’in yeniden seçilmesi yoktu. Keşke bunu isteyenler seçimlerde bunu da halka söyleseler ve ona göre oy alsalardı. Ama şimdi bir dayatma ile karşı karşıya kalıyoruz Tüm anayasalar dayatma ile gerçekleşti. Dayatma Türk sistemleri içinde değişik şekilde oluyor. Ya Milli Birlik Komitesi ya askeri konseylerce yada onların atadıklarının dayatması biçiminde oluyor. Veya doğrudan doğruya 12 Eylülde olduğu gibi 5 kişilik konseyin son sözü ve dayatması biçiminde oluyor. Bundan sonrada da buna dayatma görünümü vermemek için bir çeşit referandum yapılıyor. Ama oda aslında bir çeşit dayatma oluyor. Çünkü seçenekler belli ya buna evet diyeceksiniz ya askeri rejim kalacak deniyor. Buda bir dayatmadır.

Bunlar yerine normal yerden gitmek yani böyle bir anayasa yapılacaktır yani böyle bir meclis seçiyoruz diyerek öyle bir meclisi seçmek ve son sözü ona söyletmek gerekir.

:FELAKET OLUR

Fırsatı ganimet bilip sistem değişikliğine gidebilir. Ancak kısmi anayasa değişikliklerinden hayır gelmez. Şimdiki cumhurbaşkanının görev süresini bir daha uzatalım anlayışıyla yapılan değişiklik,gerekli karşı ağırlıkları getirilmeden yapılırsa felaket olur. Çünkü bir  daha seçilecek olan Cumhurbaşkanı”Bana 7 yıl  katlandılar,bütün bunları bilerek yeniden seçtiler, demek ki katlanmayacakları şey yoktur” diyerek her şeyi yapmaya kalkar.

///////////////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

22.Mayıs 2000, Anadolu gençlik dergisi için

 

MİSYONERLERİN MİSYONU

 

Geçenlerde bir arkadaş “ Ankara’da, Strazburg Caddesinde giderken birisi bana kaset hediye etti. Eve gittiğimde bunun bur Hıristiyan propagandasında kullanılan kaset olduğunu anladım” dedi. Biz Kitap fuarlarında adeta bedava  dağıtılan İncil ve Hıristiyanlığa ait diğer  propaganda malzemeleri biliyorduk. Üniversitelerin amfilerinde de benzer faliyetlerin olduğunu duyuyor idik. Ama son günlerde bu faaliyetlerin arttığı çeşitli kişilerce de söylenir oldu. Hatta birkaç sene evvel Dikmen Hürrüyet Caddasinde açılan bir kilisenin gençleri “Yurt dışına götüreceğiz, maddi kaynak bulacağız ”diye çağırdığını, ancak bunun daha sonra kapandığınıda duymuştuk.

Benzer bir kilisenin ise Çiğdem Mahallesinde faaliyette olduğunu da yerinde gördük. İnternette “ İncil.com”la başlayan adreslerde  Hıristiyanlık propagandasına  yönelik “bedava filim ve  incil” anoslarınıda..

Dükkanınızda veya evlerinize gelerek size nezaketle “Niçin Allah’a inanmalıyız” diyerek  tepliği yaparak o günkü ibadetini yerine getiren ‘Yahova Şahidi’ne rastlarsanız hiç şaşmayın.

Tüm bunlar  bu coğrafyada yeni değil. Osmanlının son zamanlarında iyice faliyetlerini  artıran Misyonerlerin olduğunu biliyoruz.  O kadar ileri gidilmiş ki, yıllardır kütüphanemi zenginleştiren Şamlı Hüseyin El Cisr’in   “Risale-i Hamidiye”si gibi ciltlerle kitaplar misyonerlerin iddialarına karşı yazmış.

Misyonerlik kelime anlamı ile Hırıstiyanlığın  propagandasını üstlenen  insanlara ve kurumlara verilen ad.  Haçlı seferlerinde Müslüman milletlerin  kılıç zoru ile Hırıstiyan yapılamayacağını anlayan hırıstiyanlar  budefa mettod değiştirerek   masum ve haklı bir görüntü içinde uzun vadeli bir plan çerçevesinde yürürlüğe koymuşlar.

Son zamanlarda bedava yayın,kaset  vs dağıtımı ve evlerde iş yerlerinde ziyaretler şeklinde görülen misyoner çalışmalarında  Hıristiyanlıların  büyük gayret gösterdikleri gözleniyor. Uzmanlar bu faaliyetlerin dünya çapında bir teşkilat olarak yürütüldüğünü belirtiyorlar. Bu faaliyetler özellikle dinin ihmal edildiği insanların bir kaos halinde ektili olduğu da kesin.

Prof.Dr.Abdurrahman Küçük “Misyonerlik hangi şarta olursa olsun, bütün yolları imkanları kullanarak bir başka ülkenin, bir başka dinin mensuplarını kendi tarafına katabilme veya en azından kendi ülkesinde proplemli hale getirmeyi kendisi için görev bilen insanlar, teşkilatllı ve organize kuruluşlardır.”diye tarif ediyor.

Misyonerlerin çalışmaları  sonucu bir çok insanın artık  mahkemelere müracaat ederek din değiştirdiğini vurgulayan  Küçük, Türkiye ve Türk dünyasında yoğunlaşan Budist, Yehava Şahitleri,  Behaileri ve Hırıstiyan misyonerlerinin  ittifak içinde oldukları bir propaganda noktası bulduklarını belirterek ”Bu propaganda; ben müslümandım. Kur’an okudum tatmin olmadım,İslam beni tatmin etmedi. İncil’i, Kitabul Mukaddes’i okudum, ondan sonra aradığımı orada buldum. Bunu tanıdıktan sonra görüşlerim değişti” şeklinde olduğunu belirtiyor.Küçük yine misyonerlerin insanlarımıza “seni  yurt dışına göndereceğiz,yüksek tahsil yaptıracağız,iyi iş bulacağız “vaatleri ilede yyaklaştaklarını söylüyor.Küçük misyonerlerin  Türkiye’yi hedef seçmesini ise”Türkiyesiz bir türk dünyası,Türkiyesiz bir islam dünyası hedefleniyor.Hedef islamdan koparılmış bir Türk dünyası, ve İslam Dünyasından  koparılmış bir türkiye özleminin kademe kadame uygulanmasıdır.”diye açıklıyor.

Uzmanlar  açıkca bir dini telkin şeklinde yürütülen isyonerliğin yanı sıra  gayet masum adlar altında yapılanlarıda var.Bunların en başarılı kesimini ise Yahava Şahitleri oluşturuyor.

Küçük bunlar hırıstiyanlığında ötesinde;Mesihi inançla insanları kurtarmak adıyla ortaya çıkıyorlar.İslam Dünyasında,İslam temeli üzerine dayanarak da ortaya çıkanlar var.Bunların Türkiyedeki uzantıları var.Mesala,Yahova Şahitleri,Bahailik,Maunculuk,Yedinci gün Advendistleri...gibi.”

Küçük “Fransız misyoner Prof. Jean Daneleu, Hıristiyan misyonerliği, özellikle ilahi bir görev olarak kabul ettiği  üç kadamede ela alır.Bir,önce bir yerde kiliseyi dikmek.İki,kiliseyi yaşatmak.Ama kiliseyi yaşatmak için en önemli şey, Üç,o  ülke insanlarından  taraftar bulmak. O kültürle bütünleşmek,o  kültürle  bütünleşemezseniz kalıcı olmanız mümkün değildir.”

 

Misyonerlik faaliyetlerini sürdürenler   bazen bir okul, hastane görevlileri, barış gönüllüleri veya ilmi  kimliğe bürünmüş oryantalistler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Tüm bunların ortak çabası insandaki  doğuştan mevcut olan inanma ihtiyacının harekete geçirilerek o ihtiyaca cevap veren tek yolun kendi dinleri olduğunu kabul ettirmektir.

Bu hedef kabul ettirildikten sonra ise arkasından

 gelen kabul etirenlerin kültürel,siyasi,iktisadi ve benzeri emparyalit diğer hedefleridir. Bu konuda Demirtaş Ceyhun  Misyonerlerin hedeflerini şöyle ortaya koyuyor: ”Hıristiyanlık kapitalizmin emrine resmen girmiştir. Sömürge düzenlerinin kurulmasında ve yürütülmesinde,tek geçer akçedir. Ayrıca kapitalizmin ve emperyalizmin  gizlenmesinde,şirin gösterilmesinde de   önemli  bir maske görevi görmektedir. Bu aldatıcı durum, ne yazıktır ki, yüz yıllar boyunca, geri kalmış ülkelerce gereği gibi  anlaşılamamıştır. Misyoner teşkilatlarının arkasındaki sermaye çevreleri görülemediğiğinden, sorun  bir metafizik olay olarak ele alınmış ve soyut  bir Müslümanlık/  Hıristiyanlık savaşı olarak irdelenmiştir.... Misyonerlik teşkilatı ile el ele vermiş Batı  Kapitalizmi,Tazimat’ın ilanından sonra, Anadolu’da çağına yakışır bir ulusal bir kültürün kurulmasını engellemek için,yoğun bir kültürel sömürü gelişterme  faaliyetine girşmişti....

...Oysa sömürgeciler, kültürümüzü bütün tarihis bağlarından koparacak, yozlaştıracak ve kendi kültürlerinin  bir uydusu  haline getirecek  anlamdaki bir eğitim olitikasını,daha ilk aşamada Babıali’ye kabul ettirmişlerdi. Bu tarihten sonra, kiliselerin gölgesinde, rahip ve rahibelerin yönetimindeki yabancı okullar,ardı ardına mantar gibi çoğalmışlardı. Fransiscain,Dominicain,Jasute,Capucain,Lazariste,Assomption,Salesien,Fille de la Chrite vb tarikatların üyesi   rahip ve rahibelerin kurup yönettikleri  bu yabancı okullardan,kuruluş yılları şöyle  tesbit edilebilenleri bir incelediğimizde,bu sömürgeci eğitim politikasının, ekonomik sömürgeliştirme hareketine tamamen paralel bir dorultuda geliştiğini açıkça görmekteyiz.”(1)

ISLAHAT FERMANI  BİR MİSYONER FAALİYETİ İDİ

     Bir   başka yazarda Osmanlı’nın  çağı yakalaması amacıyla yapılığı iddia edilen   meşhur Islahat  Fermanı’nın  yapılış gayesi için şu tesbitlerde bulunuyor: “O günlerde  Dışişleri Bakanı  Palmersone, Londra Sefareti sırasında yeteneklerini yakından tanıdığı Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşları vasıtasıyla, geniş bir “ıslahat proğramı’nı  sultana sundu. Bu arada  ünlü İngiliz Ticaret Antlaşması(1838) ilede imparatorluğu,tam anlamı ile açık Pazar  haline getirmeyi ihmal etmedi.Antlaşma o güne kadar İngiltere’nin yabancı ülkelerden elde ettiği  ayrıcalıkların en üstünlerini sağlıyordu.Yapılacak şey, bu anlaşmadan geniş ölçüde  yararlanarak, Osmanlı  İmparatorluğu içerisinde sürekli köprü başları kurmaktı... Bu köprü başlarında,hizmetlerinden en fazla yararlanılacak  kimselerin, Leventenler ile Azınlıkların olduğu kesindi.”(2)

Atilla İlhan’da bu  Lord Palmostane’nin “...Türkler’e Müslümanlıkları açısından, hiçbir şekilde taraftar değilim.Eğer  Hırıstiyan yapılabilirlerse,son derece mutlu olabilceğim”sözlerini aktararak Misyoner faliyetleri için şu tesbitte bulunuyor:” Laiklik çerçevesinde günümüzde  Türkiyede Hıristiyanlık propagandasının yapılması gerektiğini  savunun...O ‘insan hakları tacirleri, gözlerini dünyaya açtıkları zaman; onlara ,bunun ne anlama geldiği bir önceki kuşak tarafından, pek güzel  anlatılmıştı.Anlayana sivri sinek saz anlamayana davul zurna az.... Bu gün İzmir’de,Trabzonda, yada  İstanbul’da,’ Ümmet-i Muhammedi’ -gizli veya açık- harıl harıl İncil’i tanımaya, İsa’yı sevmeye kimler çağırıyorsa yine onlar..”

Diyeceksiniz ki,  hangi okullar?

 

 

Bu tür çalışmalar Osmanlının paylaşım asrında daha yoğun olarak görüldüğü gibi  günümüzde Türkiye ve Türk dünyasına yöneldiği de bir gerçek.

Katolik misyonerler 17. Asırdan itiberin Osmanlı ülkesinde faaliyetlerini yoğunlaştırıyor. Hıristiyan Misyonerleri uzun zaman Türkler üzerinde  etkili olamayınca  işi dini azınlıklar üzerinde yoğunlaştırıyorlar.  Bunun üzerine Ermeni  Patrikhanesi Osmanlı devletine “Bu misyonerler Osmanlı devletinin birliğini ve dirliğini bozacaklar”diye şikayet ediyor. Devlet tedbir alıyor bunlar Osmanlıyı terk ederek  doğuya çekiliyorlar. Ancak Hırıstiyanların bir birine göstenmedikleri hoş görüyü gösteren  osmanlının bu tavrından istifade ile çalışmalarını  sürdürüyorlar.. Daha sonra Osmanlıya batı baskısı ile  azınlık okulları açtırılıyor. Okullardan sonra katolik kilisesinin yanında   İngiliz ve Amerikan desteği ile İstanbulda ilk Protestan Kilisesini 1846 yılında açıyorlar. Devlete  protestanları resmen 1850 de millet statüsü tanıyor. Misyonerler Osmanlıda Okul,hastane ve basın –yayın faliyetleri sahalarında çalışmalarını sürdürüyor. Bu çalışmalar neticesinde Osmanlıda  “milleti Sadıka “denen Ermenilerin 130 yıla yakın sürecek  isyan fitili ateşleniyor.Misyonerlik merkezlerinin başlangıçta ispanya ve Portekiz iken sonra dünyadaki güç dengelirinin değişmesine paralel olarak İtalya ve Fransa daha sonra İngilternre ve ABD.ye kayıyor. Uzmanlar  bugün ise büyük ölçüde ABD olmak üzere Hollanda,İsviçreve Almanya bu tür faliyetlerin merkezleri olarak görülüyor.

Osmanlıda ilk  Amerikan Proteston okulu 1824 de Beyrut’ta açılıyor.Özellikle Hırıstiyan Arapları etkilemeye çalışıyordı.Arap milliyetçimliğini idealogları bu okullarada yetiştirildi.Daha sonra bu okullar tüm Osmanlı coğrafyasına yayılmıştır.

1894 de Sadece Elazığ da protestonların açtığı okul sayısı 83 tür.1900lerde Amerikan misyoner okul sayısı 417 örenci sayısı ise 17500 civarındadır.

19. yüzyılda Osmanlı cağrafyası üzerindeki misyoner okullarının dağılımına baktığımızda petrol coğrafyası olduğu çok iyi görülür.Bunun da ötesinde batının “Şark meselesi”de bu konuda önemli bir etkendir.

Yine Brezinski’nin meşhur “ Yeni çatışma bölgeleri” teorisi dikkate alındığında misyonerlerin de bu bölgelerde karagah kurduklarıgörülmektedir.

1960 ihtilalinden sonra  büyük çapta barış gönüllüleri adıyla misyonerlerin özellikle Doğu anadolu bölgesinde faaliyetlerine şahit oluyoruz.

1980 darbesinden sonrada özellikle  Doğu ve güney doğuda bir kısım insanlarımızı hırıstiyanlaştırmaya yönelik faliyetlerde dikkatlerden kaçmıyor.

 Osmanlıda Misyoner okulları

Tevfik Çavdar   Osmanlıdaki misyoner okulları için şunu söylüyor: “Osmanlının batış yıllarında,Memalik-i Şahane’de Faaliyet halinde  bulunan başta The Curch Missonary Society olmak üzere,17  İngiliz; başta Jesute’ler,Capucine’ler ve Fransiscain’ler olmak üzere,80 Fransız; Deutcher Palastina Verein başta olmak üzere,10 Alman; başta American Board of Mission olmak üzere, 4 Amerikan misyoner teşkilatı vardı.”

Osmanlı imparatorlğu döneminde ,Beyrut Ünüversitesi,İstanbul Kız  ve Erkek  kollejleri ve İzmir Kollejinden başka yakın doğuda 500’den fazla Amerikan okulu vardı.Ana okulundan ünüversiteye dek, her derecesi bulunan  bu öğretim kurumlarında,25 binden çok öğrenci okumaktaydı. Kapitülasyonlar sisteminin kalkışında, ancak bu okullardan ancak birkaç tanesi Cumhuriyet türkiyesine intikal etmiştir.

Bu yabancı okullar için Mehmet Emin Yurdakul’un  tesbitleride  şöyledir...”Yabancı okul,gençlik üzerinde politik  bir etki kaynağıdır.Bu okullar dersleri ve yetiştirme şekilleriyle, Türk gençliğini bağlı bulunduğu  toplumdan yüz çevirtip;başka toplumlara sevgi gösteren, yabancı bir ideale doğru sürükleyen kuruluşlardır.Yabancı okulların daha az olmayan bir kötülüğüde, üçretlerinin çok yüksek oluşundan ötürü,buraya  yalnızca  zengin ve yüksek sınıftan ailelerin çocuklarının gönderilmesidir.Demokrasi için sınıf ahlakından daha  şanslı bir şey yoktur:Zengin sınıf çocuklarının, halkın çğunluğundan ayrı  bir eğitim görmesi,sonuçları çok tehlikeli  olan sosyolojik bir hatadır.Ülkenin(Türkiye)nin en büyük liderlerine bakınız; İçlerinden hiç biri yabancı okullardan birinde okumuşmudur?” (2)

1928 lerde Bursa’da  ki  Amerikan okulunda,hocalarının tesirinde kalarak  üç kız öğrencinin hırıstiyanlığı seçtiği tesbit edilir.Buna benzer olaylar Merzifon ve Sivas’da ki Amerikan okullarındada rastlanır.Bunun üzerine hükümet bu okulları kapatmaya karar verir.O zamanki ABD Ankara Büyükelçisi  Mr.  John Grew,hiç olmassa bunların devamı için  bir hayli.çaba sarf eder. İki rum öğrencinin Türk bayrağını yırtma küstahlığı göstermesine rağmen Ecevit’in okuduğu Robert  Kolleji kapanmaktan kurtulur.

Bu durumu  Büyük elçi  Grew  hatıralarında şöyle  dile getiriyor”...Olayın Türkler  için taşıdığı  anlam,birkaç öğrencinin hırıstiyan olması değil;fakat dini bir sorunun milliyetçiliğe aykırı bir yöneliş olarak yorumlanması idi. Hükümeti bu kadara şiddetli bir şekilde harekete yöneltende budur..Ana neden Kültür uygarlıkçılığıdır.Hırıstiyanlığın kendisi,dinsiz bir hükümetin  gözünde pek önem taşımaz.Türk öğrencilerine Hırıstiyanlık  telkini yapılmasının,gerek türk halkı gerek Türk hükümeti gözünde tehlikeli olan yönü,bu din hakında sadece tartışma yapılmasının bile çabuk etki altında kalan gençlerin,Türk devletine karşı manevi bağlarını koparması  ihtimalidir” (4)

Misyonerler yalnız Ümmet-i Muhammed üzerinde değil,Rum, Ermeni, Süryanı ve diğer Ortadosklar üzerinde de,arı gibi çalışıyorlar.

 

.........

1-Demirtaş Ceyhun-Haclı Emperyalizmi-1967

2-Tevfik Çavdar, görüşme isteğimizi  kabul etti anacak kitaplarımda bile resim kullanmıyorum diyerek nezaketle resim çekme isteğimizi kabul etmedi.Osmanlıların yarı sömürge oluşu-1970-Yeniden gelecek adıyla yakında tekrar otur karşısına çıkıyor

3.Yeni Gün dergisi

4-John Grew-Atatürk  ve İnönü-1928

............

Günümüz misyonerleri içinde en aktif olan guruplardan biriside Yahova şahıtleri..

 

Bir gün dükkanımı açarken bir kişi  saygılı bir eda ile “Hayırlı işler”dedi.

Ne var bunda ki.

Buyurun diye dükkana davet ettim. ”Biz şurda komşuyuzda demez mi?Baktım  komşular arasında hiç görmediğim bir kişi.Hayretimi  görünce.Pasajda aliminyum doğrama kapıyı göstererek şurada dedi.

Ne var orda deyincede çok tedirgin bir eda ile”Bizim ibadet salonumuz varda”

Allah Allah..İbadet salonu.Cami,Kilise,Havra ve ibadet salono.

Sonra açıkladı.Kendisi yahova Şahidi imiş.Cevap verdim.Biz müslüman olarak her inananın innadığı gibi yaşaması ve ibadetlerinide en özgür bir şekilde gerçekleştirmesinden yanayız.”dedim.

Sonra  başkaları ile de tanıştık. Ben  Müslüman onlar Yahova şahidi olarak ilişkilerimizi sürdürüyoruz. Bazı  kimliğinde müslüman yazan tanıdık  kişilerinde Yahova şahitlerinin ibadet salonlarına gittiğine şahit oldum.

Bu vesile ile ibadet salonlarına giderek  onların düşünce tarz ve tebliğ metotlarını,ibadet şekillerini gözlemlemeye çalıştım.

İbadet salonlarına öyle hemen herkesi almıyorlar.Önce dıarda  irtibat kurup olgunlaştırdıktan sonra   birinin referansı ile alıyorlar.

İbadethaneleri öyle alışıldığı gibi kilise veya havra gibi değil sanki bir  sosyal aktivite gerçekleştirilen mekan şeklinde tanzim edilmiş.İçeri girenler her hangi bir dini mekana girdiğini bile bilmiyor.Her hangibir Müslüman buraya ibadet yapaçak havası olmadın ve dini bir toplantı havasını hissetmedin rahatlıkla girebilir.Toplantılara katılabilir.Müslümanlar camiye giderken ben müslümanca ibadet edeceğim diyor.Kiliseye gidenler Hrıstiyanca,Havraya gidenlerde Yahudice ..Ama bunlarda hiçbir şey belli değil.Bunların toplantıları her hangi bir dernek veya sosyal aktivite şeklinrde olduğu için bunlara insanların kanmaları normal.Bunlar ilk etapta neden Allah’a iman etmek gerekir,neden ibadet etmeyliyiz.Neden yalnızca Allah’a bağlanmamız gerekir gibi metotlarla yaklaştığı için insanlara ürkütücü gelmiyor.

İnsanlara Allah İnancından yola çıkarak yaklaşıyorlar.İlk zamanlar kesinlikle müslümanların imanları ile ilgili bir konuya girmek şöyle dursun onları rencide edecek bir kelime  hatta “Tanrı “ sözcüğünü bile  ağızlarına almıyor ve selamıda “Selamün aleyküm”diye veriyorlar.

Bir tiyatro salonu ve bir kürsü başka bir şey göremiyorsunuz.

“Kule” diye bir yayın organları var. Görüşlerini dünyanın neresinde olursa olsun bu dergi formatında  yayınlıyorlar.Kule bizde “Gözcü Kulesi”adıyla çıkıyor.Onlar “Tarassut Kulesi”de diyor. Kule Amerikada  ne diyorsa Her yerde o şekilde çıkıyor.Bütün lisanlarda aynı dergi çıkıyor onu değiştiremiyorlar.Tek söz  tek irade biçiminde örgütlenmişler.Önce merkezleri ABD’nin  Pisttsburg kentinde idi.(1889-19099 Daha sonra merkezleri ABD’nin  Brooklyn’a taşındı.1909-19126) daha sonra taşındıkları New York kentinde devasa binaları ve merkezleri var. Buraya dünya merkezi iyorlar.Merkezde  Hz.İsa adına  ömür boyu görev yapan  ve Hz. İsanın 12 havarisine izafeten 12 kişilik  idari kurul var.Tüm Yehovaları onlar idare ediyor.

İnançlarına bakılırsa karma bir inanç sistematiği var. Akide olarak Yahudi ve Hırıstiyan bazı metotlar yönündende Müslümanlara yaklaşıyor.

Yahova Şahitleri ilk defa adlarını 1800lerin sonunda  ABD’li bur işadamı Charles Tez Russell ile duyurdu.Rusell, gençliğinde  dini eğtim aldı ancak sonra kilisenin  öğretilerine karşı çıktı.O düşüncesini Hz.İsanın yeniden geleceği ve Kıyametin kopmasıyla ilgili Armegedon   üzerine kurdu. Russell ,ortağı bir zengin işadımı ile çıkardığı  dergide Hz.İsa’nın  1878 de geleceğini  yaydı.Anacak Hz.İsa gelmedi.Ortağından ayrılan Russel bu defa Siyon’un Tarassut Kulesi”dergisini çıkardı.Russell 1891de fikirlerini yaymak için dünya turuna çıktı.Bu arada osmanlı ülkesi Mekadonya’yada geldi.Anılarında bu gezi ile ilgili olarak”Türkiye,İtaya,Avusturya ve Almanlya’da  bize umut verecek bir şey göremedim.”diyecektir.

Russel,İncilin okunmasıyla gerçeğin bulunamayacağını ancak kendisine bildirileni yazdığını iddia ettiği Siyonun Tasarrut Kulesindekilerin okunarak gerçeğin anlaşılacağını söyler.Russell’den beri Yahova Şahitleride bu şekilde devam ederler.

Russell’in çıkmayan kehaneti

Mısırdaki Piramitlerin kapılarından ilahi alametler çıkaran Russel,buradan ildi ettiği3416 rakamı ona göre 1894 dür.Bu tarihi felaketlerin başlangıcı ve  kendisine  bildirilen ilahi vahye göre 1914’ü kıyametin “Armegedon’nun”kopuşu olarak ilan eder.Kıyamet kopmaz ama inananları hayal kırıklığına uğrar.Russel bunun üzerine 1914’ü  alametlerin başlangıcı olarak revize eder.

Eğer kıyamet kopsa idi ne olacaktı?

Onlara göre Kıyamet kopacak,bütün insanlar ölecek ama Yahava şahitleri arasından secçilen 144 bin  kişi  göğe çekilecek bunlar Gökteki Krallığın sahibi Hz.İsa ile dünyayı yönetecekler .Tanrıları Yehova bin yıldaha insanlara hayat hakkı tanıyacaktı.Bu bin yıl içinde Yehavanın isteği gibi yaşıyanlar ebedi dünya cennetinde  kalacak diğerleri yok olacaklardı.

Yehovalar hala bu revize edilen tarihlere rağmen böyle düşünmeye devam ediyorlar

Russell 29 Ekim  1916 da bir yolculuk esnasında trende ölür.Yerine ise Hakim Rutherford geçti. Russell’in eski müritleri ile fikri çatışmaya giren Rutherford kendini ömür boyu başkan atadı,topluluğun tüm malvarlığana el koydu ve kendine inananlara  1931 de “Yahova Şahidi” adını verdi.Rusell’den farkı incil ve Tevrattan yeni yorumların yanında “kapı kapı  tepliğ”metodunu uyguladı.

Rutherford’da 11.Dünya savaşının Kıyametin kopmasına neden olacağını duyurarak ,müritlerine evlenmemeleri ve cocuk sahibi olmamalarını öğütler.Hz.İshak,Hz.Yakup ve Hz.İbrahim’nin ve Tevratta ismi geçen peygamberlerin dirileceğini söyleyerek onları misafir etmek için San Diago’da muhteşem bir malikane yaptırır.Peygamberler gelmez ama o orada  ölene kadar yaşar.

Her gelen ayrı tarih verir

1960larda Yehovaların bayşında Koren vardır.Bu insanrda Kıyametin kopuşunun 1975 baharında olacağını müritlerine müjdeler.  Bu tarihte  inananlar malını mülkünü satarak kıyameti bekler ama kıyamet kopmaz.Koren’den sonra Yehovaların başına geçen Frrederick Franz,tarih vermekten  ağzı yanmış olacak ki bir tarih vermez.Sadece kıyametin beklenmesi ni tavsiye eder.

......

Yehovalar  :
Cennet ve cehenneme inanmıyorlar.

Kıyametten sonra Hz.İsa’nın emrinde 144 bin Yehovanın yönetiminde dünyayı idare edeceklerini söylüyorlar

Kan ve organ nakli yasak

Bayrak vemilli marş günah.

Her türlü ideoloji ve savaş yasak

Silah ve askerlik yok

............

Hırıstiyanlar önce kabul etmediler.Almanlar ikinci dünya savaşında Yahudi diye öldürdüler.

 

........

Türkiyede Yahova şahitleri  önce Ermeni ve Rumlar arasırnda yayıldı.Ancak 1959 da Subay bir babanın çocuğu Mete Süer’in Yehova olmasıyla  ilk Türk Yahava Şahidi unvanını alır.Yahova şahitleri kendileri bir karar vermiyorlar. Süer,Türkiyedeki Yehova teşkilatının başı.

Basınla ilgili konularda Kule Yayınları sorumlusu Mete Süer yetkili. Bizde ona sorduk.Süer ağzı sütten yanmış hesabı yoğurdu üflüyerek yiyor.Sorular yazılı ve cvaplarda yazı ve imzalı işti soru işte cevapları:

 

 

 Sayın  Mete  Süer,

 

 

 

 Bir haber de kullanmak için  aşağıdaki sorularımızı cevaplarsanız  sevinirim.

Selamlar   

 

 

 

 

                                                        Necati  Çavdar

                                                           Muhabir

 

 

 

 

 

1.          Yahova Şahitliği  bir din midir,yoksa Hıristiyanlık veya Yahudiliğin bir mezhebimidir?

2.          Ana öğretisi ve temel kitabı nedir?

3.          Sizi Hırıstiyanlık ve Yaühidilikten ayıran temel  noktalar nedir?

4.          İsmlam’a  bakışı nedir?

5.          Hz.Musa, Hz İsa kabul edildiği halde neden HZ. Muhammed kabul edilmiyor?

6.          Kur’an – Kerim’e itirazlarınız nedir?

7.          Yahova Şahitlerinin ibadet şekli ve yeri nerdelerdir?

8.          Türkiyede tahminin ne kadar inananı vardır, kaç ibadet salonunuz vardır?

9.          Her isteyen Yahova olabilir mi?

10.      Belli bir merkeze ve kişiye bağlımısınız?

11.      Maddi kaynağınız nedir?

12.      Niçin Kule dergisi  dünyanın her yerinde aynı basılıyor, tek merkez ve tek bir düşünce yayma isteği insan iradesi ve birey özgürlüğü ile ne derece bağdaşıyor? Bu bir nevi bireye baskı değil mi dir?

13.      Tebliğ metotlarınız nedir?

14.      Yahova şahitlerinin kıyametin hemen kopacağını söyledikleri  ve bunun için geçmişte birkaç tarih verdikleri doğrumudur?

15.      Ve sizin eklemek istediğiniz görüşler

...............................

 

1.Sizin resimleriniz.

2            İbadet şeklini gösteren resimler. Özellikle  Ankara’daki ibadet salonunun olursa iyi olur.

Resimler için adres: Hükümet Caddesi. Hilal Sokak No:10/6-7

Röportaj Soruları için:

Fax.0312-23153 01

E- Mail: ncavdar @hotmail.com

             :ncavdar 25@hotmail .com.

 

 

Sayın Necati Çavdar Bey,

 

Sorularınızı özet olarak cevaplamaya gayret edeceğim. Daha detaylı bilgiler için yayınlarımızdan faydalanabilirsiniz.

 

1-Yahova Şahitliği  bir din midir, yoksa Hıristiyanlık veya Yahudiliğin bir mezhebimidir?

-Yehova Şahitliği müstakil bir dindir. İslam aleminde Tevrat, Zebur ve İncil diye bilinen Mukaddes Kitabın öğrettiği dindir. Musevi ve Hıristiyan alemiyle hiçbir bağlantısı yoktur. Konuyla yakından ilgilenmemiş kişiler, Yehova’nın Şahitlerini, Yehova kelimesi (Tanrı’nın Mukaddes Kitapta geçen özel ismidir) İbranice olması nedeniyle Yahudi ve İsa’ya iman etmeleri nedeniyle de Hıristiyan âlemiyle ilişkileri olduğunu zannedebilir. Ancak Yehova’nın Şahitlerinin inancını inceleyen kişiler bunun doğru olmadığını bilirler. Yehova’nın Şahitlerinin Yahudilikle ve Hıristiyan âlemiyle ilişkisi kesinlikle yoktur. 3. Sorunuza cevap verirken bunu ayrıntılı olarak açıklamaya çalışacağım.

2-Ana öğretisi ve temel kitabı nedir?

-Yehova’nın şahitlerinin özelliği insan düşünce veya yorumlarına dayanmadan ve onların etkisi altında kalmadan salt Mukaddes Kitabın kayıtlarına sadık kalmalarıdır. Mukaddes Kitap, ilk insanın kendi özgür iradesiyle seçtiği Tanrı’ya itaatsizlik yolu nedeniyle günaha düştüğünü ve böylece hayat hakkını kaybettiğini, tüm zürriyetine ölümü geçirdiğini anlatır. (Mukaddes Kitabın Romalılar bölümü 5. Bap 12. Ayet) Tanrı, kendi koyduğu prensipleri çiğnemeden insanı bu ölümden kurtarmak üzere bir düzenleme yapmıştır. Bu düzenleme aynı zamanda insanın böyle bir yol seçmesine neden olan Şeytan’ın ortaya attığı evrensel davanın halledilmesini de sağlayacaktır.  Dava, Tanrı’nın insandan bağlılık talep etmekte haklı olup olmadığı ve Şeytan’nın  insanın zor karşısında Tanrı’ya sadık kalamayacağı iddiasının doğru olup olmadığı şeklinde özetlenebilir. (Eyub 1:9, 10; 2:4, 5) Şeytan, insanın Tanrı’ya bağlı olmadan da mutlu olabileceğini iddia etmiştir. Adil Tanrı Şeytan’a bu iddiasını ispat etmek üzere fırsat tanımıştır. Böylece yüzyıllar boyunca kusurlu ve dolayısıyla ölümlü insanlar Şeytan’ın da yönlendirmesiyle bu ortamı meydana getirmişlerdir. İsa Mesih, Yehova’nın özel düzenlemesi sayesinde kusursuz olarak (tıpkı Adem’in günah işlemeden önceki hali gibi) doğmuş, ölene kadar Tanrı’ya sadık kalmıştır. Suçsuz olarak ölümüyle tüm insanlık için bir fidye olmuş, böylece ona iman edenler için sonsuz hayat kapısını açmıştır. İsa Mesih ölümünü takip eden üç gün içinde diriltilmiştir. Şimdi ise İsa, bu ortamı oluşturan tüm kötülüğü ve buna sebep olanları ortadan kaldıracak Tanrı’nın gökteki Krallığının kralı olarak gökte hüküm sürmektedir. Bu sistem ortadan kaldırıldıktan sonra yeryüzü cennet haline getirilecek, Tanrı’ya sadık insanlar, bu olaylar sırasında hayatta iseler ölümü hiç tatmadan daha önceleri ölmüş olanlar ise diriltilerek bu cennet yeryüzünde ebediyen yaşayacaklardır. (Vahiy 21:3,4)

Mukaddes Kitabın temel olarak anlattıklarını bu şekilde özetlemek mümkündür.

3.Sizi  yahudi ve Hırıstiyanlıktan ayıran temel noktalar nelerdir?

-Yahudi âlemi İsa’yı Tevrat’ta geleceği bildirilen Mesih olarak kabul etmez, Hıristiyan âlemi ise İsa’yı üçlük öğretisine göre üç şahıslı Tanrı’nın ikinci şahsı olarak görür ve böylece İsa’ya Kadirimutlak Tanrı olarak inanır. Oysa bu iki görüş de Mukaddes Kitaba aykırıdır. İsa vaat edilen Mesih’tir ve yeryüzünde kusursuz fakat tam bir insan olarak yaşamıştır. Kadirimutlak Tanrı tektir ve ismi Yehova’dır. Bu çok önemli özellik dışında her iki dinsel sistemde Mukaddes Kitap dışı birçok inanış vardır. (Ruhların ölümsüzlüğü, cehennemde ölülere işkence, kader, putlara tapınma, ruhban sınıfı v.b) Yehova’nın Şahitleri Mukaddes Kitap dışı hiçbir öğretiye inanmazlar.

5. Hz. Musa ve Hz İsa’yı kabul ettiğinz halde neden Hz.Muhammed’i kabul etmiyorsunuz?

6-Kur’an – Kerim’e itirazlarınız nedir?

 Bu Sorularınız konumuzun dışında olduğu için hepsine ortak bir cevap vermek istiyorum.

 

-Yehova’nın Şahitleri insanları Mukaddes Kitabı tetkik etmeye teşvik ederler. Mukaddes Kitabı inceleyen kişiler gerçekleri kendileri göreceklerdir. Zaten önemli olan da budur. Ayrıca konuştuğumuz İslam âlemine mensup birçok kişinin Kur’an’ı okumadığını gördük. Onlara Kur’an’ı okumalarını tavsiye ediyoruz. Kur’an’ı okumakla Mukaddes Kitabı da okumaları gerektiğini anlayabilirler. (Bakara Suresi 4 ve 41. ayetler. Kur’an’ı Kerim’de Tevrat Zebur ve İncil’in Allah’ın kelamı olduğunu belirten en az 64 ayet vardır.)

7- Yehavo Şahitlerinin ibadet şekli ve yeri nerelerdir.?

-Diğer konularda olduğunu gibi Yehova’nın Şahitleri bu konuda da Mukaddes Kitabın rehberliğini takip ederler. Mukaddes Kitap, Tanrı’ya ruhta ve hakikatte tapınmak gerektiğini bildirir. (Yuhanna 4:23) O sebepte Yehova’nın Şahitleri tapınmalarında  şekilperestliğe asla yer vermezler. İbadet için toplandıklarında, ilahi ve dua ile ibadete başlarlar, Mukaddes Kitaba dayanan konuşma ve müzakereler yapar ve ilahi ve dua ile ibadetlerine son verirler. (İbraniler 10:24, 25; I. Korintoslular 14:26-33)  Aynı zamanda Mukaddes Kitap hakikatlerini diğer insanlara ulaştırmak da ibadetin bir kısmıdır.

8-Türkiyede  tahminen ne kadar  Yahova şahidi var ve  kaç  ibadet yeriniz mevcut?

-Türkiye’de 1600 kadar kişi Yehova’ya hizmet etmektedir. Belirli büyük ibadetlere 2600’dan fazla kişi katılır. Bu yaklaşık 1000 kişinin de Mukaddes Kitabı incelemekte ve Yehova’nın amacına uygun yaşamak üzere gayret etmekte olduğunu gösterir. Ülke çapında 15 ibadet salonu vardır.

9-Her isteyen  Yahova Şahidi olabilir mi?

-Evet, ancak önce Mukaddes Kitabı incelemeli, Tanrı’nın amacını öğrenmeli, sonra yaşam şeklini Mukaddes Kitapta belirtilen yüksek ahlak standardına uydurmalı, daha sonra özgür iradesiyle kendisini Tanrı’ya vakfetmelidir.

10-Belli bir merkez ve kişiye bağlımısınız?

-Yehova’nın Şahitleri asla bir kişiye bağlanmazlar. Mukaddes Kitap Tanrı’nın düzen sahibi olduğunu O’na hizmet edenlerin de bir düzen içinde olması gerektiğini gösterir. (I. Korintoslular 14:33)  Ülkemizdeki Yehova’nın Şahitlerinin dinsel açıdan en yüksek mercii Temsil Heyeti’dir. Ben bu heyette yayımlama işleriyle görevliyim. O sebeple yayınlarda benim ismim geçer, fakat benim diğer Yehova’nın Şahitlerinden hiç bir üstünlüğüm yoktur. Yehova’nın tüm Şahitleri eşittir.  İbadetlerde hiç kimsenin özel yeri yoktur. Kimseye özel itibar gösterilmez. “Çünkü Allah indinde şahsa itibar yoktur.” (Romalılar 2:11) Kürsüde ibadet sırasında konuşma veren bir kişi “bence” diye söze başlayıp kişisel fikirlerini söyleyemez. Ancak Tanrı’nın sözlerine dayanan düşünceleri aktarabilir. Bir nasihat veya teşvik sözü söylediğinde bunun Mukaddes Kitaptaki hangi ayete dayandığını belirtir. Herkes kendi Mukaddes Kitabından bahis konusu ayeti açar ve okur.

11-Maddi kaynağınız  nedir?

-Giderlerimiz Yehova’nın Şahitlerinin yaptığı bağışlarla karşılanır. Cemaatte görev yapanlar ücret talep etmezler. Dinsel görevler için para ödenmez.

12-Niçin Yahovaların  yayın organı Kule Dergisi dünyanın her yerinde  aynı  basılıyor, tek merkez ve tek  bir düşünce yayma isteği insan iradesi ve birey özgürlüğü ile ne derece  bağdaşıyor? Bu bir nevi bireye baskı değil midir?

-Mukaddes Kitap, şöyle nasihat ediyor: “Aynı sevginiz olup bir yürek olarak bir şeyi düşünerek, aynı fikirde olasınız.” (Filipililer 2:2)Bu nasihate uygun olarak tüm dünyada 230’dan fazla ülkede bulunan Yehova’nın Şahitleri aynı fikirdedirler. Aralarında fikir ayrılığı yoktur. O nedenle Yehova’nın Şahitleri, mezheplere, tarikatlara bölünmemiştir. Evrenin Yaratıcısı, Her Şeye Kadir, Tek Tanrı’ya tapan kişilerin tam bir birlik içinde olması beklenmez mi?

13-                                                                                                                                                                                                                                                                                           Tebliğ medotlarınız nedir?

-İsa Mesih insanların ayaklarına giderek vaaz etti. Birinci yüzyılda O’nu takip edenler  de aynısını yaptılar. Bugün Yehova’nın Şahitleri gene aynı metotla, yani bizzat insanlara gidip birebir görüşerek vaaz ediyorlar. (Matta 9:35)

14-Yahova Şahitleri Kıyametin hemen kopacağını söyledikleri ve bunun için geçmişte birkaç tarih verdikleri doğrumudur?

-Yehova’nın Şahitleri bugün de “kıyamet” veya bu ortamın yok edilişinin çok yakın olduğunu söylüyorlar. İsa Mesih son günlerle ilgili peygamberliğini bildirdiği zaman şöyle dedi: “Bütün bu şeyleri görünce bilin ki o yakındır, kapılardadır.” (Matta 24:33) İsa’nın peygamberliği 1914’te başlayan olaylara işaret ediyordu. Dolayısıyla Mukaddes Kitap son günlerin 1914’ten itibaren başladığını gösteriyor. Fakat gün ve saat hakkında İsa şöyle dedi: “Fakat o gün ve saat hakkında ne göklerin melekleri, ne de oğul, yalnız Babadan başka kimse bir şey bilmez.” (Matta 24:36)

Sayın Necati bey, hepimizin yaşadığı süre içinde belirli sorulara net cevaplar bulması gerekir. Neden doğdum, niçin yaşıyorum, niye öleceğim, öldükten sonra ne olacak,Tanrı neden kötülüğe müsaade ediyor. Bu hayati soruları gerçeklere dayanmayan, hayal mahsulu hikayelerle yanıtlamaya çalışmak insanın kendi kendini aldatmasından başka bir şeye yaramaz. Hangi yanıtın gerçeğe dayandığını söyleyebiliriz. Bu sorulara cevap vermeye kim yetkilidir? Tanrı değil mi? O yüzden herkesiTanrı’nın yazılı sözü olan Mukaddes Kitabı okumaya davet ediyoruz. Bize inanın demiyoruz, lütfen okuyun, araştırın doğruyu mutlaka bulacaksınız diyoruz. Bir tek hayatımız var o da hızla bitiyor. Vaktimiz bitmeden bu araştırmayı yapmalıyız. Önce Tanrı’nın varlığından emin olunmalı, sonra Mukaddes Kitabın O’nun ilhamla yazdırdığı kitabı olup olmadığı araştırılmalı, bundan emin olduktan sonra da sıra Mukaddes Kitapta yazılanlara göre yaşamaya gelir. Hiçbir Yehova’nın Şahidi anasından Yehova’nın Şahidi olarak doğmamıştır. Hepimiz araştırarak, uğraşarak,  kafa yorarak hakikati bulduk. Biri bu zor iş diyebilir, ama değmez mi? Biz değdiğini gördük. Tanrı’ya tereddütsüz bir imanımız var, sonsuz hayat ümidimiz var. Mukaddes Kitaptan Tanrı sevgisini ve komşu sevgisi öğrendik. Tanrı’nın yolunda yürüdüğümüzden eminiz. (Matta 22:37-39) Sahip olduğumuz sevgi, bizi öğrendiğimiz hakikati başkalarına da karşılık beklemeden aktarmaya sevk ediyor. 18.05.2000

İçten sevgi ve selamlarımızla

//////////////////////////////////

https://www.facebook.com/notes/necati-%C3%A7avdar/misyonerlerin-misyonu/1803117533033056/


2.Necati Çavdar - Misyonerlerin Misyonu - Edebi.Net

www.edebi.net/index.php/edebi-eserler/1617-necati-cavdar-misyonerlerin-misyonu

Geçenlerde bir arkadaş “ Ankara'da,Strazburg Caddesinde giderken birisi bana kaset hediye etti. Eve gittiğimde bunun bur Hıristiyan propagandasında .

 

Not : Kadem Ozalit Sahibi Salih bey, 14 Mart 2019 günü aradı..

Sen akıllı adamsın..Aklını kullan.

“La İlahe İlallah ..Muhammeden Resulullah” de Hz. İbrahim.. Hz. Musa.. Hz İsa ..Hz. Adem’den tüm peygamberleri..”tasdik eden” HzMuhamed’e uy..Ebediyen kurtul” diyerek İslam’a davet ettim.

Sohbet ettik.. Mete Süer’in geçen hafta öldüğünü söyledi.. Ermeni Patriği Mutafyan ve Mete Süer .aynı zaman diliminde ölmüş..

//////////////////////////////////////

Necati Çavdar bir gönderi paylaştı.

 

15 Mart, 01:15 ·

 

Kafirler dediler ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın." (Fussilet /26
........
SALİH ERSOY: E zana yapılan saygısızlığı kınıyorum
Bu gün sabah, aşağıda ki yazımda iznini almadığım için ismini vermedğim gayri müslüm vatandaşlarımızdan 80 yaşındaki Salih bey aradı.
Ezan pravakosyonunu da konuştuk..
İNsanların kutsalarına butür çirkin saldırılarıkabul edilemez bularak kınadığını ve üzüntülerini belirtti.
Yazımda ismini vermedim dediğimde verebilirsin..yıllar önce yazdığın yazıyı hala saklarım dedi..
Başka bir dine inandığını gizlemeyen bir insanın saygısına bak..
Güya aynı inançtan olduğunu iddia edenlerin haline..
Rabbim, Salih bey ve onun gibi farklı dine inanalara,
Ezan protestosu yapan gizli imansızlara HİDAYET nasip etsin..
Kendini bilmez ahmaklara da akıl fikir ihsan etsin..
Milletimize toptan sabır vesekinet versin..
14 Mart 2019
.................
KİMLİKSİZlİK
Yıllar önce idi..
Angara Maltepede ki kilisenin PAPAZ/yöneticilerinden Salih ismli biri dedi ki " Kimliklerimize dinimizi yazmıyorlar..
Dedim ki " Keşke yazsalar.. Yazılması gerek"
Çok şaşırdı...
"Ben başkaları gibi senin de karşı çıkacağını düşünmüştüm.. Çünkü kime anlatsak karşı çıkıyor.. Anam- babam İSLAM diye benim de kafa kağıdında İSLAM yazıyor"dedi..
" Bunda şaşıracak bir şey yok... Dİn değiştiren, kim olursa olsun gidip kafa kağıdına kendi dinini yazdırmalı..
Çünkü, şurada trafik kazası olsa ve yada sen geberiversen..Kafa kağıdına bakarak işlem yapacaklar..Maltepe camii imamının önüne koyacaklar..
O da devlet memuru olduğu için inancını sorgulamdan ve itiraz da edemeden Er kişi niyetine duracak...
Cemaat de imamına uyacak ..
Ve ben senin kafir olduğunu bilmeden NAMAZ kılacağım...
İradesiyle Allah'a İSYAN etmiş, RAHMETİ red eden birine RAHMET dileyeceğim...
Oyüzden de sen ve senin gibilerin dini ne ise onun yazılması tarafındayım ki her kes inancına göre muamele görüp, Camiye
İmama değil de kendi dini müsesesesine götürülsün..
Bizler de yanlış iş yapmamış olalım.."
Adam HAK vererek bu fikrime sevinip daha da şaşırdı..
"Şaşırma..
Bu benim dinimin gereği..
Allah, hesabını görmek kaydıyla İNSANı kendine inanmak yada ret etmekte ÖZGÜR kılmış..
Ve bu yüzden senin ve senin gibilerin kendi dininin gereğini en kamil mamünada yerine getirmeni savunurum..
Ne olursa olsun kendi inancını açıklayabilmeli..
Tek şart kimse kimseyi kendi gibi inanmaya yada davranmaya ZORLamamalı.."

dedim...
Rahatladı...
Her zaman şüpheyle, çekinerek konuşan Papaz SALİH, hep saygı çerçevesinde rahat bir komşuluk ilişkisi sürdürdü..
Şu EZAN a ve onun simgelediği İNANÇ sistemi olan İSLAM a düşman olanlar hemen kafa kağıtlarına kendi inandıkları sistemimyazdırmalılar..
DEVLET de yazmalı..
Ki İNANANLAR, yanlış iş yapmasın...
Hİç değilse öldüklerinde İSLAM gibi işlem yapılmasın..

https://www.facebook.com/mehmet.omun/videos/10205510182791341/UzpfSTY4OTYxNzY5OToxMDE1NzE5MDE0MjIxMjcwMA/

 

//////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YÖK'ÜN BİLM TARİHİNE YENİ HEDİYESİ: 0>400

YÖK"ün  üniversitelerde yapılan seçimlerde 400 oy alan kişiyi değil de kendine oy vererek diğer öğretim üyelerinden sıfır oy alan kişiyi rektör adayı olarak Cumhurbaşkanına sunmasına tepkiler  sürüyor.

YÖK DÜNYA MİZAH EDEBİYATINA GİRMEK İSTİYOR

Gül   " YÖK'ün son kararı kara mizahtır. Galiba YÖK üyeleri dünya mizah edebiyatında yer almak istiyorlar  " diyerek YÖK'ün son kararını değerlendirmeye bile  değmez buldu.

YÖK TÜRKİYE'YE YÜKTÜR

Arınç"YÖK'ün son kararını "yanlış" bulduğunu söyleyerek" Bu kararla YÖK Türkiye'de yük olduğunu  bir kez daha göstermiştir.Ne kadar demokrat olduklarını göstermeleri yönünden de önemlidir .Cumhurbaşkanı YÖK başkanını görevden almalıdır."dedi.

YÖK HER TÜRLÜ DAYATMA VE ANTİ DEMOKRATİK UYGULAMALARIN KAYNAĞI OLDU

Çelik'  "82 Anayasası ile oluşturulan oligarşik kurumlardan biri ve en kötüsü  YÖK 'tür. YÖK her türlü dayatmacılığın ve   anti demokratik uygulamaların kaynağı oldu. "dedi. Cumhurbaşkanı bu keyfi tutumu derhal reddetmelidir.. Sayın Cumhurbaşkanımız hukuka bağlılığın gereğini yerine getirerek  YÖK başkanı  ve ekibini derhal görevden alınmalıdır."diyerek YÖK'ün  bu ekipten kurtarılarak ciddi bir operasyona tabi tutulmasını istedi.

Günay"YÖK sistemi ile ilgili ciddi sıkıntılar var. Olanları yadırgıyorum. YÖK'ün son rektör adayları ile ilgili kararı iyi bir fırsat olmuştur"diyerek YÖK'ün tamamen değişmesini istedi.

Necati  çavdar

YÖK"ün  üniversitelerde yapılan seçimlerde 400 oy alan kişiyi değil de kendine oy vererek diğer öğretim üyelerinden sıfır oy alan kişiyi rektör adayı olarak Cumhurbaşkanına sunmasına tepkiler  sürüyor.

YÖK DÜNYA MİZAH EDEBİYATINA GİRMEK İSTİYOR

MHP İstanbul Milletvekili Mehmet Gül ,YÖK'ün rektör adaylarını belirleme usulünü  " YÖK'ün son kararı kara mizahtır. Galiba YÖK üyeleri dünya mizah edebiyatında yer almak istiyorlar .YÖK 'ün bu kararını başka  bir biçimde değerlendirmek,üzerinde konuşmak bile yanlış. Her şey ortada" diyerek YÖK'ün son kararını değerlendirmeye bile  değmez buldu.

YÖK TÜRKİYE'YE YÜKTÜR

FP Gurup Başkan vekili Bülent Arınç"YÖK'ün son kararını "yanlış" bulduğunu söyleyerek" Anayasamıza göre  kapıcının oyu da cumhurbaşkanımızın oyu da eşittir. Siz sadece kendine oy vererek bir oyu olan ama diğer arkadaşlarından  hiç oy almayarak sıfır oy alanı dört yüz oy almış kişinin üstünde değerlendiremezsiniz. Bu davranış hem demokratik düşüncenizi hem de diğer insanlara olan saygınıza da gösterir. Bu kararla YÖK Türkiye'de yük olduğunu  bir kez daha göstermiştir."dedi.

DEMOKRASİ ANLAYIŞLARINI SERGİLEDİLER

Arınç"Öğretim üyelerinin kendi aralarındaki seçimin hiç bir kıymetinin olmadığını kabul etmekle ne kadar demokrat olduklarını göstermeleri yönünden de önemlidir .Ayrıca seçim neticesinde yüksek oy alan öğretim üyelerini ' rejim düşmanı' olarak nitelenmesi doğru yasal ve haklı  bir davranış değildir. YÖK üyeleri rektör adaylarını böyle indi mütalalarla   görevlerde engelleme yerine  suçladığı insanların  ' ne yaptığını, nerede yaptığını  yargı karaları ile ortaya koymaları gerekir. Somut olarak  ortaya bir şey koyamadan  üniversitelerde öğretim üyeliği yapan insanları Kemal Gürüz ve ekibi sorumsuzca hareket ederek  suçluyor.

"diyerek Kemal Gürüz ve ekibinin  artık bardağı taşırdığını belirti.

CUMHURBAŞKANI GÜRÜZ VE EKİBİNİ GÖREVDEN ALSIN

"Yeni cumhurbaşkanımız hukukun gereğini yerine getireceğini defalarca ifade etmiştir. Sözlerinin gereğini yerine getirerek  YÖK başkanını görevden almalıdır. Çünkü ortada YÖK araştırma Komisyonun Kemal Gürüz ve 21 arkadaşı hakkında suç duyurusu söz konusudur. Ayrıca ÖSS'de meydana gelen olaylar ve rektör adaylarını belirleme biçimi çok açık bir şekilde bu ekibin işbaşından uzaklaştırılmasını gerekli kılıyor" diyen Arınç,YÖK başkanı Kemal Gürüz ve ekibinin Cumhurbaşkanı tarafından görevden el çektirilmesi gerektiğini söyledi.

YÖK HER TÜRLÜ DAYATMA VE ANTİ DEMOKRATİK UYGULAMALARIN KAYNAĞI OLDU

"YÖK her türlü dayatma ve anti demokratik uygulamaların kaynağı oldu"diyerek YÖK uygulamalarına tepkilerini ortaya koyan DYP Van milletvekili ve TBMM Başkanlık Divanı Üyesi Doç.Dr. Hüseyin Çelik' de "82 Anayasası ile oluşturulan oligarşik kurumlardan biri ve en kötüsü  YÖK 'tür. YÖK üniversiteler arası standardı sağlamak için düşünülmüştü. Ancak düzeni alt üst etmiştir. Rektör seçimleri yapılıyor,sonuca uyulmuyor. Bu konuda da bir standardı yok. Böylece  YÖK her türlü dayatmacılığın ve   anti demokratik uygulamaların kaynağı oldu. "dedi.

ÜNÜVERSİTELERE FİTNE SOKAN YÖK BAŞKANI VE EKİBİNİ CUMHURBAŞKANI GÖREVDEN ALMALIDIR

Çelik"Üniversitelerde   rektörler dorudan seçilir ve herkes bunu kabul eder. Ancak bu yapılmayarak sıfır oy alan bir kişi 400 oy alan kişinin yerine aday yapılmış. Bu yapılamaz. Böylece  üniversitelere YÖK eliyle fitne girmiştir." Cumhurbaşkanı bu keyfi tutumu derhal reddetmelidir. YÖK'ün mantığı ciddi olarak  birliği ve düzeni bozmaktadır. Herkes bu memleketin selametini düşünmektedir. Yine üniversitelerdeki her insan en az YÖK başkanı ve üyeleri kadar vatan severdir. Vatan severlik konusunda kimse kimseyi ölçemez. Eğer üniversitelerde   muzır insanlar görevde ise neden görevinde tutulmaktadır. Kaldı ki hiç bir yargı kararı olmadan insanlar suçlanamaz. Sayın Cumhurbaşkanımız hukuka bağlılığın gereğini yerine getirerek  indi  suçlamalara prim vermeyerek  mahkeme kararı olmadın suçlanan insanların itibarını da düşünerek YÖK'e engel olmalıdır. YÖK başkanı  ve ekibi derhal görevden alınmalıdır."diyerek YÖK'ün  bu ekipten kurtarılarak ciddi bir operasyona tabi tutulmasını istedi.

YÖK SİSTEMİ TAMAMEN DEĞİŞTİRİLMELİ

 Son CHP Kongresinde  Genel Başkan adayı olan Ertuğrul Günay"YÖK sistemi ile ilgili ciddi sıkıntılar var. Öğretim üyeleri kendi rektörlerini seçebilmelidir. Seçilenlerde atanmalıdır. Ancak YÖK sistemi içinde bunun mümkün olmadığı da görülüyor. Olanları yadırgıyorum. YÖK'ün son rektör adayları ile ilgili kararı iyi bir fırsat olmuştur. Bu kararla birlikte YÖK sistemi tamamen ele alınarak yeni baştan oluşturulmalıdır."

 

 

 

 

 

 

 

“YÖK KOMİSERLİĞİ”NE TEPKİLER DİNMİYOR
Mesele Samsun 19 Mayıs Üniversitesi'nde oyların yüzde 57'sini alan Prof. Osman Çakır'ın yerine yüzde 13 oy alan Prof. Ferit Bernay'ın atanması olayı üzerine Çakır'ı destekleyen öğretim üyeleri bu kararı protesto ederek Ankara’ya  kadar yürüdüler. Ankara’da YÖK Başkanı  Kemal Gürüz ile görüşen öğretim üyeleri Cumhurbaşkanından randevu alamadılar. Başbakan Ecevit’te  önlerine kurulan polis engelini aşarak Ankara’ya gelen heyetten haberi olmadığını söyleyerek”Haberim yoktu. Yaş Toplantısında idim”demekle yetindi.

 Cumhurbaşkanı  Necdet Sezer, 9 Eylül Üniversitesinde rektör atamasını YÖK’ün istediğini değilde en yüksek oy alanı atadığı halde 19 mayıs Üniversitesinde tersini yaptı. Prof.Osman Çakır "Atatürkçü değil" atanmadığı söylenirken  Çakır'ın kendisi "271 Atatürkçü, laik, çağdaş oy nereye gitti?" diye soruyordu. Eşi Doç. Dr. Semiha Çakır’da : "Eşimin bir suçu çıkarsa çıkıp kendimi yakarım. Büyük önder Atatürk'ün aşığı olan eşimin bu şekilde onuru kırılmıştır." dedi.

 CUMHURBAŞKANI KENDİ KOYDUĞU KURALA UYMADI

YÖK’ün tutumunu  eleştiren DYP Genel Başkan Yardımcısı ve eski YÖK Başkanı Prof.Mehmet Sağlam”YÖK yasası mutlaka değiştirilmeli ve YÖK islah edilmelidir. Rektör seçimleri kişilerin tasarurfuna bırakılmayarak mutlaka sisteme bağlanmalı. Demokraside essas olan seçim ve sonucuna saygılı olmaktır. Öğretim üyeleri arasında en yksek oyu alan rektör seçilebilmelidir. Şimdiki sistemde bu olaylar kişilerin şahsi inisiyatifine bırakılıyor ki bunun demokratik anlayışla bağdaşır yönü yoktur”dedi.

Sağlık-İş Genel Başkanı Mustafa Başoğlu ise”YÖK’ün tutumundan  görülüyor ki insanlar toplu olarak suçlanıyor. Ortada ne yargı kararı var,nede belge. Ama insanlar suçlanıyor. En fazla rey alan rektör seçilebilmelidir. Sayın Cumhurbaşkanı YÖK’e rektörler kararnamesini iade etme gerekçesine göre hareket etmedi. Az oy alan kişiyi rektör yaptı. Şayet seçim yapılıyorsa uyulması gerekir. Cumhurbaşkanı yaptığı atama ile koyduğu kuralı çiğnedi, yerine getirmedi. YÖK kararnamesini iade gerekçesinde kendi koyduğu kurala uymalı idi.”diyerek rektör  atamalarında demokrasinin çiğnendiğini söyledi.

 

EŞİ BAŞÖRTÜLÜ DENEN REKTÖR ADAYININ  EŞİ BAŞÖRTÜSÜZ ve GÜVEN ERKAYANIN ADAMI OLDUĞUNU SÖYLÜYOR
DİCLE Üniversitesi eski Rektörü Prof. Mehmet Özaydın da 214 oyla birinci seçildiği halde atanmayanlar arasında. Atanmama sebebi, "irticai kadrolaşmaya göz yumması, karısının başının kapalı olması" gösterilen Özaydın’ın eşi Sevim Özaydın
"Bu yanlış karardan dolayı Atatürk'ün kemikleri sızlıyor. Ben vefat eden Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın yıllarca özel kalem müdireliğini yaptım. Bu suçlamalar onun da kemiklerini sızlatır...
 Diyarbakır'da kadınların imajını değiştirerek laik demokrasi inancını geliştirdim..."diyerek eşi
Prof. Mehmet Özaydın asker kökenli olduğunu söylüyor. Bu gelişmeler üzerine "irticai" olduğunu Yüksek Askeri Şura yıllarca nasıl atlamış?!”sorusu akıllara geliyor.

 

 

 

 

 

RÖPORTAJ: Necati Çavdar

 Eski Erzurum Milletvekili Doç.Dr. Ömer Özyılmaz.

 

 

YÖK  İMHA DEĞİL İSLAH EDİLMELİDİR

Bir çok çevreler kurulduğundan beri hep tartışılan  YÖK'ün tamamen kaldırılmasını savunurken bir kısım çevreler islah edilmesi için  son olayları bir fırsat olarak görüyor. Bu son görüşü savunmalardan biride  eski Erzurum Milletvekili Doç.Dr.Ömer Özyılmaz.

Özyılmaz hem bir akademisyen olarak, eğitim-öretimin içinde, hem de siyasetçi olarak tartışmaları ve YÖK'ü yakından izliyor. Bizde YÖK’ün dünü ,bugünü ve yarınını Özyılmaz ‘a sorduk:

BU GÜNKÜ YÖK,İHTİLAL ŞARTLARINDA OLUŞTURULMUŞ OLUGARŞİK BİR KURUM

 -Bizde YÖK'ün işlevi nedir?

-Bizim ülkemize baktığımızda, bizdeki eğitim yönetimi üst kuruluşu olan YÖK'ün , dünyanın değişik ülkelerindeki benzer kuruluşlarla çok ayrı bir çizgi ve yapılanma içerisinde olduğunu görürüz. Diğer ülkelerdeki eğitim yönetimi üst organları, üniversitelerde eğitim öğretim faaliyetlerinin koordine edilmesi,  standart  belirlenmesi,  denetlenmesi  ve  onlara.  danışmanlık  hizmetlerinin yürütülmesi ile meşguldür. Bizdeki Y.O.K. yönetimi ise, bütün bu asli görevlerini ya terk etmiş veya ihmal etmiş, kendisine asıl görev olarak da baskı ve dayatmalarla üniversiteyi inzibat  (sindirme)  altına  almayı  benimsemiştir.  Böylece  bugünkü  yapısıyla  Y.O.K., üniversitelerimize destek değil, köstek olmaktadır. Bunun sebebini de, Y.O.K.' ün kuruluş ve yönetiminin oluşturulmasındaki anlayış ve düşünce ikliminde aramak gerekmektedir.

Her şeyden önce Y.Ö.K., ihtilal döneminin ürünü bir kuruluştur. Ayrıca 1980 öncesi üniversitelerdeki anarşi ve terör oluşumuna  karşı kurulmuş, "tepki" kurumudur. Y.Ö.K.' ün kuruluş felsefesi tepkisellik üzerine bina edilmiştir. Buna ek olarak belli birtakım anlayışlar dayatmacı metotlarla üniversiteye dikte ettirmeyi esas kabul  etmiştir.  Bütün bunları yapabilmesinin bir bakıma sigortası olarak da Y.O.K. üyelerinin belirlenmesindeki usul görülmüştür.

-Bu günkü şartlarda YÖK’e ihtiyaç var mı dır?

 -Bu günlerde  YÖK çokça tartışılıyor. Bunun böyle olmasında hem YÖK'ün 12 Eylül darbe  rejiminin ürünü olan  bir kaç  oligarşik kumrumdan biri olması, hem de uygulamaları ile kuruluş gayesine uygun bir tavır içinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. Ve kurulduğu günden beride tartışmalar sürmektedir. Bir çok kesim YÖk'e duyulan öfkeden dolayı tamamen kaldırılmasını istiyor. Ancak YÖK veya benzeri  kurumlar bir ihtiyaçtır. Tepki yerine islah etmek en uygunu diye düşünüyorum. YÖK'e ihtiyaç vardır ancak, bugünkü baskı, korku ve endişe verici  uygulamaları  devam ettirmek ise, hem topluma, hem de o insanlara yapılabilecek en büyük  kötülüktür. Çünkü bugünkü uygulamaları  bilim gösterdi ki, bilim insanının bilim üretmesini, toplumun da üretilecek olan o bilgiden yararlanmasını engellemektedir. Bu durum  ise, geri   kalışımızın en önemli sebeplerindendir. Öyleyse üniversitelerimiz ideolojilerde  arınıp demokratikleşmiş,  özerk bir yapıda,  özgür bir rekabet ortamına sahip kuruluşlar   haline  getirilmelidir. Her insan bunu gerçekleştirme konusunda topluma karşı  yükümlüdür.Eğitim – Böyle bir eğitim kuruluşuna ihtiyaç varsa nasıl olmalıdır?

-Eğitim yönetimi üst kuruluşu bizde olduğu gibi dünyanın pek çok ülkesinde de vardır. Üniversitelerin, bir bütün olarak eğitim-öğretim faaliyetlerinin kamu adına görevlendirilmiş "eğitim yönetimi üst organı" tarafından planlanıp koordine edilmesi ve denetlenmesinde elbette pek çok yarar vardır. Bugün ülkemizde olduğıı gibi dünyanın her tarafında eğitim, yükselen bir değerdir. Herkes eğitimden yeterince nasibini almak için uğraş veriyor. Bu çerçevede her kademede okullaşma oranı gün geçtikçe yükseliyor. Her geçen gün çoğalan bu okulların gerek politikalarının belirlenmesi, gerek yürütmede okullar arası birlik ve bütünlük sağlanması  ve  gerekse  denetim  faaliyetlerinin  yerine  getirilmesi  için  üst  kurullar oluşturulmaktadır. Bizim ülkemizde ilk ve ortaöğretim kurumlanın bu manadaki eğitim yönetimi üst kurumu Milli Eğitim Bakanlığıdır. Üniversitelerin eğitim yönetimi üst kurumu ise, üniversite ve yüksekokulların  tamamını şemsiyesi altında bulunduran YÖK.' dür.  Böyle bir organa bugün gerçekten ihtiyaç vardır. Zira sayıları yetmişi  geçen  ve  bundan  sonra  da  artma  potansiyelini  bünyesinde  bulunduran üniversitelerimizin hem politikalarının belirlenmesinde, hem denetimin sağlanmasında, hem de yürütmede birlik ve bütünlüğün oluşmasında koordinatör görevi yapacak bir üst kurula ihtiyaç vardır.  Şüphesiz burada kastedilen "birlik",  "tek tiplik" veya "tekillik" değil, "çoğulların" ve çoğulculuğun arasında bir koordine yi önermektir.

 

 

DEVLETTE SORUMSUZ KURUM OLMAZ

Diğer ülkelerde  uygulama nasıl?

-Eğitim yönetimi üst organı bir okul değil, dolayısıyla bir üniversite ve yüksekokul gibi araştırma  ve  eğitim- öğretim  faaliyetlerinde  bulunmaz.  Bu  kurumun,  profesyonel  bir "yönetim" ve "danışmanlık" kurumudur. Dolayısıyla bu kurumun, teşkilatlanmasının, kuruluş gayesinin ve görevlerinin çok iyi belirlenmesi gerekir. Her şeyden tince bu kurum, kamu adına bu görevleri yapacağı için kamuya, halka karşı sorumlu olmalıdır. Nitekim dünyanın değişik yerlerindeki uygulamalar da bu yöndedir. Hiçbir yerde bu kurum devletin sorumsuz bir organına bağlanıp, ona karşı sorumlu hale getirilmemiştir. Aksine eğitim yönetimi üst kurumunu halk, ya yerel ve ulusal bazda yaptığı seçimlerle veya ülke yönetimi için seçtiği insanlar eliyle belirlemiştir. Esasen demokrasilerde her kurum dolaylı ya da dolaysız olarak halka karşı sorumludur. Eğer bir kurumun yöneticilerini  halk beliriyorsa, o kurumun yöneticileri doğrudan halka karşı sorumlu olur. Şayet halkın seçtikleri eliyle bu belirleme işi gerçekleşiyorsa, o zaman da bu yöneticiler, seçilenler vasıtasıyla halka hesap verirler. Aşağıdaki tabloda, çeşitli ülkelerin yükseköğretime yönelik eğitim yönetimi üst organlarının durumu şöyledir:

EĞİTİM YÖNETİMİ  ÜST ORGANLARI

ÜLKE ADI      EĞİT.BAKANLIĞI   Y. ÖĞRT. B.LIĞI          DİĞER

ALMANYA                                      X  (FED/EYAL)                                                                        

 AZERBAYCAN    X                                                                        

B.KRALLIK           X                                                                     ÜNV.KONS

BELÇİKA             x  (MEB)                                                       Y.ÖĞRT.KONS.

BREZİLYA         X                                                                       EYAL.EĞT.KUR.

BULGARİSTAN X                                                                         Y.ÖĞRT.KONS.

D ANİMARKA          X                                                               BÖLGE REKTÖR.

 FRANSA                   X (MEB)                                                              

GÜNEY A,FRİKA   X   "                                                                Y.ÖĞRT.KOMİSYON

HOLLANDA            X             

  İSPANYA              X             

 İTALYA                   X                                                  X              

JAPONYA                X                                                         -              

PAKİSTAN               X (FEDIEYAL)                                 -              

 S.ARABİSTAN               X                                        X               

 

 -Bu durumda YÖK'ün işleyişi ne olmalı dır.

-Tabloda da görüldüğü gibi

1-Eğitim yönetimi üst organları büyük ölçüde o ülkelerin Milli Eğitim Bakanlıklarına bağlıdır. Esasen bu, o kurumun ulusal iradeye karşı sorumlu olduğunu gösterir.

2-Bazı ülkelerde eğitim yönetimleri, o ülkelerce oluşturulmuş olan bölgesel ve ulusal bazdaki eğitim yönetimi üst organlarınca yürütülmektedir ki, oralar incelendiğinde bu kuruların yerel ve ulusal irade tarafından oluşturulduğu ve ona bağlı ve sorumlu oldukları görülür.

3-Dünyanın hiçbir demokratik ve gelişmiş ülkesinde, eğitim yönetimi üst kurumunun üyelerini 'seçme ve atama işini, halka karşı sorumsuz olan Cumhurbaşkanı yapmamaktadır. Çünkü bu konu bir üniversite sorunu olduğu kadar bir demokrasi soı-unudur. Demokrasilerde, milli irade dışına çıkarılmış bir kurum olamaz. Şayet böyle bir durum olursa, orada da oligarşik bürokratik adacıklar ve/veya bürokratik krallıklar oluşabilir demektir ki, böyle bir oluşuma asla fırsat vermemek gerekir.

4-Halka karşı sorumlu olan kurullar, halkın gözbebeği mesabesinde olan kurumalara karşı daha titiz, daha demokratik ve daha yararlı olmaya çalışırlar. Aksi halde halk onların hesabını sandıkta görür. Üniversiteler, halkın gözbebeği ve geleceği olduğu için, bu kural orası için daha iyi işler.

 

 

-Bu ölçüler içinde biz  hangi ülkelere yakınız?

-Maalesef biz bu konuda  Küba, Sudiarabistan gibi antidemokratik  ülkelerle  yanyanayız.

-YÖK'üyeleri demokratik usullemi atanıyor ki  demokratik uygulama bekliyoruz?

- Bizdeki eğitim yönetimi üst kuruluşu olan Y.Ö.K. üyelerinin belirlenmesindeki usulün, dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde olmadığını görürüz. Diğer bir ifadeyle YÖK üyelerinin  belirlenmesi,  usul  yönünden  anti-demokratiktir.  Dolayısıyla demokrasi  dışı usullerle oluştunılmuş olan bu kurum, kurulduğu günden beri üniversitelerde baskı ve dayatmayı kendisine şiar edinmiştir. Y.O.K. tarihine baktığımızda baskı ve dayatmanın konjonktürel olarak değişik görüş ve düşünce sahiplerine yöneldiğini görürüz.

Şimdi artık, kurulduğu günden beri, varlığı, yönetiminin oluşumu ve uygulamaları  hep tartışılan bu kurumla ilgili olarak, radikal değişikliklerin yapılması zamanı gelmiş de geçmektedir. Bu çerçevede değişikliğin, kurumun isminden başlaması gerekir. Böylece ülkemizdeki eşitim yönetimi Ust kurumunda yeni ve beyaz bir sayfa açılmış olur.

-Peki nasıl bir değişiklik ve maksadı ne  olmalıdır?

- Demokratik usullerle belirlenecek olan bu yeni kurumun, demokratik uygulamalarına  alem   olacak  yeni   ismi   "ÜMVERSİTELER  KOORDİNASYON BAŞKANLIĞI olmalıdır.

Üniversiteler Kordinasyon Başkanlığı kurumunun eğitim öğretim hayatımızdaki yeri, dünyanın değişik ülkelerindeki kardeşleriyle aynı olmalıdır. Yani ideolojik ayırımcılıktan tamamen uzak olarak,  ülkemiz üniversiteleriyle  koordine bir çalışma sonucu, bilim üretiminde ve eğitim öğretim faaliyetlerinde standart belirlemek, bunları bilimsel ölçeklerle denetlemek ve devletimizin üniversitelere aktardığı ekonomik kaynağı, onlara adil ölçülerde paylaştırmak onun esas ve yegane görevi olmalıdır. Bunun yapılabilmesinin ilk şartı ise, Üniversiteler Koordinasyon Başkanlığının üyelerinin demokratik usullerle belirlenmesidir.

YÖK ÜYELERİNİ MECLİS SEÇMELİ

-YÖK'ün bu yapısı değiştirilmedir diyorsunuz.,nasıl  değiştirilmelidir?

-Bize  göre Üniversiteler Koordinasyon Başkanlığının   üyelerinin belirlenmesi, demokrasinin kalbi olan T.B.M.M.ce yapılması en uygun olanıdır. Burada şöyle bir usul takibedilebilir. l5 kişiden oluşacak olan Üniversiteler Koordinasyon Başkanlığının üyeleri 5 yıllığına seçilir. Seçimde, adayları TBMM.de grubu bulunan partiler gösterir. 15 kişilik üyelikler, partilerin TBMM Başkanlık Divanındaki ağırlıgına göre her partiye tahsis edilir. Partiler de kendi kontenjanına düşen üye sayısının iki katı üyeyi aday olarak TBMM Başkanlığına bildirirler. Sonra belirlenecek bir günde TBMM.'de seçim yapılır. Yalnız her partitıin gösiereceği adaylar içerisinden, o partinin kontenjanı adedince insanın o lisieden seçilmesi şart olmalıdır. Böylece iktidar ve muhalefet ayrımı yapılmaksızın her parti, dolayısıyla milletin büyük çogunlugu, Oniversiteler Koordinasyon Başkanlığı Üyelerini seçmiş olurlar.

 

İsmiyle, üyelerinin seçimindeki demokratik yöntemlerle, yepyeni bir kurum olan üniversiteler Koordinasyon Başkanlığının görevlerine gelince, bunun çok iyi belirlenmesi gerekir. Ne bölüm başkanı, dekan ve rektörün görevini üstlenip orada huzursuzluklara sebebiyet verecek, ne polis ve yargının yapacağı işleri kendine iş edinecek, ne hayali bir takım düşmanlar icat edip insanlara boş yere baskı ve zulüm yapacaktır. Bunlar ve benzeri, kendisini ilgilendirmeyen işleri, ilgililere havale edip, esas kendisinin varlık sebebi olan işlere yönelmesi gerekir. Onlar da özet olarak:

a- Üniversitelerle  işbirliği yaparak, oralardaki bilimsel çalışmalar ve eğitim-öğretim faaliyetlerinde akademik standart belirlemek,

b- Devletin üniversitelere ayırmış olduğu kaynağı, çeşitli kalemler yoluyla ve adil ölçüler çerçevesinde üniversitelere dağıtmak,

C- Üniversitelerin, kanunun tahsis ettiği ekonomik kaynağı kullandığı halde, belirlenmiş olan hedef ve standartlara ulaşıp ulaşmadığını denetlemek, gözetlemek ve bunun yanında onlara danışmanlık yapmak,

d- Bütün üniversitelerdeki yönetim ve yürütme işlemlerinde birlik ve bütünlük sağlamaya çalışmaktır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, üniversiteler Koordinasyon Başkanlığının tıpkı Y.Ö.K. gibi kendi asli görevini bırakıp bir yürütme organı haline dönüşmesine fırsat verilmemesidir. Ü.K.B. bir yürütme kurumu değil, koordinatör bir kuruluştur. Asıl görevi ise, yukarıda anlattığım gibidir.   Bu çerçevede beşer, onar yıllık üniversiteler master planı hazırlatması ve üniversiteleri o master planında belirtilmiş olan hedeflere ulaşmaya teşvik etmesi onun asli görevlerinin başında gelmelidir.

 

 

Üniversiteler Koordinasyon Başkanlığı’nın  kuruluş gayesi ise yukarıda belirtilen görevleri yerine getirmek olmalıdır. Bu kurum hiç bir zaman ideolojik bir saplantı içerisine girip de, devletin başka kurumlarının üstlenmesi gereken görevlere talip olmamalıdır. Esasen her kurum kendi görevini tam olarak yürütürse, artık bazı kurumların bazı şeyleri koruma ve kollama ihtiyacı da ortadan kalkar.

Oooooooooooooooo--------------------------oooooooooooooooooo

 

 

 

 

 

 

 

 

Necati Çavdar

İKİ SICAK KONU VE...

16/07/1999 14:37:27

 

AYGÜN “ANKARA KAVURUYOR”

 

Ankara çok sıcak günler geçiriyor... Adeta ortalık kavruluyor.... Ancak Ankara’daki yetkililerin aldığı karalarla tüm Türkiye kavruluyor. İşçi, memur, emekli, esnaf ve Cumhuriyet tarihinde ilk defa çiftçilerde sokaklarda... Tabanları kaynamasına rağmen ”Beşli çete” Disk(Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu),Türk-İş,(Türkiyenin en büyük işçi sendikaları  konferedasyonu.)TOBB(Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği),TESK(Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu),TİSK(Türkiye İşverenler Sendikası )’den çıt yok. Hakkını yememeli TİSK Başkanı Refik Baydur, yeni eseri  “Bizim Çete” kitabıyla meşgul. Bu şartlarda ATO Başkanı  SİNAN AYGÜN’ü ziyaret ediyoruz. Aygün  Ankara’da  yerel olarak görülen  bir sivil toplum kuruluşunun başkanı. Ancak Aygün, hem   Türkiye’nin en büyük ikinci odasının başkanı hem de Melih Gökçek gibi Ankara yerelinde hizmet üretmesinin ötesinde  tüm Türkiye’de takip edilen biri.

Aygün’e gönül isterdi ki sizi   işlerin iyi yürüdüğü  bir zaman ve bunun verdiği serinlik içinde ziyaret edelim. Ancak  bir sendika lideri  hükümetin ekonomik  politikası ve buna karşı oluşan toplumsal tepkileri kast ederek  “Bu yaz sıcak geçecek” demişti. Sendika liderimizin hava raporu uzmanı olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat bu yaz gerçekten kavurdu. İş alemi nasıl? diye soruyoruz. Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu  mevsim normalleri üzerinde seyreden hava durumuna benzeterek" Ankara  Kavuruyor" diye özetledi. Türkiye’nin çözülemeyecek meselesinin olmadığını belirten  Aygün görüşlerini satırbaşları ile şöyle dile getiriyor:”Türkiye büyük bir ülke. Her şeye rağmen düzelmeyecek ve yönetilmeyecek bir yönü yok. Ancak yönetim sıkıntısı var. Ankara aldığı kararlarla  ülkeyi kavuruyor. Türkiye suni gündemlerle meşgul ediliyor. Türkiye’nin esas gündemi ekonomidir. Bir an önce “Çete,mafya,Ağaca, Koalisyon, Komisyon, Aklama ve haklama gibi  gündemlerden uzaklaşarak ekonomiye dönülmesi gerekir. TBMM tatilini kısa tutarak  Türkiye’nin asıl gündemi üzerinde çalışmalıdır.

Çünkü  işte SOS işareti veren  ekonomik veriler:

Bu yıl iki binden fazla üyemiz bize baş vurarak  işyerinin kepenklerini kapattı. Bize bildirmeden kapatanların sayısıyla bu rakam dört bini geçer. Bu  aile fertleri ile Sadece 20 bin kişiyi,her dükkanda 5  kişi çalışsa toplam 100 bin kişinin işsiz kalması demektir. Bu arada bir anket yaptık işte anket sonuçları:

Geçen yıl ki ciromuz  azaldı. Geçen yılkı konumunu  bile koruyamadım diyen  :                              %64 - Karlılığım azaldı  diyenler :  %83-Yeni yatırım yapmayacağım diyenler                                                 %92,3- Vergilerimizi veremiyoruz diyenler :%81- Hiç siftahsız dükkan kapatanların oranı:%76  -Hükümetin bütçe hedeflerini yakalayamaz diyenler:%88,8

ÜLKEYİ DURDURARAK ENFLASYON ÖNLENMEZ

Biz ülkemizin 25 yıldır enflasyon şampiyonu olmasını elbette istemiyoruz. Böyle bir dereceyi de halkımız hak etmemiştir. Bunda halkımızın bir suçu da yok. Ancak  ülke durdurularak enflasyon önlenmez. Eldeki tüm veriler ülkenin geri gittiğini gösteriyor. İnsanlar ekmek teknelerini terk ediyor. Dükkanlar kapatılıyor.1945lerden sonra ilk defa ülkemiz eksi  büyüme hızına  girdi. Bu ne demektir? Milli hasılada küçülme, yatırımlarda küçülme, işsizliktir. Böyle  ülke daraltılarak, sıkarak enflasyon önlenmez.

DEPREM YAŞIYORUZ

“Geçen yıl   üç tane deprem oldu.” Diyen Aygün’ün  sözlerine karşı nasıl olur?diyecek oluyoruz. O devam ediyor: “ Çünkü, birincisi  gerçek depremdi diğerleri ekonomik.   Deprem 5 milyar dolarlık bir zarar meydana getirdi. Ama  bizden 16 milyar dolarlık  kazanmadığımız parayı aldılar. Dolayısıyla üç tane  deprem yaşadık. Ülkeyi sürekli sıkıyorlar.

VATANDAŞ TEHLİKE SAYILAMAZ

Türkiye’de önemli bir  yönetim hatası da vatandaşların bir kısmının tehlikeli sayılmasıdır. Vatandaş  şu ve bu nedenle tehlikeli sayıldığı için yatırım yaptırılmıyor. Ama IMF’den 300 milyon dolar  almak için olmadık tavizler veriliyor. Böyle  bir mantık olmaz. IMF yerine yurt dışındaki vatandaşlarımıza yönelseler milyar dolarlar alırlar. ve bunun hiç bir riski de olmaz. Ama IMF’den alınacak üç beş kuruş için olmadık siyasi  bedel ödeniyor.

BİZİ  COTTERALLİ  İDARE EDİYOR

- Diyen Aygün’e şaka ile siz de artık  içinde bilindiğiniz durumun zorluğu için  hükümet yerine  Coteralliyi muhatap alsanız?diyoruz”Aygün “Maalesef .. “diye cevabı yetiştiriyor. Ve devam ediyor:”Toplumun her kesimi ayakta ve bu uygulanan  ekonomik kararlara itiraz ediyor. Hükümet kimseyi  dinlemiyor. Ama Cotteralli  dinleniyor. Hükümet onun  sesine kulak veriyor. Coteralli şu an Türkiye’nin en muhterem adamı durumunda. Bizde onun sesimizi duymasını istiyoruz . Ancak Coteralli’ ye 300 dolarla nasıl yaşanacağının izahını birilerinin yapması gerekir.

DEVLET KENDİ HARCAMALARINI GÖRMÜYOR

Hükümet  bizden  aldığı  vergileri artırıyor. Devlettir artırır ancak  kendi harcamalarını kısmak için tedbir almıyor. Bu gün en büyük  kara delik kamu harcamalarıdır. Bunun tedbirinin alınması gerekir. Kendileri memur fazlamız var diyordu. Kamuda gelen giden hükümetler memur kadrolarını şişirmişler diyordu. Ama bu gün 70 bin kişi alıyorlar bunu neyle izah edecekler?”

MEDYA GÜNLÜK GÜNEŞLİK GÖSTERİYOR

-Aygün’e söz arasında  halkın  sıkıntı içinde olduğu görülmesine rağmen medyanın durumu iyi göstermesi neden? diyecek oluyoruz. İşte medyayla arasını açmamak için ince elenip sık dokunarak verilen  cevap:“Medya  ekonominin günlük güneşlik olduğunu  gösteriyor. Ancak  onlar ithalata bakarak bunu söylüyor. Yoksa üretim bazında  ülke SOS veriyor.”

ALMANYA’YA NE OLDU? ...EKSİĞİMİZ DEMOKRASİ

Aygün’e sormaya devam ediyoruz: ” Bizim  ekonomik sıkıntılarımızla demokratik sıkıntılarımız arasında bir bağ görüyor musunuz?”

-“İkinci dünya savaşı öncesinde Almanların milli hasılası kişi başına 350 dolardı. Bizim 500 dolar. Onlar savaşa girdi biz girmedik. Ama gelinen nokta açık. Buda gösteriyor ki bizde bir şeyler eksik. Onlar demokrasiyi erken yakaladı. Biz hala  demokrasi yönünden sıkıntılıyız. Açıkça  görünüyor ki ülkede demokrasi eksikliği kalkınmayı da engelliyor. Bunu görmek için son zamanlardaki demokrasi uygulamalarını ve ekonomik verileri yan yana koyun gerçek ortaya çıkar. Kalkınmayı yakalamak için demokrasi önündeki tıkanıklarında açılması gerekir. Baskılar artıkça ekonomide zora giriyor.

NİÇİN YAKALANMIYOR

-Bu gün kredi borcunu ödemeyen çiftçi icra takibi yapılıyor, kimide hapse giriyor. Ama  batan bankalarda “malı götürenler”yakalanamıyor. Niçin?

-Bunun mantığı yok. Bir gecede bankaları boşaltanların yakalanmamaları mümkün değil. Batan  bankalar için 5 milyar dolar harcandı. Depremin faturası da 5 milyar dolardı. Bunun için evi,arabası olandan ve tüm kesimlerden boğazına basılarak paralar toplandı. Ancak beş banka  deprem için toplanan paraları paraya eş değer parayı bir gecede alıp götürdüler. Bunun sorumlusu kimlerdir, niçin yakalarına yapışılmıyor? Ben bilgisayarımın bir tuşuna bastığımda kim borçlu ortaya çıkıyor da devlet kendine kazık atanı bilmiyor mu? Onları neden teşhir etmiyor? Efendim  ticari sır diyorlar. Böyle ticari sır olmaz. Onun arkasına saklanmasınlar. Birde kamuda görev zararı deniyor. Bu zararları milletin sırtına yüklüyorlar. Görev zararı olmaz. Yapanların yanına kar kalması için böyle diyorlar. Zarar ettirene ödetmek gerekir. Veya zararı kim yaptıysa yakasına yapışılmalıdır.

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI SUSKUN

-İşçi,memur ve çitçi gibi tüm sosyal kesimler  sokaklarda. Ancak bir zamanlar hiçte işleri olmadığı halde sokaklara çıkanlar ve bildiriler yayınlayan  bazı sivil toplum kuruluşları bu gidişten memnun gibi sessiz. Gerçekten sivil toplum kuruluşları ne kadar sivil?

Aygün bu soru karşısında biraz duruyor. Belli ki  tabanlarının sesini  yüksek sesle yukarı intikal ettirmeyen “sivil toplum kuruluşlarından “ rahatsız ..-“Sivil toplum kuruluşları sıkıntılarını dillendirmelidirler. Herkes kendi evinin önünü temizlese mesele biter. Herkes konuşmalıdır. Biz konuşuyoruz konuşmaya da devam edeceğiz. Başkalarının da konuşması gerekir? Neden susuyorlar onlara sormak gerekir.” diye cevaplıyor.

 

 

/////////////////////////////
KURBANIN DERİSİ ,TACOY’UN DİRİSİ

TAÇOY’DAN HESAP SORULSUN..!

 

Necati Çavdar-Ankara

 “Uçuşa elverişli olmadığı”  Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü  Raporu ile uçuşları  durdurulan Türk Hava Kurumunun (THK) uçaklarında  uçmak zorunda bırakılan ve bu yüzden şehit olan  pilotların aileleri feryat ediyor.”Evlatlarımızı ölüme gönderenlerden hesap sorulsun.!”

 

THK’nun Atatürk tarafından çok güzel gayelerle kurulduğunu söyleyen aileler”Atatürk Türk çocuklarının havacılık alanında yetiştirilmesi ve dünya çocukları ile yarışması için THK’nu kurdu. Bunun için milletimiz çok ulvi duygularla kurban derilerini ,fitre  ve zekatlarını bağışlayarak destek oldu. Ancak  yöneticileri eliyle bu kurum hem maddi hem manevi zararlara sokuldu. Kamuoyunda bu yöneticiler yüzünden kurum yıprandı. Buna kimsenin hakkı yoktur. Kurumu bu hale getirenlerden mutlaka hesap sorulmalı. Evlatlarımızın  ölümüne sebep olanlar gerekli cezaya çarptırılmalıdır.”diye kurumun başındakilerden yetkililerin hesap sormasını istediler.

Anadolu Ünüversitesi  Havacılık Bölümünün ilk uçuşu yapan pilotu Serhan Uzun 27  Mayıs  1995’te Dromader M-18 tipi zirai  ilaçlama uçağının Eskişehirde düşmesiyle şehitolmuştu.Kendisinden önce  bu tür uçakların  düşmesi sonucu 6  pilot daha şehit olmuştu. Serhan’ın babası Neşat Uzun “Benim oğlum  Serhan yedincisi. Oğlumdan sonra üç arkadaşı daha şehit oldu en sonun da bir albayın oğlu yine bu tür ucağın kullanılması sonucu   şehit olmasından sonra uçuşlar durduruldu. Bir pilotun yetişmesi hem biz aileler için hem de devlet için kolay olmuyor. Biz onu ne şartlarda yetiştirdik.Benim çocuğum  bizim şartlarımızı da düşünerek Eskişehir’de  yemeklerini sadece simitle geçiştirirdi.Ama onu tam faydalı olacakken bozuk uçaklarda  mahvettiler.”dedi.

TAÇOY İSTİFA İLE KURTULMAMALI

”Oğlumun şehit olmasından sonra biz neye uğradığımızı bilemedik.Dolayısıyla her her hangi bir araştırma yapamadık. Bizi o psikoloji ile hemen cenazenin defni için sıkıştırdılar. Sanki bir an önce işis bitirmek istiyorlar gibi bir metod uyguladılar. Akşam telefon geldi biz zaten yıkıldık. Eskişehir’e bile gidemedik. Alelacele memleketimiz olan Nevşehir’e giderek orada defin yaptık. Atatürk  bu müesseseyi Türk havacılığının gelişmesi için kurmuş ancak yöneticiler  bu hale getirdiler. Sorumlularının cezalandırılmalarını istiyoruz .THK Türk Milletinindir. Ancak  kurumu yönetenler parçası dahi bulunmayan uçakları alarak ölümlere  sebep oldular. Taçoy istifa etmekle kurtulamaz. Yaptıkları yanlışlarnın bedeli vardır.Bu yanlışları cocuklarımız canlarına mal oldu .THK gibi nadide bir kurumu Atatürk kurmuş kimin eline bırakmışta ,bunlar karartmış.Taçoy ve tüm yönetimi  olaylardan sorumlu .Bu ülkede bunların hesabını soracak bir yetkilisi yokmu.?”diye soran Uzun

“Şimdiki gelen yönetimden bu güzel kurumun bunlardan hesap sormasını,evlatlarımızın hakkını savunmasını bekliyoruz.”diyerek yeni THK yönetiminden konunun araştırılarak hesap sormasını istedi..

Uzun ,kurum çalışanları üzerinde baskıların olduğunu dile getirerek”Bu olaylardan sonra çoğu pilotlar kurumdan istifa ederek başka yerlere geçmek zorunda kaldılar. Bazı arkadaşlarını da konuşacak, gerçekler ortaya çıkacak diye başka yerlere adeta sürüldüler. Oğlumdan önce uçağa  aynı uçağa kullanan Alper Yalçın ismindeki arkadaşı “Bir daha ben bu uçaklara binmem demiş.Onu da İstanbul’a  sürdüler .O çocuğu bizimle konuşturmadılar. Onun üzerinde çok baskılar vardı. Defalarca aramamıza rağmen telefonlarımıza çıkmadı. Bir daha beni aramayın demiş. Olaydan sonra deli gibi oldu dediler. Serhan’ın en yakın arkadaşı idi .O bir çok  olumsuzlukları biliyordu. Ama söyleyemedi,söyletilmedi. Bir yıl önce istifa ettiğini öğrendik. Uçakların düşüşünü TKH genellikle pilotaj hatasına bağladı. Ancak bir miktar para almamız dolayısıyla susmamız içinde 60/40 oranında pilotlar suçlu gösterildi.”diyerek THK’da  yaşananları anlattı.

 

 

YÖNETİCİLER SORUMLU

THK’ uçaklarında şehit olan pilotun ailesi  şunları dile getiriyor:

-Bu  uçakları kullanabilmek için  pilotların belli  bir eğitimden geçmeleri gerekirken bu yapılmamış. Uçaklar konusunda uzmanlaşma sağlanmadan çocuklarımız kullanmaya zorlanmış.

-Uçaklar daha yeni kullanımında arıza vermeye başlamışlar .GAP’ın açılışında ki ilk seferde bile motoru durmuş

- Bu  uçakların uçamayacağına dair sivil Havacılık tarafından verilmiş uçamaz raporu  olduğu halde yine de  uçurulmuş.

- Uçakların yedek parçası olmadığı için yeteri bakımları yapılamamış .Çocuklarımız bakımları yapılmayan ve teknik kontrolsuz uçaklara verildi.

 

UÇAMAZ RAPORU UÇTU

Ulaştırma bakanlığı Sivil Havacılık Genel Müdürlüğünün  1982 de “Bu  uçakların uçması sakıncalı” diye rapor verilmesi üzerine  uçaklar uçuşa yasaklanması gerekirken  rapor sümen altı yapılarak   ilgili rapor THK da “uçtu.”

 

RAPORLARI NE YAPTIN   TACOY

Serhan Uzun’un uçağının  düşmesinden önce THK uçaklarının ne durumda olduğu gazete manşetlerine de geçmişti.

O dönemin gazetelerinde şunlar belirtiliyordu:

-Uçakların teknik bakım eksikliği ve yedek parça noksanlığı nedeniyle düştüğü rapor edildiği halde,THK çoğu kazayı pilotaj ve hava muhalefeti olarak gösteriyorlar.

-Kazalarda THK filosunda bulunan vedeğeri çok yüksek olan yirmi uçak kaybedildi.

-Bu kazalarda 17 kişinin hayatını kaybettiğini,

-Bu kazalardan sonra  yapılan inceleme ve araştırmalarda uçaklara teknik bakım yapılmadığı,yedek parça ihtiyacının temin edilmediği ortaya çıktı.Sivil Havacılık genel müdürlüğünün  dikkatini çektiğindenSivil havacılak 16 Haziran 1995 B.11.O.SHG.O.13.00.02.USD-342 sayı ile Ulaştırma bakanlığına orasıda THK ya bildirerek uçuşların  derhal durdurulması isteniyor.THK Genel Başkanı  Atilla Taçoy’un bu raporu sümen altı  ettiği iddia ediliyor.

Kupür :Sivil havacılık  bu uçaklar uçamaz dedi ama,Taçoy uçurdu.

Resim 1:Baba Neşat Uzun.”Oğlumun  hesabı sorulsun “

Resim 2.Safiye Uzun”Oğlum hep şehitlik arzu ederdi.Ama ben oğlumun bile bile ölüme gönderilmesine dayanamadım.

 

Annes Safiye ”Şehit olacağını rüyasında görmüş. Dedesi Nevşehirli Abdullah Gürbüz’e bu gece Rüyamda Hz .Fatımayı gördüm.Evimize misafirdi.”demiş.dedesi de ona “Uçağına baktır ve abdest al.snamazını kıl”demiş.şehit olmayı çok isterdi.

-          Oğlum Türk havayollarının imtihanını kazandı ancak,kazandığını şehit olmasından sonra öğrendik.haftaya gelip işbaşı yapsın dedi.tTelefon eden görevliye o şimdi şehit dedim.

Biz kendisi ile gurur duyardık övünürdük.O beni övvmeyin beni Allah övsürnderdi.Pilot elbisesi ile değil sivil elbise ile gezmeyi tercih ederdi.,Gece namazına vecamiye devam  ederdi.Maaşını alır Çeçenistana,düşkünlere,amaliyat olanlara gönderirdi.

 

............................

 

DEVLET DESTEĞİ İLE HALKIN KURBAN DERİLERİNE EL KOYAN THK'YA EL KONDU

Türk Hava Kurumu’ndaki yolsuzluk ve skandallar üzerine  hükümet sessiz bir operasyonla  kuruma el koydu.

THK'nın 18 Ekim 1994 tarihli ve 94/6127 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla kabul edilen tüzüğü, 36. THK Büyük Genel Kurulu'na 5 gün kala 1 Kasım 1999 günü Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlükten kaldırılmıştı. Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu kararı ile ,yolsuzluk iddiaları üzerine soruşturmaları devam eden Türk Hava Kurumu’nun tüzüğü yürürlükten kaldırıldı.

TOÇOY’UN KEMALİZM İSTİSMARI  YETMEDİ

 Söz konusu kararla Türk Hava Kurumu yöneticileri  Başta  Genel Başkan  Atilla  Taçoy olmak üzere  tamamen devre dışı bırakıldı. Toçoy ve yönetiminin kendilerinin  “kemalist olduğu için”  çeşitli çevrelerce  saldırıya uğradıkları yönündeki iddiaları, THK’daki  yolsuzluk ve suiistimaller İçişleri bakanlığı müfettişlerinin hazırladığı THK raporu  ile  kesinleşince  geçersiz hale geldi. Yönetim organlarının görevinin de sona ermesi nedeniyle kurumun yönetimi başkanlığını Tümgeneral İbrahim Büyükyumukoğlu, üyeliklerini ise avukat Olcay Mis ile emekli tuğgeneral Bican Erçakır'ın yaptığı üçkişilik bir kurula devredilmişti.. Bu kurul ,Türk Hava Kurumu’nun yeniden yapılandırılmasına ilişkin tüzüğü hazırlayarak Bakanlar Kurulu’na sunacak. Gerektiğinde kurul tarafından belirlenecek şubelere ait organların havacılık faaliyetleri ile idari ve mali işlere ilişkin görevleri ilk kongreye kadar devam edecek. THK yönetimine el konması ile  6-7 Kasım  1999 tarihinde düzenlenmesi  gereken  Genel Kurulu’da süresiz ertelenmişti.

 

 

///////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MAHİR KAYNAK :

Eldeki bulgular ve  Mumcunun öldürüldüğü yerdeki tatbikattan sonra    elde edilen  resim nedir?

-Medyadan yansıyanlar ve  aktörlere baktığımızda Uğur Mumcu cinayetinin çözüleceğine ihtimal dahi vermiyorum.

-İhbar eden kişinin güvenilirliğine ve kişiliğine bakmak gerekir. Yusuf karakuş kesinlikle  güvenilmez birisi. Öyle  durumlarda mantık aranır.  Olayların gelişiminde  mantıklı bir taraf yok. Zaten itirafçılar elerine ne gelirse imzalayacak ve ne söylenmesi istenirse söyleyecek insanlar. Bunlar zaten her şeye teşne ..

-Bunlar üç İran  resmi görevlisi  bombayı koydu diyorlar. Dünyanın hiç bir yerinde bu mümkün değildir. Aksi halde savaş çıkar öyle şey olmaz.

-En ufak bir şüphem yok. Kesinlikle  bundan bir şey çıkmaz.

-Tantan iyi bir polis olabilir. İyi niyetinden de şüphem yok ancak istihbarat tan anlamadığı ortaya çıktı. Kendisini dolduruşa getirmişler. Tantan’ı sıkıntıya sokmak için bir komplo olabilir.

 ERGUN GÖKDENİZ:

İddia edildiği gibi  Bu olayın altından İran çıkar mı?

-Şu safhada İran demekte,İran   yapmadı demekte  yanlış.  FP ve bazı çevreler  İran’la ilişkileri bozmak için  senaryo yapılıyor demeye getiriyorlar.Buda yanlış.İranla aramızın bozulup bozulmayacağına gelince,son zamanlarda ne zaman düzeldi ki? Kimi de  derin devlet yaptı diyor. Bunun  derinliği ne? Kim derin devlet?

Akit Gazetesi MİT belgesi diye belge yayınlıyor.Bu belge ne zaman Akit’in eline geçmiş. Önceden vardı da  niçin şimdi yayınlıyorlar? Bu ve benzeri belgeleri  onlara MİT servis yapıyor. Hedef saptırıyorlar. Belki de  bir kısım çevreler celalleniyor.

Savcının elindeki iddiayı görüp ona göre yorumlamak gerekir.

EMNİYET İKİ PARÇA

Yayın yasağına rağmen  emniyette alınan ifadeler  niçin medyada yer alıyor?

- Şöhret olmak için. İstanbul polisi devre dışı dendi. Buda yanlış bir tavırdı. Emniyet birimleri arasında her zaman çekişme olabilir. Başka ülkelerde de bu böyledir. Son olayda Ankara  emniyeti ile çalışıldığı için. İstanbul emniyeti  bu  olayın şerefini paylaşamıyorum diye kıskançlıkla medyaya bilgi sızdırıyor. Yayın yasağına rağmen kimsede takmıyor. Bu belge ve bilgileri kim veriyor?

Uğuru öldürenin kim olduğunu bakmak için onun yazılarından kimin rahatsız olduğuna bakmak gerekir. Özal zamanında bile  bir çok kişiyi rahatsız etmişti. Uğur ellindeki bilgileri sanki araştırarak mı buluyordu? Ona belgeleri MİT veriyordu. MİT bir takım belgeler veriyor oda yazıyordu.

FEHMİ KORU  KİMİN TELKİNİ İLE YAZIYOR?

Basında bir sürü  olayı  yorumlayarak  yazan var. Mesela Fehmi Koru kimin telkinatı ile yazıyor? Oda  Uğur’u  İran’lıların öldürmeyerek İsrail bağlantısı üzerinde duruyor. Olayı saptırıyor.

 HİZBULLAH OPARASOYYONU LİLE YUMURTLAYAN TAVUK KESİLDİ.

 Son yapılan operasyonun ucu  Hizbullah operasyonu ile bağlantılı deniyor. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

- O operasyon  hiç bir şekilde tasvip edilemeyecek  bir şov idi. Şova yönelik bir operasyon idi.Velioğlu’nun yandakiler emniyetin ajanları idi.Velioğlu’nu da onlar öldürdürmüştür.Hiç bir zaman yumurtlayan tavuk kesilmez. Bazan bir oparasyon yıllarca sürebilir ama böyle bitirilmez.Veli oğlunu yakın arkadaşları öldürerek  yumurtlayan tavuğu kestiler. Veli Oğlunun yakınnındakiler emniyetin adamları olduğu için bazı bilgiler ellerinde olabilir. Savcının iddanamesine kadar beklemek gerekir.

Savcılar iddianameyi hazırlayıp mahkemeye sunuyorlar ancak bir çok nokta açık kalıyor. Bu olayda ucu açık olan maddelerden birisi zanlıların İranlılar üzerinde yoğunlyaştırılması.İranlı dendimi mesele çözümsüz hale geliyor. Onları nereden  bulacak ve nasıl sorgulayacaksınız. Bu mümkün değil.

Bir çok konuda İran resmi görevlileri yaptı veya yaptırdı dendi ama devletin İstenmeyen adam ilan ettiği bir tane böyle İran resmi görevlisi insan yok.Bunlar idare ateşe diyor ama bir şeyi bilmiyorvlar. Elçiliklede  Her ülkenin istihbarat görevlisi idari ateşe olarak anılır.Onun görevi  zaten odur.Bizimde Mit ,ABD’de CİA  görevlileri  elçilikmlerimizde idari ateşe odlarak çalışırlar.

 

 

////////////////////////////////////////

CEYHAN MUMUCU:

UĞUR MUMCU CİNAYETİ ÜZERİNE

 http://necaticavdar.blogcu.com/ceyhan-mumucu-ugur-mumcu-cinayeti-uzerine/16905095

 

13.05. 2000 - 10:12

 Ceyhan mumcu:

Konuşmak erken.Fazla bir şey  çıkacağı kanısında değilim.İddaname çıksın ona bir bakalım.Önemli olan bütün sonuca bağlanmasıdır.Önemli olan ilk  adım niteliği taşıyıp taşımaması .Oonuda pazardan sonra göreceğiz.

 

OLAYIN SEYRİ DEĞİŞEBİLİR

-Belki yeni yeni isimler ortaya  çıkıyordur.Olayın seyri değişebilir.Bunlar hücre sistemi ile çalıştığı için bir yerde tıkanabilir.

 

SADECE İRAN KAMUFLAJ OLABİLİR

-                            Uzun soluklu bir davadır. Önemli olan devlet kararlılığıdır. Bu güne kadar dost ülkelere bir

-                            şey çıkarmayalım havası vardı. Veya o ülkeden bize zarar gelmez diye düşünülüyordu.

-                            Nusret Demiral” Bunu çözemeyiz”diyordu. Niçin çözülemez?Yabancı örgüt işi olunca kendi yurttaşınız ve aydınınız hedef tahtasımı?Uğur mumcunun katilinin bulunmasından daha önemlisi  bir daha cinayet işlemeyin, yaptığınızda yanınıza kalmaz düşüncesinin hakim olmasıdır. Siyasetçiler medyanında kışkırtması ile  olayı aydınlatanları  pişman ederler bunuda biliyorum.Ama devletin kararlılığını görüyorum.

-                             Güldal Mumcu,”Ağar duvarın ötesine geçemeyiz dedi”diyor. Bu ne anlama geliyor?

-                            Devletin dayanışması.

-                            Kimle dayanışması?

-                            Bir birleri ile.Mehmet  Cansever şunları şunları yapıyor deniyor.Adam vali oluyor.Genel kurmay başkanı Ankara Valisine   Uğur’u koru diyor oralı olmuyor.Vali görevinde kalıyor.Nusret Demiral “bu yabancı örgüt işidir .Cözemeyiz diyor. Ne kadar sorumluluk sahibi  görevli varsa terfi ediyor...Şimdi bile Adalet bakanlığı “Gözetim süresi kısıtlı “diyor.Sanığı getirin diyorlar.Adalet bakanlığı getirmem diyor. Can güvenliği ve devletin itibarı ile iligili,uluslar arası gözlerin üzerinde olduğu bir dava  açılıyor.Yinede git kardeşim ondan müsaade al,Adam helikopterle gidiyor.Yorgunluk,dikkat dağınıklığı gibi şeyler.Oda dandik bir şey.Onun evinde kaldı kalmadı gibi.Devlet onu getirse ne olur.Devlet bu kadar hantal mı?

-                            Argun Çetin davasında MİT’e iş çabuklaşması için bir yazı yazılmış.Efendim Adalet bakanlığına sormadan oraya yazı yazamasın diye yazı gönderiyorlar.Adalet bakanlığına yazıncada farklı düşünülür.Milletin yüreği ağzına gelir.İşler savsaklanır.Ben bakan olsam böyle  bir şey olsa ben cebimden para verir taksi bile tutarım.Adalet bakanı neden  yardım etmiyor.Bir sanığı Ankara’ya getirtmiyor.

-                            Saatler sayılı.Göz altı süresi sınırlı.Bu zaman kaybı sırasında belki savcı bir isme,bir işarete daha ulaşır...Artık bunları toplum sorgulamalı. Çağdaş toplumda  usul suç en kısa zamanda en çabuk nasıl aydınlanıyorsa öyle bitiriliyor.

-                            DGM,Adalet Bakanlığına ,orası başka yere orada bilmem ne. Başbakanlığıa,Başbakan müsteşara o yardımcısına..Bunlar iş mi?Bunların hepsinin makamını mı tanıyalım, saygı değer  paraflarınızı öğrenelim.Ne var bunda Türkiye’de savsaklanıyor.

 

-                            İTİRAFÇI KENDİNE SAYGISI OLMAYAN İNSANLARDIR

-                            İtirafçı ile bir şey aydınlanmaz.

-                            İtirafçı kendi geçmişne ve kendine saygısı  olmayan insanlardır. İtirafçıdan ben çok korkarım. Adaleti çok yanıltırlar. Bunun çok örnekleri tarihte görülmüştür.

-                            İtirafçı kim kendisine kazık attı  ve kime kızdı ise ise onu söylüyor. Kendi örgütü içinde öyle kimini kolluyor kimini kollamıyor.

 

-                            HİZBULLAH OLSA BİLE TAŞERONDUR

-                            Bu tür insanların durumu belli dir.Bunlar adamı satar. Adamın anlattığına göre:Bunlarla belli dolara anlaşıyorlar. Sonra başkasına gidiyorlar.

-                            İran’nın durumuna gelince. İran  Humeyniden sonra sarsıntı içinde idi. Belki de yönetime  karşı guruplar İran’ın başı belaya girsin diye kendilerini öyle tanıtmış olabilirler.

-                            Başka İstihbarat örgütleri yaparlar İran  içine batsın diyebilirler. İran’ın adını vererek yaparlar ama kendileri başka ülkelere  iltica etmek için yaparlar.İran’dan başka ülkele iltica eden altı milyon insan var. İlticayı kolaylaştırmak için yabancı servislerin dediklerini yapmış olabilirler.

-                            Ben başından beri söylemişim.Hizbullah olsa olsa taşerandur.Bunu Çetin Emeç cinayetinde çok net söylemişimdir.Orada altın kaçakçıları devreye giriyor. İşin içinde Ermeni,pavyonda garson,...Bunu gördüğümde anladımki  bir cinayet işlendiğinde kamuflaj la birlikte palanlanıyor.Mutlaka  bir iranlı ile yaptılarsa kendi rejimine düşman birini bulmuşlardır.

-                            İranda devrim olunca Savama’yı kuruyorlar ama istihbaratı bilmiyorlar.Şah’ın istihbaratçıları ile gidiyorlar.

-                            Bunun örneğinide veriyorum.Türkiye cumhuriyeti yurttaşları Bekir çelenkler filan sovyetlerden para aldılar.

-                            Neden bunu yaptılar?

-                            Nasıl olsa Ülkücüler sovyetlerle iş yapmazlar diye düşünülürde ondan.Kimsede  TC’yi suçlamadı.
Bir başka örnekte Azerbeycan’daki darbe.O Türk devletinin bir kararı değildi.

-                            UĞUR İRAN’I RAHATSIZ EDECEK BİR ŞEY YAZMADI

-                            Uğur mumcu iran’nın dikkatini çekecek bir biçimde iran’a saldıran bir şey yapmadı. İran’ın çıkarını zedeleyecek bir  şey yapmadı.Sonradan araya taraya bir yazısını buldum.O yazısında diyorki İran dışişleri bakanı PKK ,ASALA ve  kürtleri  türkiyeye karşı uzlaştırmaya çalışıyor diyor.Birtek şeyi var adamın “dandik Kürt devleti kurulmaz”

 

Bu yüzden  bu aptallıklara girmiş olabilirler. Ama Uğur’un o yazısı 20 Ocakmış yazdığı gün. Terör ansiklopedisi için yazmış.Sonuna önsöz koymuş.Yazıda öldükten sonra çıkmış.

Dikkat çekecek İran’ı rahatsız edecek bir yazısı yoktu.İran devrimine ABD ve Şah  karşıtı olduğu için memnundu. Devrimdir nihayet.Kendini toparlarbulun diye.Onun için

-Hasan Mezarcı meselesini filan  söylüyorlar ama o İranla ilgil değildi.Suudi meselesi idi ki İranda Suudi ye yakın bir ülke değil.Faizsis sermayeyi Suuduler finanse ediyordu.Rabıta filan ABDve Suidi eksenli idi Uğurbey bunlarla uğraşıyordu.

 İRANA KAZIK

O zaman İran’a kazık atmak içindir. Bu İran’a mal etmedir. Çamur atayım iz kalsın günün birinde bende ABD...,Rusya her kimse bunun karşılığını görürüm diyordur.İran rejimi sıkıntıya girsin,dünyaya yanlış imaj versin diyordur.

İran’da adamın karısını idam etmişler.Trende gördüm.Ben artık vatan hayiniyim .Bu rejimin kötülütğü çin elimden geleni yapacağım diyordu  adam.Kaos dönemleri böyledir. Aklı başında bir iranlı giderde ABD elçiliğini basar mı?

 

 

 

11/12/2012 - Başlıksız Yorum

Yazar: NecatiCavdar

NATO, Berlin duvarı yıkıldıktan sonra "tehdit algısını "değiştirerek düşman rengini "kırmızı" dan "Yeşil" e çevirdi...
Yeşil'in tehdit ve tehlike olduğunu sergilemek için "laik" kurbanlara ihtiyaç vardı. Oldu da ...

Angara'da Soysal'ın 4. katındayız..Avukat Osman..Atilla bey filan.
Bu arkadaşlar sol tandanslı.
Osman bey ozaman Keçiöeren CHP Meclis üyesi..
Uğur vurulmuş..Kalabalık bir kitle bir camanların protokol ölülerinin musallaya yatırıldığı Maltepe camiine götürüyor..
Kortejin bir ucu Maltepe camiinde . ama hala insan seli Ziya Gökalpten GMK bulvarını doldurmuş vaziyette Kızılaydan akıyor..
O günün şartlarında yönlendirilen medyanın etkisiyle suçlu bulunmuş, "şeriat" hedef gösterilmişti.
Kalabalık sanki cenaze de değil, "şeriat" savaşa çıkmış halde idi.
Ve kalabalıklar "uğurlar ola uğurlar ola" diye devam eden müzikten kalan zamanda "Kahrolsun ŞERİATTTTTTTT " sloganları ile ortalığı yıkıyor..
Kocatepe ve Maltepe başta olmak üzere Angara camilerinden okunan EZAN duyulmasıyla kalabalık sesizliğe büründü. Ya bir komutla susun denmişti yada ilahi bir ikaz gelmişti.
Çünkü tam bir sesizlik.Sadece Ezan"ın şeriatı anlatan sözleri duyuluyor. Güzel sesli müezzinler bütün kainata ŞERİAT ı tebliğ ediyor...
Yanımdakilere "Şeriat'ın sesi duyulur duyulmaz SUSTUlar. Ya bi de ŞERİAT, konuşsa..."
Evet, biraz önce Şeriat'a küfredenler. Susmuştu...
Ya şeriat konuşsa ne yaparlar?

..............

 

 


Konuşma ihtimali olanların hepsi öldürüldü

Mumcu operasyonunda İran'ın parmağı aranmıştı.

Gerçekten de İran'ın Devlet-i Aliyye zamanından beri ülkemiz aleyhine faaliyette bulunduğu, hala PKK'yı desteklediği ve barındırdığı, Şii jeopolitiği uğruna insanlığı ve İslam'ı kurban etmekte perva göstermediği iyi bilinmektedir.

Şeytanın boynundaki madalyonun bir yüzü İsrail'i gösteriyorsa diğer yüzü İran'ı gösterir.
Ama soğuk savaşın bitimiyle birlikte Türkiye'de tetiklenen suikast operasyonları açısından sorumluluğu İran'a fatura etmek doğru değildi.

Bu arada İran'daki rejimi devirmeye çalışan ABD kontrollü Halkın Mücahitleri Örgütü "Uğur Mumcu'yu İran destekli 'Müfreze 5000' isimli örgüt mensuplarının öldürdüğünü" ifade etmişti.

İran'ın böyle bir suikastla herhangi bir siyasi menfaat temin etmesi mümkün değildi.
Bizzat zamanın Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Cansever Edirne Valisi'yken İslami Hareket Örgütü diye bir örgüt olmadığını itiraf etti.

Bu tür suikast operasyonları hem İran'ın rejim ihracı hedefine hem de stratejik çıkarlarına uygun değildi.

Uğur Mumcu, İran'ı eleştiren tek bir yazı yazmadığı gibi, bugün de tesettür özelinde sürdürülen laiklik tartışmalarına ilişkin 1992 yılından sonra herhangi bir yazısı yoktur.

Üstelik suikastın İran ve Türkiye'deki İslami kesimin aleyhine olduğu fevkalade açıktır.
Suikasttan hemen sonra atılan 'kahrolsun şeriat' sloganları unutulmamalıdır.

Bu teşhisimiz Kışlalı, Aksoy, Dursun, Üçok ve Emeç cinayetleri için de geçerlidir.
Aksoy, Üçok, Dursun, Emeç ve Kışlalı suikastlarının arkasında İran yoktu.

Sadece yapılan operasyonda yapay birtakım bağlantılar ve materyaller tesis edilerek dikkatler İran'a çekiliyordu.
İran, bu tür suikastlarda yapılan operasyonun aktörlerince kullanılan bir enstrümandı.

İran'daki muhafazakar kanadın önde gelen gazetelerinden Cumhuri İslami, MİT'e ait olduğunu öne sürdüğü bir belge yayınladı. Gazete, Uğur Mumcu cinayetinin arkasında MOSSAD ve CIA olduğunu savundu.

MİT'in Ergenekon sürecinde böyle bir belgeyi yalanlaması bir mana ifade etmediği gibi, önemli olan savcıların bu iddianın hakikatini araştırabilmesiydi.
Araştırılamadı.

E. Asb. Muharrem Tunç'a göre, "Mumcu, Talabani'ye verilmek üzere hazırlanan 100 bin silahın PKK'ya satılması ile ilgili dosyayı ele geçirdi. Bu dosyayı Mumcu'ya E. Albay Dursun Coşkun Kıvrak verdi. Mumcu'nun ölümünden sonra bu dosya ortadan kayboldu."
Soruşturulmadı.

Mumcu, MİT'in Öcalan hakkında Sıkıyönetim Mahkemesi'ne göndermiş olabileceği, "Bizim mensubumuzdur" şeklindeki bir belgenin peşindeydi.

Hala savcıların ilgisini bekleyen en temel konulardır bunlar.
Ve Mumcu operasyonuyla ilgili gerçeklere ışık tutabilecek önemli simalar bir bir öldürüldü.

-Tevfik Ağansoy, "Çakıcı benden korksun, Mumcu cinayeti dahil her şeyi anlatacağım" dedi. Çakıcı'nın adamlarınca öldürüldü.

-Mumcu dosyasını alan savcı Kemal Ayhan, Haziran 1995'te ölü bulundu.

-Mumcu'yu öldürdüğü öne sürülen Velid Hüseyin, yetkililerin sınır dışı edildiğini söylemesine rağmen, Silopi'de zehirlenme sonucu ölü bulundu.

-Devletin ülkücüleri kullanmasını eleştiren JGK. Org. Eşref Bitlis, Mumcu öldürüldükten 24 gün sonra 17 Şubat 1993'te "Zamanı gelince konuşurum" dedi. Ama Bitlis, şüpheli bir uçak kazasında öldü.

-İst. Astsubay Hüseyin Oğuz'un "Mumcu cinayetinin planlayıcıları arasında" dediği Cem Ersever öldürüldü.

-Umut Davası'nda yargılanan Muzaffer Dağdeviren, tahliye olduktan hemen sonra, 22 Eylül 2005'te Fatih'te öldürüldü. Dağdeviren'in, Kürşat Yılmaz ve Haluk Kırcı'nın oluşturduğu çetenin üyesi olduğu anlaşıldı.

Muammer Aksoy, Mumcu, Üçok, Emeç, Madımak, Turan Dursun operasyonları ancak ve ancak Ergenekon ağırlığında/ciddiyetinde bir özel soruşturma ekibinin kararlı ve cesaretli operasyonlarıyla çözülebilir.

Devlet içindeki azmettiriciler ve failler tek tek bulunur ve sorgulanır hiç kuşkunuz olmasın.
Yemin bile edebilirim size.

Ama bu medya varken o soruşturmalar da aynen Ergenekon gibi sulandırılır ve duygu sömürüleri başlar.
Bir yandan Mumcu'lara Aksoy'lara ağlarlar, diğer yandan olayların tetikçilerini ve operasyon kaptanlarını ortaya çıkarmak için yapılan operasyonları giyotine yatırmak için her türlü yaygarayı yaparlar.

Onlar için Mumcu'nun, Aksoy'un, Emeç'in canından çok kalan "derin diriler"in mevcudiyet ve itibarı önemlidir.
Bu arada aynı merkezli bu operasyonların failleri tespit edilirken oluşacak gerilime siyaset de dayanamaz.

28 Şubat soruşturulurken bile "operasyon dalgaları"nın siyasal iktidarca eleştirilen, KCK operasyonlarının yapılıp yapılmamasında tereddüt edilen bir ülkede, bu tür karanlık entrikaların aktörlerini bulamazsınız.
Avrupa'da bulursunuz.

Ama siyasetin ve şahsi itibarların adaletten önde tutulduğu Türkiye'de değil.

Gültekin Avcı/ Bugün
http://gundem.bugun.com.tr/konusma-ihtimali-olanlarin-hepsi-olduruldu-yazisi-214502

 

 

http://www.benimblog.com/NecatiCavdar/54852/CEYHAN+MUMUCU%3A+U%D0UR+MUMCU+C%DDNAYET%DD+%DCZER%DDNE.html

0

0

0

 

 

//////////////////////////////////

13.05. 2000 - 10:12

 Ceyhan mumcu:

Konuşmak erken. Fazla bir şey  çıkacağı kanısında değilim. İddianame çıksın ona bir bakalım. Önemli olan bütün sonuca bağlanmasıdır. Önemli olan ilk  adım niteliği taşıyıp taşımaması .Onu da pazardan sonra göreceğiz.

OLAYIN SEYRİ DEĞİŞEBİLİR

-Belki yeni yeni isimler ortaya  çıkıyordur. Olayın seyri değişebilir. Bunlar hücre sistemi ile çalıştığı için bir yerde tıkanabilir.

SADECE İRAN KAMUFLAJ OLABİLİR

-                             Uzun soluklu bir davadır. Önemli olan devlet kararlılığıdır. Bu güne kadar dost ülkelere bir

-                             şey çıkarmayalım havası vardı. Veya o ülkeden bize  zarar gelmez diye düşünülüyordu.

-                             Nusret Demiral” Bunu çözemeyiz”diyordu. Niçin çözülemez?Yabancı örgüt işi olunca kendi yurttaşınız ve aydınınız hedef tahtasımı?Uğur mumcunun katilinin bulunmasından daha önemlisi  bir daha cinayet işlemeyin, yaptığınızda yanınıza kalmaz düşüncesinin hakim olmasıdır. Siyasetçiler medyanında  kışkırtması ile  olayı aydınlatanları  pişman ederler bunuda biliyorum.Ama devletin kararlılığını görüyorum.

-                              Güldal Mumcu,”Ağar duvarın ötesine geçemeyiz  dedi”diyor. Bu ne anlama geliyor?

-                             Devletin dayanışması.

-                             Kimle dayanışması?

-                             Bir birleri ile.Mehmet  Cansever şunları şunları yapıyor deniyor.Adam vali oluyor.Genel kurmay başkanı Ankara Valisine   Uğur’u koru diyor oralı olmuyor.Vali görevinde kalıyor.Nusret Demiral “bu yabancı örgüt işidir .Cözemeyiz diyor. Ne kadar sorumluluk sahibi  görevli varsa terfi ediyor...Şimdi bile Adalet bakanlığı “Gözetim süresi kısıtlı “diyor.Sanığı getirin diyorlar.Adalet bakanlığı getirmem diyor. Can güvenliği ve devletin itibarı ile iligili,uluslar arası gözlerin üzerinde olduğu bir dava  açılıyor.Yinede git kardeşim ondan müsaade al,Adam helikopterle gidiyor.Yorgunluk,dikkat dağınıklığı gibi şeyler.Oda dandik bir şey.Onun evinde kaldı kalmadı gibi.Devlet onu getirse  ne olur.Devlet bu kadar hantal mı?

-                             Argun Çetin davasında MİT’e iş çabuklaşması için bir yazı yazılmış.Efendim Adalet bakanlığına sormadan oraya yazı yazamasın diye yazı gönderiyorlar.Adalet bakanlığına yazıncada farklı düşünülür.Milletin yüreği ağzına gelir.İşler savsaklanır.Ben bakan olsam böyle  bir şey olsa ben cebimden para verir taksi bile tutarım.Adalet bakanı neden  yardım etmiyor.Bir sanığı Ankara’ya getirtmiyor.

-                             Saatler sayılı.Göz altı süresi sınırlı.Bu zaman kaybı sırasında belki savcı bir isme,bir işarete daha ulaşır...Artık bunları toplum sorgulamalı. Çağdaş toplumda  usul suç en kısa zamanda en çabuk nasıl aydınlanıyorsa öyle bitiriliyor.

-                             DGM,Adalet Bakanlığına ,orası başka yere orada bilmem ne. Başbakanlığıa,Başbakan müsteşara o yardımcısına..Bunlar iş mi?Bunların hepsinin makamını mı tanıyalım, saygı değer  paraflarınızı öğrenelim.Ne var bunda Türkiye’de savsaklanıyor.

-                             İTİRAFÇI KENDİNE SAYGISI OLMAYAN İNSANLARDIR

-                             İtirafçı ile bir şey aydınlanmaz.

-                             İtirafçı kendi geçmişne ve kendine saygısı  olmayan insanlardır. İtirafçıdan ben çok korkarım. Adaleti çok yanıltırlar. Bunun çok örnekleri tarihte görülmüştür.

-                             İtirafçı kim kendisine kazık attı  ve kime kızdı ise ise onu söylüyor. Kendi örgütü içinde öyle kimini kolluyor kimini kollamıyor.

-                             HİZBULLAH OLSA BİLE TAŞERONDUR

-                             Bu tür insanların durumu belli dir.Bunlar adamı satar. Adamın anlattığına göre:Bunlarla belli dolara anlaşıyorlar. Sonra  başkasına gidiyorlar.

-                             İran’nın durumuna gelince. İran  Humeyniden sonra sarsıntı içinde idi. Belki de yönetime  karşı guruplar İran’ın başı belaya girsin diye kendilerini öyle tanıtmış olabilirler.

-                             Başka İstihbarat örgütleri yaparlar İran  içine batsın diyebilirler. İran’ın adını vererek yaparlar ama kendileri başka ülkelere  iltica etmek için yaparlar.İran’dan başka ülkele iltica eden altı milyon insan var. İlticayı kolaylaştırmak için yabancı servislerin dediklerini yapmış olabilirler.

-                             Ben başından beri söylemişim.Hizbullah olsa olsa taşerandur.Bunu Çetin Emeç cinayetinde çok net söylemişimdir.Orada altın kaçakçıları devreye giriyor. İşin içinde Ermeni,pavyonda garson,...Bunu gördüğümde anladımki  bir cinayet işlendiğinde kamuflaj la birlikte palanlanıyor.Mutlaka  bir iranlı ile yaptılarsa kendi  rejimine düşman birini bulmuşlardır.

-                             İranda devrim olunca Savama’yı kuruyorlar ama istihbaratı bilmiyorlar.Şah’ın istihbaratçıları ile gidiyorlar.

-                             Bunun örneğinide veriyorum.Türkiye cumhuriyeti yurttaşları Bekir çelenkler filan sovyetlerden para aldılar.

-                             Neden bunu yaptılar?

-                             Nasıl olsa Ülkücüler sovyetlerle iş yapmazlar diye düşünülürde ondan.Kimsede  TC’yi suçlamadı.
Bir başka örnekte Azerbeycan’daki darbe.O Türk devletinin bir kararı değildi.

-                             UĞUR İRAN’I RAHATSIZ EDECEK BİR ŞEY YAZMADI

-                             Uğur mumcu iran’nın dikkatini çekecek bir biçimde iran’a saldıran bir şey yapmadı. İran’ın çıkarını zedeleyecek bir  şey yapmadı.Sonradan araya taraya bir yazısını buldum.O yazısında diyorki İran dışişleri bakanı PKK ,ASALA ve  kürtleri  türkiyeye karşı uzlaştırmaya çalışıyor diyor.Birtek şeyi var adamın “dandik Kürt devleti kurulmaz”

 

Bu yüzden  bu aptallıklara girmiş olabilirler. Ama Uğur’un o yazısı 20 Ocakmış yazdığı gün. Terör ansiklopedisi için yazmış.Sonuna önsöz koymuş.Yazıda öldükten sonra çıkmış.

Dikkat çekecek İran’ı rahatsız edecek bir yazısı yoktu.İran devrimine ABD ve Şah  karşıtı olduğu için memnundu. Devrimdir nihayet.Kendini toparlarbulun diye.Onun için

-Hasan Mezarcı meselesini filan  söylüyorlar ama o İranla ilgil değildi.Suudi meselesi idi ki İranda Suudi ye yakın bir ülke değil.Faizsis sermayeyi Suuduler finanse ediyordu.Rabıta filan ABDve Suidi eksenli idi Uğurbey bunlarla uğraşıyordu.

 İRANA KAZIK

O zaman İran’a kazık atmak içindir. Bu İran’a mal etmedir. Çamur atayım iz kalsın günün birinde bende ABD...,Rusya her kimse bunun karşılığını görürüm diyordur.İran rejimi sıkıntıya girsin,dünyaya yanlış imaj versin diyordur.

İran’da adamın karısını idam etmişler.Trende gördüm.Ben artık vatan hayiniyim .Bu rejimin kötülütğü çin elimden geleni yapacağım diyordu  adam.Kaos dönemleri böyledir. Aklı başında bir iranlı giderde ABD elçiliğini basar mı?

 

 

 

 

 

 

NECİP FAZIL DAHİ , ANCAK  BİZİM GİBİ İNSANDI

Necip  Fazıl’ın şairlik yönünü, edebiyattaki   yerini  sanatçılar  ve edebiyatçılar değerlendiriyorlar. Biz Necip Fazıl’ın insani yönünü  nasıldı? Sorusunun cevabını arıyoruz. Bu sorulara cevap verebilecek çok az sayıdaki insanlardan birisi “Devrin  Neyzeni” Hüseyin Üzmez’e sorduk... O, tabu mu idi.? O da ağlar ve güler mi idi? Madde ile ilişkisi ne idi..? Hassasiyetleri nelerdi? Yani  İnsan Necip Fazıl  kim..? Tüm bunları Üzmez’e  soruyoruz?

HAVYAR YOK HIYAR YESİN

-Necip Fazıl nasıl bir insandı,insani ilişkileri nasıldı?

-Necip Fazıl 1,70 boylarında, orta boylarda bir insandı. Pehrize çok riayet ederdi. Ekmek çok az yerdi. Yemeklerde daha ziyade sebze yerdi. O kadar sıkıntılı bir insandı ki oturarak masa başında yemek yediğini hiç görmedim. Bir seneden biraz fazla beraber hapishanede kaldık. Hapishanede yemek yenecek masada yoktu, ama O oturupta yemezdi. Oradaki mahkumların masalarına da oturup yemezdi. Ankara Cezaevi’nde iken genellikle yemekleri dışarıdan gelirdi. Akrabaları dışardan getirirdi. Malatya Cezaevinde iken 36 kişi idik. Malatya’da kalırken onunla temas edemezdik ama bize gelen yemeklerin  en iyilerini  ona gönderirdik. Mesela tavuk mu geldi butlarını yukarıya – O’na -gönderirdik. Hatta O’nunla ilgili bir hatıramızda var şöyleki:

Malatya Cezaevinde kaldığı zaman Necip Fazıl Malatya’nın misafiri sayılıyor. Necip Fazıl, Malatya’lıların gönderdiği yemekler için demiş ki;  “Daha ne göndersinler bir havyarımız eksik.” Biz 34 Malatya ve Elâğzılı’lar başlaşa verdik. Aradık taradık  bu havyarın ne olduğunu bilemedik. O zaman havyarı bilen yok. İletişim de bu kadar  yaygın olmadığı için havyarı hiç duymamışız. Havyarı bilmiyorduk. Sonra bir karar verdim. Dedim ki “Necip Fazıl, hıyar istemiştir de bu dangalak gardiyan yanlış anlamıştır.” Bunun üzerine adamlara bir çuval hıyar gönderdik.

Ankarada iken dışardan ki, özellikle Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin soyundan olan insanlar sefer tası ile yemek getirirlerdi. O sefer tasını  koltuğunun altına alır ve yürürken yerdi. Genellikle de sulu yemekler gelirdi. Tabi sinirli bir insan, tiki de vardı. Kaşık bazan ağzına gideceği yerde dökülür, bilmme ne olurdu. Üzeri yemek dökükleri ile kirlenirdi. 

GÜLMEZ GÜLDÜRÜRDÜ

-Necip Fazıl nelere gülerdi?

-Necip Fazıl, gülmekten ziyade güldürmeyi severdi ama öyle Osman ağbi-Serdengeçti-gibi basit espiriler yapmazdı. Osman ağbi biraz Bektaşi meşrep bir insandı. Halkın anlayacağı türden espiriler yapardı. Necip Fazıl şimdi doğaçlama diyorlar öyle cevaplar verirdi.

Mesela bir gün şöyle bir şey olmuş. Gardiyanlara rica etmiş. Demiş ki “Kapılar kapandıktan sonra şurada biraz gezeyim demiş. Gardiyanlar tamam demişler ama bir taraftan da  hapishanenin köpekleri var. O köpekleri serbest bırakmışlar. Köpekler eğitilmiş köpekler. Gardiyanlar kime saldır dese ona saldırırlar. Necip Fazıl bakıyor ki Köpek üzerine  hırlayarak ve öfke ile geliyor. Hemen içeri kaçmış. Revirde  yatıyordu. Revirin demir kapısını kapatarak kolu indirmiş. Tabi bizimde haberimiz oldu. Olaya bayağı güldük. Ertesi gün kendisine Üstad  “Köpekten çok mu korktun ?” dedim. Üstad  “Ne yapacaktım. Köpekle boğuşacak mıydım? Tabi kaçarım“ dedi. Doğru... Güzel bir espiri yapmıştı.

 ÇOK AZ GÜLERDİ

Necip Fazıl çok az gülerdi. Espirilere  fazla önem vermezdi. Mesela bir gün şöyle bir şey oldu. Şeriat konusu tartışılıyor. Orada bir takım kendilerini münevver zanneden aydınlar! da vardı. Necip Fazıl Şeriat için  şunu söylüyor: Şeriatta şüphe yoktur. Yani  abdest aldığın zaman “ayağını yıkadın mı yıkamadın mı” durumunda, yıkamışsındır. “Kolumun şu tarafına su değdi mi değmedi mi”  gibi bir şüphe durumunda değmiştir. Derdi. Aslında bu Şeriatın bir inceliği çünkü sen ameline güvenerek değil Allah’ın rahmetine güvenerek ancak kurtulabilirsin. Böyle münakaşa epeyce sürdü. Öbürleri saçma filan diyor. Onlar itiraz ediyor Üstad hep doğru söylüyor. Osman ağbi ranzada yatıyordu. Kafasını kaldırdı. ”Üstad yeter. Allah’ın işi gücü yokta su senin şurana değdi değmedi  onamı bakacak.” Dedi. Osman ağbi böyle espiriler yapardı ama Necip Fazıldan böyle espiriler çıkmazdı.

Gene bir gün konferanstayız. Üstad benim  Çile adlı şiirim deyince Osman ağbi “O Çile değil. Hile hile “dedi. Gerçektende hile tarafları var. O taraflarını  kitabımda okuyacaksınız. Üstad, “Bana bak Osman” dedi “Beyazıt’ta ki kuşlar gibi  üzerime pisliyorsun. Kuş pisliği diye aldırmıyorum. Sana bir ceza veririm ki bir daha  altından kalkamazsın.” dedi ve arkasından ilave etti ”Fakat Osman’ın cezai ehliyeti yok ki” dedi.    Yani “deli” demek istedi.

 

ÜSTAD  ÇOK AĞLARDI, HELEDE  SECDELERDE

-Ağlar mıydı, ağalarsa hangi olaylar karşısında ağlardı?

-Evet. Üstad  çok ağlardı. Özellikle kendisi ile ilgili  insanı duygulandıracak bir şey söylendiği zaman  ağlardı. Mesela bir adam mektubun içerisinde Üstad’a iki buçuk lira  para göndermişti. Mektubunda diyordu ki “Ben Gaziantep’te  hamallık yapıyorum. Günde beş kuruş, beş kuruş artırarak ancak bu kadar tedarik edebildim, bunu size gönderiyorum. Bana dua edin” diye yazmıştı. Necip Fazıl o mektubu alınca çok ağlamıştı.

Birgünde Allah Rahmet etsin hanımından mektup gelmişti. Diyordu ki hanımı “Elektriği, suyu kestiler  bu günde bizi dışarıya atıyorlar.”  Necip Fazıl, o mektubu aldığı zamanda ağlamıştı.

Necip Fazıl’ın ağladığını çok gördük. Bazen da secdelere kapandığı zamanda ağlardı. Ama hiçbir zaman insan üstü bir insan değildi. Necip Fazıl’ın dediğim gibi secdelerde ağladığını gördüm. Necip Fazıl’ın kendisine  dokunan bir takım mektuplar geldiğinde ve ince hareketler olduğu zaman  ağlardı. Doğrusu güldüğünü hemen hemen hiç görmedim. Gülmezdi. Evet büyük bir dahi, büyük bir şair idi. Bunda şek ve şüphe yok. Ama bizim gibi insandı. Zaafları olan insandı.

O’NA SABRET DEMEK HAKARET SAYILIRDI:”NEYE SABREDEYİM ,ZULME Mİ..?”

-Ne ye kızardı?

Mesela bunu  kitabımda yazmadım ilk defa söylüyorum.

Necip Fazıl Üstada  sabret demek ona büyük hakaret gibi gelirdi. Ve “Neye  sabredeyim, zulme mi sabredeyim?” Derdi. Halbuki hapsaneye dayanamazdı. Ona sabret demeye çekinirdik. Hapsanede ki bir saat ona  bir yıl, belki bin yıl gibi gelirdi. Hapsane ölçülerine göre münevver birine, müdürlük yapmış birine saat sormuş. O da  “12 ye  13,5 dakika var” deyince adama “akıl hastası” diye bağırmış. Adamı az kalsın dövecekmiş. Adam dedi ki “Bu sizin üstadınız delimi nedir” dedi. “Yok “dedim.”Dahidir.”.. “Ne oldu” dedim “Ben 12 ye 13,5 dakika var” deyince “akıl hastası diye üzerime saldırdı” dedi.  Dedim ki: “Sen 12 deseydin, 12.15 deseydin ne kaybederdin. Sana tazminat davası mı açacaklardı. Hapishanede zamandan çok ne var.?” Ve Necip Fazıl’ın bir beytini söyledim ona ”Getir çaycı ilaç kokulu çaydan, dakika düşelim senelik paydan” diye şiir  yazan  adamdır. Onun için dakikanın önemi var. Sen niye o kadar cimri davrandın. Filan dedim.

-Üstadın tiki vardı, bu tik size bir şey ifade edrmiydi?

-Evet.Yüzünde bir tik vardı. Bir şey konuşacağı zaman  o tik bir kerrat cetveli gibi harekete geçerdi. Anlarsınız ki bir şeyler düşünüyor.

 

BİR BEN KALKMIŞIM ONUDA TERS KALKMIŞIM

-Hatıralarınız arasında özellikle sizinle ilgili bir bölüm var, anlatırmısınız?

-Hapsaneye gittiğimiz zaman etrafına toplanıyoruz. Sakarya Şiirini ilk defa onun ağzından dinleyeyim dedik. Üstad dedik. Şu Sakarya şiirini birde senin ağzından duyalım. Okudu en sonuna geldi. ”Yol O’nun varlık O’nun gerisi  hep angarya/  Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya” dedi. Sağ elinin üç parmağını üç gen şekline getirdi. ”Bir kişi kalktı, o da amuda kalktı” dedi. Bir ben kalkmışım onu da ters kalkmışım.

ÜSTAD’DIN  DIŞA DÖNÜK BİR HAVASI VARDI

Üstad  üstüne başına hiç önem vermezdi. Yani biraz daha  söylemek istemiyorum ama dışa dönük bir havası vardı. İçerde iken,bizim yanımızda iken elbisesi pismiş temizmiş hiç  önem vermezdi. Fakat mahkemeye gideceğimiz zaman grand tuvalet giyerdi. Hepimizin de öyle giyinmesini isterdi. Süleyman Çimenbaş isminde bir arkadaşımız vardı. Kendine göre şiirlerde yazardı. Mesela Said Çekmegil için ”Dipsiz ambar boş külek, gidelim Çekmegile” filan diye başlayan bir şiir de yazmıştı. O Süleyman ağbiye elbise bulunda ama gravat bulamadık. Kendisi bir gravat buldu. Çadır bezinden gravat. Üstad şöyle baktı baktı. ”Kardeşim senin gravat da  bir facia” dedi. Buradan anlıyorum ki dışarıya önem verirdi.

Bir ara Osman ağbi anlatmıştı. Osman ağbi onun en yakın dostlarındandır. Ona çok sık gider gelirler. Necip Fazıl bir tavşan, bir tosbağ yavrusu , birde tay besliyor. Evinde Hizmetçileri filan ... Aristokrat bir hayat yaşamaya çok  hevesli idi. zaten  kendiside konaklardan gelmiş, öyle proleter takımından değil.

Annesi Giritli imiş. Fakat annem Giritli demezdi. Annem “Güney’in scak kanını taşıyan” diye yazardı. Giritli olsa ne olur. Hatta Türk olmasa ne olur? Onun için Nevcip Fazıl’ın dışa dönük tarafları vardı.

PARA NECİP FAZIL’IN ELİNDE REZİL OLDUĞU KADAR KİMSENİN ELİNDE REZİL OLMADI

-Para ile işkisi nasıldı?

-Para Necip Fazıl’a hiç dayanmazdı. Para Necip Fazıl’ın elinde rezil olduğu kadar  kimsenin elinde rezil olmadı.

-Peki bu aristokrat yaşantıyı nasıl  ve hangi kaynakla sürdürürdü?

-O zamandaki  Müslümanların  sayıları çok azdı. Bizim Müslümanlar Tabiri caizse Allah’tan çok Necip Fazıl’dan korkarlardı. Bir gün şöyle bir hatıramız oldu. Hapishaneden çıkmışız. Osman ağbi ben ve Necip Fazıl bir aradayız. Osman ağbi Necip Fazıl için para kasası idi. Necip Fazıl Osman ağbiye döndü. ”Osman yine para krizi geçiriyorum. paran var mı?” dedi. Osman ağbi  ”Yok “ dedi. Bana hiç sormadı. Zaten bendede yoktu. Gelin öyleyse dedi. Sultanhamam’da  toptan kumaş satan bir mağazaya girdik. ”Hacım ........”dedi. Hacı birden ayağa kalktı. Renk filanda attı. Çünkü üstad  saldırıyor da. Korktu. ”Çabuk para ver. Allah istiyor” dedi. Allah davası istiyor anlamında. Hacının eli ayağı dolaştı “Allah para istiyor...!”  Hacı para kasasını boşalttı. yetmedi. Adam gitti civardan topladı getirdi. Bir deste para verdi. Necip Fazıl, ”Allah’a ısmarladık. Hacı.....Bunu senden kabul etmiyorum. Sana teşekkür bile etmiyorum bu Allah’tan geldi.  Necip  kuluna Allah verdi “dedi.

Oradan çıktık. Parayı bizimle  paylaştı. Üstad o parayı mutlaka bir günde harcamıştır. Yani para onun elinde rezil olduğu kadar kimsenin elinde rezil olmamıştır. Diyorlar ki üstad paraya önem verirdi. Hayır üstad paraya önem vermezdi. Üstad parayı rezil etmek için sarf ederdi.

Rahmetli  Menderes’ten yüklüce para almıştı. Bana  Osman ağbi anlattı. Osman ağbiyi yemeğe götürmüş. O  zaman bir deste para .O zamanın parası ile 165 bin lira. Büyük para bu gün trilyondan fazla. Karpiç lokantasına gitmişler. Necip Fazıl, parayı deste ile çıkarıyor “Tırrrrrrrrr “ diye saçıyor. “Buna para derler para ..Toplaaaaaaaaa.”diyor. Garsonlar koşuyor topluyor. Hepsine biner lira veriyor. Bu defa şef garson ve patronda toplamaya başlıyor. Bir deste parayı böylece yok etmiş.

Para kaynağı konusunda Büyük Doğu’yu çıkarırdı. Ama onun parası yetmezdi. Müslümanlardan para alırdı. Osman Ağbi ona şöyle bir isim  koymuştu.”Üstad mukaddesat vergisi   tarh eder-alır-“

Kayaklar bu idi, ama ona hiçbir kaynak dayanmazdı. Osman ağbi bunun için adımız “Osman’sa Osmanlı imparatorluğu değiliz ya..”   diyerek ”Karun’un hazineleri olsa dayanmaz. Para  yok..” derdi.

-Ne gibi zafları vardı?

-Çapkınlık meselesinde de başta gitmek isterdi. Kendisi sevdiği bir hanımdan bahsetti. “Üstad çok güzel mi” dediğimizde “Sileno  Papani gibi”dedi.  O zamanın meşhur bir artistine  benzetiyordu.

KENDİNİ SEVERDİ

-Necip Fazıl kimleri severdi?

-Necip fazıl Allah’tan başka kimseyi sevmezdi. Kendini severdi.İnsan olarak Allah Resulü ve sahabeleri elbette severdi.

İyiki Seyit Abdulhakim Arvasi gibi bir veli ile karşılaştı. Yoksa Necip Fazıl, kendi zamanında Müslüman olmadığı kanaatini varırdı.

Çok uyanık bir insandı. Deha kabilinde bir insandı. Sezişleri çok güçlü idi. Bir insana bir bakışta veya bir söz söylendiği zaman o sözün altındaki altındaki, altındaki manayı  sezer ve çıkarırdı. Ama çok insafsız saldırıları vardı.

Mesala ben bir insan münafık olsa dahi o münafıklığı kendisi tarafından isbat  edilmedikçe ben ona münafık demem. O tarafım Üstada benzemez. Osman Ağbinin de öyle bir derdi yoktu. Kafirde olsa.. Hıristiyan’da, Müslümanda olsa  insandır. Sonunda Allah’ın huzuruna gidecek ne uğraşıyorsunuz derdi. Osman ağbi böyle konuştuğu bir zamanda ben haç  çıkardım.”teşekkür  ederim muhterem peder”dedim. “Ulan namussuz ben papaz mıyım? Öyle karşımda haç çıkarıyorsun” dedi. Bende “Papaz gibi konuşuyorsun” dedim.

-O’nun   İslamla alakası nasıldı?

-Necip Fazıl’la bir buçuk seneye yakın bir arada kaldık. İslam hakkında  onun kadar nezih ve en uygun kelimeyi  kullanan ikinci bir insana hayatımda rastlamadım.

Katiyen  öyle Bektaşî’ce laf etmez, katiyen gevşek laflar söylemezdi. Necip Fazıl İslam hakkında  daime en nezih,en ince en güzel kelimeler kullanırdı. Yani  Necip Fazılını emsalsiz bir imana sahip olduğuna ben şahsen kaniiyim .Allah indindede şahitlik ederim.

ONU DOĞRU ANLAMAK

Ama onun hakkında bir tespitim var ”Yekpare iman, mozaik  amel” derdim. Amelde hepimizin olduğu gibi  Necip Fazıl’ında elbette hataları vardır. Şimdi gençler zannediyorlar ki haşa Bedüzzaman Hazretlerinin, Süleyman Hilmi Hazretlerinin  veya Seyit Abdulhakim Hazretlerinin  seviyesinde  ameli bütün bir mümin zannediyorlar. Evet imanı onların hiç  birisinden geri değil. Ama amel bakımından Necip Fazıl bizlerden farklı değil.

İSLAM DEMESİYDİ HEYKELLERİNİ DİKERLERDİ

-Yaşantısında ilk  başlangıç noktasının  etkisi olmaz mı?

-Olabilir. Oradan buraya gelmekte  çok büyük meseledir ve eğer aynı şekilde devam etse idi veya Necip Fazıl Müslüman olmasa idi veya cephe değiştirmese idi Türkiye’de Atatürk’ün heykelleri kadar heykeli dikilirdi. Necip Fazıl cehpe değiştirdiği için onun şairliğini de küçültmeye çalışıyorlar ama küçültemezler.

Ondan bahsetmişken bir tek mızrağını söyleyeyim ki kitaplık çapta bir takım sanat eserlerine bedeldir. Bir mızrağı sadece:

“Nur topu  günlerimin kanına girdim,

İlahi emaneti yedin bitirdim.”

Böyle bir mısrağı dünyada hiçbir şair söyleyememiştir.

“Nur topu günleri...” O gençlik “günlerimin kanına girdim”. “İlahi emanetin ..” İlahi emanet, nedir?  İnsan oğlunun kendi vücududur. “...Yedim bitirdim. “ Artık ihtiyarladım, diyor.

Allah gani  gani rahmet eylesin

 

 

 

…………………………….

 

 

  15 Haziran 2000

 Hüseyin üzmez ‘e önceki ayda kendi ile yapılan röportaj ve  yeni sayı Anadolu Gençlik Dergisini götürüyorum.

Her zamanki gibi   pijamalı.

Masasının üzerinde maksim gorkinin bir romanı var

Gorkiyi okuyorsun maşallah biz okuyamıyoruz diyorum.

Daha önce okumuştum ..Bu son kitabı ..diyor..

 

...

Çorum eblebisi ikram ediyor.

Bir tarafımız alacalı oldu bak elim bile alaca getirdi diyor.

Kaç lira aldığımı soruyor söylüyorum.

Yazık diyor. Halbuki  MGV başkanı iyi insan

Hep iyi insanlardır diyorum

............

Dergiye Bakıp beğeniyor. Baskısı filan iyi dışarda da satılır diyor.

Röportajını okuyor..

İlgi ile takip ediyorum

Röportajında resim altını  görünce birden irkilip   “Ne demek bu diyor”

Siz bir ben anlamıştım diyordunuz ya.. Onu kötü yazmışlar... Ses çıkarmıyor.

Merveyi görünce tiksinti ile

Bu kadın. Kolunda kulağında milyarlarca takı

Neresi Anadolu kadını

Bende çingene koysalardı hiç değilse ecevite değneği ile baş gelirdi.Anadolu kadını diyerek savunulurdu.Şimdi kimse savunamıyor.

Doğru çingeneler namuslarına düşkündür olabilirdi diyor.

Neden koydularsa diyor.Bende Erbakanı kast ederek o koymuştur.

O sorumlu

Keşke bena sen sorumlusun deselerdi. İyi ederlerdi diyor..

..............

Siyasi durumu soruyor.

Demirel bunarla oynayacak diyorum.

MHP kendine gelmek istiyor ama onu getirenler hemen götürmez diyor.

Demirel değerlendirmesi yapıyoruz.

 Hakkında ne yazmışsam  hep doğru çıktı diyor.

Beni dinler diye ilave ediyor.

...........

Kemal isminde birisi ve birkaç kişi geliyor

Akgün Er’den bahsediyor.

Alacaya un fabrikası için alacalıları yemek istemiş.Alacalı biride içirin demiş.Nasıl olur içermi

Teklif etmişler

Senin karı ermeni ve ortadokx değilmi?

İçmeden senin koynuna girermi içersin demişler oda içmiş

Ertesbigün birdaha alacaya gelememişde alacalılar kurtulmuş

Akgünün oğluda “Bu türkler dayılarımı kesti “diye acayip Türklere kıcıktır diyor.

Daha neler

Hatipoğlununda Doğulu ve kürt kökenli olduğunu savunuyor.Sarıkayaya sonradan geldiler. Hukuk fakültesinde içerdi diyor.

..................,

Üzmez

Sadi somuncuoğlu için bir çok yazı yazdım ama bakanlıktan düşünce aradı.Ağbi kılıç gibi keskin yazıyorsun dedi

Bende bunu bakanken yapsa idin ya dedim diyor

Kemal bey onunda aslen alevi kökenli olup öğleye kadar içtiğini söylüyor...

..

üzmezden izin istiyorum.

Yolcu etmek için çıkıyor. Karşı çıkmama rağmen Ayakkabılarımı çeviriyor...

::::::::::::::::::::::::::::::

YERLİ TALİBAN

Bilgisayarcıya (Tempo Bilgisayar) gittik. Serim bey gelmemiş.

Bizim bilgisayar bitmiş.. bilgisayarcı  çırağı Orhan’a bana  yazıcısı lazım. Elim ayağım  kilitlendi.bilgisayarım yok yazı yazamıyorum.Bir haftadır yazı yazamadım.

İnsanın yazı yazamaması  senin ağzına bant çekilerek konuşmanın engellenmesi gibi bir şey diyorum.. Bizim bilgisayarı  denerken   onların bilgisayarında dün akşamki  geziyi haberleştiriyorum.

Serim geldi. Müsaade var değil mi dedim.Tabi ağbi neden olmasın..

Yalnız Taliban’a mektup yazma geri tarafı her şey olur dedi..haber içinde iç haberleşme, parti içi enformasyon dedi.

Haberi bitirdim  milli gazeteye faxlamak içih serime götürdüğümde, orada oturan  üç kişi daha vardı. TRT’nin muhabirleri imiş.. Necati ağbi de gazeteci dedi.

Hangi gazetede olduğunu sorunca Mahalli Gazete Anayurt’un yazarı olduğumu söyledim..

Serim eskiyi de söyle ... Necati Ağbi Akit’in temsilci yardımcısı idi dedi.

TRT muhabiri  yerli tabibanın deyimini kullanıca.Ne mümkün taliban eşek gibi elmirndeki teknolojişyi televizyonu kullanmamış.Ama akit teknolojiyi kullanıyor dedim. Olsun 250 milyon ABD’liyi  korkudan titretiyorlar ya dediler. Onlar aptallığından korkuyor. Talibanın ne bilgisayarı ne de teknolojsi var. ABD yönetimi Talibanı büyüttü. ABDlelerin de korkacağı vardı korttular.. Olanlar ortada dedim. Onlarda zaten ikiz kulelerin talibanın yıktığını söylemek de zor  dediler..

Bilgisayara  ne ödeyeceğimizi  sordum.Fiyat eskisi gibi çocuklaran hesabı  başka.Onlarada ister birşeyler ısmarla.İstersen gönlünden ne koparsa dedi.

Cebimde 20 milyon vardı.On milyonunu biölgisayarın  disket sürücüsünü değiştirmişlerdi.Ondan kalan on milyon için verdim.Geri kalanınıda  çırak orhanla bölüştük.Orhan’a bu gönlümden kopan değil.Cebimden kopan.Hakkını helal et dedim.Oda memnuniyetini belirti.

.........

Gazeteye  gittim kimse yok.

Aşağı inerek Yunus Çelik’in dersaneye uğradım.

Şişman arkadaşı orda.

Seni bir yerlerden tanıyorum dyerek belkide partiden diyor. Bende parti ile ilgim fazla değil deyince

Ben Yunus için partiye takılıyorum.Yoksa beni açmıyor. Dalga dümen..Tarikatlarda öyle.ben faruki  dergahına bağlıyım...Orada da  dedikodu çok oluyor.Müslümanların  işi gücü dedikodu diyor.

Yine Bahri şahinin oğlu olduğunu söyleyerek babamı tanırsın her halde diyor. Bilmediğimi söyleyince mescioğlu şirketinin sahibi olduğunu söylüyor.

O zaman benim patron baban diyerek sigorta olayını anlatıyorum.Süleyman bey onun dayısı  imiş...

Babamda fazla ilgilenmez ama  Zeki bey nerde ise o da orda.

Biz partiye bu kadar yakınız ama yinede dikmen vadisinde aldığımız iş dolayısıyla  Melihle mahkemeliğiz.Üç yıldır paramızı vermiyor diye dertleniyor..

Milli gazeteyi eleştirerek ne gazeteye benziyor nede dağıtımı  iyi , bende iptal ettirerek Zaman alıyorm.Hiç değilse dolu dolu gazete diyor..

Ben  camiye oradanda Ankara İl’in düzenlediği geceye katılacağım deyince Zeki bey babamı da götürmüştür diyerek  babam gitmek istelmiyor akma  onlar götürüyor..Dedamandaki yemeğe 13 milyar ayırmışlar  kesin iki üç milyarını babama yüklerler.. Öyle yapmasalar çağırmazlar bile diyor..

.......

Kocatepeye gidip ikindiyi kılınca  standları geziyorum.İnsanlar boş oturuyor..

Haydar Baş’ın standındaki çocuk;  kitaplar geçen yılkı fiyata diyerek geçen yılda beş milyondu şimdide diyor..

Bende öyle olmalı haydar bey çelik tencereden desteklemeli diyorum. Kitabı inceliyorum.Yarısı boş.keşyke her yeri dolu  yaparak yarı fiyata satsalardı.Kimserde alacak derman yok diyorum.Oda bu güne gelmede hepimizin kabahati olduğun söyleyerek Ecevit’i kitidar yaptık oly verdik diyor.Bende bu millet Ecevit’i hiç iktidar yapmadı ama ortaklarına söyleyin diyorum..

.......

Yazarlar Birliği Standında

Ihsan Işık’ın yazarlar sözlüğü var. İhsan ışığın anlattığı gibi kapak değil.O kırmızı zeminli bir kapak göstermişti.

Birkaç yazara bakıyorum.

Kısa biyografileri var.

Yaşar Kaplan’a baktım. Akit’te yazıyor  diye yazıyor.

Ihsan ışığa  şu yanlışları söyle  diyorum.Genç adam not alıyor.:

1.   Kitap kapağı kırmızı değil..

2.   Yaşar kaplan bir karının Almanyaya kaçırdığı yazıllmamış

3.   Akit’ten ayrılalı bir yıl oldu yine de atkitte yazıyor demiş..

.......

Abdulkadir Gani Selçuk’la karşılaşarak birlikte Dedeman’a gidiyoruz.

Gidip basın bölümüne oturuyoruz.

İlk defa Hoca tam saatinde yemeğe geliyor.

Yine kısa konuşuyor.

Hocadan önce kürsüye çağrılan Zeki bey,  bir fıkra anlatarak “Sen den sonra ortada vakvaklar ve kurbağlar kaldı” diyor.Hoca memnuniyetini  belirten  jestlerle kafasını sallıyor ve ağzını büzerek  gülümsüyor..

NTV’den Adem Kadal, “Ağbi  medari iftiharımız konuşuyor..  Neden alkışlamıyorsun diyerek Zeki beyi alkışlamadığıma dikkat çekiyor.Bende onun yağcısı değil danışmanıyım.Herkes görevini yapıyor...Oda  görevini..Beni bağlamaz” diyorum.

Adem  sağlsun Zeki bey bana emanet verdi   sonra Necati beye ver dedi. Bende götürdüm ama yokmuşsunuz.Fevziye hanıma verdim..Önemli bir  şey yokmuş diyerek Meclis genel Kurulunda yapılan gizli görüşmeden notları Adem’e vermiş onu  söylüyor..

Hürriyet’ten  Turan Yılmaz, “seninkiler  buraları  seçmezdi. ASKİ filan olurdu” diye soruyor. Bende “ASKİ’de  Melih beyin programı varmış” diyerek “Melih beyin vermediğini ima ediyorum...Ve “burası Demirel’in kalesi biliyorsunuz. Demirel’de saadete gelecekmiş ondan burayı tercih ediyorlar”  diyorum..

Altınsoy’da gelmiş.Necati Çelik’le aynı masada.Necati Çelik’e değil de  Altınsoya gidip afiyetler dileyip  hatır soruyorum. Çelik kızarıp duruyor..

Az kalsın koruma ile  muhabir arasında sigara kavgası çıkacaktı..

Yemek sonrası giderken  Oğuzhan Asiltürk’le karlaşıyoruz. Nezaket gösteriyor..Hatır soruyor. Hocanın az konuşması  iyi oldu.Hitabetide  Ecevit’le  mukayese edildiğinde  çok ileri diyorum..

Asiltürk...Allah....Allah ...diyerek “Allah inşallah o günleri gösterir gibi söylüyor” Bunu çok samimi buluyorum..

.........

Vahdettin elbay orda.Çankaya ilçe başkanı doç.Dr.halis bilge orda..

.......

Sincan belediye başkanı Rüstem beye mektubu veriyorum..”Senin yazın  cebimde” diyor..

.........

Hüseyin Erdal... Önce geleni yemek gerekmiş. Öğrendik ama  çok geç oldu diyor.. Sen resim çekip haber yapmak için para gerekli imiş bunu da  geç öğrendik diyor... Bende her şey tamamen duygusal diyorum...

.........

Zeki beyle karşılaşıyorum. “Sende geldin mi?” diyor. Farukinin  oğlu ile birlikte.Ben camiye gidiyorum diyerek kacatepeye yöneliyorum..

 Otelde dolaşan bir Afgan kıyafetli ile gidiyorum.

Adı Muhammed... olan kişi Pakistan’dan gelmiş..

“Ramazan bereket ama Afganistan’da zulüm. ABD ve İsrail  zulmü  “ diyor..

...........

 Namazı kıldıktan sonra Şeyh   Faruki’nin oğlu ile Zeki bey camide..

Nereye gideceğimize dair bir programımız yoktu.Bizde camiye geldik.

İstersen kitap fuarını gezelim mi diyor.

Gezmeye karar veriyoruz.

Ayakkabımı almaya gittiğimde  yine Pakistanlılarla karşılaşıyorum. Beş kişiler...sevimli insanlar.. yarı Türkçe Arapça ve İngilizce  anlaşmaya çalışıyoruz.. Camiyi güzel bulduklarını söylüyorlar..

......

Zeki bey ve farikinin oğlu ile birlikte  birkaç stand dolaşıyoruz. Camiden çıkanların kalabalığı var..”Bu saatte fazla dolaşamayız esnaf alışıverişte.Yarım saat sonra kimse kalmaz ama tenha zamanda gelmek gerek diyerek   geziyi kısa  kesiyoruz.

Yalnız yazarlar birliği standındaki delikanlı beni tanıyarak mesajını  Mehmet Sılaya  ilettim diyor..

Sılayla yemekte karşılaşmıştık.. Sılay yeniden aday yapılmadığı için kızıyordu. Ama nedense  eskiciler yanında yer aldı.

Ömer Öz yılmazda öyle.. Dr. Ahmet.... da

.......

“ÜLKENİN İTİBARI MAKAM  ODALARININ TANZİMDEN GEZÇMEZ. ÜLKENİN TİBARI BORÇ ALMAMAKTAN GEÇER”

Tam çıkmak üzereydimki “Timaş standında Hüseyin Üzmez kitaplarını imzalıyor” anosu yapıldı.

O sırada bir iki gencin “neresi diye” dönerek TİMAŞ standını aradığını gördüm. Onların  kendi tarifleri ile bende kısa zamanda  standın yerini öğrenip yöneldim.

Gittiğimde Üzmez yeni yerleşiyordu.

Başında   yarım sola eğilmiş oğlak derisi  Çeçen kalpağı.. Sırtında deve tüyü  poltasu.. Yine sol yanında  katalitik soba önünde kitapları..

Bir iki kişiye imza ediyordu ki beni görünce “Gel kardaşım. Buyur. Bir öpeyim” deyip öptü. Kolay gelsin filan dedikten sonra gençlerin sorusunu cevaplandırıyor...

Bir delikanlı; “Tlevizyonda anlattığınız iğne hikayesi bizi çok güldürdü” diyor.

Üzmezde  onun aslı öyle değildi. Ben onu  şey olmasın diye şey yaptım (Teville anlattınız yani) Evet aslı şöyleydi::

Bir paşa (Bana dönerek  eski asker olmamı hatırlatıp seninkilerden) başörtüsüne karşı değiliz.İğneyi şöyle batırmalı filan diyor.Bir erde gelip “komutanım iğne nereye batırılacak?” diye sorunca komutandan bir tokat yiyor..Er  tokatı neden yediğini beli bilmiyor..” diyor.

Beni  gördü ya.. Başladı  İsmail Nacar’la ilgili anlatmaya..

“Bu gün  Selami ile birlikte  Kızılay’da  karşılaştım.

Yaşar Nuri  yazmış ki Hüseyin Üzmez diyor ki  “İsmail,  değil  kitap yazmak anasına mektup bile yazamaz..”diye yazmış.

İsmail;  “Ben onu mahkemeye verdim.. Sende  ben böyle demedim diye yazıver. Çünkü kamuoyu  senden böyle bir açıklama yapmanı bekliyor” dedi. Bende  “yahu ne açıklamasa yapayım. Açıklama bekleyen  kamuoyu değil sensin “ diye gülerek ekliyor.. “O İslamcı yazar diye  geçiniyor ama  Onun değil kitabı el kadar bile bir yerde yazılmış kağıdı yok.”diye keyifle anlatıyor..

“Sabah gazetesinden bir serseri benim için  gündüz İslamcı gece ise şişenin dibine vuruyor yazmış. Onu mahkemeye verdim. İyi bir   tazminat alsam da millete ziyafet versem.. Ben hapsane de bile  sigara dahi içmedim. Adam sorhoş diyor” dedi.

Bende “ağbi  o benim şiirimi okumuş öyle zannetmiştir. Çünkü ben  sana sarhoş...Çağın içmeden sarhoş olan neyzeni demiştim” diyorum  keyifle gülüyor..

Tam  bu sırada Hüseyin bey nasılsın diye birden Turizm Bakanı Mustafa Taşar belirdi..

Hüseyinağbi hemen ayagğa kalkarak  Sayın bakan  hoş geldin diye hürmet gösterdi. O rahatsız olmamasını söyleyip bir takım kitapların tümünden istedi...

Kültüre katkı dedim.Hüseyin ağbi  sayın bakan eski arkadaşım dedi.. Taşyar kitapların çoğunu okudum dedi. Bende diğerleri sizin için nostajik olur ama  can pazarını okursanız Hüseyin ağbinim son  haleti ruhiyesini anlarsınız dedim.

Taşar, ağbi  zahmet etme bir tanesini imzala yeter dedi..

Bu arada birkaç kez elektrikler dışarıdaki yağmur ve rüzgar nedeni el gelip gitti. Bakan ne oluyo bu elktiriklere demekten kendini alamadı..Belki de can güvenliği için endişeye düştü..

Bu arada Hüseyin ağbi tanıyor musun diye bana sordu. Ağbi  nasıl tanımam. Sayın bakanı makam odası tadilatından iyi tanırım dedim.

Taşar  onu abartılar. Boyalı basının tesirinde kalmışsınız. Gerçeği bilseniz öyle konuşmazsınız. Şimdi açıklamanın yeri değil ama gerçek rakamı ortaya koyacağım, o zaman böyle düşünmezsiniz dedi.

Bende sayın bakan  Türkiye’nin itibarı  filan  demişsiniz ama  ülkeni itibarı öyle makam  odalarının tanzimden gezçmez. Ülkenin tibarı borç almamaktan geçer dedim.

Sen de mi Malatyalısın dedi. Hayır Allah’a şükür ki Çorumluyum dedim.

Zaten  Çorumlu olmasan yapmazsın. Senin yaptığını..deyince Çorumlu iyi yapar. Çorumlu gibi yapılamaz da ondan dedim.

Seni iyi tanıyorum..tanıyorum da dedi. Bende sizi tanıyorum..

 

Size gerçekleri görün diyoruz. kitap alıp okumak istiyoruz. Alamıyoruz.. Adamlar geçen yılkı fiyattan kitap satıyor yine alamıyoruz.. Okuyamıyoruz. Milletin hali harap. Çok istememize rağmen alamıyor kitaba sadece bakıyoruz..dedim..Oda  evet öyle  karşıda %50 indirim diyor dedi..

Sonradan fark ettim..Bu arada yanındakilerden biri   bakan kitapları alıpda   elimizi sıkıp ayrılırken işaretle sus gibi  parmağını ağzına tutarak  lütfen diyordu..

Bende ona susmamın mümkün olmadığını hatırlatırcasına “Ayasofya’yı unutma dedim.. Bakan kendine alınarak “tamam tamam” diyerek gitti.

ANAP teşkilatlarının  kısa boylu hızlı bir genci idi. (İntikam) Yurdusevi’in filan arkasında dolaşırdı.. O kişi..  Biraz yaşlanmış ama.. Ayasofya’da karşılaşmış ne yapıyorsun? dedğinde Namaz için yer alıyorum demiştim. Bir sürü cami var. Elin kilisesinde namaz kılarak hadise çıkarma demiş, bende sert tepki göstermiştim. O korkudan yanımdan ayrılmış. Ben de  namazı Ayasofya içinde eda üst katta  etmiştim...

Batesadüf bu ya birkaç gün önce bakanla ilgili bir soru önergesi hazırlayarak bakanın marifetini Başbakan’a  şu şekilde sormuştum:

 

 

TÜRKİYE  BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA

 

 

 

Aşağıda ki  sorularımın  aracılığınızla Başbakan  Mustafa Bülent ECEVİT tarafından yazılı olarak  cevaplandırılmasını saygılarımla arz ederim.

 

                                                                           M. Zeki  ÇELİK

                                                                     Ankara Milletvekili

 

1.Hükümetiniz devleti küçültmek için yeni tasarruf tedbirleri alırken, bazı bakanlıklar hala ‘büyümeye’ çalışması hükümetin uyum içinde çalıştığının bir göstergesi midir?

2.Bazı  bakanların bağlı kurumlarında  “ 3 aydır maaş ödeyemediğini” söylediği bir dönemde bir  bakanın  milyarlarca  liraya mal olan  makam odası tadilatı konusunda ne düşünmektesiniz?

3.Cümle aleme IMF kanalı ile “para dilenildiği “ bir zamanda bu uygulama kamu  kaynaklarının israfı değil midir?

4.Yine  her alanda borç alındığı bilinerek   içerde ve dışarıda “itibar  sorunu yaşandığı”  bir dönemde  bu harcamaların  “Bakanlığın dolayısıyla devletin itibarı”  diye açıklanabilir mi?”

--------------------000000000000000000000------------------------

 

 

NECATİ ÇAVDAR’LA UFUK TURU.... .



Yekta GüngörÖzden:

“CUHHURİYETİN KURBANIYIZ”

Bu hafta sizler için “Sorarsınız. Aklımın erdiğini söylerim.. Saydamlığı, açıklığı seven bir insanım, terbiyesizliği değil.. Açıklığı severim, müstehcenliği değil” diyen Anayasa Mahkemesi önceki başkanlarından Yekta Güngör Özden ile sohbet ettik. Gerek Özden’in samimiyeti gerekse kendi konuşma üslubunun ortaya çıkması bakımındın kimi dil kurallarına uymayan cümleleri aynen korumayı hem kendilerine hem de sizlere saygı açısından uygun bulduk. Kendileri için “Cumhuriyetin kurbanıyız” nitelemesi yapan ve “sayısal çoğunluğun siyasal kararların istendiği gibi alınmasına yetmeyeceğini”söyleyen Özden, kendi ifadesi ile”Kimi askerlerin (kurumu ayrı tutulmak şartıyla) tutumu ve tavrı, yargının durumu ve demokratik kitle örgüleri konusunda uygulamalara yorum getirmeyi başka bir söyleşiye bırakmak üzere dil, siyasetten ne umdu ne buldu, Milli irade ve 28 Şubat gibi konulardaki görüş ve düşüncelerini huzurunuza getiriyoruz..



--------------0000000000000000---------------



SPOTLAR:

Dil konusu, birisinin mutlaka böyle olur demeyle olmuyor..

İnsanım .Şerefli ve namusluyum..

Türküm Türkçü değilim..

Milliyetçiyim ırkçı değilim..

Atatürkçüyüm.Kürtçü değilim..

Meslek liselilere haksızlık edildi.  Düzeltsinler..

İki yılım o dernekte (ADD’de) geçti... Yirmi yıllık ömrüm bitti.. Yaptığım çok güzel şeyler oldu. Şimdi yalancılar inkar ediyor. Neler neler yapıldı.. Ama anlamadılar. Beni yordular.. Yıprattılar.

”Atatürkçülük rozette kalmış.. Ayda iki milyon lira ödentisini vermeyen adamlar bana göre adam olmaz ki Atatürkçü olsun..

Siyasette; bir buçuk iki yılda..

Servetim gitti.. Sağlığım gitti.. Saadetim sarsıldı..

Milli irade ayrı şey , millet iradesi ayrı şey..

Bunlar hukuksal incelikleri olan , hukukçulara anlatılması gereken onların tartışması gereken kavramlar ve konular.. Ve kurumlar..

Bu gün Bush, Amerikanın Erbakan’ı İnananı ile inandığı arasında elçisi olmayan tek din Müslümanlıktır.



..................000000000000000..............



DİL..

-Bizi daha çok kelimelerle vurdular.Kelimelerle sıkıntılara giriyoruz.. Bu gün Atatürk’ün nutkunu bile anlamıyoruz. Bu konuda ne diyorsunuz?

- Bir ben öğretmen çocuğuyum.Beni bir özelliğim daha var. Dün gece mehtaba çıkıp hep seni andım Öyle biran gelir ki mehtap seni “ şarkısını bilirsiniz. Bu şiir enişteme yazılmıştır. Biz ailede hep böyle edebi anlatımlarla edebi tartışmalarla yetiştik.Ve yazıyı ben dört yaşında öğrendim.Beş yaşında ilk okula başladım. Dilim, Türkçe’ye alışkanlığım ve sevgim vardır. Ben on yıl orta okulda Türkçe yurttaşlık bilgisi dersi verdim.. Türk Dil Kurumunun hem avukatı hem üyesiydim. Dil derneğinin üyesiyim.Türkçe sözcüklerden yanayım.Arı dilden yanayım..Ulusal dili ulusal kültürü benimseyen bir adamım. Ancak.. Derslerimde çocuklara mutlaka iki şeyi başucunuzda mutlaka bulundurun diyorum. Bir anayasa.. 82 Anayasası bana göre 61 anayasasının çok kötü bir kopyası olmasına rağmen

– Bazı iyi maddeleri var elbet..genelde söylüyorum.



- Bir anaysa cebinizde çantanızda bulunsun. Hakkınız nedir.Ne isteyeceksiniz, ne istemeyeceksiniz.. Ne yapacaksınız ne yapmayacaksınız... Devlet ne yapar, ne yapmaz.Bilin. Biri de.. Mutlaka, Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927 de 36,5 saatte söylediği söylevi bulunsun. -İyi de Atatürk’ün okuduğu nutku nasıl anlayacaklar? Bu gün konuştuğumuz dil, dün konuşulan dil değil.. Atatürk’ün o gün anlattıklarını bu gün anlamak elbette güçtür. O nedenle Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun Özer Ozankaya’nın ..Başkalarının ve benimde yaptığım çeviriler var. Mutlaka Eskiyi söylemek zorunda değiliz ki?.. Eski sözcüklerde bizim sözcüğümüz değil..Farsça, Arapça karışımı Osmanlıca.

-Şimdi gençler .hayretini, şaşkınlığını artık cümlelerle ifade etmiyor..”Of oldum...Kal oldum” vs gibi bir kaç kelimeyle yetiniyor. Dilde kelime hazinemiz daraldı.O anlamda soruyorum.

-Dili Türkçeleştirerek daralma değil. Türkçeleştirilerek ulusallaştırılıyor.Millileştirildi eski dille ... Dildeki kirlenme iki yoldan oluyor. · Bir: Argoya çok dönüş oldu.Gençler işin basitine kaçıyor.Okumadılar.. Eğitimin iyi olmadığından .Eğitimde boşluklar, bozuklar olduğundan · Birde yabancı dilerin istilası dediğimiz el atması oldu. Geçin bakın sokaklara.. .Tunalı Hilmiye.. Bazı yerlere..Otel isimlerinden kebapçılara kadar .. Adam “Perdecci” yazmış.”Başka bir şey mi? Anlamadım.Ne demek? Bu dedim. Efendim perdeci bu dediler.Perdci de ilgi çekeyim diye yapmış.Dikkat edin şimdi: yani bir ürün reklam başladı “A” harfinin ortasındaki çizgiyi koymuyorlar. · Bunlar kendi diline , kendi değerlerine, kendi varlıklarına, kendi kaynaklarına özen göstermeyen şöyle böyle insanların ortaya koyduğu sonuçlar. -Bu gün yasların dili de öyle, yeni çıkarılan yasalarda yaşayan dil değil yaşamayan dil söz konusu.. -Yaşamayan eski dil hakim.Yenisi değil..Sizin anlamadığınızı zannettiğiniz kelimeleri anlayanlarda var.Sizin anladığınızı zannettiğiniz kelimeleri de anlayanlarda var. Dil konusunda; doğal gelişmeyle, kirlenmeyi önleyerek eski sözcükleri atıp yerine yenileri alarak ama bağlantıyı anlam yönünden kurarak yürüteceğiz. Eski kelimelerin yerine yenisi bulunuyor.. Bulunanların çoğunu sevmiyoruz. .... Dil konusu, birisinin mutlaka böyle olur demeyle olmuyor..

ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ..

-Biraz önce Atatürk milliyetçiliği dediniz.Atatürk milliyetçiliği nasıl bir şeydir.Kaç metredir.Kaç gramla ölçeceğiz.Kime diyeceğiz.herkes diyor ki ben en Atatürkçüyüm..Kahveye gittik. Vatandaş kağıdını oynuyor..Askerlik yap demişiz.Yapmış.Vergi ver demişiz... Gücü varsa vermiş.Siz yargıçsınız.Ben seni suçlu buldum demişsiniz.Tamam eyvallah demiş. Gdip yatmış. Şimdi bu adam nasıl bir adam? Atatürkçü mü, Atatürk milliyetçisi mi,milliyetsizi mi nadir.Bu insanı belirlemek için ne yapacağız?

-Söyleyeyim...Konuşacağız şimdi...Bakın..İstediğinizi yazın.. Müslümanlıkta yalan söylemek var mı?..

- Yok.

..Müslümanlıkta adam öldürmek var mı ?..

- Yok..

Müslümanlıkta hırsızlık var mı?..

- Yok.

... Müslümanlıkta ırza geçmek var mı ?..

-Yok....

Müslümanlıkta çalmak var mı?

- Yok.. 

Sahtekarlık var mı?

-Yok

- Yok değil mi?.. Bu gün hanemizdekiler kimler?.. Müslüman değiller mi? O nedenle Müslümanlığı suçlamak doğru değil.Bir yere geliyorum.O Müslüman olsun veya olmasın İnsanın kendi yapısından kaynaklanan tezahürlerdir. Eskilerin deyimi ile .. Bakınız. Milliyetçilik dediniz.... Gayet içtenlikle konuşuyorum.. Dostça.. Benim bir sözümdür..”Ne altın gelir, ne gümüş gelir.Dost gelir”.Bir birimize inanmak orundayız.Sizin yarın ne düşüneceğinizi bilmiyorum.. Belki Allah vermesin iki dakika sonra fenalık geçiririz..Belki ben geçiririm ..Siz bana müdahale edeceksiniz..

-Çok önemli. 

-Doğru değil mi? Birbirimize bakmak zorundayız.. Ben her zaman söylüyorum: İnsanım .Şerefli ve namusluyum..Türküm, Türkçü değilim..Milliyetçiyim, ırkçı değilim.. Atatürkçüyüm, Kürtçü değilim.

-Bunun ölçüsü ne?

-Dur.. Anlatacağım.Bakın bir daha söylüyorum.. Türküm Türkçü değilim.milliyetçiyim ırkçı değilim.Atatürkçüyüm Kürtçü değilim. Müslüman’ım İslamcı değilim..Dindarım dinci değilim.. Var mı ötesi? Benim tarifim bu.. Hem milliyetçiyim.Hem Türkçü..Değilim.. . Irka ağırlık veren insanları ırklarından dolayı değerli veya değersiz kılan adam değilim .O bizim elimizde değil.Önce insanız.Sonra Türk, sonra Müslümansız.. İnsanlığınızdan vaz geçip hayvan olmazsınız..Ama bir kötülük yapmışsak, hayvan gibi hitap edilebilir bize, değil mi efendim? Peki Türklüğümüzden vaz geçsek.. -Tarihimizi değiştirip –Irkımızdan vaz geçmiş değiliz.O kağıt üzerinde bizi tanımaya yarayan bir işarettir. Pasaport gibi.. Amerikan tabiiyetinde yüzlerce Türk yok mu?.. Binlerce var.. Geçiyorum..Müslüman’ız diyoruz. İhtida eden var( din değiştiren)..Dün veya bu gün gördüm.Gazetelerin birinde var. Bir hocanın çocuğu gitmiş Amerika’da dinini değiştirmiş. Fikret’in oğlu gibi.. -Çok normal.. -Oraya geliyorum.. Fikret’in oğlu Haluk gibi..Demek ki bu değerler bizim üzerimizde kalan , insanlığımız ve ırkımız gibi kalıcı değerler değil..O halde geliyorum... Milliyetçilik dediğimiz şey.. Kendi soyunun değerlerine sahip olup.Onun iyi geleneklerin korumak, güçlendirmek, kötü alışkanlıklarımızı arındırmak başka ulusların karşısında kendi bağısızlığını ödün vermeden korumak,..Ama başka ulusların kötülüğünü istemeden dostça yaşamak ilkesi...Atatürk milliyetçiliği budur.. Birisini boğmak, istila etmek, işgal etmek değil..Anlatabildim mi?.. Sen milliyetçisin yada sen milliyetçi değilsin gibi ayırmadım..Herkesin milli değerlerini,ulusal değerlerini kendine özgü düşünmesinin dışında eğitim yolu ile çocuklarımıza soyumuzun üstünlüklerini anlatmamız.Başka soyları aşağı görmeden,dostluk ve bağımsızlık içinde yaşamayı anlatmamız gerekir.Özetle budur milliyetçilik...

SİYASETTEN NE UMDU, NE BULDU ?

-Siz en üst hukuk kurumunun başındaki insan olarak çeşitli görüşlerinizi açıklıyordunuz.. -Ama demin söyledim.yargıçlık nitelikleri ve meslek gereklerine aykırı olmadan..

-Takdir ettiğim bir şey var. Niye? Bir insanın hakikaten bir siyasal düşüncesi, yönetme arzusu varsa bir siyasi partiye mi girecek, bir siyasal kuruluş mu teşkil edecek. Etmeli ve oradan da halkın huzuruna çıkmalı.. Siz bunu yaptınız.

-Onu da anlatayım....Şimdi bakın.. Siz sorunuzu sorun söyleyeyim.

-Ne umdunuz, ne buldunuz?

- Tamam,şimdi oraya gelelim. Ben siyaseti sayarım... Sevmem.. 1951yılında zamanın Adalet Bakanlarından Osman Şevki Çiçekdağlı ile uzun tartışmalar yapıp, parti gençlik kollarının , ocakların açılması için mücadele vermiş insanlardan birisiyim... 1953 yılında CHP Gençlik kolları kuruldu.Başkanımız Dr.. Suphi Baykam’dı..Yönetim Kurulunda Altan Öymen vardı.ben vardım. Bülent Ecevit geldi sonradan ..On beş kişiydik..Kızlı erkekli.. İki yıl orada çalıştım.Fakülteyi bitirdim.Askere gittim.. 59 da, terhis olup geldim. Halk Partisi’nin üyesi olarak Hukuk müşaviri oldum.Avukatlık bürosunun başında bulundum..Sonra.. Yüksek Danışma Kurulu üyesi oldum.Vedat Dalokay..Ahmet İsvan..Kemal Kayacan.. Başbakanlıkta müsteşar İsmail Erkan ben beş kişiydik. Tüzük gereği de -bu nedenle - parti Meclisi üyesi oldum..Ama hukukçuluğuma leke sürecek hiçbir şey bırakmadım. Hiçbir siyasi toplantıya katılmadım.Hiçbir siyasi istekte bulunmadım. Hiçbir siyasi öneri almadım.. Rahmetli oldu. -Daha geçen hafta-..Erturğrul Özkök’ün kayın pederi Hüdai Oral.. O bana 1967’lerde bir gün telefon etti. Dedi ki “İsmt Paşa senden rica ediyor.Ankara il başkanlığın alacaksın..” . “Peki” dedim..Üç saat sonra vaz geçtim. Evden çıkmadan.... İsmet Paşa’ya bir “peki “demek zorunda kaldım....Ben bu işten vaz geçtim.ben bu işi beceremeyeceğim” dedim.Açtım telefonu , “kusura bakmayın kabul etmiyorum” dedim.Kestim ilişkimi. -1979 yılında ben Anayasa Mahkemesi Başkanlığından emekli olmadan, Lojmanıma kadar gelerek benim emekli olduğum zaman siyasete girmemi isteyenler, hatta emekli olmadan bırakıp, Halk Partisinin başına geçmemi isteyenler oldu.Açık söylüyorum. Bunlar, eski milletvekilleri...Senatörler geldi. Kendilerine “hayır” dedim...Daha evvel Anayasa Mahkemesine yeni üye olarak girmişken 20 ay sonra ihtilal oldu.İhtilalden sonra rahmetli Sırrı Atalay beni ziyaret etti.Oturduk. Dedi ki “Yektacığım, Başkanlar..” Kim dedim; “başkanlar ?”.. “Eski” dedi. “Meclis Başkanları, Senato Başkanları.. Karar verdik parti oluşumuna.. Seni aramıza koyacağız, söz “dedi. “Hayır...” dedim. “Ben hukuk yolunu seçtim..Avukatlığı bıraktım.Yargıçlığa geldim...Örnek olmak istiyorum.Burada mesleğime kendimi tam vereceğim dedim.kaldı ki benim varlığım yok.Siz bana bir görev vereniz uçakla gidemem..Trenle gidemem.Otobüsle gitsem geç kalırım.Dolmuşla gitsem şu olur.Benim verecek paramda yok.Benim bu görevleri yerine getirecek ekonomik imkanlardan mahrumum..Beni bağışlayın dedim.”Anladım” dedi gitti adam..Taaa bu 1981 de oluyor. Aradan yıllar geçip ben emekli olunca..Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığı’nı bana zorla verdiler..İstemedim.”Bazı olumsuzluklar yaşanıyor, bunları ancak sen giderirsin” dediler..Sizin tanıdığınız insanları söyleyeyim.Uluç Gürkan..Önder sav..Vural savaş..Profesörler..Bunların içinde ADD’nin o zamanki üyeleri.Vali Aydemir bey.. Hepsi..Israr .. Israr.. Önce “evet” dedim.Sonra “hayır “dedim..Bir hafta sor yeniden ısrar ettiler. “Evet” dedik.. İki yıl o dernekte geçti.Yirmi yıllık ömrüm bitti..Yaptığım çok güzel şeyler oldu. Şimdi yalancılar, çoğu inkar ediyor. Necati bey.. Subayların, hakim ve savcıların, öğretmenlerin bakanlıklarından izin almadan üye olmaları kararını çıkarttım.İki kapatılma davası vardı.Onları ret ettirdim.Vilayetlerin ve kaymakamlıkların kapısı açıldı.Kız yurdu çalışmaya başladı..Antalya, Kayseri,Bursa şubelerine bina satın aldık..Düşünebiliyor musunz? Neler neler yapıldı.. Ama anlamadılar.Beni yordular..Yıprattılar.”Atatürkçülük rozette kalmış..Lafta kalmış” dedim ayrıldım..Ayda iki milyon lira ödentisini vermeyen adamlar bana göre adam olmaz ki Atatürkçü olsun..Ayda bir milyon lira ödentisini vermiyor..Böyle olanakla çalışacağıma bıraktım.. Hukuk kurumuna geçtim.. Orada da üstüme düşenleri yaptım..ADD’de tüzük yenilendi.Hukuk kurumunda da Tüzük yenilendi..Çağdaşlaştırdık.Güncelleştirdik.Salonlar ..Hepsi yapıldı, ayrıldık .Huhuk Kumu’na gitmeden ..Geliyorum.. Orada iki yıl kalıyorum.Israr diyorlar. Bir daha olmuyorum.Baro Başkanlığında da öyle yaptım .72-74. bir daha olmadım.. ADD’de en çok oyu aldım.Genel Başkan olmadım.Yönetimin arkasına geçtim..Yürütme kurulunu bıraktım.Başkasına verdim..Hukuk kurumuna “Yine ol, olmam.” Geldik. Dediler ki iki arkadaş.İsmini de vereyi size.Vural Savaş’la Osman Özbek paşa.. Dediler ki “ Efendim, Türkiye böyle gitmiyor.. Partileşmek lazım. ....lazım. Bunlar daha çok Halk Partisine yakınlık duyan arkadaşlardı.İkisini de sevdiğim saydığım insanlardı. Ondan sonra ben bu işin siyaset yoluyla çalışmanın bana uygun olmadığını söyledim.Gittiler geldiler olmayınca..Dediler ki bir gün ikisi. Bir ikindi üzeri. ”Biz yarın deniz Baykal’a gideceğiz.” Dedim ki “hayırlı olsun.Ama sakın benim adımı götürmeyin .Benim böyle bir isteğim yok.Sizinle dostluğum arkadaşlığım bozulmasın. Size hayırlı olsun “dedim..Yani oraya girdiniz diye ilişkimiz bozulmasın” dedim.”Siz oraya girersiniz, ben girmem.” Bir gün sonra geldiler..Deniz Baykal’ın olumsuzluklarını anlatıp Deniz Baykal’la bir şey olmayacağını.. Bakın ayrıntı ile anlatıyorum..Deniz Baykalla bir şey olmayacağını yeni bir parti kurulmasının gerekli olduğun söylediler Necati bey.. Bende kendilerine dedim ki.. Kuralım, muralım dediler.. En nihayet.. Eski senatörler, milletvekilleri, belediye başkanları, emekli valiler, bakanlar dahil 357kişiyi Dünya Ticaret Mekezi salonunda topladık..Sekiz saat süren bir toplantı oldu..Vural Savaş bey, toplantının başında Antalya’ya gideceğim diye ayrıldı. Toplantının yönetimi bana kaldı.Ben, Sivas milletvekili eski meclis başkanvekili Mustafa Kemal Palaoğlu, Necdet Uğur’un milli Eğitim Bakanlığı zamanındaki Orta Öğretim gGenel Müdürü Güler Tanyolaç.. Üçümüz.. Dedik ki ”Halk partisinde yoğunlaşma olsun..Siyaset yapmak isteniyorsa.Deniz Baykal anlayışı ve yönetiminin uzaklaştırılıp gerçek, yarayışlı bir yönetim kurulmaya çalışılsın..Yeni parti kurulmasın...Tartışma.tartışma..Bizim gibi “Yeni parti kurulmasın” diyenlerin dışındakilerin oybirliği ile yeni parti kurulması kararı çıktı. Ben .. geciktirdim. Bakınız.O sıra da 2 Haziran 2002 de ADD’nin son genel kurulu .Tam ayrılıyorum.. Toplantıda kalp krizi geçirdim..Ayakta alkışlanan bir konuşma yaptım..On beş gün hastanede yoğun bakımda kaldım..Yoğun bakımdan çıktım ikinci gün Vural Savaş geldi..Birinci gün Erdal İnönü, geçmiş olsuna geldi bana.. .Sadece dost ve babasının avukatıyım diye..İkinci gün Vural Savaş geldi dedi ki “ Ağbi ben bu..h.. işlerde yokum” dedi. -Ne demek oluyor bu? -“Antalya’ ya gittim şöyle oldu.İzmir’e gittim böyle oldu.Ben siyasete girmeyeceğim “ dedi. Etmeyin kardeşim, millet size güvendi..Biz seni genel başkan yapacaktık..İşte.. Falan yok.Ayrıldı..Sırf Atatürkçüler dağıldı demesinler diye, beceremediler demesinler diye arkadaşların ısrarı üzerine genel başkanlık bana kaldı.. -Mecburiyetten? -Mecburiyetten.Bir buçuk iki yılda..Varlığım gitti.. sağlığım gitti..Saadetim sarsıldı.. İçlerinde i emekli general, kimisi profesör.. hepsi demiyorum.. tutarsızlıkları, kendi imzalarına sahip olmamaları..Verdiği karardan dönmeleri, hepsi kendirleri protokol görüşmelerine katılıp, protokolü onlar hazırlayıp,onların imzala dediklerinden daha iyisini Mümtaz Soysal’la anlaşıp, getirdim.. Ve bunlar, birleşme kararı için yasal yönden 14 Şubat günün belirledikleri halde o gün geldiler Necati bey,altmış kişi toplanmamız lazım.Kurucuların yarısından bir fazlası..Ölenler oldu çünkü.57 kişi toplandık.Üç kişiye imza attırmadılar.. Salondakilerden on ikisi kendi kabul ettikleri birleşmenin, “Hayır “ diyecek adamlardı..Biz 45 kişi.Birleşme kararını nasıl olsa alacaktık. Mümtaz Soysal’ın partisiyle birleşecektik..(Koltuğu göstererek) Mümtaz Soysal burada oturdu.Ben hep burada idim..( benim oturduğum yere göre oturduğu koltuk)Saadettin Tantan burada oturdu.Çok çalışmalar yapıldı.Çok konuşmalar..Bir örnek bir öncelik olacaktı dağınıklık gitsin diye..O gün sabote ettiler..Sinirlendim.Kürsüye çıktım.. Ne amaçla partiye katıldığımı, görev aldığımı, ne umutla geldiğimi, ne duruma düşürüldüğümü söyledim.İstifa ettim.Çıktım.. Saat 1,5 da oradan.eldim Kavaklıdere postanesine .. Partiye de, Başsavcılığa da bir ki telgraf çektim..Üyelik filan bıraktım .Bir yıl on gün oldu. Hiç bir ilişiğim kalmadı. Eşim vce dostlarım hariç Türkiye de her şeyi terk ettim..

MİLLET İRADESİ ve MÜDAHALELER

-Türkiye’de iki defa ihtilal oldu. Bir defa Muhtıra verildi.birde 28 Şubat denen kimisine göre post madem darbe, kimisine göre müdahale oldu.Ama ben müdahale olduğunu düşünüyorum. -Tabii. -Ama her seferinde vatandaş, muhtıralara, ihtilallere darbelere muhatap olanları bir şekilde iktidara taşıdı.Menderes’e e karşı yapılan darbeden sora, “Gözümün içine bakın ne değimi anlarsınız” diyen gurubu iktidara getirdi. 71 Muhtırasında Ecevit,”Bu bize yapılmıştır” dedi.Onu getirdi. 80’den sonra yok edilen siyasi aktörler daha sonra yeniden iktidara geldiler..Yani milletle yukardan müdahale uyumsuz gibi görülüyor..



-Söyleyeyim....Hemen söyleyeyim. Efendim.. Ben hukuk dışılıkların karşısındayım..



-Özür diliyorum..Elimde Atatürk ve hukuk diye bir kitap var..Gelirken de baktım.. Atatürk millet iradesi, milli irade diyor..



-Bakın milli irade ayrı şey , millet iradesi ayrı şey.. Bunlar hukuksal incelikleri olan , hukukçulara anlatılması gereken onların tartışması gereken kavramlar ve konular.. Ve kurumlar.. Bir yere geliyorum. Bir .. Röportaj benimle olduğu için benim görüşüm önemli.

-Sizin görüşünüzü soruyorum..

-Bana göre diyorum, katılır katılmazsınız.Herkes kendisine göre bir şey söyleyecek.Bu gün benim görüşümü soruyoruz onu anlatayım. Bir ..Hukuk dışılıklara karşıyım.Zorunlu olmadıkça, ulusun direnme hakkı diye bir kavramı sık sık gündeme getirilmesine karşıyım.. Ben 1960 olayını bir devrim olarak kabul ediyorum.. 1971, 1980 de olayına asla katılmıyorum..1980 olayı içinde Evren paşa ile bir konuşmamızda “ Ben 12 Eylülden yana değilim. Ya12 Eylül’e karşıda değilim.ya..ben 13 Eylül karşıyım dedim.İyi niyetle başlamış olsalardı. İyi ihtilal yaparlardı. Üç..Herkes demeyim.İlgili olduğumu sanan kimseler ; bizi suçlayıp yalan söylüyorlar. Enim 28 şubatla hiçbir ilgim yok..28 Şubat’ta ben görevimin başında idim. Ne 28 şubat olayının olacağını biliyorum Necati bey.Ne 28 şubat olayının öncesinde bir kışkırtmam, bir katılmam bir söz birliğim.Bir davranışım oldu.Ne de ondan sonra olmadı..Hiçbir kime hiç bir kanıt getiremez.. Ancak siz söylediniz.Sizi iyi dinliyorum ben..Müdahale dediniz, ben onu müdahale saymıyorum.. Müdahaleyi..28 Şubat’ın oluşmasına sebep olanlar kendi kusurlarını örtmek için müdahale gösterdiler.2 8 Şubatta bir zor kullanılmadı. Kimse şunu yapın demedi. Hukuka ve Anayasaya aykırı bir şeyde gündeme gelmedi.Ne geldi?.. MGK’nı gündeminde yarısı sivil yarısı asker olan üyelerin en doğal hakları olan kendi görüşlerini açıklamaları sırasında bir tarafın eksik bulunduğunu , öbür tarafın işine gelmemesine rağmen imzalayıp benimseyip yürürlüğe koyduğu için onlar değil onların yandaşları dışarıdan müdahale gösterdiler.. 28 Şubatta karalaştırılan 18 maddenin18’inde olması zorunlu idi. İhmal edilmiş olaylardı onlar. Öğrenim yasası, giyim yasası, irticaya karşı tavır.Bunlar bir devletin kendi varlığına yönelik saldırıları en başta önlemesi gereken hususlardı.Ama idare savsaklıyor. Bir iktidar geliyor kendine göre.. Eğitimde millilik kalmadı.Savunmada millilik kalmadı..Sanayide millilik kalmadı.Dış ilişkilerde millilik kalmadı, yargıda kalmadı..Bunu açık açık söyleyelim. Bunun için ..28 Şubatta MGK’da gündeme getirilip tartışılanlar, orada kabul edilip imzalananlar.. İmzalamaya bilirlerdi de ..Hepsi MKG’nın hükümete tavsiyeleridir. MKG’nın doğrudan doğruya dayatması değildir.Bunun kendi içinde kim kime dayatıyor.Müdahale değil..Ama yapılmayanların sıcak sıcak gündeme getirilmesidir ve bizimle hiçbir ilgisi yoktur.



-Çok net bir durum. Benim çocuğum iyi bir puanla Anadolu Meslek Lisesi bilgisayar programcılığı bölümüne gitti. Hakikaten insan olarak çok üzüntü duyuyorum. Izdırabını da çekiyorum.. Çocuğa demiştik ki bunun geleceği var. Ancak 28 Şubatta Meslek liselerinin önü kesildi. İmam -Hatipler öne çıktı.  Ama öbür tarafta meslek liseleri .. Bu gün sanayici sıkıntıda. Hakikaten büyük sıkıntı var.



-Hiç konuşmayın.. Ben sizinle beraberim..meslek liselerinin Türkiye için yararı liselerden fazladır..Normal liselerden.Bak söylüyorum.Normal liseler..Üniversiteye geçiş yolunda bir duraktır.



-Dünyadaki uygulamada öyle.



-Meslek liselerinin özeliği bir çok yönden daha fazla var..Üniversite kapılarında yığılma oluşuyor.Meslek liselerine yönlendirme üniversite kapısındaki yığılmaları azaltabileceği gibi bizim sanayinin ihtiyacı olan ara elemanı da verecektir.. Ben bunların bilincindeyim. Şimdi İmam-Hatip okullarına özel statü tanınası, öğretenlerin en iyilerinin oraya gönderilmesi, olanaklar sağlanması meslek liselerinin İmam - Hatip kapsamında değil, İmam -Hatip liselerinin meslek liseleri sayılması bu açmazı getirdi.Bunu ben yapmadım.Bunu asker de yapmadı.



-Ama sıkıntıyı ben yaşıyorum. Yukarıdaki kavga ediyor ama, gençler eziliyor..



-Bakın..Müsaade edin.Söyleyeceğim. Onu ben yapmadım..Askerde yapmadı..Onu siyasetçiler yapıyor. Milli eğitim onların elinde.bakın hala İmam- Hatip liseleri için puanlamalarda özel işaretler gösterilmesi dayatması var. Ne gereği var efendim.. Niye bunları dayatıyorlar?... Hala yarım metrelik bez için..Türban adı alında sıkma başı savunup kıyamet koparılıyor.. Evvelki gün Berlin eyalet mahkemesi karar aldı”memurlar bile giyemez “diye..Hala getiriyor. Şey diyor ki..Mehmet Ağar.. babasını tanırım. Zülkif bey.. Mehmet Ağar, 51 Ankara doğumludur..Babası bizimle top oynardı. Bak ben neler biliyorum.. Efendim oy toplayacağını zannediyorlar.Yumuşak karnı , inanç sömürüsü Türkiye’nin . Efendim biz bunu sağlarız...Erkan Mumcu çıkıyor..”Özgürlüktür “ diyor, Af edersiniz..İnsanların aydınlığını azaltan.gevşekliğini daha sıkı hale getiren şey özgürlük müdür?  Mahkum etmek midir?  Yanlış işlerdir bunlar..



-Bende bir şey sorayım.. -Affedersiniz.Bunların üzerinde durarak..eğitimi yozlaştırmanın anlamı yok.. Ama meslek okullarının.. 

-Şunu tamamlayayım müsaadenizle..Meslek okullarına kendilerinden beklenen, ümit edilen özlenen düzeni, konumu vermek lazım..Onların önünü açmak lazım.bundan yanayım.. Meslek okullarının kendi alanlarında üniversitelere devamlarında hala bildiğim kadarı ile bir engel yok..

-var..

-Nasıl var?

-Şöyle var:

......... ..

 -Acaba biz bu alanda dolduruşa mı geldik.Biz başka bir şey yaparken , tartışırken AB’ye girişte işi yaramaz ada niteliksiz,alt gelir guruplarında yaşamak zorunda kalacak, mesleksiz insanlar haline getirilmiş gençleri 60’la daolduğu gibi AB’ni ağır işlerini yapacak başka bir projenin unsuru mu yapıldı?

-Buyük Ortadoğu Projesinin ileri karakolu durumuna getiriliyoruz..Bakın bana göre Recep Tayyip’in son Bürüksel toplantısında, NATO’da verdiği söz yaptığı yardım var ya. ....



İRTİCA VE BAŞÖRTÜSÜ

-Siz irtica konusunda duyarlısınız..İrtica diyorsunuz ama..Bu gün bir çok batı ülkesinde ya da modern olduğu iddia edilen, sanılan ülkelerin gerek anayasalarında gerek kanunlarında gerek uygulamalarında bizden çok ağır şeyler var.Mesela bu gün bir İsrail. Teokratik devlettir.Kimse olmadığını inkar edemez.

-Hayır teokratik devlet değil. Dinci parti ile işçi partisinin ortaklığı var.



-Fakat yasaların üzerinde hahamların kararı söz konusu..

-İran’da da var.

-Fakat İran model olarak alınmıyor.

-Anladım.Ama İsrail’i de kimse model olarak almıyor..O da ölçü değil. Bu gün Bush, Amerikanın Erbakan’ı



-Danimarka’ya baktım.Kral, Evengelist kilisesinin temsilcisidir. Vs.



-Evet.. Gelenekleri var..İngiltere’de..

-Buralarda sorun olmuyor.Ama bizde irtica kılıfı içinde irtica kelimesini arkasından sıkıntı oluyor. Şunu söylüyorum.Bir başörtülü, veya kara çarşaflı ya da tamamen her şeyini kapatmış bir insan. Ama bu ilim üretiyor.. Bu düşünce üretiyor.. Bu insanlara da faydalı ..Gitmiş bir ağaç dikiyor..Bunun eylemi mi güzeldir.Yoksa çağdaşlık ölçüsü neyse bilmiyorum ama çırıl çıplak ..Sokaklarda yıkıyor yakıyor..Kırıp döküyor.Size yumurta atıyor..Bu mu faydalı, öbürsü mü.?



-O zaman ikisini ayıralım. Bir: Eylemleri ayrı değerlendirelim..Giysileri ayrı değerlendirelim.Ben aklı başında bir insanın bir hayvanı tekmelemesini, bir çocuğa tokat atmasını uygun bulmam. Bir yere geliyorum..Ben onu uygun bulmadığım gibi ağaç dikerek fakire yardım ederek çalışarak yaptığı iyiliğe rağmen onun kara çarşaf içinde gezmesini uygun bulmam.



-Geziyorsa gezsin.. Ne mahsuru var? -

- Tamam.Biz bir yerden geldik bir yere gidiyoruz.Gediğimiz yer teokratik monarşi..Yani dinsel ağırlıklı kişisel yönetim..Mutlakıyetten meşrutiyete geçtik..Daha bu giysiler Osmanlı imparatorluğu zamanında Abdulhamit’in bile yasakladığı giysilerdir. Çarşaf yasağını Abdülhamit getirmişti daha evel.. müdahale etmişti. Niye? İnsanların özgürlüğünü giysi biçimiyle, o yolla gölgeleyen atılımlardır. Neden dinsel ağırlığı ve yoğunluğu olmamasına karşın kimi yobazın ve softanın ortaya çıkarak insanların daha çok oyunu çekerek d.. eder.Onların içinde her zaman ağaç diken, her zaman dikiş diken..Her aman sökük diken insan yok.. Tamamlayayım müsadenle...Ben deminden de söyledim.Yoksa ben sözünden dönen adam değilim. Yoksa Taha Akyol’un dediği gibi bu özgürleşmeymiş, bu bireyselleşmeymiş., Müslümanlıkta.nerden çıktı? Zaten Müslümanlığın aslı bireyselleşmedir.Bireyselliktir Neden? Dikkat ederseniz.. İnananı ile inandığı arasında elçisi olmayan tek din Müslümanlıktır..O halde Müslümanlık, kişiseldir..



-Yanlışa karşı yanlış diyelim..Ancak bunu düzenlemek, Devlet müdahalesiyle halletmek -Şimdi geliyorum.Bakın..şimdi bu 1970lere geldik biz..1923’lerden1970’lere geldiğimizde böyle bir sıkıntı var mıydı?.. Hiç kimse söyleyemez. Yoktu.Hiç siz türban yaygarası duydunuz mu? Başörtüsü sorunu .Hayır yoktu.Niye yoktu? Köylerde kasabalarda Necati bey,annelerimiz, teyzelerimiz.Bacılarımız kardeşlerimiz..

-Burada bir şey soracağım. Doğru yoktu.O zaman okuyan nüfus azdı.

-Okunduğu için mi türban örtünüyor şimdi?

-Okuyan azdı.Şu anda zaten okumayan ve kamu hizmeti vermek istemeyenler için bir sıkıntı yok zaten..Her hangi bir kamu kurumunda elinde süpürge ile kamu hu-kurumunu temizleyen, kamu kurumu yetkilisine hizmet eden için bir sıkıntı yok.Ama aldığı eğitimi, donanımı ile bir kamu hizmeti vermek istediği zaman sıkıntı ortaya çıkıyor. Örneğin PTT’de size pul kesecek biri başörtülü.Bunun ne mahsuru var.?

-Neyin?

-Birisi sizin evi, bahçeyi süpürürken bir sıkıntı yok. Ama kamu kurumunda hizmet üretirken niçin sıkıntı olsun?



-Bakın devlet bir bütündür.Açık söyleyeyim.Devlet bir hukuk devletidir.Devlet hukuk devletidir.Hukuk kurallarına göre yönetilir.Din kurallarına göre değil.. bakın..Müsaade edin.. bunların üzerlerinde durdukları örtü..Evelce de vardı PTT’de .. .PTT’de oturup da süpürge süpüren, çay getiren kadınların örtüleri vardı.Öyle değildi.Şimdi. siyasal simge durumuna getirdiler.Yani biz inançlıyız,.dindarız.İnancımızın gereği başımızı örtüyoruz..Görevde de bunu yaparız.Görevde inanç geçerli değildir. Herkesin inancı içinde..İş değişiyor burada..Bakın 1970 de böyle bir yaygara yoktu..Oraya geliyorum.. -Göreve mi bakacağız, görev yapana mı bakacağız?

-Yani gözlükçü iyi gözlükçü ise, üretiyor, iyisini en iyi o yapıyorsa.. O her yerini kapatsın bana ne?

-O niye? Devlet hiyararşik biçimde olmak zorundadır.Yargıçların giysisi var..Savcıların giysisi var.Polisin , subayın giysisi var.. Özellikleri var bunların..Devlet memurunun gerektiği nitelik giysiyle beraberdir ve bir bütündür..Hatta zaman zaman sakalı bıyığı yasaklarlar. Niye askerde bıyık yasak?

-Yasak değil.

-Ne zaman kaldırdılar? Gene yasak.

-Yasak değil, komutanın arzusu diyorlar, diğerleri de kesiyor..

-Müsaade edin.. Yasaklar yalnızca... Hukuk dediğiniz şey, yazılı kural değildir ki..Hukuk, sözlü kuralların topluluğudur. İngiltere’nin anayasası var mı.



-Hayır.. yok..

-Oraya geliyorum. Devlet bütünlüğü içerisinde görünme esastır. Şimdi söylüyorum 70yılına kadar okullarda okuyan kızlarımız ahlaksız mıydı, inançsız mıydı.70 yılına kadar ders veren öğretmenlerimiz, ders veren üniversite hocalarımız..-

Bak iyi dinliyorum.Hiç unutmadım.Yerine bulamadım.- hocalarımız ahlaksız mıydı, inançsız mıydı? Yok..hayır... bakın ayrım getirildi. Dinler birleştiricidir. Kaynaştırıcıdır. Uzlaştırmacıdır. Anlaştırmacıdır. yanlış söylüyor muyum.



-Hayır..



-Peki ..Ne oluyor?.. “İnancımız gereğidir” deyince , örtmeyen inanmıyor gibi oluyor.Yanlış işler bunlar..Dinde.. Böyle bir zorunluluk dinde de yok.Açın Ali İmran suresi 20. ayeti.Muhkem ayetler Müteşabir ayetlerdir diye ayırır. Müsaade edin bitiriyorum.. Nerden geliniyor?  O zaman sana uymazsa sen zamana uy kuralı vardır. Oraya geliyorum.



-Onu başörtüsünü giyecek olan bilsin.Yani o seçimini yapsın ..



-Dediğin  konuda da öyle..Ziynet yerlerini örtünüz sözünü ...



-Peki..Ülkemizin vatandaşı olan Sihler olsa .Onarda erkekler için başörtüsü takmak mecburi.Adamın inancı o..Ona kamuda iş vermeyeceğiz, onun eğitiminden, bilgisinden kamu alanında yararlanmayacağız mı?



-O da kamuda çalışırsa, başını açacak.



. ........................0000000000000000....................



YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN’DEN İNCİLER:



Kutu kutu....



..........



§ Özden, Hukuk devletinde kuralların eşit uygulanması gerekirken yapılmadığını, hukukun eşit uygulamamasından üst düzeydeki kamu görevlilerinin de etkilendiği, mağdur edildiğini, protokol açısından önde olanlara göre arkada olanların daha çok imkanlara sahip olabildiğini, kimi uygulamaların bir çok kamu görevlisini ya da emeklisini “ damalı eşek konumuna “ getirdiğini ifade ediyor.



§ Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış bir kişinin Orduevlerine alınmadığını ya da alınması için özel bir belgenin neden gerekli olduğunu sorguluyor..



§ Özden” Düşüncenin kafanın içindeki serbest.Ancak yazıya dönüştü mü, konuşuldu mu sınırı olmalı..düşünce sınırsız değil.” görüşünde..



· “Anne baba ile, evlatla evlenme, ekmeğin üzerinde oynamanın düşüncesi olur mu? diye soran Özden Elbette bu tür düşüncelerin sınırı olur.. diyor..



· Misafire hizmeti bizzat yapmaya özen gösteriyor.Terliği kendi eliyle veriyor ve alıyor. · Ayrılırken pardösümü tutuyor.”bunun mümkün olmadığını, hiçbir kimseye böyle bir yük yükleyemeyeceğimi” söylüyorum. Ancak, “ İsmet İnönü, .pardösümü giymekte yardım etmek istedi. Ben gencecik birisi O, İsmet İnönü. Kabul etmedim..Dur misafire hizmet ederek insan olduğumu anlamama yardımcı ol dedi. Kabul ettim” şeklinde İnönü’nün lafını söyleyerek, misafire hizmet etmeyi insan olma vasfı ile eş değer buluyor..



· Erbakan’ı ziyaret eder misiniz? diye soruyorum. “Tabii ziyaret ederim” diyen Özden “Başkanlıktan ayrıldığımda Şevket Kazan esenlikler dileyen telgraf gönderdiler, göndermesi gerekenler ve hatırlaması icap edenler bir şey yapmadı..” diyerek bir onu, birde Genel Kurmay Başkanlığının nezaket gösterdiğini üstüne basarak söylüyor. ·



Özden, bana kendi yazdığı makalelerden oluşan “Kuvayı Milliye Ateşi” isimli kitabını “Sayın Necati Çavdar’a iyi dileklerimle “ diyerek imzalayıp veriyor.



Bende kendisine Recep Tayyip Erdoğan’ın hapsaneye girdiği gün yazdığım “ Git yiğidim,sultanlık beratını alda gel” gibi 28 Şubat’ın mağdur ve mazlum duruma getirdikleri ile ilgili yazdığım şiirlerden oluşan “28 Şubat Türküsü” isimli ve kitap ile Çığlık isimli kitabı (Sayın Yekta Güngör Özden’e şeddeli “ilticacıdan” saygılarımla) diyerek imzalayıp takdim ediyorum. Benim kimilerince “irticacı” gibi görüldüğüm imasına “Olur mu öyle şey, estağfurullah” diyerek karşılık veriyor.


............0000000000000...................



Not: 5-6 Mart 2005 tarihli Anayurt Gazetesinde yayınlandı

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/400/But%3Fn%20RES.3.jpgYekta Güngör Özden'e "28 Şubat Türküsü.." hediye.

O, bana Kuvayyi Milliye Ateşi'ni veriyor.

Bende ona "Şeddeli ilticacıdan Yekta Güngör Özden'e" diye yazarak  hadiseler oldukça yazılan ve  o hadiselerle ilgili şiirlerden oluşan 28 Şubat Türküsü'  ismini verdiğim kitabı hediye ediyorum..
"irtica" ne  kelime..Bu  kelime olsa olsa  cahiliye dönemine dönüşü anlatır.
İnananlar ..
Biz  Hakka  "iltica " etmedik mi..

 

……………..

 

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/400/But%3Fn%20RES.3.jpg

Yekta Güngör Özden; Necati Çavdar'ın yazarı olduğu ANAYURT gazetesini inceliyor.

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/400/But%3Fn%20RES.6.jpg Yekta Güngör Özden;
 Necati Çavdar'ın yazarı olduğu ANAYURT gazetesini inceliyor.

 

 

https://photos1.blogger.com/blogger/7600/1580/400/But%3Fn%20RES.8.jpg“Cumhuriyetin kurbanıyız” nitelemesi yapan  Özden, Özbek Paşa ve Vural Savaş’ı ‘vefasızlık’la suçladı 
 Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, bir dönem birlikte hareket ettiği Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş ve emekli Tümgeneral Osman Özbek’i ‘vefasızlık’la suçladı. Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi’nin Savaş ve Özbek’in talepleriyle kurulduğunu söyleyen Özden, “Bana parti kurdurup kendileri çekildi.” dediYekta Güngör Özden bin pişman!

http://www.haber7.com/siyaset/haber/80841-yekta-gungor-ozden-bin-pisman

28 Şubat sürecinin hızlı isimlerinden, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, samimi itiraflarda bulundu. Özden, Vural Savaş ve Osman Özbek için ne dedi?

 

14.03.2005 07:41GÜNCELLEME 14.03.2005 07:41

Bana parti kurdurup kendileri çekildi

Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğu dönemde 28 Şubatçılarla birlikte hareket eden Yekta Güngör Özden, emeklilik günlerindeki 'Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Başkanlığı' ve '2 yıllık siyaset denemesiyle' ilgili olarak çarpıcı itiraflarda bulundu. Özden, '2 yıllık siyaset dönemimde servetimi, sağlığımı saadetimi kaybettim. Başsavcılığa da bir telgraf çektim.. Üyeliği filan bıraktım. Bir yıl on gün oldu. Hiçbir ilişiğim kalmadı. Eşim ve dostlarım hariç Türkiye'de her şeyi terk ettim.. ADD Başkanlığı'nı bana zorla verdiler. 2 yılım ADD'de geçti, 20 yıllık ömrüm bitti. 2 milyonluk aidatını ödemeyen kişi, adam olamaz ki, Atatürkçü olsun!' dedi.
Özden, Anayurt gazetesinden Necati Çavdar'a ilginç açıklamalar yaptı:

'1979 yılında Anayasa Mahkemesi üyesiyken, lojmanıma kadar gelerek benim emekli olduğum zaman siyasete girmemi isteyenler, hatta emekli olmadan bırakıp, Halk Partisi'nin başına geçmemi isteyenler oldu. Açık söylüyorum. Bunlar eski milletvekilleri... Senatörler geldi. Kendilerine ?Hayır' dedim... Daha evvel Anayasa Mahkemesi'ne yeni üye olarak girmişken, 20 ay sonra ihtilal oldu. '

ADD BAŞKANLIĞI'NI BANA ZORLA VERDİLER

'Aradan yıllar geçip ben emekli olunca.. Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığı'nı bana zorla verdiler.. İstemedim. ?Bazı olumsuzluklar yaşanıyor, bunları ancak sen giderirsin' dediler.. Sizin tanıdığınız insanları söyleyeyim. Uluç Gürkan..Önder Sav.. Vural Savaş, profesörler.. Bunların içinde ADD'nin o zamanki üyeleri. Vali Aydemir Bey.. Hepsi.. Israr.. Israr.. Önce ?Evet' dedim. Sonra ?Hayır' dedim.. Bir hafta sonra yeniden ısrar ettiler. ?Evet' dedik..'

2 YILIM ADD'DE GEÇTİ 20 YILLIK ÖMRÜM BİTTİ!
'İki yıl o dernekte geçti. Yirmi yıllık ömrüm bitti.. Yaptığım çok güzel şeyler oldu. Şimdi yalancılar, çoğu inkâr ediyor. Subayların, hakim ve savcıların, öğretmenlerin bakanlıklarından izin almadan üye olmaları kararını çıkarttım. İki kapatılma davası vardı. Onları reddettirdim. Vilayetlerin ve kaymakamlıkların kapısı açıldı. Kız yurdu çalışmaya başladı.. Antalya, Kayseri, Bursa şubelerine bina satın aldık.. Düşünebiliyor musunz?

Neler neler yapıldı.. Ama anlamadılar. Beni yordular.. Yıprattılar. ?Atatürkçülük rozette kalmış.. Lafta kalmış' dedim ve ayrıldım..'

'Ayda iki milyon lira ödentisini vermeyen adamlar, bana göre adam olmaz ki, Atatürkçü olsun.. Ayda bir milyon lira ödentisini vermiyor.. Böyle olanakla çalışacağıma bıraktım..'

SAVAŞ VE ÖZBEK PAŞA'NIN TALEBİYLE PARTİ KURDUK

'Hukuk Kurumu'na geçtim.. Orada da üstüme düşenleri yaptım.. ADD'de tüzük yenilendi. Hukuk Kurumu'nda da tüzük yenilendi.. Çağdaşlaştırdık. Güncelleştirdik. Salonlar.. Hepsi yapıldı, ayrıldık.. Hukuk Kurumu'na gitmeden.. Geliyorum.. Orada iki yıl kalıyorum. Israr ediyorlar. Bir daha olmuyorum. Baro Başkanlığı'nda da öyle yaptım, 1972-74. Bir daha olmadım.. ADD'de en çok oyu aldım. Genel başkan olmadım. Yönetimin arkasına geçtim.. Yürütme kurulunu bıraktım. Başkasına verdim..

Hukuk Kurumu'na ?Yine ol, olmam.' Geldik. Dediler ki, iki arkadaş, ismini de vereyim size. Vural Savaş'la Osman Özbek paşa.. Dediler ki, ?Efendim, Türkiye böyle gitmiyor.. Partileşmek lazım...' Lazım. Bunlar daha çok Halk Partisi'ne yakınlık duyan arkadaşlardı. İkisi de sevdiğim saydığım insanlardı.
Ondan sonra ben bu işin, siyaset yoluyla çalışmanın bana uygun olmadığını söyledim. Gittiler geldiler, olmayınca.. Dediler ki, bir gün ikisi. Bir ikindi üzeri. ?Biz yarın Deniz Baykal'a gideceğiz.'

Dedim ki, ?Hayırlı olsun. Ama sakın benim adımı götürmeyin. Benim böyle bir isteğim yok. Sizinle dostluğum, arkadaşlığım bozulmasın. Size hayırlı olsun' dedim..?Yani oraya girdiniz diye ilişkimiz bozulmasın' dedim. ?Siz oraya girersiniz, ben girmem.' Bir gün sonra geldiler.. Deniz Baykal'ın olumsuzluklarını anlatıp, Deniz Baykal'la bir şey olmayacağını.. Bakın, ayrıntı ile anlatıyorum.. Deniz Baykal'la bir şey olmayacağını, yeni bir parti kurulmasının gerekli olduğunu söylediler.

Ben de kendilerine dedim ki.. ?Kuralım, muralım' dediler.. En nihayet.. Eski senatörler, milletvekilleri, belediye başkanları, emekli valiler, bakanlar dahil 357 kişiyi Dünya Ticaret Mekezi salonunda topladık.. Sekiz saat süren bir toplantı oldu.. Vural Savaş bey, toplantının başında ?Antalya'ya gideceğim' diye ayrıldı.
Toplantının yönetimi bana kaldı. Ben, Sivas milletvekili eski meclis başkanvekili Mustafa Kemal Palaoğlu, Necdet Uğur'un milli Eğitim Bakanlığı zamanındaki Orta Öğretim Genel Müdürü Güler Tanyolaç.. Üçümüz.. Dedik ki, ?Halk Partisi'nde yoğunlaşma olsun.. Siyaset yapmak isteniyorsa, Deniz Baykal anlayışı ve yönetimi uzaklaştırılıp, gerçek, yarayışlı bir yönetim kurulmaya çalışılsın.. Yeni parti kurulmasın...' Tartışma, tartışma.. Bizim gibi ?Yeni parti kurulmasın' diyenlerin dışındakilerin oybirliği ile yeni parti kurulması kararı çıktı. Ben.. geciktirdim.'

SAVAŞ GELDİ, ?BEN BU PARTİ İŞLERİNDE YOKUM ABİ' DEDİ

'Bakınız. O sırada, 2 Haziran 2002'de ADD'nin son genel kurulu. Tam ayrılıyorum.. Toplantıda kalp krizi geçirdim.. Ayakta alkışlanan bir konuşma yaptım.. Onbeş gün hastanede yoğun bakımda kaldım.. Yoğun bakımdan çıktım, ikinci gün Vural Savaş geldi.. Birinci gün Erdal İnönü ?geçmiş olsun'a geldi bana... Sadece dost ve babasının avukatıyım diye.. İkinci gün Vural Savaş geldi, dedi ki, 'Abi ben bu... işlerde yokum' dedi.?

Antalya' ya gittim şöyle oldu. İzmir'e gittim böyle oldu. Ben siyasete girmeyeceğim' dedi. ?Etmeyin kardeşim, millet size güvendi.. Biz seni genel başkan yapacaktık.. İşte.. Falan yok.' Ayrıldı.. Sırf Atatürkçüler dağıldı demesinler diye, beceremediler demesinler diye arkadaşların ısrarı üzerine genel başkanlık bana kaldı..'

'Mecburiyetten genel başkan oldum. Birbuçuk-iki yılda..Varlığım gitti.. Sağlığım gitti.. Saadetim sarsıldı..'

Vakit

 

 

…………..

Özden,
Özbek Paşa ve Vural Savaş’ı ‘vefasızlık’la suçladı.
28 Şubat sürecinde önemli roller üstlenen isimlerin iç hesaplaşması sürüyor.
Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, bir dönem birlikte hareket ettiği Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş ve emekli Tümgeneral Osman Özbek’i ‘vefasızlık’la suçladı.

 YUKARIDAKI HABERLE ILGILI DIGER YORUMLAR
son pişmanlık

28 Şubat sürecinde çok iyi şeyler yaptığını sanıp sonradan sağlığını ve servetini kısaca ömrünü harcadığını ifade eden cümleler bence duyulan pişmanlıktır. Sayın Savaş ve Özbek çıktıkları yolda Özdeni tek bırakmışlar,çünkü onlarda çıkartılan bu yaygaraların bir şey getirmeyeceğini anlamışlardı.Bir bardak suda kopartılan fırtına suyun dökülmesiyle dinmişti.Bir yere gelemeyeceklerini biliyorlardı.Aslında olup bitenlerden kimse kazançlı çıkmadı.Sadece o süreç içinde isim yapıp ses getirmek vardı. O da zaten geçici idi.Atatürkçülük ardına sığınan kişiler için bunlar bir zemindi.Kendilerinden saymadıkları kişileri fena sıkıştıracaklardı.Ancak görünüyorki eştikleri kuyuya düştüler.İmam-Hatiplerin önünü kapakalım derken Özdenin oğlunun düştüğü durumu okuduk.Buna yorum yapmaya gerek yok sanırım. esin

 POLİTİKA 15.03.2005 SALI

 Özden, Özbek Paşa ve Vural Savaş’ı ‘vefasızlık’la suçladı 28 Şubat sürecinde önemli roller üstlenen isimlerin iç hesaplaşması sürüyor. Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, bir dönem birlikte hareket ettiği Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş ve emekli Tümgeneral Osman Özbek’i ‘vefasızlık’la suçladı. Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi’nin Savaş ve Özbek’in talepleriyle kurulduğunu söyleyen Özden, “Bana parti kurdurup kendileri çekildi.” dedi.

 Özden, 2 yıllık siyasi deneyimini de bir cümleyle özetledi:

 “Servetimi, sağlığımı ve saadetimi kaybettim.

” Kendisiyle ilgili suçlamaları cevaplayan Vural Savaş, ‘hafızası yanıltıyor’ karşılığını verirken, Özbek polemiğe girmek istemedi. Bir süre önce Vural Savaş da, 28 Şubat’ın mimarlarından Orgeneral Çevik Bir’i ‘Amerika ile yakın ilişki kurmak ve Atatürkçü olmamakla’ suçlamıştı.

Yekta Güngör Özden’in 4 Mart’ta Anayurt gazetesine yaptığı açıklamalar dün Anadolu’da Vakit gazetesi tarafından gündeme taşındı.
Atatürkçü Düşünce Derneği’ne başkan olması için Vural Savaş ve Uluç Gürkan’ın ısrar ettiğini anlatan Özden, “2 yılım ADD’de geçti, 20 yıllık ömrüm bitti. İki milyon liralık aidatını ödemeyenler vardı. Bunlar adam olamaz ki, Atatürkçü olsun.” ifadesini kullandı. Parti kurmak için Savaş ve Özbek Paşa’nın kendisini ikna ettiğini kaydeden Özden, sözlerini şöyle sürdürdü: “Dediler ki, ‘Efendim Türkiye böyle gitmiyor. Partileşmek lazım.’ Ben onlara, siyaset yoluyla çalışmanın bana uygun olmadığını söyledim. Daha sonra Savaş ve Özbek, Deniz Baykal’la görüştü. Baykal’ın olumsuzluklarını anlatıp onunla bir şey olmayacağını söylediler. Yeni parti kurulmasının gerekli olduğunu ifade ettiler. Parti kurma sırasında Savaş beni terk etti. Vural Savaş geldi dedi ki: ‘Abi ben bu işlerde yokum. Siyasete girmeyeceğim.’ Ben de ona ‘Etmeyin kardeşim, millet size güvendi. Biz seni genel başkan yapacaktık.’ dedim. Ama ayrıldı. Sırf, ‘Atatürkçüler dağıldı’ demesinler diye arkadaşların ısrarı üzerine genel başkanlık bana kaldı.”

 Zaman’ın sorularını cevaplayan Vural Savaş ise Özden’i terk etmediğini savundu. Politikaya sıcak bakmadığını, sadece siyasetle ilgilenenleri desteklediğini kaydeden Savaş, Özden’in ‘Deniz Baykal’la görüştüler’ iddiasını da yalanladı. Eski Başsavcı, Yekta Güngör Özden’in ADD başkanı olması için Uluç Gürkan’la birlikte ısrarda bulunmalarının da söz konusu olmadığını söyledi.

Yekta Güngör Özden, Anayasa Mahkemesi başkanlığından ayrıldıktan sonra ilginç isimlerden telgraf almış. Kendisini hatırlaması gerekenlerden ses çıkmadığına dikkat çeken Özden, teselliyi kapattığı Refah Partisi’nin lideri Necmettin Erbakan ve dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın gönderdiği mesajlarda bulmuş. Telgrafı doğrulayan Kazan, bunun ‘insani münasebetlerin gereği’ olduğunu belirtti: “Garip bir şey yok. Vaktiyle bizim konuşmalarımıza cevap yetiştiriyordu. Hatta kendisini Anayasa Mahkemesi başkanıyken, bu konuşmalarından dolayı ‘reddedelim mi’ diye düşündük; ama reddetmedik. İyi niyetle hareket ettik. Emekli olduktan sonra da böyle bir telgraf çektik. Bu, bizi değil, onu mahcup eder.”

 Emekli Tümgeneral Osman Özbek, 17 Nisan 1997’de dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’a yönelik ağır eleştirisiyle ismini duyurdu.

Oğlum da meslek lisesi mağduru
 Yekta Güngör Özden’in çarpıcı açıklamalarından biri de meslek liseleriyle ilgili. 28 Şubat’la birlikte meslek liselerine kısıtlama getirilmesi Özden’in oğlunu da mağdur etmiş. Oğluna, “Meslek liselerinin geleceği var.” diye öğütte bulunan Özden, yaşadığı durumu şöyle anlatıyor: “Benim çocuğum iyi bir puanla Anadolu meslek lisesi bilgisayar programcılığı bölümüne gitti. Hakikaten insan olarak çok üzüntü duyuyorum. Izdırabını da çekiyorum. Çocuğa demiştik ki ‘bunun geleceği var.’ Ancak 28 Şubat’ta meslek liselerinin önü kesildi. Bugün sanayici sıkıntıda. Hakikaten büyük sıkıntı var.”

15.03.2005 Emre Soncan İstanbul Zaman

Gönderen Necati Çavdar zaman: Cuma, Ekim 28, 2005 Hiç yorum yok: Bu yayına verilen bağlantılar https://resources.blogblog.com/img/icon18_email.gif 

14 Mart 2005 Haber 7 com Yekta Güngör Özden bin pişman!

28 Şubat sürecinin hızlı isimlerinden, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, samimi itiraflarda bulundu. Özden, Vural Savaş ve Osman Özbek için ne dedi?

14 Mart 2005 07:41 Bana parti kurdurup kendileri çekildiAnayasa Mahkemesi Başkanı olduğu dönemde 28 Şubatçılarla birlikte hareket eden Yekta Güngör Özden, emeklilik günlerindeki "Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Başkanlığı" ve "2 yıllık siyaset denemesiyle" ilgili olarak çarpıcı itiraflarda bulundu. Özden, "2 yıllık siyaset dönemimde servetimi, sağlığımı saadetimi kaybettim. Başsavcılığa da bir telgraf çektim.. Üyeliği filan bıraktım. Bir yıl on gün oldu. Hiçbir ilişiğim kalmadı. Eşim ve dostlarım hariç Türkiye'de her şeyi terk ettim.. ADD Başkanlığı'nı bana zorla verdiler. 2 yılım ADD'de geçti, 20 yıllık ömrüm bitti. 2 milyonluk aidatını ödemeyen kişi, adam olamaz ki, Atatürkçü olsun!" dedi. Özden, Anayurt gazetesinden Necati Çavdar'a ilginç açıklamalar yaptı:"1979 yılında Anayasa Mahkemesi üyesiyken, lojmanıma kadar gelerek benim emekli olduğum zaman siyasete girmemi isteyenler, hatta emekli olmadan bırakıp, Halk Partisi'nin başına geçmemi isteyenler oldu. Açık söylüyorum. Bunlar eski milletvekilleri... Senatörler geldi. Kendilerine ?Hayır' dedim... Daha evvel Anayasa Mahkemesi'ne yeni üye olarak girmişken, 20 ay sonra ihtilal oldu. "ADD BAŞKANLIĞI'NI BANA ZORLA VERDİLER"  Aradan yıllar geçip ben emekli olunca.. Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığı'nı bana zorla verdiler.. İstemedim. ?Bazı olumsuzluklar yaşanıyor, bunları ancak sen giderirsin' dediler.. Sizin tanıdığınız insanları söyleyeyim. Uluç Gürkan..Önder Sav.. Vural Savaş, profesörler.. Bunların içinde ADD'nin o zamanki üyeleri. Vali Aydemir Bey.. Hepsi.. Israr.. Israr.. Önce ?Evet' dedim. Sonra ?Hayır' dedim.. Bir hafta sonra yeniden ısrar ettiler. ?Evet' dedik.

."2 YILIM ADD'DE GEÇTİ 20 YILLIK ÖMRÜM BİTTİ!
"İki yıl o dernekte geçti. Yirmi yıllık ömrüm bitti.. Yaptığım çok güzel şeyler oldu. Şimdi yalancılar, çoğu inkâr ediyor. Subayların, hakim ve savcıların, öğretmenlerin bakanlıklarından izin almadan üye olmaları kararını çıkarttım. İki kapatılma davası vardı. Onları reddettirdim. Vilayetlerin ve kaymakamlıkların kapısı açıldı. Kız yurdu çalışmaya başladı.. Antalya, Kayseri, Bursa şubelerine bina satın aldık.. Düşünebiliyor musunz?Neler neler yapıldı.. Ama anlamadılar. Beni yordular.. Yıprattılar. ?Atatürkçülük rozette kalmış.. Lafta kalmış' dedim ve ayrıldım..""Ayda iki milyon lira ödentisini vermeyen adamlar, bana göre adam olmaz ki, Atatürkçü olsun.. Ayda bir milyon lira ödentisini vermiyor.. Böyle olanakla çalışacağıma bıraktım..

"SAVAŞ VE ÖZBEK PAŞA'NIN TALEBİYLE PARTİ KURDUK"

Hukuk Kurumu'na geçtim.. Orada da üstüme düşenleri yaptım.. ADD'de tüzük yenilendi. Hukuk Kurumu'nda da tüzük yenilendi.. Çağdaşlaştırdık. Güncelleştirdik. Salonlar.. Hepsi yapıldı, ayrıldık.. Hukuk Kurumu'na gitmeden.. Geliyorum.. Orada iki yıl kalıyorum. Israr ediyorlar. Bir daha olmuyorum. Baro Başkanlığı'nda da öyle yaptım, 1972-74. Bir daha olmadım.. ADD'de en çok oyu aldım. Genel başkan olmadım. Yönetimin arkasına geçtim.. Yürütme kurulunu bıraktım. Başkasına verdim.. Hukuk Kurumu'na ?Yine ol, olmam.' Geldik. Dediler ki, iki arkadaş, ismini de vereyim size. Vural Savaş'la Osman Özbek paşa.. Dediler ki, ?Efendim, Türkiye böyle gitmiyor.. Partileşmek lazım...' Lazım. Bunlar daha çok Halk Partisi'ne yakınlık duyan arkadaşlardı. İkisi de sevdiğim saydığım insanlardı.Ondan sonra ben bu işin, siyaset yoluyla çalışmanın bana uygun olmadığını söyledim. Gittiler geldiler, olmayınca.. Dediler ki, bir gün ikisi. Bir ikindi üzeri. ?Biz yarın Deniz Baykal'a gideceğiz.'Dedim ki, ?Hayırlı olsun. Ama sakın benim adımı götürmeyin. Benim böyle bir isteğim yok. Sizinle dostluğum, arkadaşlığım bozulmasın. Size hayırlı olsun' dedim..?Yani oraya girdiniz diye ilişkimiz bozulmasın' dedim. ?Siz oraya girersiniz, ben girmem.' Bir gün sonra geldiler.. Deniz Baykal'ın olumsuzluklarını anlatıp, Deniz Baykal'la bir şey olmayacağını.. Bakın, ayrıntı ile anlatıyorum.. Deniz Baykal'la bir şey olmayacağını, yeni bir parti kurulmasının gerekli olduğunu söylediler.Ben de kendilerine dedim ki.. ?Kuralım, muralım' dediler.. En nihayet.. Eski senatörler, milletvekilleri, belediye başkanları, emekli valiler, bakanlar dahil 357 kişiyi Dünya Ticaret Mekezi salonunda topladık.. Sekiz saat süren bir toplantı oldu.. Vural Savaş bey, toplantının başında ?Antalya'ya gideceğim' diye ayrıldı.Toplantının yönetimi bana kaldı. Ben, Sivas milletvekili eski meclis başkanvekili Mustafa Kemal Palaoğlu, Necdet Uğur'un milli Eğitim Bakanlığı zamanındaki Orta Öğretim Genel Müdürü Güler Tanyolaç.. Üçümüz.. Dedik ki, ?Halk Partisi'nde yoğunlaşma olsun.. Siyaset yapmak isteniyorsa, Deniz Baykal anlayışı ve yönetimi uzaklaştırılıp, gerçek, yarayışlı bir yönetim kurulmaya çalışılsın.. Yeni parti kurulmasın...' Tartışma, tartışma.. Bizim gibi ?Yeni parti kurulmasın' diyenlerin dışındakilerin oybirliği ile yeni parti kurulması kararı çıktı. Ben.. geciktirdim

."SAVAŞ GELDİ, ?BEN BU PARTİ İŞLERİNDE YOKUM ABİ' DEDİ"

Bakınız. O sırada, 2 Haziran 2002'de ADD'nin son genel kurulu. Tam ayrılıyorum.. Toplantıda kalp krizi geçirdim.. Ayakta alkışlanan bir konuşma yaptım.. Onbeş gün hastanede yoğun bakımda kaldım.. Yoğun bakımdan çıktım, ikinci gün Vural Savaş geldi.. Birinci gün Erdal İnönü ?geçmiş olsun'a geldi bana... Sadece dost ve babasının avukatıyım diye.. İkinci gün Vural Savaş geldi, dedi ki, "Abi ben bu... işlerde yokum' dedi.?Antalya' ya gittim şöyle oldu. İzmir'e gittim böyle oldu. Ben siyasete girmeyeceğim' dedi. ?Etmeyin kardeşim, millet size güvendi.. Biz seni genel başkan yapacaktık.. İşte.. Falan yok.' Ayrıldı.. Sırf Atatürkçüler dağıldı demesinler diye, beceremediler demesinler diye arkadaşların ısrarı üzerine genel başkanlık bana kaldı..""Mecburiyetten genel başkan oldum. Birbuçuk-iki yılda..Varlığım gitti.. Sağlığım gitti.. Saadetim sarsıldı.."

Vakit

 

 

 

 

RÖPORTAJ:

NECATİ ÇAVDAR/ FP Genel Başkan Yardımcısı  VEYSEL CANDAN

 

 CANDAN : KENDİLERİ VESAYET ALTINDA. “HAYALİ KARARNAME” İLE SEZER’E BASKI KURUYORLAR. HESAP SORACAĞIZ

 

-Kamuoyunun  tepkisini çeken KHK’yi Sayın Cumhurbaşkanı imzalamadı. Hükümet ısrar ediyor. Gelinen noktayı değerlendirir mi siniz?

 

-Hükümetin  bu tavrı ile Cumhurbaşkanlığı makamı ile  kendi arasında güven bunalımı  oluşturmuştur. Cumhurbaşkanı Sezer, hukukun gereğini yaptı. Gerekçesini de açıklardı. Ancak hükümet millete ve Meclise yaptıramayacaklarını ,  gurup kararı alarak guruplarından geçiremeyecekleri anladıkları bir yanlışı Cumhurbaşkanı kanalı ile yapmaya kalktı. Önce “ haberim yok” dedikleri sonra ne dense  “vesayet altında olduklarını” ortaya koyan bir tavırla   savunmaya başladıkları “Hayali kararnameyi” imzalaması için Sezer’e baskı kuruyorlar.

ALIŞMALILAR,SEZER HUKUKUN GEREĞİNİ YAPTI

 Son 30 yılda 604 KHK çıkmış. 200 tanesi  Meclisten geçmemiş. 605.si geri dönüyor. Hükümet her gönderdiğini geçirme anlayışından vaz geçmeli,Cumhurbaşkanının yanlış yapıyorsunuz uyarısını dikkate almalıdır. Cumhurbaşkanı, sizin getirdiğiniz düzenleme ile  yapacağınız işler için yeterli yasa var. Eğer yine de  yapmakta ısrarlı iseniz TBMM’ne gidin diyor. Bunun içinde gerekçelerini tek tek sayıyor. THK’lerinde  Cumhurbaşkanından geri dönmesine alışmalılar. Cumhurbaşkanı  hukukun gereğini yaptı.

MİLLİ İRADE TECELLİ ETTİ.

-Cumhurbaşkanı  iade gerekçesinde, bu tür düzenlemelerin TBMM kararı ile olması gerektiğini belirtiyor. Hükümet niçin Meclise gitmiyorda illa KHK ile düzenleme yapmak istiyor?

-Çünkü bu kararnamenin içeriğine benzer bir kanun tasarısı daha önce meclis gündemine getirildi. Ancak Anayasa  Komisyonu ret etti. Hükümette İçişleri Komisyonundan buna benzer tasarıyı geri çekti. Dolayısıyla   bu konuda TBMM’de milli irade tecelli etti. Hükümetin getirmek istediklerine  TBMM’den geçit yok. Hatta kendi guruplarında karar alarak buöyle bir kanunu geçirme imkanları var. Onlar gurup kararı alarak böyle  bir antidemokratik yasayı çıkaramayacaklarını   bildiklerinden  böyle  bir  KHK ‘yı Cumhurbaşkanına imzalatarak memur kıyımı yapmak istemekteler.

HÜKÜMETLE  MİLLİ İRADE ARASINDA SÜRTÜŞME VAR

Bu kararname ile  Hükümetle  Cumhurbaşkanı makamı  sürtüşme haline getirildi. Aslında  bu kararnameye  Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz  haricinde herkes karşı.  Bu anlamda sürtüşme hükümetle  Cumhurbaşkanı arasında değil,  Hükümetle parlâmento   ve  milli irade  arasındadır.

HÜKÜMET KIYIM YAPAR

 

-Bu kararnamenin  sadece düzenleme  şekline  değil, içeriğine de  karşısınız. Peki tepkiniz  neden?

-Hükümet Bu  KHK ile iktidar

1.Siyasi  görüşüne uymayanlara  kıyım yapar.

2.İstemediği memuru tasfiye eder, siyasi kadrolaşmaya gider,

3.Hak isteyenleri işten atar. Birisi bu ücret yetmiyor dese yandı. Bu anlamda   Sendika kurmak isteyenleri veya sendika üyelerini  işten atar. Örgütlü ve konuşan toplumun önü kesilir. Böylece devletin memurunu hükümet memuru haline getirir.

HÜKÜMET ANAYASA SUÇU İŞLEDİ

Hükümet öte yandan,bu kararnameyi hazırlamak ve cumhurbaşkanının ileri sürdüğü hukuki gerekçeleri dikkatte almamakla Anayasanın “hukukun üstünlüğü”ilkesini çiğnemiştir. Memurlara kısıtlama getirmek için şuanda geçerli olan yasalarda gerekli düzenleme ve yetki mevcut. Bu yönde düzenlemeler   ilgili yasalarda mevcut ve yasa ile yerine getirilme şartına rağmen Hükümet KHK ile bunu yapmak istemiştir. Anayasa Türkiye Cumhuriyetini “Demokratik, ve sosyal  bir hukuk devletidir” diye tarif ediyor. Hükümet, bu tutumu ile Anayasanın laiklik ilkesini öne çıkarmak adına “demokratik ve sosyal hukuk devleti “ilkesini  yani hukukun temel ilkelerini çiğnemiştir.

Toplumdaki konsensüsü bozmuştur. Bunun sonucuna katlanması gerekir.

GENSORU VEREREK HESAP SORACAĞIZ

-Yani  bu son cümleniz  ne anlama geliyor?

-Biz FP olarak,  hükümet  bu KHK ile meclisten aldığı yetkiyi kötüye kullandığı ve yetkisini aştığı için  hükümet hakkında gensoru vereceğiz. Çünkü hükümet Meclisin verdiği yetkiye dayanarak  maksadını aşan tasarruflarda bulunmak istemiştir, hükümet yetkiyi kötüye kullandı.

GÜNDEMDEN DÜŞTÜ

-KHK için başka bir mücadele biçiminiz var mı?

-KHK olayı bitmiş ve gündemden düşmüştür. Cumhurbaşkanına giden KHK Cumhurbaşkanı tarafından gereği yerine getirilmiş ve imzalanmamıştır. KHK konusu kapanmıştır. Artık ülkenin gündeminde bir KHK yoktur. Biz yapılan yanlışın, TBMM’nin verdiği  yetkinin hükümet tarafından yanlışa kullanılmasının yani “yetki gasbının”  hesabını soracağız. TBMM vereceğimiz gensoru ile konunun bir iki gün  enine boyuna tartışılmasını sağlayarak milli iradenin tecelligahı olan TBMM’nin hükümet hakkında bir karara varmasına yardımcı olacağız.

 

 

////////////////////////////////

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

OYA AKGÖNENÇ

KONUŞMASI

 

APO’YU KORUYANLAR ONORE EDİLDİ

Server Vakfı’nda “Dış Politika Konularına Bakış” konulu bir konuşma yapan  Doç. Dr. Oya Akgönenç, dinleyicilerine dış politikada ufuk turu yaptı. Akgönenç, Tükiye’yi ilgilendiren dış ilişkilerde önemli açılamalarda bulundu.

Rusya, Türkiye ve Çeçenistan konusunu işlediği bölümde Akgönenç, “Puttin, genç, dinamik ve çok hırslı bir kişi olarak Rusya’yı eski gücüne ulaştırma peşinde bu rüyasını gerçekleştirmek için, Çeçenistan’ı ezerek kendine bağlamak istiyor. Rusya haricindeki eski Sovyet Cumhuriyetlerinden bağımsızlık kazananların başındakilerin tamamı eski KGB başkanlarıdır. Bunlar arasında ailelerinden yakın ilişkler ve birbirinden kopamayacak zinicirler vardır. Puttin Orta Asya’da eski KGB’li arkadaşlarına güvenerek birliktelik oluşturmak istiyor. Niçin o devletlerin başında eski KGB başkanları vardı denecek olursa, çünkü; O devletler bağımsızlıklarını kazandıkları sırada yeterli elit yoktu.” dedi.

Türkiye ve Türk Cumhuriyelerinin ilişkilerini değerlendiren Akgönenç, bizim orada etkimiz istenilen gibi olmadı, biz hazır değildik, o bölgelere gidenler tecrübesizdi. O devlere gittiğimizde bizi hararetle kucakladılar ancak, yüzyıllarca boyunduruk altında yaşamış o insanlar artık hür olmak istiyorlardı. Bizim de kendilerini hegomanya altına alabileceğimizi düşünerek uzak durdular. Ayrıca, orada bulunan insanların sıkıntıları maddi değil manevi idi. Biz bunu zamanında kavrayamadık,”şeklinde konuştu. Türkiye’nin Orta Asyada başarısızlığı üzerine İsrail ve ABD, kendi çıkarları için bizi komisyoncu yaparak o bölgeye girdiler. Ancak biz komisyonumuzu bile isteyemedik. O bölgedeki tesirimiz gittikçe azaldı, diyerek Orta Asya’daki başarısızlığımızı ortaya koyan Akgönenç, Kafkasya’nın önemli geçiş kapısı olduğunu ve bunun içinde Ruslrın bölge ülkelerine çok büyük baskılar sürdürdüğünü söyledi.

      ÇEÇENİSTANA YARDIM ETMEK VİCDAN VE TARİH BORCUMUZDUR

Rusların ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin Kafkasya’daki operasyonları için “biz terörizm ve fudemantalizm ile mücadele ediyoruz ve sizi de bu teklikeden koruyoruz” diye kandırmaya çalıştığını belirten Akgönenç, “Ruslar, Kafkas Ülkeleri liderlerine yönelik sabotajlarla onları sindiyor. Öte yandan Puttin, Almanlarla anlaşmaya çalışarak ABD’ye karşı bir güç olmak isteyen Almanya’yı kendi yanına almak istiyor. Eskiden beri yakın doğu politikası izleyen Almanya, petrol bölgelerine inerek güçlenmek içinRuslarla müttefikliğe hazır. Bizim için Kafkasya ve Çeçenistanın hayati ehemmiyeti vardır. Çeçenistanda Rusların işlediği insanlık suçuna karşı Çeçenistan’ın yanında olmamız vicdan ve tarih borcumuz” olduğunu söyledi. 

TÜRKİYE’NİN HEDEFİ YOK

Akgönenç, Sovyetlerden bağımsızlığını kazanan devletlerle bizim ve diğer ülkelerin ilişkilerini değerlendimeyi şöyle sürdürdü: “Bizim günlük politika yaparak hedefsiz dış politikamızın aksine Orta Asya’da Rusya’nın, Batının, İsrail’in hesabı var. Onlar 10 sene sonrasının, 25 sene sonrasının, 50 sene sonrasının planını yapıyor. Türkiye ise uzun vadeli bir plandan yoksun, tereddütler içinde günlük politika ile meşgul. Hedefimiz yok. Türkiye’nin tereddütü karşısında Kafkas ve Orta Asya Ülkeleri ihtiyatla yaklaşarak Rusya’yı da gücendirmek istemiyor, onun için o ülkeler Rusyaya yakın duruyor. Ancak bizi biraz rahatlatan unsur, hürriyeti seçenlerin yeniden o kapana sıkışmama ümidi. Bir de diğer hesabı olan devletlerin o bölgenin Rusya’nın etkisine girmemesini sayabiliriz.”

ÇİN DEVLET BAŞKANI NE YAPTI DA LİYAKAT NİŞANI VERİLDİ?

Akgönenç, Çinin bölgedeki etkisini değerlendirirken şöyle konuştu: “Çin çok yakından takip edilmelidir. Korkunç ve çalışkan bir nüfusa sahip, tüccar bir millet. Çin’in Orta Asyada gözü var. Bunun içinde o devletlerle yakın ilişki kurmak istiyor. Kendi egemenliğindeki Doğu Türkistan’daki soydaşlarımızı asimile etmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Hatta atom denemelerini bile o bölgede yaparak, soydaşlarımızın fiziki şekillerini bile bozmuş durumda ama biz Çin devlet başkanına acele Liyakat Nişanı verdik. Peki bu adam madalyayı ne yaptı da hak etti. Bunu anlamış değiliz bir izah eden Türk yetkili de henüz ortaya çıkmadı.”

SEZER’İN ECO ZİRVESİNE KATILMAYIŞI SON DERECE YANLIŞ VE BÜYÜK BİR HATADIR

Akgönenç, Cumhurbaşkanı Sezer’in İranda toplanan ECO zirvesine katılmayarak Esat’ın cenaze törenin katılamasını hata olarak niteleyerek, konuşmasına şöyle devam etti: “İran’da yapılan ECO zirvesi İran’la ilgisi olmayan K.K.T.C.’den diğer Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine kadar geniş katılımlı Türkiye ve Pakistan’ın önderliğinde kurulan üye ülkeler ve bölgenin ekonomik işbirliğini amaçlayan bir kuruluştur. Ancak, basın mollalara niye gitsin diye yaygara koparınca dış işleri bakanlığının gitmenizde fayda var, uyarısına rağmen, Cumhurbaşkanı ilk ziyaretimi mollalara mı yapacağım anlayışıyla ECO zirvesine katılmadı. Bu katılmayış, son derece yanlış bir adım, büyük bir hatadır.

Bunun böyle olduğu da sonradan ortaya çıktı. ECO zirvesi bittikten sonra, İran’a gitmemesini isteyen İç İşleri Bakanlığı Umut Operasyonu nedeniyle İran’ı suçlayıcı aşıklamaların aksine elimizde dilil yok dedi. Basın hedefine ulaştı. Ama Türkiye açısından büyük bir imkan kaçtı. Çünkü, ECO zirvesine katılan ve çoğunluğunu Türk devletlerinin oluşturduğu bir platformda, onlara Tükiye rehberlik edebilirdi. Bugün Orta Asyada Türkiyeden çok Rusya var, İran var, Çin var hatta İsrail var. Ama malesef  Türkiye yok. Sanki Türkiye menfaatlerini değil, kendine düşmanlık edenlerin pelinde imiş gibi bir izlenim veriyor. Deprem dolayısıyla Türk ve İslam dünyasından gelen yardımları tırlarla gümrüklerden sokmazken, günlerce İsrail’in kendi vatandaşlarını kurtarmak için giriştiği operasyonları milletin önüne getiriyorlar. Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin hayati çıkarı olan ECO toplantısına katılmıyor, ama Hatay’ı kendi toprağı sayan ve Apo’yu yıllarca besleyen Esat’ın cenazesine katılıyor. Bize dost olanların karşısında, düşman olanların yanındaymış gibiyiz. Ne yaptığımızı bilmiyoruz. Apo’yu koruyanlar onore edildi.Belki de Suriye’nin İsrail ile girdiği barış sürecinin devamı için Cumhurbaşkanı gitmiş olabilir. Sayın Sezer, toplumda oluşan tepkilere rağmen Suriye’ye giderek ne konuşulduğu açıklanmalıdır. Şu anda İsrail süriye’den işgal ettiği topraklar kendine kalmak şartıyla anlaşmak istiyor. Bizi kendi yanında kuvvetli müttefik göstererek Suriye’ye gözdağı vermek istiyor. Aynı zamanda İsrail şu anda Harran’da büyük toprak satın alıyor. Ancak, su meselesi dolayısıyla Türkiye ile Suriye arasında bir çatışma çıkabilir, çünkü Lozan’ı imzalayan İngilizler sizi yalnız bırakmayacağız demişlerdi. Bu sizi rahat bırakmayacağız manasındadır. Hatta çok yakın bir zaman önce sizin doğu sınırınız tam olarak tesbit edilmedi, manasına gelen laflar etmeye başladılar. Ama biz tüm bunları unutmuş bir politika izliyoruz. Çok daha acısı dış olaylar, iç olaylara kurban edildi. Bunun sebebi de bizde, bir araştırma gurubu yok. Araştırmaya ayırdığımız fonları da, ya bina yapımına yada başka amaçlar için kullanarak ülkenin istikbaline yönelik çalışma yapamıyoruz. Ama yabancılar, inatla iddialarından vaz geçmiyorlar.” Dünyadaki gelişmeleri tahlil eden Akgöneç, “şu andaki siyasi şartlar, ikinci dünya savaşını doğuran şartlara çok benziyor” diyerek sözlerini tamamladı.

 




Yorumlar