KONUŞTUR’MALAR KONUŞ’MALAR
NECATİ
ÇAVDAR
Bir gün
(1955) Hıra Dağı’nın ( Hseyinağbad/Alaca’da Resul sığınağı Hıra Dağı’na özlemle
isim verilen Danlı Dağlar’a bakan bir dağ) eteklerinde dünyaya merhaba dedi.
Olayların
peşinde koşmadı. Hep olayların içinde
oldu. Başkalarının telaşla arkasından
koştuklarına aldırmaması üzerine ‘sen divane misin?” diyen anasının tespitine
uyarak bazı şiirlerini “Divane “ mahlası ile “Çığlık “ismini verdiği kitapta
topladı. Yayınlanan kitaplarından
bazıları..
“Güneşi
Getiririm ,
“Türkmen
Gocabubası Darıverenli Mehmet Emin Yarbay “
Kendi
adı ve “Kurtuluş Codaroğlu”, “Alpay Cantürk” , “Çağrı Akın” mahlasları ile
kaleme aldığı yazıları, araştırmaları, çeşitli alanlarda ve çocuklardan en
“böyüklere” kadar değişik kişilerle yaptığı röportajları ve şiirlerinden bir
kısmı yazılı basında yer aldı.
Ankara’nın
elitleri ile görüşüp, varoşlarında yaşamaktadır.
“Kim nasıl ne nerde görmüş ise öyle bilir”
Bazı değer bilenler¸ Onu “Halk ve Hak şairi”
olarak niteler..
KONUŞTUR’MALAR
KONUŞ’MALAR
NECATİ ÇAVDAR-MUSTAFA BAŞOĞLU
NECATİ ÇAVDAR - Sayın Başoğlu, bu 28 Şubat süreci dediğimiz süreç içerisinde sizin demokratik mücadeleniz bayağı ön plana çıktı, çünkü, siz bir sendika liderisiniz, dolayısıyla, sizin bağlı bulunduğunuz üst kuruluş, 28 Şubat sürecinin tamamen lehinde, yanında tavırlar koyuyor; hatta, bu sürecin getirdiği bütün hükümetlere -ne hikmetse- tamamına peşinen destek verdi; ama, sizin de, daha önceki görüşmelerimizde, bunun normal olmadığını, işçi haklarının öne geçmesi gerektiğini, sendikaların temsil ettiği işçilere hükümetlerin ne verdiğine bakılması gerektiği noktasında duruyordunuz. Şu anda o noktaya gelindi zannediyorum ve bu beşli komite denilen komite dağıldı ve şu anda emek komitesi başladı. Tabiî, çalışmalar hangi noktaya gider bilemiyoruz. Bu konuda ne dersiniz efendim?
MUSTAFA BAŞOĞLU - Önce teşekkür ediyorum bu fırsatı verdiğiniz için; daha önce de sizinle bir konuşma yapmıştık. 12 gün devam etti Akit Gazetemizde, çok olumlu yankılarının olduğunu bana söyleyenlerden anlıyorum. Yaptığımız bu tür söyleşilerle ben düşüncelerimi açıklıyorum, siz neşrediyorsunuz, bu sayede insanlarımız görüşlerimi öğrenmiş oluyorlar.
28 Şubat sürecini, başından itibaren ben, TÜRK-İŞ, DİSK ve HAK-İŞ gibi değerlendirmedim; çünkü, 28 Şubat aslında takvimde bir yapraktır normal olarak bakarsanız, fakat 1997 28 Şubatı’nın bir özelliği oldu. O Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu bazı kararlar aldı, bu kararlar önce normal kararlar olarak kamuoyuna yansıtıldı ilgililer tarafından, büyütülmemesi gerektiği tarzında yumuşatıldı. Sonra aradan zaman geçti, 28 Şubatı unutmayın denildi. Bu, bir bakıma bir tehdit unsuru haline getirildi. Şimdi yeni yeni açıklamalar da gösteriyor ki, “28 Şubatı kimse aklından çıkarmamalıdır, 28 Şubat önemli bir tarihtir, bu tarihte önemli kararlar alınmıştır” denilmektedir. Eğer, 28 Şubat kararları olmasaydı, Türkiye rayından çıkmış olacaktı, rejim yıkılmış olacaktı gibi iddialar öne sürülmektedir.
O gün katılmadığım bu iddialara, bugün de katılmıyorum. Yani, bu iddiaları kim söylerse söylesin ben inandırıcı bulmuyorum.
Önce olaya şöyle bakmamız gerekir: 28 Şubat kararlarına uyuldu uyulmadı suçlamaları yapıldı. Milli Güvenlik Kurulu bu kararları aldı, Milli Güvenlik Kurulu, bir Anayasa kurumudur, Sayın Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanır, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları, Başbakan ve ilgili bakanlar toplantıya üye olarak katılır. Bu kurulda ülke sorunları görüşülür. Bu sorunlar, ülkenin güvenlikle ilgili sorunlarıdır. Bu sorunlar iç politikaya dayalı siyasî içerikli, siyasî ağırlıklı sorunlar değildir, öyle olmamak gerekir. Anayasaya göre sorunlar iç politikaya yönelik değildir; orada, ülkenin güvenliğiyle ilgili konular tartışılır, dış ve iç güvenlikle ilgili gelişmeler değerlendirilir. Ülkenin coğrafi konumunu korumada bir tehlike olup olamadığı, ülke birliğinin ve bütünlüğünün korunması dikkate alınır, savunmayla ilgili olarak gücümüzü artıracak herhangi bir tehlikeye karşı olabilecek sıkıntılara anında cevap verebilecek konular tartışılır. Anayasaya göre kurulun öncelikle görevi budur.
Ama, konuşulan 28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu kararlarında başka konular da yer aldı. Daha sonraki toplantılarda zaman zaman bu kararlar yeni konularla takviye edildi. Biliyorsunuz, ilk kararda Türkiye'nin eğitim sistemine, hatta Kuran kurslarına ve başka konulara yer verildi. Daha sonra Susurluk ve başka konuların da Milli Güvenlik Kurulunda tartışılması istenildi. İş öyle bir hale geldi ki, bazı çevreler Milli Güvenlik Kurulu, sanki hükümet üzeri bir hükümet, sanki ikinci bir hükümet, hatta bazı hallerde sanki Meclis üstü gücü varmış gibi bir konuma sokulmak istendi.Bu düşünceyi o zaman da doğru bulmadım, karşı çıktım, bugün de karşı çıkıyorum.
Milli Güvenlik Kurulu, Türkiye için ihtiyacı hissedilen bir kurumsa, devletin güvenliği açısından ihtiyaç olunan bir kurulsa, -ki öyledir- onu o çizgide tutmak gerekir. Geçen konuşmamızda da söylemiştim, bütün tartışmaların odağında hep siviller ön plandadır; başörtüsü tartışması da dahil talepler hep sivillerden geliyor. Siviller, zaman zaman, adeta askerlere sığınarak veya zaman zaman askerleri ön plana çıkarma gayretine girerek birtakım kararlar alınmasına sebep oluyorlar.
Olaya böyle bakarsak, o zaman, sivillerin bir bakıma kendine güvensizliği ortaya çıkar. Bu yıl seçim yapılacak, seçimin sonuçları daha şimdiden tartışılıyor, kabul edilir mi edilmez mi diye!..
Necati Bey, ben prensip olarak siyasî partileri eleştirmem sendikacı konumum bakımından; ama, çok önemli saydığım konularda da görüşümü açıklamaktan geri duramam. Anavatan Partisi Genel Başkanı Sayın Mesut Yılmaz, İstanbul'da, seçimi başlatma toplantısında ön plana çıkardığı husus irticadır. Bu anlayış, bu seçimi irticacı olanlarla olmayanlar gibi bir noktaya dönüştürür. Bu anlayışın demokrasiye olan zararı şudur: Diyelim ki, siz, falancıları irticacı diye suçladınız, ama o suçladıklarınız aldığı oyla en çok milletvekilini kazandılar. Bu defa, bunlara hükümeti kurdurup kurdurmama tartışması başlar. O zaman da, bunun arkasından seçimlerinin meşru olup olmadığı tartışması gelir. Böylelikle, demokrasi tartışılır ve sonunda katledilir.
Siyasî partilerimiz, kendilerini halka anlatırken üzerinde durmaları gereken nokta, neler yapacaklarını söylemek olmalıdır. Falan partinin programı şu bakımdan iyi değildir, çünkü şu hususlar Türkiye'nin şartlarına uygun değildir; bizim programımız şu bakımdan iyidir, “Türkiye'nin sorunlarını şu şekilde çözeceğiz” demek yerine, ilerici-gerici, irticacı olan-irticacı olmayan, laik-laik olmayan tartışmaları demokrasiyi zedeleniyor.
Şimdi konuyu 5’lere bağlıyorum. Biliyorsunuz, 28 Şubat sürecinden önce üçler vardı. TÜRK-İŞ, DİSK ve HAK-İŞ. Daha sonra HAK-İŞ dışlandı. TESK, TOBB ve TİSKilave oldu. Bunlar, yani 5’ler “demokrasiyi kurtarıyoruz “ diye yola çıktılar.
“Biz beşimiz bir araya gelmeye mecburuz; çünkü, Atatürk ilkeleri, laiklik, demokrasi tehlikededir. Bu aşamada biz, aramızdaki bütün menfaat tartışmalarını bir kenara ittik, vatan için, memleket için, rejim için bir araya geldik” dediler. Bu iddianın doğru olmadığı, bana göre gelişmelerle iyice açığa çıktı.Çünkü bugün de aynı tartışmalar hâlâ devam ediyor.
O gün de söylediğim gibi, o zaman yapılan, bir menfaat kavgasıydı. TÜRK-İŞ ve DİSK, işverenlerle birlikte olmak suretiyle 54 üncü hükümetin, bazı kimselerin menfaatlerini sınırlayıcı tavrına karşı tavır koydular. Benim anlayışım budur. Bunu siyasi amaçla söylemiyorum.
Benim bir siyasî geçmişim var. Ben, hiçbir zaman Adalet Partisinin dışında bir partide siyaset yapmadım,. Başka bir siyasi partinin üyesi olmadım. Milletvekili olduğum ve siyaset yaptığım tek Adalet Partisidir. Ama bu, doğruları söylememe mani değildir. Ben bir sendikacı olarak o gün de söyledim bugün de söylüyorum; 54 üncü hükümet döneminde, biz, toplu sözleşmelerimizi çok rahat yaptık, küçümsenmeyecek zamlar aldık, toplu sözleşmeden doğan haklarımız anında ödendi; daha önceki hükümetler döneminde olduğu gibi alacaklarımız, üç beş ay ertelemeye tabi tutulmadı. Üyelerimiz toplu iş sözleşmesinden çok memnun oldular, bunu telefonla, telgrafla faksla bildirdiler. Mersin Şubemiz, bana bu amaçla bir kuzu hediye etti.
“Üyelerimiz, toplu sözleşmeden çok memnun oldular” diye. Ben bu kuzuyu aldım, “darbe geldi geliyor” tartışmaları devam ederken, Başbakanlıkta 54 üncü Hükümetin Başbakanına ve Başbakan Yardımcısına, yani Sayın Erbakan’a ve Sayın Çiller’e, diğer bakanlarımızın da katıldığı toplantıda takdim ettik.
Tabiî, kuzu burada bir semboldü, yani dikkati çeksin diyeydi. Orada söylediğim şudur: “Demokratik kurallara göre cumhuriyet hükümetleri gelmeli ve gitmelidir. Yan etkilerle hükümetler değiştirilmemelidir.” Bununla demokrasiye destek verdik.
Ben bunu söylediğim zaman, 5’ler farklı bir konumdaydı ve normal şartlar altında kurulmuş, güvenoyu almış, faaliyetini sürdüren bir hükümeti, adeta zorlayarak, görevinden alaşağı edilmesinin zeminini hazırladılar.
O dönemde memurlara, emeklilere çok önemli zamlar verildi. Esnaf emeklileri, Bağ-Kurlular, eczanelerden reçetelerini yaptıramıyorlardı, bazı eczanelerde ben gördüm, Bağ-Kurlunun reçetesi yapılmaz diye ilanlar asılmıştı. Sonra o hükümet geldi, Bağ-Kur’a destek verdi ve bir rahatlama oldu. Bu arada hiç şüphesiz havadan, fazladan para kazananların menfaatlerinde kısıtlamalar oldu; bildiğiniz o büyük sermaye bu gelişmelerden rahatsız oldu.
Dolayısıyla, 5’lerin yer aldığı nokta, emeklilerin, işçilerin, çalışanların, küçük esnafın, küçük çiftçinin yer aldığı nokta değil, tam onun karşısındaki noktadır. Bu tutumları demokrasiyi falan da kurtarmadı. O dönemde TÜRK-İŞ üyesi 10 sendika ortak bildiri yayınlayarak demokrasiye bağlılığımızı açıkladık. Sonra aradan zaman geçti, siz de söylüyorsunuz, 5’lerin tutmadığı belli oldu. Şimdilik dağıldılar. En azından bugün için böyle bir görüntü vardır. Bu ne kadar sürer bilemiyorum. Yarın tekrar bir araya gelirler mi gelişmelere bağlı. Gerçek olan şudur; ilke olmadan bir şeyi savunamazsınız. Savunsanız bile bu, uzun ömürlü olmaz.
Bugün çalışanların adına bir emek birliği kuruldu. Üç işçi sendikası konfederasyonu, üç memur sendikası konfederasyonu altı konfederasyon bir araya geldiler, güç birliği yaptılar. Ortak toplantı yapıp, bildiri yayınladılar. Bu devam eder mi? Çok fazla umutlu değilim. Bu emek birliğinin, sorunları çözmede büyük katkıları olur mu; ondan da çok fazla emin değilim. Ama 5’lere göre 6’lar daha doğru bir seçim ve oluşumdur.
NECATİ ÇAVDAR - Mesela bu son yapılan Ekonomik ve Sosyal Konseyde etkisi oldu mu acaba?
MUSTAFA BAŞOĞLU - Şimdi oraya geliyorum, zaten o manada söylüyorum. Sorunların çözümüne bir etkisi olur mu; bundan emin değilim, hiç değilse çok fazla umutlu değilim. Sizin temas ettiğiniz gibi, Sayın Başbakanın başkanlığında bir Ekonomik ve Sosyal Konsey toplandı. Bu toplantıya memur dışındaki işçi işveren ve esnaf kuruluşları katıldı.
Alınan kararlara baktım -ki, bu kuruluşun aldığı kararın değerlendirmesini ilk defa burada yapıyorum- bu kararda işçilerin lehine hiçbir madde yok; mesela, esnaflar için var, ziraatçiler için var, işverenlerin zaten ihtiyacı olmaz; ama, işçiler için hiçbir şey yok. Öyle bir aşamada yok ki, 500 bin kamu işçisinin toplu sözleşmesini tartıştığımız bir dönemde hiçbir şey yok; burası Ekonomik ve Sosyal Konsey, işçiler için leyhte hiçbir karar alınmamış.
Ama işçilerin aleyhinde alınmış, çünkü özelleştirmeye aşağı yukarı onay verilmiş. Karara göre, “Özelleştirmeye devam edilecek. Özelleştirme nedeniyle işsiz kalanlara yeni işyerleri açılarak iş bulunacaktır.”
NECATİ ÇAVDAR - Somut bir şey yok; ileriye matuf, açılacak!..Açılmazsa ne olur?!
MUSTAFA BAŞOĞLU - Doğru, üstelik bu ifadenin yaptırımcı bir gücü yok. Sizin, çalıştığınız işyeri özelleşiyor, işsiz kalıyorsunuz, buna karşı yeniden yatırımlar yapılacak ve size iş verecekler! Buna kim inanır. Bu aynı zamanda, üç konfederasyonun özelleştirme iddialarının kendi kendine tekzip edilmesidir. DİSK; TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ, özelleştirmeye karşı olduklarını, böyle apar topar bir özelleştirme yapılmaması gerektiği iddialarından bu kararla vazgeçmiş oluyorlar. Çünkü prensip olarak özelleştirmeyi kabul ediyorlar; ama “efendim, işsiz kalanlara yeni işyeri açılacak”! Ama ne zaman açılır, belli değil; kim açar, belli değil!
İkincisi, konfederasyonlar seçim ekonomisi uygulanmaması taahhüdünde bulunmuşlar. TÜRK-İŞ Genel Sekreterine dedim ki “Siz bunu kabul etmişsiniz, hükümet seçim ekonomisi uygulamayacak diyorsunuz. Biz de toplu sözleşme yapacağız. Bizim ücret zammı taleplerimizi hükümet yüksek bulur, “Kusura bakma, bu isteğiniz aşırı. Bu seçim ekonomisi uygulanmaması kararına ters düşer. Fedakarlıkta bulunmanız lâzım gelir. 50 yerine 25’e razı olmanız gerekir” derse, haklılığımızı savunmakta zorlanırız. Bu da işçi aleyhine ikinci geriye gidiştir.
Üçüncü geriye gidiş, işten çıkarmalardır. Konsey kararında işten çıkarmalarda komisyon kurulacağı, bu komisyonun işten çıkarma sebeplerini inceleyeceği kuralı kabul edilmiş, yani siz işçiyi işten çıkaracaksınız, sonra biz işçi-işveren-hükümet bir araya geleceğiz soracağız “sen niye bu işçiyi çıkardın, doğru mu çıkardın yanlış mı çıkardın” diye!. Buradan alacağımız bilgiyi konseye götüreceğiz, konsey bu konuda karar verecek! Bunlar boş laflardır. Bunlar toplumu avutma laflarıdır. Bunlar, topluma şirin görünme laflarıdır. Böyle yapılana kadar şu yapılabilirdi:
İş Kanuna bir fıkra ilave edilir, iş güvencesi diye bir müessese getirilir ve haksız işten çıkarmalar karşısında mahkeme yolu açılırdı. Bunu hükümet taahhüt edebilirdi, pek ala diğer siyasî partilerden de destek görebilirdi seçim arifesinde. Bunun için Bankalar Kanunu gibi fazla maddeli bir tasarıya ihtiyaç yok. Böyle yapılabilirdi, bu yapılmadı.
İşçi çıkaran işverenlere kredi verilmemesi çok inandırıcı değildir. Buna ne kadar uyulur, belli değil. Demek istediğim şudur: 5’ler, (işçi-işveren ortaklığı) ne kadar işimize yaramadıysa, bu üç işçi konfederasyonunun içinde bulunduğu emek-işveren ve hükümetin ortaklığı da o kadar işimize yaramayacak görüntüsü veriyor. Alınan karar bunu gösteriyor.
Bizim görevimiz, birinci derecede üyelerimizin hakkını korumaktır. Hükümete destek verelim mi; verin, yani ben, hükümete destek vermenize karşı değilim. İlla da, bizim arkadaşlarımız hükümete destek vereceklerse, bunu bir başka türlü verebilirler. Hükümete destek vermek ayrı şeydir, sorunları çözerek teşekkül etmek ayrı şeydir. Yani, Sayın Başbakan Ecevit’e destek verecek; verirsin. Mesela burada şu yapılabilirdi bunu TÜRK-İŞ’in sayın Başkanına söyledim: Sayın Bülent Ecevit’i Bülent Ecevit yapan unsurların arasında işçilerin ve öncelikle TÜRK-İŞ'in ona verdiği destek önemli bir yer tutar. Çalışma Bakanlığı döneminde işçiler gerçekten ona büyük destek verdiler. Çalışma Bakanlığından sonraki siyasî hayatında da çok büyük destek verdiler. Biz, 24 Temmuzu, Sendikalar Kanunu, Toplu Sözleşme Kanunu çıktığı gün olarak işçi bayramı kabul edip kutladık. Bu kutlamalar, zamanla Sayın Ecevit Bayramı’na dönüştü.
Bana göre, Sayın Ecevit’e, işçi kesiminin, yani TÜRK-İŞ'in verdiği destek onun için çok önemliydi, onun siyasî hayatındaki yükselmede önemli etkisi oldu.
Bununla Sayın Ecevit, bize borcunu ödesin demiyorum, öyle bir iddiam yok, ama en azından, emeğin haklılığını kabul ederek sorunların çözümüne olumlu katkıda bulunsun. 500 bin kamu işçisinin toplu iş sözleşmelerinde emeğin ezilmesine fırsat vermesin. Bunu bir diyet ödeme olarak söylemiyorum, öyle bir iddiam yok.
NECATİ ÇAVDAR - Onun Arayış Dergisi vardı, 12 Eylülden sonra
çıkardı bu dergiyi, orada bir makalesi var, diyor ki: “Rejimin niteliği, o
devletin işçilerine olan göstergesinin karşılığıdır. Rejimin niteliği ona
bağlıdır.”
MUSTAFA BAŞOĞLU - Evet; Sayın Ecevit sosyaldemokrat, solu da gerçekte DSP’nin temsil ettiğini söylüyor. Solda, genel olarak, en azından, kavram olarak emeğin hakkına saygı duyma birinci planda gelir. Bu, işveren hakkına saygı duymama anlamına gelmez. Ama, korunması gereken işverenden çok işçidir. Çünkü, bir işverenin şu veya bu şekilde işi bozulabilir, ama onun geride bıraktıkları onu ve ailesini uzun süre geçindirebilir; fakat, bir işçi işini kaybederse geride onu koruyacak hiçbir şey yoktur. Aybaşı geldiğinde ücret alamıyorsa, yeni iş bulma imkanı da bugünkü ortamda hemen hemen yok sayıldığından, çoluğu çocuğu aç kalır. Sosyal güvenliği belli bir süre sonra biter. SSK hastanelerine gidip sağlık hizmeti alma imkanını da kaybeder. Böyle bir ortamda, bu hükümet, hiçbir şey yapmasa bile, bir işgüvencesini mutlaka ön planda tutmalıydı. Çünkü insanlar işini kaybediyor, yeni iş bulma imkânları da yoktur. O halde, üç konfederasyon, bu Ekonomik ve Sosyal Konseyden böyle bir karar çıkarabilmeliydi. Ama maalesef bunu başaramadılar.
Bir şey daha dikkatimi çekti: Mesela, DİSK’in Sayın Başkanı, genel olarak, prensip olarak Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantılarına katılmazdı, yararlı bulmadığı için protesto ederdi. Şimdi bu toplantıya katıldı; sonra da DSP’ye üye oldu ve milletvekili aday adayı oldu. Ben ona karışmıyorum. Eğer, bu yüzden, yani sırf Demokratik Sol Partiye katılmak için Ekonomik ve Sosyal Konseye katıldıysa, bu, kendi kendini inkâr olur bir bakıma; çünkü, bu işlerde tutarlılık çok önemlidir.
Konumuzun içinde olduğu için bir şeyi daha söylemek zorundayım. Sayın Budak DSP’ye katıldı, bunu saygıyla karşılıyorum, yani niye katıldı demiyorum; milletvekili olabilir, bunu da saygıyla karşılarım; ama, yöntemine karşıyım. Bir sendikacı böyle bir yönteme başvurmamalı diye karşıyım. O yöntem de şudur: Daha önceden Sayın Budak’ın DSP’ye katıldığı ilan edildi, Sayın Başbakan, gazetecilerin “milletvekili mi olacak” sorusuna “her halde” diye cevap verdi. Aradan bir hafta on gün geçti, Bir toplantıda, Sayın Başbakanla Sayın Budak salona beraber alkışlarla girdiler ve oradaki grup “Başkan nerede biz oradayız” diye bağırdılar. Esas dikkatimi çeken şu: Sayın Budak “ben, sizden, DSP’de siyaset yapmak için izin istiyorum, izin veriyor musunuz” diye sordu. Onlar da “veriyoruz” diyor! Bunu doğru bulmuyorum. Görüntüsü hoş olmayan işlerdir.
Eğer, siz, siyaset yapmak için bir yerden izin alacaksanız, bu, sizin genel kurulunuzdur veya yönetim kurulunuzdur. Alkışlayanlar, oraya gelenler işçi midir değil midir, kaçı işçidir, bu belli değildir. Sizin “tamam, bana izin verdiniz, ben siyaset yapacağım” demek, benim bu yorumumu tekzib etmez.
NECATİ ÇAVDAR - Ya getirdiğiniz insanlar...
MUSTAFA BAŞOĞLU - Biz, siyasileri, toplumu avutuyorlar, yanıltıyorlar diye suçlarken, biz bu izlenimi veren işleri yapmamalıyız. sendikacılar bunu yapmamalıdırlar.
Başladığım noktadan devam ediyorum; beşlerin çizgisi ne kadar yanlış idiyse bu gelişmeler de o kadar yanlıştır. Daha önce protesto edip, arkasından Ekonomik ve Sosyal Konseye katılmak, oradaki kararlara razı olmak doğru değil; eğer siyaset yapacaksanız, bunu, işçiden izin alıp yapıyor gibi bir görüntüye sokmak yanlıştır.
Ben milletvekilliği yaptım, bunu kendi teşkilatıma danıştım, sendikamın şube başkanlarını topladım, onlara bunu anlattım ve onlar da bana destek verdiler. Ama işçileri toplayıp da “bana müsaade eder misiniz” demedim. “Hayır, etmiyorum” dese ne olacaktır, gitmeyecek misiniz?!. Bunlar yanlış şeylerdir. Bunu şu bakımdan söylüyorum: Tutarlılık çok önemlidir; demokraside tutarlılık, ilkelerde tutarlılık, emeğin hakkını korumada tutarlılık, ilkelerin savunulmasında, siyasî parti farkı gözetmeksizin tutarlılık şarttır. 54 üncü hükümet eğer iyi işler yapmışsa buna teşekkür edeceksiniz, yanlışlarını da eleştireceksiniz. 55 inci hükümet iyi işler yapmışsa ona da teşekkür edeceksiniz. Varsa yanlışlarını tenkit edeceksiniz.
Bakın, bizim tutarlılığımız şuradan belli: 54 üncü Cumhuriyet Hükümeti’ne, demokrasi açısından destek verdik, 55 inci hükümet işbaşındayken yine darbe tartışmaları çıktı. Ben o zaman yine Sağlık İş’in şube başkanlarını topladım, Sayın Yaşar Okuyan, Sayın Ali Kemal Başaran’dan, (o zaman Genel Başkan Yardımcısı olarak bu işlere bakıyordu) “Sayın Başbakana gidip destek vereceğiz, bize randevu alın” dedim, ama randevu alamadılar; çünkü, Sayın Başbakan Antalya’dan dönmedi, programı vardı. Yani, bizim, 54 üncü hükümete verdiğimiz desteği 55 inci hükümete de verecektik, bu tutumumuz, diğer hükümetler için de geçerlidir.
NECATİ ÇAVDAR - O zaman Sayın Yılmaz’ın sesi bir yükseldi, ondan sonra sustu.
MUSTAFA BAŞOĞLU - Temel ilkelerde tutarlılık; siyasî parti farkı gözetmeden tutarlılığını göstermek lâzım gelir. Sendikacılar siyaset yapacaklarsa yaparlar, benim ona bir itirazım olmaz.
Sendikacılar, siyasî düşünceleri uğruna temsil ettikleri insanların haklarından vazgeçemezler, o noktada taviz veremezler, böyle bir hakları yoktur, böyle bir yetkileri yoktur. Bizim, işçinin adına toplusözleşme yapma yetkimiz vardır, yani onun avukatlığını yapıyoruz. Görevimiz, onun davasını mahkemede en iyi şekilde savunmaktır, tabiî haklı davasını. Biz şimdi haklıyız, niye haklıyız; hayat pahalılığı vardır, enflasyonun düştüğü falan yok, kimse kimseyi kandırmasın. Maliye Bakanı akşam anlatıyor “Enflasyonu düşürmede çok büyük başarımız oldu, ama faizleri düşüremedik” diyor. Allah aşkına, bir memlekette enflasyon düşer de faizler düşmez diye bir şey olabilir mi?! Enflasyon düştü mü faizler de düşer, kendiliğinden düşer bu. Siz devlet olarak yüksek faizle para satın alıyorsunuz. Eğer enflasyonu düşürmüşseniz faizlerin de bunun tabii sonucu olarak kendiliğinden düşmesi gerekir. Madem ki, enflasyon yüksektir. Bizim hedefimiz; enflasyona ayak uydurabilecek bir zam almaktır.
Bir şeye daha dikkat etmek gerekir; seçimlerden sonra büyük zamlar gelecektir, kimse bunu gözden ırak tutmamalıdır. Bizim şimdi alacağımız ücret zammımız, seçimden sonra da bir dayanıklı olabilmelidir, bundan vazgeçemeyiz. Bu Sayın Ecevit’e zorluk çıkarmak değildir, hükümete zorluk çıkarmak değildir. Ben ANAP döneminde de, Sayın Demirel’in Başbakanlığı döneminde de bu mücadeleyi yaptım, 54 üncü hükümet döneminde mücadele yapmaya ihtiyaç kalmadı, çünkü işler normal yolunda yürüdü. 55 inci hükümet döneminde de gündemimizde toplu sözleşme yoktu; ama, o zaman da alabileceğimiz bazı şeyler vardı, fakat bizimkiler, maalesef “hükümete zorluk çıkarmayalım, destek veriyoruz” diye bazı şeyleri göz ardı ettiler.
Hatırlayacaksınız, Genel Başkan Sayın Meral ile DİSK Başkanına, zaman zaman da TİSK Başkanına hükümete destek soruldu; hep söyledikleri “biz, hükümete zorluk çıkarmak istemiyoruz.” Peki, desteğiniz devam ediyor mu? Hiçbir zaman “etmiyor” demediler. İşler düzgün gitmediği halde bunu demediler. Bu tutum, bana göre, temsil ettiğimiz kitlenin hakkını korumada bir gevşemedir.
Şunu üzülerek söylüyorum, son yıllarda sendikacılıkta ciddi bir gevşeme vardır diğer alanlarda olduğu gibi; tabiî, bu gevşeme, bu yumuşama, bizim hak alamama sıkıntımızı doğurmaktadır ve maalesef, bu gevşeme, bu yumuşama, demokrasiye gereği gibi sahip çıkamamamızı getirmektedir.
NECATİ ÇAVDAR - Efendim, demokrasi dedik de, geçenlerde, engin tecrübenizden ve siyasî geçmişinizden istifadeyle sormak istiyorum: Sayın Cumhurbaşkanımız “askerle mücadele eden seçimlerde hep mağlup olmuştur.” dedi. Ben de şöyle bir şey hatırlıyorum: 1960’larda -biz o zaman çocuktuk tabiî- deniyor ki: “Demokrat Partinin devamı AP’dir, AP gelirse iktidar verilmez, AP gelirse seçimler iptal olur. Hatta, seçim sistemiyle de oynayarak CHP’nin getirilmesi yönünde kararlar alınıyor.” Ama, buna rağmen, bu millet, AP’yi tek başına iktidar yaptı. 1971 muhtırasında en güçlü ses olarak ben Ecevit’i hatırlıyorum. Bu millet Ecevit’i, tarihi kişiliğine rağmen İnönü’yü devirmesine ve 1973’te de iyi bir sonucu elde etmesine sebep oldu. Daha sonraki mücadelesinde Sayın Demirel’i görüyoruz ve Özal’ın mücadelesi var, Kenan Paşanın çıkıp “buna vermeyin, şöyle olur böyle olur” demesine rağmen seçmen kendi bildiğine göre oy verdi.Yani, Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren’in söylediği o söz biraz ters işledi. Yani, buradan bir şeyler mi çıkarmak gerekir, Cumhurbaşkanımızın bunu dememesi lâzım. Ne dersiniz?MUSTAFA BAŞOĞLU - Benim şöyle bir zorluğum var; sorunuza cevap vereceğim; ama, zorluğum şu: Sayın Cumhurbaşkanıyla ilgili sorulara muhatap kaldığım zaman genelde şöyle yapıyorum: Sayın Cumhurbaşkanının sözlerini yorumlayıp eleştirmiyorum, kendi görüşlerimi söylüyorum. Şimdi arz edeceklerimi de lütfen bu ölçüde kabul edin.Bizim Sayın Demirel ile 1965 yılından beri ilişkilerimiz vardır, sendika başkanı olarak, Parti Genel Başkanım olarak, Başbakanlık döneminde ilişkilerimiz oldu, Cumhurbaşkanlığında da lütfetti 4 yıl kadar danışmanlık görevi yapmamı sağladı. TÜRK-İŞ Eğitim Sekreterliğim sırasında şunu gördüm, Sayın Demirel’in Başkanlığını beğenmeyenler, 12 Eylül sonrasında işçilerin O’nun Başbakanlığı döneminde altın çağını yaşadığını söylediler. Buna şahit oldum. Gerçekten O’nun başbakanlığında önemli gelişmelere şahit oldum; kalkınmada, gelir dağılımının düzgün yürümesinde, % 5-10 enflasyon ve % 7 civarında kalkınma sağlanmasında Sayın Demirel’in böyle bir geçmişi vardır. Yani haklar kısıtlanmamış, hak ve yürriyetlerin mücadelesi yapılmıştır.Önce şuna bakmak gerekir: Acaba, Türkiye'de Türk vatandaşlarının Türk Silahlı Kuvvetleriyle bir mücadelesi var mı? Ben böyle bir şey görmüyorum.NECATİ ÇAVDAR - Hiçbir zaman da olmamış.MUSTAFA BAŞOĞLU - Olması için bir sebep yok zaten. O halde, bu nereden çıkıyor?! Birileri, çıkıp birtakım ileri geri konuşmalar yapabilirler, yanlış şeyler de söyleyebilirler. Eğer bu söyledikleri suçsa devletin adlî mekanizması devreye girer, Türk Silahlı Kuvvetlerini rencide eden, herhangi bir komutanı rencide eden, Türk Silahlı Kuvvetlerinin gücünü rencide eden veya onu aşağılayıcı birtakım sözler söylenirse, normal olarak o adamların yakalanıp yargılanmaları ve cezalandırılmaları gerekir. Normal olarak yapılması gereken şey budur. Birisi “ben, Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarısını beğenmiyorum” gibi birtakım değerlendirmeler yapabilir. Bunlar, yine de o müessesenin manevî şahsiyetini rencide etmediği sürece, suç değilse yapacak bir şey yoktur. Türk Silahlı Kuvvetleriyle Türk Milletinin bir kavgası yoktur, olmamalıdır. Bulunduğumuz coğrafya, çok güçlü bir silahlı kuvvetlere ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Bu millet, zaten, başkalarına verdiğinden daha fazlasını ordusuna veriyor, bunu isteyerek, severek veriyor. Zaten kamuoyu yoklamalarında, Türk Silahlı Kuvvetlerine duyulan güvenin üst düzeylere çıkmasının sebebi bundan kaynaklanıyor. Siyasî olarak, yani bir yanda askerler bir yanda siviller diye bir kamuoyu yoklaması yapacak olsanız veya sorsanız ki, efendim, farz edelim, Genelkurmay Başkanının falan partinin başkanı olmasını ister misiniz diye, çok farklı sonuçlar alabilirsiniz. Ben de Türk Silahlı Kuvvetlerine sonuna kadar güvenen bir insanım, çok güçlü olmasını isteyen bir insanım. Bunu hep savundum. Savunmaya devam ediyorum.Eğer, bazı kimseler, askere atfen bazı sızlanmalarda bulunuyorsa, bu sızlanmaların kaynağına bakmak lâzım. Mesela, bazı gazetelerde, zaman zaman sizin gazetede de bazı haberler çıkıyor. Millî Güvenlik Dersine giren asker görevliler, öğretmenlerin başının örtülü olup olmadığına, öğrencilerin başlarının kapalı olup olmadığına bakıyorlarmış. Başların açılmazsa ders vermezlermiş. Bunlar söyleniyor. Bu tutuma aileler üzülüyor, niye böyle oluyor diye. Bu birinci noktadır.
İkinci nokta, bugünlerde gazetelerde ilanlar var bazı yerlere alınacak askerî öğrencilerle ilgili ilanlar. Mesela, en son ilanda irticayla ilgili bir ifade var. Kendisi, ailesi, annesi, babası, kardeşinin birtakım olaylara adının karışması halinde askeri okula alınmayacakları belirtiliyor. Bunun sebebini anlayamıyorum. Bir insan yanlış işler yapmış olabilir, ama çocuğunun bununla ilgisi neye göre kurulacak? Babasının suçundan dolayı çocuğunu yargılayıp mahkum etmek, hukuken mümkün değildir. Aksi halde büyük bir haksızlık olur. Bu çocuk çok zeki, çok da dürüst olabilir. Devlete çok iyi ve hayırlı hizmetler yapabilir. Onu ve devleti bundan mahrum etmemek gerekir. İnsanlar bunu okudukları zaman bundan farklı sonuçlar çıkarabilirler, acaba bu iş nereden kaynaklanıyor diyebilirler. Mesela, bu ilanı yorumlayan bir eski generalimiz -tabiî, ordu adına söylediği ne kadar geçerli, o ayrı bir konu- diyor ki: “Böylelikle orduya sızmalar önlenecektir”. Sızma dediği nedir; bazı çocuklarımız imam-hatip okulunun üçüncü sınıfından itibaren, normal liseye geçerek askerî okullara giriyorlarmış. O emekli paşa “zaman zaman bunlar dikkatten kaçtı, sızmalar oldu; bu sızmaları önlemek için bu tedbir alındı” demiş. Yani, bir çocuğun imam-hatip okulunda okuması ve orada İslamî terbiye alması, onun, devletin herhangi bir kademesinde görev almamasını gerektirecek sakınca sayılabilir mi? Bunu böyle söylediğiniz andan itibaren, İslamı, bir suç mekanizması, onları suça teşvik eden, onları kötülüğe teşvik eden bir olgu saymış oluyorsunuz. Buna kimsenin hakkı yoktur. Başörtüsü yasağı tartışması bu düşüncenin bir başka yönünü oluşturmaktadır.Geçenlerde sizin gazetede vardı, Bursa İdare Mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararı vermemesinde oradaki komutan ricada bulunmuş bu haber olarak gazetelerde yer alınca insanlar bunları okuyup, üzülüyorlar. Disiplinsizlik nedeniyle ordudan ihraç edilen kardeşlerimiz vardır. İhraç sebebi nedir bilemiyorum. Sadece zaman zaman gazetelerde ihraç edilenlerin yaptığı açıklamalar yer alıyor. Bu açıklamalarda: “Eşimizin başı örtülü olduğu için bize disiplin cezası verildi, ihraç edildik.” İnsanlar bunları okuyunca “acaba bizim ordumuzda niye bunlar oluyor?” üzülüyorlar. Bazı kimseler “başörtüsü yasağını askerler istiyor” diyorlar. Bu haberler de vatandaşları üzüyor.Bu haberlerin doğruluğu yanlışlığı bir tarafa, doğru olanı yanlış olanı vardır ama, bunlar milletimizin askeri olan sevgisini azaltmasa da içinde bir burukluk meydana getiriyor. Bunu ordu karşıtı göstermemek lâzım. Böyle bir ordu karşıtlığı olmaz. O kadar olmaz ki, milletimiz ordu ile bütünleşmiştir. Genç gazi kardeşlerimizin kiminin kolu yok, kiminin bacağı yok, kiminin gözü yok; televizyonlarda bunları görüyoruz; ama, gençlerimiz hâlâ, davullarla zurnalarla askere gidiyor ve giderlerken de zafer işareti yapıyorlar “gideceğiz, kökünü kazıyacağız” diyorlar.NECATİ ÇAVDAR - Dün Cebeci Askerî Şehitliğindeydik, şehit aileleri başörtülüydü, şehitleri ziyaret ediyorlardı. Şehitliğe giderken iyi ve muhterem insan, ama bu başörtülü kadın, çocuğunu okula gönderirken muhterem insan değil!..MUSTAFA BAŞOĞLU - Askere karşı diye sorduğunuz soru vardı; milletimizin askere karşı bir tarafı yok. Onu inciten şeylere de dikkat etmek lâzım. Yani, insanların kafasında birtakım istifhamlar meydana getirmemek lâzım. Galiba üç sene önceydi, bir subayımız, düğününe gidenlerden başı örtülü olanların kutlamalarını dışarıda kabul etmek zorunda kaldığı basında yer aldı. Bunlar, bizim milletimizin askere olan sevgisini azaltmaz, ama üzüntüsüne sebebiyet verir. Bir başka şey var, Resmî Gazetede bir yönetmelik yayımlandı, harp akademilerine alınacaklarda yeni birtakım şartlar getirilmiş, yönetmelikte deniliyor ki: “Sivil ve askerler için, eşi çağdaş görünümde olmalı -herhalde bu çağdaş görünümden başı açık olma kastediliyor- ilave olarak, öğrenim durumu ve genel kültürü bakımından eşine yardımcı nitelikte olmalıdır.”Bu nasıl olabilir, bunu kim tespit edecek?! Diyelim ki, siz yüzbaşısınız, evlendirdiler sizi, hanımınız ilkokul veya ortaokul mezunu, lise mezunu veya üniversite mezunu olabilir, ama üniversite mezunu olmasına rağmen genel kültürü bakımından kocasına yardımcı olamaz diye birisi rapor verirse ne olacak?! Böyle yaparsanız ne olur; hanımının yetenekli olmaması çok önemli değil, ama kendisi çok yetenekli bir insan olabilir, üstün zekalı bir insan olabilir, devlete çok büyük faydaları olacak ve büyük hizmetler yapacak insan olabilir; siz, hanımından dolayı onun önünü kesmiş olursunuz. Bunun devlete olumlu hiçbir katkısı olmaz.Siz, çok başarılı bir insansınız, ama hanımızın başı kapalı. Hanımınızın başının kapalı olması -devletle hiçbir ilgisi yok, devlette hiçbir görevi yok evde oturuyor- ama, başının örtülü olması sizin terfinize ve yükselmenize engel sayılırsa bunun haklı bir dayanağı olamaz.NECATİ ÇAVDAR - Memlekete hizmete engel...MUSTAFA BAŞOĞLU - Gayet tabi... O zaman da böyle bir tutumla çok önemli elemanları kaybetmiş oluyorsunuz. Devletin işinin çok muntazam bir şekilde görülmesi gerekir. Siz, bilgili insanları, evindeki hanımının başının örtülü olmasından dolayı harcıyorsunuz veya ilanda belirtildiği üzere, ailesinde amcası, kardeşi, kız kardeşi, herhangi birisi irticai faaliyete adı karıştığı veya haksız menfaat sağlamaya adı karışmışsa, bu yüzden çok büyük değerleri kaybetmiş olursunuz.Böyle bir karara varmadan önce, bunun, devlete ne kadar çok zararı olacağını düşünmek zorundasınız; çünkü, her insan aynı karaktere sahip değildir, her insan aynı zekaya sahip değildir. Bunları dışladığınız zaman bazı önemli değerleri dışlamış olursunuz. “Şimdi, askerle kimse mücadele etmesin” deniliyor. Tabiî kimse askerle mücadele etmesin, niye mücadele etsin; benim sürdürdüğüm bir mücadele yok. Bizim bilmediğimiz şeyler olabilir, birileri vardır da, böyle alttan alttan, gizli gizli askerle mücadele ediyordur; kim mücadele ediyorsa biz de onlarla mücadele ederiz. Özellikle seçim öncesinde bu tip söylentiler seçmenin kafasında bulanıklıklar meydana getirebilir veya vatandaşların “acaba,askere karşı bir düşmanlık mı var, bir grup mu var?” gibi şüpheler meydana getirebilir. Kendi açımdan ben bu manada bir değerlendirme yapmıyorum, değerlendirmenin de bu manada fayda olduğu kanaatinde değilim; ama, yine aynı noktaya geliyorum: Siviller, askerlerle olan ilişkilerine çok dikkat etmelidir. Yani, askerleri asker olarak kabul etmelidir, onların görevlerinin, vatanın ve milletin birlik ve bütünlüğünü koruma olduğunu bilmeleri gerekir. Onlara ilave görevler, yüklememelidirler. Yani, onlara başörtüsü sorununu çözme görevi yüklenmemelidir. Susurluk olayını çözün diye devreye sokulmamalıdır, mafya olayını çöz diye devreye sokmamalıdır; yani, sivillerin yapacağı işleri aynı zamanda asker de yapar diye devreye sokmamalıdır. Eğer her işi askere yaptıracaksak sivillere lüzum yok; o zaman Türkiye'de sivil hükümete de lüzum yoktur. Bakanlıklara, müsteşarlıklara ve genel müdürlüklere lüzum yok gibi bir sonuç çıkar.NECATİ ÇAVDAR - Ondan sonra çiftçiye kadar inersin...MUSTAFA BAŞOĞLU - Büyük bir gazetede yazı yazan, oldukça da kıdemli bir yazar, işi döndürmüş dolandırmış, neticede “arkadaş, siz iyi yapmazsanız askerler gelir”e getirip bağlamış. İşte benim kastettiğim siviller bunlar. Zaman zaman bir profesörden, bir doçentten, bir aydından bu lafları duyarsınız veya makalesinde okursunuz. Yani, asker, adeta, sivillerin üzerinde bir denetim mekanizması. “Bak bunlar sizi gözetliyorlar, yanlış yaparsanız tepenize binerler” gibi bir noktaya getiriliyor. Böyle bir anlayışla demokrasi falan olmaz. İnsanları korkutarak demokrasiyi yürütemezsiniz. Yasak koyarak da demokrasiyi zenginleştiremezsiniz.Askerlerle mücadele rey kaybettirir mi; bunu bilemiyorum. Askerlerle mücadele eden olduğunu görmüyorum ve böyle bir şeyi kabul etmiyorum. Sayın Cumhurbaşkanımız, bunu neye dayanarak söyledi bilemiyorum; ama, benim bildiğim Sayın Süleyman Demirel, yaklaşık yirmibeş yıldan fazla tanıdığım Sayın Süleyman Demirel, demokrattır “konuşan Türkiye” mücadelesi vermiştir, kalkınmacıdır, gelir dağılımında adaleti sağlamıştır, Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernleşmesini, çağa uygun teçhizata sahip olmasını savunan bir kimsedir. Peki bu sözler nereden kaynaklanıyor, onu bilemem. Sayın Cumhurbaşkanının konuşmasına bir yorum getirmek istemiyorum. Ben, o Yüksek Makama duyduğum saygı nedeniyle de bu tip tartışmalara girmeyi doğru bulmuyorum. Sizin gazetede çıktı, Sayın Cumhurbaşkanına Mekke’den bir mektup gönderdim, orada da bu konuya temas ettim.“Başörtüsü yasağı tartışması bin yıllık tarihimizde olmayan bir noktaya doğru itiliyor, asker-sivil güvensizliğine veya sivillerin askere karşı olduğu bir noktaya itilmek isteniyor, bu kasıtlı da olabilir. Dolayısıyla, herkes kendi noktasında durmalıdır. Şimdiye kadar zaten hep böyle durmuşuz. Hepimiz asker ocağından geldik geçtik. Yarın ihtiyaç olsa hepimiz yine asker ocağına koşarız. Askerimizle övünürüz. Askerlik görevi sıradan bir görev değil, kimse sıradan iş kabul etmemelidir. Asker dediğiniz andan itibaren, her an bir çatışmaya girebileceğinizi, her an hayatınızı kaybedebileceğinizi göze alarak bu kutsal görevi yapıyorsunuz. Bu herkesin yapabileceği bir iş değildir. Nitekim, bunun örneklerini görüyoruz. Genç genç kardeşlerimizin gidip vatan için, devlet için, millet için şehit olduklarını, sakat olduklarını görüyoruz.Şuna çok dikkat etmemiz gerekir bana göre: Şehitlik gibi çok üstün bir mertebeyi sıradan ölüm gibi kimse kimseye takdim etmemelidir; yani, bizim insanımız, askerde süngü takıp Allah Allah diyerek düşmanın üzerine yürüdüğü zaman “bunun sonucunda eğer şehit olursam Allah indinde diri kalırım” duygusuyla bunu yapıyor.Enteresan bir şey var, Genelkurmay Başkanlığı, geçenlerde 200 bin asker kaçağının olduğunu açıkladı, 200 bin insanımız askere gitmekten kaçıyor. Bunlar kimin oğludur bilemiyorum, ama herhangi bunlar, davullarla zurnalarla askere çocuk uğurlayanların çocukları değildir. Bu,Türkiye için büyük bir tehlikedir. Ne demek askerden kaçmak!.. O zaman, insanların manevî yönünü bu manada törpülemeyeceksiniz. İnsanları sadece bir maddî varlık olarak dikkate alıp, yiyen, içen, çiftleşen, döllenen, çocuk sahibi olan gibi bir noktada tutmayacaksınız. Bu, sadece insanların işi değil, hayvanı alırsınız yedirir içirirsiniz, onlar da doğurur, kendi nesillerini devam ettirirler, belli bir noktadan sonra da işe yaramaz olurlar; insan bu değil ki; insan, Allah'ın kendisine verdiği cevheri iyi işlediği zaman melek üstü olabilecek konumdadır, tersini yaptığı zaman hayvandan daha aşağı mertebeye düşebilir.; ama, tercih kendisinindir. İradesini hangi yönde kullanırsa oraya doğru kendini götürür. Allah, Adem’e can verip meleklerine de “siz buna secde edin” demek suretiyle insanı melek üstü bir konuma getirmiştir aynı zamanda. Hz. Adem meleklere secde etmiyor, aynı zamanda, Allah'a saygı olmak bakımından melekler, Hz. Adem’e secde ediyorlar. Melek olan secde etmeyince şeytan, iblis oluyor. Üstün makamlardan kovuluyor. İnsanımızı, bu gerçeklere göre yetiştirmemiz gerekir.NECATİ ÇAVDAR - Peki, bu değerler tehlike görürse ne olur?MUSTAFA BAŞOĞLU - Bu değerler tehlike görürse, bizim, vatandaş olarak, bir insan olarak, tehlikede olan bu değerleri tehlikeden kurtarmak gibi bir görevimiz var; yani, haksızlığa karşı direnme görevimiz var. Kurulu düzenin içerisinde kanunlara uymak suretiyle bu yaptığınız yanlıştır demek gibi görevimiz vardır.Biliyorsunuz, Kur’an’ı Kerim’de var, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak görevimizdir. Yani, dinî tebliğ etmek peygamberlerin görevidir, ama müminlerin de birbirlerine karşı ona uygun görevleri vardır. Birbirlerine İyiliği emredecekler, kötülükten alıkoyacaklardır. Zaten yaptığımız tartışama da bu. Sizinle geçen defa konuştuk, şimdi de konuşuyoruz ve hep bunu anlatmaya çalışıyoruz ki, İslamı dışlayarak, insanların inancını dışlayarak bir yere ulaşamazsınız. İnanmamış olabilirsiniz, buna itiraz etmiyorum. Mesela, geçenlerde bir yazar “ben Allah'a inanmıyorum” dedi, bugünlerde ona bir mektup yazacağım. “Allah'a niye inanmıyorsun!?” diye soracağım. İnanıp inanmaması beni ilgilendirmez, ben ona sadece bir uyarı mektubu yazacağım biraz önce söylediğim ilkeye sadık kalmak için. İyiliği, doğru yolu göstermek ve yanlışlıktan alıkoymak için.Türkiye'nin son zamanlarda modası, belki de bu seçimde en çok tartışma konusu olacak irtica. Biliyorsunuz, hükümet bu konuda bir genelge yayımladı...NECATİ ÇAVDAR - Bedüüzaman Hazretlerini, 1908 devriminden önce, İkinci Meşrutiyetten önce . . . .. orada çok güzel bir konuşma yaptı diyorlar.. . . . alkışlıyorlar, . . . daha sonra 31 Mart hadisesinde de, aynı şahsın orada konuştuğunda mülteci diye idamla yargılıyorlar. Daha sonra da aynı şeyler devam etti, Sayın Süleyman Demirel için de aynı şeyler söylendi “Bir ayağı Konya'da bir ayağı bilmem nerede, bu da mültecidir, ona güvenmeyin” dendi. Rahmetli Menderes’e dendi, bunu herkese söylediler. Bu irtica neyin nesi, kim içindir, irtica neyin kılıfıdır? Herkese deniyor...MUSTAFA BAŞOĞLU - İrtica, kelime manası geriye gidiştir, irtifa da yükseliştir. Son zamanlarda Türkiye'de irtica tehlikesi tartışması yapılıyor. Bu, devletin belgelerine geçti. Son olarak Başbakanın yayımladığı belgede de bu var, irtica tehlikesi. Şöyle deniyor: “Efendim, irtica yeni yeni toparlanıyor, Sayın Mesut Yılmaz’ın da söyleyişiyle bir süre örselendi, şimdi yeniden kendine çeki düzen veriyor; aman dikkat edin, bir daha başını kaldırırsa başa çıkamayız” gibi iddialar var. Devlet, bunu resmen genelgesine koymuş. Peki nedir irtica; geri gidiştir. Kim bunlar?NECATİ ÇAVDAR - Padişah taraftarları...MUSTAFA BAŞOĞLU - Ben, şu ana kadar, yazısıyla konuşmasıyla biz geriye gitmek istiyoruz, cumhuriyetten şikayetimiz vardır, demokrasiden şikayetimiz vardır, padişahlığı istiyoruz diyen kimseye rastlamadım eğer irtica ile bu kastediliyorsa. Kastedilen o değil Necati Bey, kimse kimseyi kandırmasın; kastedilen İslam’dır.Şimdi, bakın, 5 bin irticacı vakıf deniliyor; imam-hatip okulları irtica yuvası deniliyor, Kuran kursları irtica yuvası deniliyor. İddialar böyle sıralanıyor. İrticacı valiler deniliyor, irticacı kaymakamlar deniliyor, irticacı memurlar deniliyor. Kim bu irticacı memurlar; efendim, bir kaymakam bir bayanın elini sıkmadı mı irticacı oluyor!.. Sıksın ama, sıkmazsa neden irticacı olsun?... İslam’ın adı irtica olarak konulmak isteniliyor. Geçenlerde bunu bu şekilde söyledim, aynı şeyi ısrarla söylüyorum.Sadece mesele orada değil, İslam’a saldırı tek yönlü değil; Türkçe ezan denildi. Türkçe Kur’an, Türkçe ibadet, Türk İslamı denildi, bayanlara cenaze namazı denildi, bayanlar neden imam değil denildi, efendim Kur’an’ı niye kendi dilimizde okumayalım, Arapça’yla niye okuyalım denildi. Böyle sıraladığınız zaman irticacı vakıf, irticacı kaymakam, irticacı vali suçlamaları var. Bunların tümünü topladığınız zaman bu suçlamaların hedefi İslam’dır, inançtır. Açıktan kimse İslam’a saldıramıyor tabiî; açıktan saldırılırsa büyük gürültü çıkacaktır, bu yumuşatılmış, irtica kelimesinin arkasına gizlenmiş ve oradan sürekli olarak saldırı yapılıyor.Geçenlerde bir vesileyle bunu söyledim, Zahid Akman’ın programına telefonla katılmıştım. İrtica korkusuyla Türkiye seçime götürülüyor. Seçmenler tereddüt içerisindedir. Düşünün ki, bir yere gittiniz konuşma yapıyorsunuz, falan partinin adayısınız, diyorsunuz ki: “Eğer biz iktidara gelirsek, bu hiçbir hukukî dayanağı olmayan başörtüsü yasağını kaldıracağız.” Sizin rakibiniz ihbar edecektir “bak, geldi böyle konuştu, irtica propagandası yapıyor” diyecek veya bir başka yerde “biz iktidara geldiğimiz zaman, imam-hatip okullarındaki bu başörtüsü yasağı zulmünü ortadan kaldıracağız veya bunu şöyle yapacağız” yine irticacı olarak damga vurulacak. Siz geldiniz dediniz ki: “Biz, Anadolu basınının önünü açacağız veya İslam’a hizmet etmek isteyenlere, diğerlerinde olduğu gibi, onlara da kolaylık sağlayacağız.” Bunlar, adayların, birbirlerini irticacı olan-olmayan diye suçlamasına götürecektir, tıpkı eskiden komünist olan-olmayan, Atatürkçü olan-olmayan, laik olan-olmayan suçlamasına götürdüğü gibi. Hiçbir tehlike yokken, siz, adeta, rejimi tehlike içinde gösteriyorsunuz. Evvela, bunu yapanları uyarıyorum. Bu rejime dönük ciddi bir tehlike yok, bu rejim tehlikeyle karşı karşıya değil; çünkü, bu rejim, kendisini koruyacak mekanizmalara sahiptir. Anayasa Mahkemesi vardır görevini yapıyor, normal mahkemelerimiz vardır, savcılarımız vardır, çalışan Meclisimiz vardır, sendikalarımız vardır, üniversitelerimiz vardır; yani, bütünüyle demokrasi içinde oluşmuş kurumlarımız vardır. Bunların tümü de cumhuriyete ve demokrasiye bağlı olan kurumlardır. Bunların hiçbirisi, bu müesseseler yıkılsın istemiyor. Peki bu tehlike ne; bir görünmez, hayali tehlike bu. Bir zamanlar gazetelerde şöyle deniliyordu o 28 Şubat sürecinde: “Efendim, bir üst düzey askerî yetkilinin söylediğine göre...” Ben, buna, meçhul askerden haber alma diyordum. Böyle bir isim var mı, nerede vardır, belli değil; ama, siz, eğer, bir korkutma meydana getirmek istiyorsanız, böyle bir hayali olarak, meydanda olmayan birisi olarak “efendim, Genelkurmayda şöyle oldu, böyle oldu” diye bunu topluma yayıyorsunuz. Bunlar, biraz evvel konuştuğumuz noktaya geliyor; Allah Allah, acaba askerimiz böyle mi düşünüyor gibi tereddütler meydana getiriyor.Deminki sorunuzu da buraya bağlıyorum; bana göre, sivilden askere karşı bir tepki olmaz, olmamalıdır; ama, kimse, durup dururken de, bir asker düşmanlığı vardır diye bir şey ortaya atmamalıdır; yani, yok olan bir şeyi de varmış gibi göstermemelidir ve bu tip şeylerle de seçmenin düşüncesine bir gölge düşürmemelidir, bir korku meydana getirmemelidir. Acaba, reyimi falan partiye mi versem, filan partiye versem mi gibi tereddütleri meydana getirmemelidir. Herkes bu demokrasiyi başarıyor, bizim milletimiz de buna çok yatkın; ama, birileri, sanki, demokrasiyi bir şekilde hançerlemek gibi veya bizim istediğimiz parti iktidara gelmezse bunun önünü keselim gibi birtakım kaygılar taşıyorsa, bu kaygılar boşuna kaygılardır.Evvela insan şunu bilmek zorundadır: Niye İslam’dan korkuluyor, ben onu anlayamıyorum. Biraz önce söyledim, son din İslam; başkaları kendine göre din icat edebilir, ama Allah indinde din İslam’dır. Allah “dininizi tamamladım, size din olarak İslam’ı seçtim” diyor. Peki, içeriğine bakalım, acaba bu İslam denilen din “vurun, kırın, kimsenin malına mülküne bakmayın alın, her şey helaldir mi diyor; yoksa, adil olun, haklı olun, komşunuzun hakkına saygı duyun, kimsenin malına namusuna göz dikmeyin, kimsenin hakkına el uzatmayın, birbirinizle kardeş gibi geçinin, yetimin hakkını yemeyin, fakiri koruyun mu diyor! İslam’ın telkin ettiği genel kurallar bunlar. Şimdi çağımızda, bunlar, insan hakları olarak topluma takdim ediliyor. Yani, Batı bunu söylemiştir veya Birleşmiş Milletler beyannamesinde bunların bir kısmı değişik kelimelerle yer almıştır, bunlar çok üstün değerler olarak kabul ediliyor; ama, Kur’an’ı Kerim’de de bunlar üstün değerler olarak kabul ediliyor. Ama bazı kimseler onu irtica olarak kabul edip dışlamak istiyor.Peki, İslam’ın neyinden korkuyorsunuz?! “Doğru ölçün, doğru tartın” diyor. İşte ticarette adil ölçü... Bugün en çok şikayetçi olduğumuz şey başkasının hakkına tecavüzdür. Kur’an size: “kimse kimsenin hakkına göz dikmeyecek, başkasının hakkını yemeyin” diyor. Bunlardan niçin korkulsun?Bazı insanlar, inançsızlıklarını, irticanın, laikliğin, Atatürk'ün arkasına sığınarak topluma mal etmeye çalışıyorlar. İslam’dan korkulacak bir şey yoktur. Kaldı ki, şu husus dikkatten kaçıyor: Allah'ın muhatabı kişilerdir. Allah “ey insanlar, ey iman edenler” diyor. Ey askerler, ey sendikacılar, ey partiler demiyor; Allah'ın muhatabı tüzelkişiler değil, Allah'ın emirlerinin muhatabı, Allah'ın emirlerine ve yasaklarına uyup uymada muhatap doğrudan insanın kendisidir. “Uyarsan mükafatlandırırım, uymazsan cezalandırırım.” Mükafatı verecek olan da Allah, cezayı verecek olan da Allah. Orucunu tutmadın, tamam; Allah bunun cezasını verir veya vermez; oruç mu tuttun, tamam; Allah sana mükafatını verir. İslamiyette, kimse kimseyi zorla camiye sokmuyor, zorla onun malını al demiyor; herkes meşru yollardan kazanacaktır. Peki, İslam’dan niye korkuyorsunuz?! Bana göre esas sıkıntı burada, Türkiye bunu çözmek zorundadır. İslam’a karşı olanlar, neyine karşı olduklarını söylemek durumundadırlar ki, bilenler de “kardeşim, sen bunu yanlış düşünüyorsun” diyebilsinler. Hayali bir irtica korkusu gibi bir, hayali İslam korkusu yayılmak isteniyor. İslamî ölçülere uygun insan yetiştirmek, aynı zamanda insan haklarına saygı duyan insan yetiştirmek demektir. Çünkü İslam, temelde insanı ve haklarını hedef almıştır. Siz, bunu, İslam’ın dışında düşünemezsiniz. Bu insan hakları dediğinizin elli yüz senelik mazisi vardır, ama İslam, 1400 sene önceden bunları söyleyerek geliyor. Yozlaşmamış, bozulmamış hep aynı kurallar vardır. Ölçü olarak baktığınızda aynı şeyler vardır. Allah, kulları için kötülük istemez. Evvela bunda anlaşmak lâzımdır. Allah, kullarını cehennemde yakmak için yaratmadı. Çünkü Allah'ın ateşe ihtiyacı yoktur; Allah, cehennemin ateşinde ısınacak değil ki, kullarını da orada yakarak kendini ısıtsın. Okula gidip kaydoluyorsunuz, göreviniz derslere çalışıp sınıfı geçmektir. Bazıları birincilikle geçiyor, bazıları ikmale kalarak geçiyor, bazıları disipline uymayıp okuldan ihraç ediliyor. Bu da buna benzer. Yani, öbür dünyaya giderken bu dünyadan cennet veya cehennem için geçer belge alınır. Bu da, Allah'ın emirlerine uymak veya uymamakla oluyor. Allah'ın emirlerine uyarsanız zaten, insan haklarına kendiliğinden uyuyorsunuz demektir.İrtica diye ikide bir toplumun önüne getirilenin, bana göre, arkasında yatan budur. Üniversite öğrencilerini, siyasî partiler yanıltmışsa ve başörtüsünü takın diye onları kandırmışsa, o zaman soruyorum, peki, imam-hatip okulundaki çocukları kim nasıl kandırdı?! NECATİ ÇAVDAR - Tevhidi Tedrisata göre, onun yasalarına göre...MUSTAFA BAŞOĞLU - Yani, şimdi imam-hatip okuluna giden ortaokul, lise talebesinin başındaki örtü bir siyasî simge midir?! “Efendim, üniversiteye giden kızları kandırıyorlar, çünkü onların yurt sorunu vardır, burs sorunu vardır, o yüzden menfaat için böyle örtünüyorlar.” diyorlar. Buna nasıl bir kılıf bulunacak? Ortaokuldaki kızın yurt sorunu da burs sorunu da yok.NECATİ ÇAVDAR - İhraç kararıyla attığınız Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını kim kandırdı?!MUSTAFA BAŞOĞLU - Ben, iddiacıların iddialarının tutarsızlığını söylüyorum.Zonguldak-Ereğli’de imam-hatip okulundaki çocukların 50 tanesi okulu bırakmış. Bunların hepsi ailelerinin yanında yatıp kalkar, bunların bir yurt ve burs sorunu yok. Evde pişen tencereden yemeklerini yer ve okula giderler. Demek ki, mesele, üniversitelerdeki kızlar tarikatların adamlarıdır, falan partinin adamıdır, bunlar siyasî amaçla bunu takıyor iddiası boştur, bir kere bunu kabul etmek lâzım gelir.Şimdi çok daha tipik bir şey söyleyeceğim. Devlette çalışmak istiyorsanız bayan olarak, devlet size “başını açacaksın; ben sana ancak böyle iş veririm” diyor. Kabul ettik diyelim, beğenmezsen çalışmazsın. Siz devlette çalışıyorsunuz bay olarak, falan yerde şube müdürüsünüz, falan yerde polis, falan yerde memursunuz, yeteneklisinize göre, terfi etmeniz lâzım gelir. Evinizde de hanımınız var, devlet göreviyle hiç bir ilgisi yok. Sizin olumlu sicil alıp almamanız, hanımızın başının açık ve kapalı olmasına bağlanmazsa, bunu neye bağlayacağız?! Bu da mı siyasî simgedir?!Burada yapılan bir inanç düşmanlığıdır, bunu kimse gizlememeli. Hem de kanuna rağmen; çünkü, başörtüsünü yasak sayan kanun yok. Her defasında söylüyorum, tekrar söyleyeyim: İster Sayın Kemal Alemdaroğlu olsun, ister yardımcısı Sayın Nur Serter olsun, isterse Anayasa Mahkememizin eski Başkanı Sayın Yekta Güngör olsun, isterse YÖK Başkanı Sayın Kemal Gürüz olsun; gelsinler, bir yerde oturalım, onlar, bu yasağın kanunlara dayandığını söylesinler, ben de kanunlara dayanmadığını söyleyeyim, birileri de hakem olsun, hakemleri de onlar seçsinler. NECATİ ÇAVDAR - İstedikleri kararları çıkarsınlar...MUSTAFA BAŞOĞLU - Bu, yasak kanunsuzdur. Anayasamızın 2 nci maddesine göre cumhuriyetimiz, demokratik olacak, laik olacak, sosyal ve hukuk devleti olacak. Siz laikliğe sahip çıkıyorsunuz, hepimiz savunuyoruz laikliği. Ben laikliğe karşı değilim, laikliği biz de savunuyoruz, diyoruz ki, laiklik, herkesin kendi inancına göre davranabilmelisidir. Devlet yönetimini yürütürken devletin kanununa göre muamele yapılmalıdır. Kanunları çıkaranlar böyle çıkarmışlardır, yani siz, hırsızlık suçuna Kur’an’ı Kerim’in ahkamına göre değil, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre yargılayıp ceza veriyorsunuz; tamam, buna kimsenin ve benim bir itirazım yok. Eğer bu ölçülerde kalıyorsanız kimsenin buna bir itirazı olmamalı. Ama, siz, laikliği, dinsizlik olarak alıyorsanız, onu dine karşı gösteriyorsanız, bunu kendinize bir din gibi kabul ediyorsanız böyle kabul edin, ona da itiraz etmiyorum. Siz, dininizi laiklik yapın; ama, benim dinim İslam, o zaman benimkine niye karışıyorsunuz?! Ben size karışmıyorum. Bir adam Allah'a inanmıyorum diyorsa, inanmıyordur, benim, onu zorla Allah'a inandırmak gibi bir görevim yok. Bana sorarsa “Allah'a inanayım mı, ne diyorsun” diye, ben ona inan derim “Allah var mı” derse, ona ispat ederim. Evvela kendine bak, kendi oluşumuna bir bak; böyle bir güç olup olmadığını anlarsın gözlerin görüyorsa inanır, görmüyorsan inanmazsın, inanmıyorsan da inanma kardeşim; ben inanıyorum. Laiklikte ölçü veya hoşgörü denilen şey, herkes kendi inancına göre davranabilmesidir. Adam istiyorsa camiye, istiyorsa kiliseye ve ikine de gitmesin. Beni bu ilgilendirmiyor; çünkü, kiliseye gitmesinden dolayı bana hesap verecek değil, ben de camiye gittiğim için ona hesap verecek değilim. Netice kişinin, Allah'ın koyduğu kaideye uyup uymamasıdır.Başörtüsü yasağı Türkiye'nin en önemli sorunu derken şunu kastediyorum: Hükümet kurulmadan evvel burada basın toplantısında söyledim. Bana göre hükümet nasıl olsa kurulur, ama Başörtüsü Yasağı, toplumu kemiriyor. Aile içinde kavgaya sebep oluyor, anneler babalar “kızım, bak sana bu kadar emek verdim, aç başını okulunu bitir” diyor. Öğretmenle öğrenci arasında, öğretmenle idare arasında, hakimle avukat arasında, amirle memur arasında, öğretim üyesiyle öğrenci arasında, öğretim üyelerinin kendi aralarında, öğretim üyeleri ile idare arasında, karı-koca arasında tartışmalara, huzursuzluklara yolaçıyor.. Ailede kavga var, diyor ki: “Senin başının kapalılığı benim bu sene terfime mani oldu; hanım, şu başını açmadın, açsaydın ne olurdu?” Korkarım ki, bu boşanmalara da sebep olur. Bizim, bu topraklarda güçlü bir devlet olarak kalmamız gerekir, gücümüz var Allah'a şükür, bu gücümüzü korumamız, birbirimizi kabullenmemize, birbirimize haksızlık yapmamamıza, inançlarımızdan dolayı birbirimize buğuz etmememize bağlıdır. Yani, camiye gitmeyen, gideni düşman görmemelidir; giden de gitmeyeni hor görmemelidir.Prof. Dr. Nur Sertel’in sizin gazetede çıkan konuşmasını okudum. “Efendim, zamanında bunlar laik kesime çok saldırdılar da, işte biz de şimdi...” yani, bu yasak adeta bir intikam almaya dönüşmüş.. Nur Hanımın söylediğinden ben bu manayı çıkarıyorum. “Zamanında onlar, laik kesim bize...” diyor, laik kesim falan yok; yani, ne laik kesim, ne şeriatçı kesim diye ayrım olamaz. İnsanlar var, bu insanlardan Allah'a inananlar var, inanmayanlar var; ibadetini yapanlar var yapmayanlar var. Onun için, toplumu kesin çizgilerle birbirlerine karşı gösterip ayırmamak lâzım.Millet olarak gücümüzü korumamızın şart, birbirimizi daha çok sevmemize bağlıdır, birbirimizi daha çok kabullenmemize bağlıdır. Biraz önceki sorunuzda asker-sivil meselesini konuştuk. Bu başörtüsü tartışması öyle bir hale geldi ki, ondan dolayı adeta asker-sivil arasında bir soğukluğa yolaçıyor. Ben, Mekke’den Sayın Cumhurbaşkanına gönderdiğim mektupta bu konuya da temas ettim. Düşüncemi bu vesileyle tekrar ediyorum. Bana göre, Sayın Cumhurbaşkanımız, bu işe, başörtüsü tartışmasına mutlaka el atmalıdır. Ülkenin birliğinin, bütünlüğünün ve kardeşliğinin pekişmesi bakımından esasen bu, O’nun Anayasa görevidir bana göre, Müslüman olmanın, Müslüman bir aileden gelmenin ötesinde, zamanında Başbakan iken yaptığı hizmetlerin bir devamı olarak buna el atması lâzım gelir. Belki bazı kimseler bilmez, gençler bilmez, mesela Sayın Süleyman Demirel, Başbakan iken, camiye giden ve Cuma Namazı kılan ilk Başbakandı. Bundan dolayı yer yerinden oynamıştı. Zamanında Başbakan Sayın Süleyman Demirel “bu topraklarda yaşayan her müslüman alnını gere gere ben Müslümanım diyebilmelidir” diyen insandır.
Biraz önce siz söylediniz, bugün irticacılık, gericilik sözleri zamanında Sayın Süleyman Demirel için de söylenmişti, mesela Rahmetli İnönü; “Bu hükümetin bir ayağı Konya'da irticaya dayanır” demişti Sayın Demirel Hükümeti için... Kim İslam’ı içine sindirmişse ve bu biraz ön plana çıkmışsa hep gerici damgası yemiştir, irticacı damgası yemiştir; bu, ülkemizde bitmeyen bir kavga haline getirilmiştir.
Bir şey yaptığınız zaman bunun ya size faydası olmalı ya ailenize faydası olmalı ya temsil ettiğiniz kitleye faydası olmalı ya da millete faydası olmalı. Şimdi bu olanları, başörtüsü yasağını değerlendirelim. Başörtüsü yasağı koyuyorsunuz, bunun bir şeye faydası olmalıdır, bakalım neye faydası var bunun; hiçbir şeye faydası yok. Neye zararı var; birçok şeye zararı vardır. O halde zarardan fayda çıkar mı? Efendim, biz, insanların başını açtıracağız, çünkü rejimi böyle koruyacağız diyorsanız, peki başı kapalı olan erkeklere ne yapacaksınız?! Eğer, siz “başı örtülü olanlar irticayı savunuyor, bunlar devletin rejimine karşıdır” diyorsanız, erkeklerin başı açık ve bunlar da üniversiteye gidiyor. Peki, onların kafasındakini nasıl yokedeceksiniz, yokedemiyorsunuz. O kadar yokedemiyorsunuz ki, geçenlerde bir televizyon programında Prof. Nur Hanıma bir öğrenci şunu söyledi: “Benim başımdaki örtüyü açtırdınız, ama beynimdeki örtüyü açamadınız, beynimdeki iman örtüsünü kaldıramadınız”. Anlayan için bu çok önemli bir uyarı. Geçenlerde Sayın Kemal Gürüz “telkinle çoğu öğrenci başını açtı” dedi. İnsanlara neyi telkin ettiniz? Başını açmasını telkin ettiniz. Niye? Başını açmazsan okuyamazsın diye korkuttunuz. O halde bu telkin değil, korkutmadır. Açmayanı cezalandırıyorsunuz. Böyle telkin olur mu? Bakın nasıl bir ceza veriliyor!..
Okula sokmuyorlar. Anayasanın açık hükmüne rağmen eğitiminden alıkoyuyorlar, eğitim hakkını zorla ve kanuna aykırı olarak elinden alıyorlar. Bununla onun cahil kalmasına, yani yeteri kadar bilgilenmemesine sebep oluyorlar. Okula alınmayanların çok iyi yetenekleri olabilir, bu yasak, onun yeteneklerinden yararlanılmamasına sebep oluyor. Bununla ona hayatı boyunca ceza veriyorsunuz. Peki neye rağmen bu cezayı veriyorsunuz; başını örtmesini suç sayarak... İster müslüman ister hristiyan olsun hiçbir inanç sisteminde, hiçbir insani anlayışta böyle suç ve ceza olmaz.
“Efendim insanlar başını açsa ne olur?” denilebilecek basit bir konu mudur? Yoksa, bu, İslam’a inananlar için dinî bir vecibe midir? Kur’an-ı Kerim’e dayanan, ondan kaynaklanan dinî bir vecibe midir? Peygamber Efendimizin hadislerine göre dinî vecibe midir? Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun kararına göre dinî vecibe midir? Bu soruların cevabı çok açık ve nettir: Başörtüsü İslam dinine göre dini bir vecibedir.
NECATİ ÇAVDAR - Türkiye'deki bu konuda en yüksek otoriteye göre böyledir.
MUSTAFA BAŞOĞLU - İslami konularda kendine göre en geniş düşünen, ismini vermemde de sakınca yok, kendine göre, eskiyi silip yerine yeni anlayışlar koymaya çalışan Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e göre bile bu bir dinî vecibedir, kitabında böyle yazıyor. Hıristiyan inancında olanlardan bazıları boyunlarına haç takarlar. Gazeteci merhum Yavuz Gökmen’in cenazesiyle, mezarlığa kadar gittim, baktım orada bir bayan duruyor, boynunda haç var, görünüyor, bunu takmış; benim buna yapacak bir şeyim yok. Eski filmlere bakın, Batılının giyimi bizim İslami giyimimiz kuşamımız gibi. Rahibelere bakın, müslüman hanımlardan daha koyu, daha sıkı tesettür giyimlidirler.
Şimdi, siz rahibe olursanız Türkiye'de saçınızı kapatabilirsiniz, siyah elbise giyebilirsiniz, size kimse karışmıyor; ama, eğer, Müslümansanız, İslam’a inanıyor, ona göre giyinmek istiyorsanız, buna izin verilmiyor, yasak konuluyor. O halde burada yasak örtüye değil, onun kaynaklandığı, dayandığı inanca konuluyor demektir.
Peki, eğer başörtüsü ile laiklik ihlal ediliyorsa, bunu Hıristiyan vatandaşlarımız da ihlal ediyor, Fener Patriği Bartelamos’un asası var, boynunda koca bir madalyonu var, başında ismini bilemediğim fes veya şapkası vardır. Kendi inancına göre giyiniyor, geliyor kamu kuruluşlarına giriyor. İlgililerle görüşüyor, toplantılara katılıyor, Başbakanın yanına çıkıyor, devlet yetükilileriyle konuşuyor, vilayete girip çıkıyor; kimse, ona, senin bu kıyafetin kanuna, laik anlayışa aykırıdır demiyor. Çünkü, o, inancının gereği öyle giyinmek zorundadır.
Peki, bizim Diyanet İşleri Başkanı, cübbesiyle sokakta gezse, herkes, ne oluyor diye garip garip bakar. Mesela papazlar kendi kıyafetleriyle gezer, bizim din adamları cübbeleriyle sokakta gezse bu laikliğe aykırıdır diye hücuma uğrar, eleştirilirler. Belki de “Kahrolsun şeriat!” eylemleri yapılır. Oysa her iki giyim biçimi, dini inanca dayanır. Başörtüsü İslami bir vecibedir. Dileyen uyar, dileyen uymaz. Kimse kimseyi başını açmaya veya kapatmaya zorlayamaz. Bununla ilgili kanun ve yasak koyamaz. İnsan haklarına saygılı olanlar, bu iddialarında samimi iseler, bu dini vecibeye saygı duymaları gerekir.
Bunu, rejimi yıkma tehlikesi olarak görmemeleri gerekir. Doğu ve Güneydoğu yörelerimizde erkekler, sıcaktan, tozdan ve soğuktan korunmak için başlarını örterler. O halde bunu da rejime karşı kabul etmek gerekir.
NECATİ ÇAVDAR - O zaman, bu, bayanlar üzerinde bir sadizm mi, egonun tatmini şeklinde midir, nedir yani?
MUSTAFA BAŞOĞLU - Hayır; bana göre mesele şu: Bayanların başını açtırmak isteyenler sanki, İslam’a dönük bir zafer kazandıklarını sanıyorlar. Ben bu yasağa başka türlü bir anlam veremiyorum.
Bazı kimseler, ne kadar çok bayanın başını açtırırsak, o kadar çok başarı elde edeceklerini sanıyorlar. Neye karşı? İslam’a karşı... Ben bu zorlamaya başka bir anlam veremiyorum, yasağı baş türlü yorumlayamıyorum.
Prof. Sayın Nur Serter, başı açık, saygı duyarım, O’nun bu tutumu beni ilgilendirmiyor, O tercihini böyle kullanıyor; ama, üniversitede başı kapalı bir öğretim üyesi bulamazsınız, Bir öğrenci bulamazsınız. Başını örtmeme yasağı, hem öğretim üyesini, hem de öğrencileri kapsıyor. Başını açmak hak, kapatmak suç... Çünkü baş örtmek, başörtüsü dini simge sayılıyor ve bu laikliğe ve Atatürk ilkelerine karşı isyan, başkaldırı kabul ediliyor. Bu çok haksız ve dayanıksız bir iddiadır.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılan müzakereleri okudum, orada, cumhuriyeti kuranların söyledikleri, mesela merhum İsmet Paşa Başbakan olarak, Şeriye Vekaleti’nin kaldırılması tartışılırken, “biz kanunu kaldırıyoruz, bu insanların inancına zarar verir” sözlerine karşı diyor ki: “Hayır; Bu konuda endişeye mahal yok İslami Kurallar bugün nasıl uygulanıyorsa, gelecekte de aynen uygulanacaktır.” Yani, cumhuriyeti kuranların, iddia edildiği gibi doğrudan dine karşı bir müdahalesi yok. Çıkardıkları kanunda aydın din adamları yetiştirmek üzere Millî Eğitim Bakanlığına görev veriliyor. Dinî alanda bir boşluk kalmasın diye. Sonra uygulayıcılar bunu amacından saptırıyorlar. O ayrı bir inceleme ve tartışma konusudur.
İşin dikkat çekici yanı, Atatürk’ün tutumudur. Atatürk'ün eşi Latife Hanımla çekilmiş fotoğrafları var. Merhum Latife Hanım, tam bir İslami giyim içerisindedir. Latife Hanım’ın, sadece yüzü ve elleri açık, ayaklarına kadar kapalı, çorapları siyah renkte. Bir yanında Atatürk var bir yanında İnönü var. Bu tablonun yanında ben de fotoğraf çektirdim.
Atatürk'ün tesettürle ilgili söyledikleri var. Bugün Atatürkçü geçinenlerin ve Atatürk’ü tesettüre karşı gösterenlerin tam aksini söylemiş. Atatürk’ün sözleri özetle şöyledir:
“Hanımlarımız İslamî tesettüre riayet ederlerse, ama aynı zamanda sanatta, edebiyatta toplum içinde bulunurlarsa bu iftihar edilecek bir şeydir.”
Yani, Atatürk “hanımlarımız başını açsın, veya başlarını kapatsın” dememiş, diye bir emri yok. Kaldı ki, burada önemli olan şu: Dine karşı kin emir verirse versin,anne baba da dahil böyle bir emre uymak mecburiyeti yoktur. Eğer emir, dinî görevimi yerine getirmemek için verilmişse, insanların böyle bir emre uymak mecburiyetleri yoktur. Çünkü, dinî emirlerden dolayı insanlar Allah'a karşı sorumludur. Emirlere uymak ya da uymamaktan dolayı hüküm, Allah’a aittir.“
Burada sendikada çalışanlara “hepiniz başınızı kapatacaksınız” diye talimat versem, çalışanların buna uymamak hakları vardır “hepiniz açacaksınız” desem, yine bu talimata uymamak hakları vardır. Talimatı alanlar bana diyebilir ki, “Başkan kusura bakma, ben burada çalışıyorum, belirli bir iş yapıyorum, ondan dolayı yani işimden dolayı sana sorumluyum. Başımı açmak veya kapatmaktan dolayı sana karşı sorumlu değilim.” Mesela bizim burada çalışıp, Cuma Namazına gidenler var, gitmeyenler var; oruç tutanlar var, tutmayanlar var. Kimseye bu konularda zorlama yapmıyoruz. Yani zorla oruç tutturmuyor, oruç tutmuyor diye de kimseye ceza vermiyoruz. Mesela, burada yirmi senedir çalışan başı açık olan bir bayan var. Bugüne kadar, hiçbir gün, “senin başın niye kapalı değildir” diye sormadım. Çalışalarımıza zam verirken, haklarını düzenlerken dini vecibelerini yerine getirip getirmediklerine bakmıyor, onu ölçü almıyoruz. İnsanlar kendi anlayışına göre başını örter veya açar.
Başörtüsü yasağını savunanlar, Atatürkçülüğü bu işin bir kılıfı, dayanağı ve desteği yapmak istiyorlar. Oradaki tehlike şudur: Bana göre samimi olmayan bu Atatürkçüler, Atatürk’ü İslami inançla ters düşürüyorlar. Başörtüsü Atatürkçülüğe aykırıdır dediğiniz zaman, Atatürk’ü dine, dini vecibeye karşı bir konuma sokarsınız, buna kimsenin hakkı yoktur.
NECATİ ÇAVDAR - Zaten Atatürkçüyüm diyenler şu günde, eski solcular ve kesinlikle Atatürk'e burjuva devrimcisi diyenler, şu andaki sözcüleri onlar.
MUSTAFA BAŞOĞLU - Tamam, yüzde yüz haklısınız; bunlar, zamanında Atatürk’ü dışlayan, Atatürk’ü horlayan kimselerdi, sonra biz yanlış yapıyoruz, deyip, bugün Atatürk'ün arkasına sığınarak amaca ulaşmak istiyorlar. Laikliği de öyle kullanmak istiyorlar. Demek istediğim şu: görünürde Atatürkçüyüm diyen bazı kimseler, Atatürk’ü toplumun inançlarıyla ters düşürüyorlar. Atatürk'ün bütün konuşmalarında “millet” sözü, “millete güven, millete saygı” hep ön plandadır. Dikkat edin, Atatürk, elinde bastonuyla sokakları geziyor, kahvelere gidiyor, halkın içine giriyor, traktörünü kullanıyor, köye gidiyor. Gerçek olan şu; Atatürk halkıyla bütünleşmiş bir insandır. Bu anlayışta olan Atatürk’ü -bu da bilerek yapılıyor- dine karşı göstererek toplumla ters düşürüyorsunuz. Bu sayede amacınıza ulaşmak istiyorsunuz. Bunlar takıyyeci Atatürkçülerdir. Bunu sırf kendi tezlerini haklı çıkarmak için yapıyorlar. Laikliği de böyle kullanıyorlar. Atatürk'ün laiklik ile ilgili söyledikleri vardır. O’nun düşüncelerinden, bugünkü Atatürkçülerin ileri sürdükleri sonucu çıkarmak mümkün değildir. Kaldı ki laikliğin dünyada uygulamaları vardır.
Laiklik, prensip olarak, devlet yönetimiyle dinî kuralların birbirinden ayrılmasıdır. Kral ile kilisenin uzlaşmasıdır. Bizim geçmişimizde böyle bir uzlaşmaya ihtiyaç hissedilmemiştir. Çünkü cami, kilise gibi davranmamış, güç bende iddiasında bulunmamıştır. Kilise istediğinin başına taç koymuş, istemediğinden onu geri almış, istediğini aforoz ederek, dinsiz ilan etmiş, istediğini cennete koymuş, istemediğini cehennemde yollamıştır. Kiliseye gittiğiniz zaman hücreler vardır, bir tarafta papaz vardır, bir tarafta günah işleyenler vardır, kişi gelir anlatır, günahını itiraf eder, papaz da kendine göre onu affeder... Nasıl oluyorsa bu!.. İslam bu anlayışı reddeder. Onun için Allah adına hüküm veren ruhban sınıf İslam’da yoktur.
İslamî geleneğimizde, padişah-Şeyhülislam, imam kavgası yoktur. Cami-imam kavgası yoktur. Kral-kilise uzlaşması olan laik anlayışın dayandığı temel, bizim geçmişimize uymuyor. Kral demiş ki: “Devleti ben idare ederim, kiliseyi sen idare edersin. Sana arsa veriyorum, dinî okulları sana veriyorum, okullarda din derslerinin programını sana veriyorum, sana vergi de veriyorum. Al arkadaş, sen misyoner bul, dünyanın neresine gidersen git, dinî yay; ama, beni aforoz edemezsin, devletin yönetimini benimle bölüşemezsin.” Kilise bunu kabul etmiş ve uzlaşmışlar, anlaşmışlar.
Geçen sene Sofya’ya gittim, bizi bir kiliseye götürdüler, orada iki koltuk yan yana duruyordu. Sebebini sordum. “Koltuklardan birisi kardinalin birisi de kralın” dediler, Birinci koltukta kardinal, yanındaki koltukta da kral oturuyormuş. İşte bu iki koltuk sahibi, o zaman sonuçta uzlaşmışlar. Kendi aralarında görev bölümü yapmışlar.
Bizim geçmişimizde böyle bir kavgamız, uygulamada olmadı. Buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, temel ilke olarak laikliği kabul etmiştir. Yani devlet yönetiminde dini kurallar değil, meclisin kabul ettiği kanunlar esas olacak. Devletin işleyişi, bu ilkeye göre yürütülecektir.
Bu anlayış bugün başörtüsü yasağının temeli ve bir bakıma din düşmanlığına dönüştürülmek isteniyor. “Senin başını örtmen dini vecibesi, laikliğe aykırıdır.” Kuralına çevrilmek isteniliyor.
Ben, gerçekten bundan hem üzülüyorum hem de utanıyorum: Devlet adına yetki kullananlar, imam-hatip okullarının önüne giderek, küçük çocuklara daha bu yaşında adeta avlar gibi arabalara doldurup götürüyorlar. Bana göre bunun haklı hiçbir izahı olamaz. Hiç kimse, buna, doğrudur ve adildir diyemez. Bunu laikliğin gereği olarak savunamaz. Çünkü laiklik ilkesinde uzlaşan ülkelerin hiçbirisinde böyle bir uygulama olmadı, olmuyor... Türkiye bu haksız ve anlamsız başörtüsü yasağını bitirerek, bu sayede kişiler devlet idaresiyle daha çok barışık hale getirilmelidir. Ülkenin birliğine, bütünlüğüne silah çekenlere affın düşünüldüğü bir ortamda, dini inancından dolayı cezalandırılıp, eğitim hakları elinden alınanlar affedilmeyip, cezalandırılmalarının haklılığını kimse izah edemez.
Burada devlet adına milletin verdiği yetkiyi kullananlar, kendi kararlarına ve tutumlarına dönüp bakmaları gerekir. Çünkü milletin verdiği yetkiyi, millete karşı kullanmaya kimsenin hakkı yoktur. Hiç kimse, ben, devletin bana verdiği yetkiyi kullanıyorum, herkes benim emrime uymak zorundadır diyemez. Kullanılan yetki kanunlara uymalıdır. Yani ne vali ne kaymakam, ne bakan, ne hakim ne savcı devlet adına kim yetki kullanıyorsa, bunu mutlaka hukuka uygun kullanmalıdır. Buna göre vali, müdür, kaymakam, müsteşar yetkileri bellidir. Birisi kalkıp da, illa bana başını açacaksın veya dayatmada bulunamaz. Bilhassa inançtan kaynaklanan konuları ortadan kaldıramaz. İnsanın inancına göre davranmasını elinden alamaz. Buna yetkisi yoktur. Bütün inanç kavgaları ve mücadeleleri hep bu temel üzerine kurulmuş, bu temel üzerinde sürdürülmüştür. Düşünün insanlar inançlarından dolayı ta, Trabzon’un dağlarına kilise yapmışlar, oraya sığınmışlar. Kayalıklarda kendilerine inançlarını yaşayabilecekleri yerler yapmışlar. Kimi yerde yerüstünde kimi yerde yeraltında ibadet yerleri yapmışlar. İnançlarından dolayı işkenceye uğramışlar, engizisyon mahkemelerinde ölüme mahkum edilmişler, yurtlarından kovulmuşlar, işlerini kaybetmişler...
“Kardeşim, benim inancımın sana bir zararı var mı; yok, beni kendi halime bırak. Ben senin inançsızlığına karışmıyorsam, sen de benim inancıma karışma!.. İşte bu uzlaşma noktasıdır.
Şunu söylemek zorundayım, bana göre, siz, gazete olarak önemli bir iş yapıyor, önemli bir görevi yerine getiriyorsunuz. Sayın Mesut Yılmaz, bu seçim propagandasını “İrtica tehlikesi var” diyerek açtı. “Sessizlerin sesini duyuyorum” dedi; iyi ama, sesi çıkanların feryadını duymadı. Üniversite önlerinde bağıran kızcağızların sesini duymak, ona çözüm bulmak gerekir. İmam-hatip okullarının önünde başlarını açmamalarından dolayı ağlayan çocukların feryadını duymak, ona çözüm bulmak önemlidir. Onların anne ve babalarının sızlanmalarını duymak önemlidir. Bu sızlanmaları anlamak önemlidir. Onun için sessizliğin sesini gazetelere ilan vererek duymak yetmez, çözüm bulmak gerekir. Yani siz gazete olarak bu haklı sesi duyuyorsunuz. Bu çok önemli ve kutsal bir iştir. Şüphesiz, bu haklı mücadeleye, çok önemli bir katkıdır. Herkes kanunlara uymak suretiyle, direnme ve mücadele hakkını kullanmalıdır. Eğer bu yapılamazsa, gerçek demokratik hak arama yolları açılmaz, kapanır.
Bakın demokrasi Türkiye’de bunca zamandır niye oturmuyor? Çünkü bunun için mücadele gereği gibi yapılmıyor. Zaman zaman söylenen ve yazılan İngiltere’de Magna Carta’nın - 1215’de kabul edilmiştir. Bu kralın yetkilerine belli sınırlamalar getirmiştir.Bizde genel olarak aynı amaçla Sened-i İttifak yapılmıştır. İngiltere’de parlamento kralın yetkilerini sınırlamış, vergi koyma hakkı almıştır. Krala sen boyna halktan vergi topluyorsun ama, vergileri rasgele kullanıyorsun.Bundan sonra vergiyi ancak parlamento karar verirse toplayabilirsin. Nereye kullandığını denetlerim demiş. Kral, verilen vergi yeterli bulmamış, parlamentodan yeniden vergi istemiş, parlamento reddetmiş. Kral parlamentoyu feshetmiş, yeni parlamentoyu kurmuş.,o da vermemiş,bunu üç defa tekrarlamış ve sonra kral parlamentoyla uzlaşmak zorunda kalmış.Hatta kralın vekili Edinburg Dükü’nü parlamento yargılamış. Dük, “ben kralın emrini yerine getirdim” demiş ama, “bu bizi ilgilendirmez, o seninle kral arasındaki meseledir” demiş ve Dük’ü idama mahkum etmiş. Kral bu karara boyun eğmiş, Dük’e sahip çıkmamış.İşte bu mücadele ve gelişmeler Anayasa olmamasına rağmen, İngiltere’yi demokrasinin beşiği haline getirmliştir.Türkiye’de haksızlığa karşı direnme,inanç ,anlayış ve mücadele gelişmemiştir. Bunun sonunda ne yaparsak doğrudur anlayışı yerleşmiştir. Bu anlayışın değişmesi lâzımdı.Bursa’da bana göre çok önemli bir mücadele veriliyor. Üniversitedeki kızlarımız da çok önemli bir mücadele yürütüyorlar. Efendim şu kadarı başını açtı, şu kadarı kaldı, onbin kişiden dokuz bini başını açtı, kazandık diyenler şunu bilmeli,bir kişi bile kalsa, bu çok önemli bir dayanaktır. Yasağı savunanlar, bundan sonra hakkı kabul etmek zorunda kalacaklardır. Artık daha fazla ileri gidemeezler, çünkü kullanabilecekleri bütün kozları kullandılar. 18-20 yaşında bir kız üniversitenin kapısından içeri sokulmuyor, polisle karşı karşıya getiriliyor, aile baskısıyla, çevre baskısıyla okulunu bitirmek için başını açmak mecburiyetinde kalıyor. Birileri bunu zafer kabul ediyor. “Bak ikna ettik, başını açtırdık, biz galibiz” deyip, seviniyorlar. Bunu zafer kabul edip, kutluyorlar. Bir kere bu mücadele, eşit şartlarda yapılmıyor. Zira, sende olan yetki onda yok. Sen kapıyı kapatıp, onu zor kullanarak içeri sokmayınca, o kapıyı açma gücüne sahip değil. İçeri giremiyor, kapıyı kapatıyor, onu dışarda bırakıyorsun. Sınıftan atıyor, onurunu incitiyorsun. Bu haksızlığa karşı mücadele edemiyor, karşısına polisi çıkarıyorsun. Ceza verip, üniversiteden uzaklaştırıyor, haklılığını isbatlayan mahkeme kararını uygulamıyorsun. Kanunsuzluğa karşı çıkan Yozgat Cumhuriyet Başsavcısına ödül yerine ceza verildi. Rektörün koyduğu yasağın kanunda yeri olmadığı için açtığı davadan dolayı Cumhuriyet Başsavcısı cezalandırıldı. Cumhuriyet savcılarının görevi Cumhuriyet kanunlarının uygulanmasını sağlamaktır. Görevini yapana ödül yerine ceza vermekle, kanunsuzluk, kanunilik kazanamaz. Edirne’de idare mahkemesi hâkimi “yapılan bu uygulama yanlıştır” diye oy kullandığından dolayı yerinden edildi. Trabzon’a nakledildi. Van’da Prof. Dr. Odabaşı’nı, haksızlığa karşı insanlarla beraber yürüdüğü için akademisyenlik unvanı kaldırıldı.YÖK, 1200’den fazla öğrenci ve 25 öğretim üyesine ceza verildiğini açıkladı. İdare mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararına uyulmamaktadır. Bunlar kanunsuzluk değilse, başka türlü kanunsuzluk olur mu!.. Kanunsuz uygulama mahkeme tarafından verilen kararla ispatlanıyor, ama siz hâlâ kendi sözünüzü kanun kabul ediyorsunuz, sonunda “biz galibiz” diyorsunuz. Bu mücadelede hem hakem, hem hakim olunarak adil sonuç alınamaz. Kendilerini haklı veya galip ilan edenler, haksızlıkların üzerine oturup, bunu başarı sayarak ve onunla övünmek yerine utanmak lâzım gelir bana göre, çünkü bu bir haksızlık. Bunun memlekete faydası yok. Böyle bir durumdan Türkiye çıkmak zorundadır.Kendi hatalarını hak, karşınızdakilerin haklılığını hata kabul ederek bir sonuç alamazsınız. Topu elinizle kaleye atıp, nizami gol sayıyorsunuz. Yahut “gel güreşelim” diyor, güreş kurallarına uymuyor, yumruk atıyorsunuz ve “yendim” diye seviniyorsunuz. Elimi kolumu bağlıyorsunuz, siz bana yumruk atıyorsunuz, ben sesimi çıkaramıyorum, tabiî on yumruktan sonra yere yıkılıyorum “bak, gördün mü kaybettin” diyorsunuz... Bu adil bir mücadele sayılır mı?! Haksızlıklar üzerine kurulan bu sonucu, “başarı elde ettim” diye bununla övünülmez.Bana göre, seçmen, bu seçimlerde şuna dikkat etmelidir: Bu haksızlıklara karşı kim samimidir; sadece ağızdan söyleyerek değil, beyinden söyleyip, tüm gönlü ile tasdik eden samimidir. Bunu anlamak zor değildir. Birisini dinlediğiniz zaman sırf rey hatırına mı konuşuyor, yoksa içinden gelerek mi konuşuyor, bunu tesbit etmek gerekir. Seçimin 28 Şubat’ın rövanşı olacağı gibi laflar, çok gereksiz laflardır. 28 Şubatta kimsenin öç alacağı sanılmasın. Öyle bir iddianın peşinde koşan olduğunu zannetmiyorum. Buna zaten gerek yok. Ama herkes 19 Nisan’da seçim sandığından çıkacak sonucu şimdiden kabul etmeli, seçmenin iradesine saygı duyup, katlanmalıdır. Bizim tuttuğumuz parti eğer yeteri kadar rey almazsa, öteki parti ya da partilerin önünü keseriz gibi bir hakkı hiç kimse kendinde görmemelidir. Millete ve onun kararına ya tam olarak inanırsınız veya inanmazsanız; inanmıyorsanız seçim yaptırmazsınız. Siyasi partileri kapatıp demokrasiye paydos dersiniz, “haydi herkes evine” dersiniz.O zaman demokrasiden söz edilemez. Siz böyle dersiniz ama, millet ne der, o başka bir konu...27 Mayıs’tan sonra, 1965 yılında yapılan seçimlerle Adalet Partisi tulum çıkararak iktidara geldi, 1969’da bunu tekrarladı. AP, kapatılan DP’nin yolundan gitti. Yani yasak koymadı. Parti kapatmak, yöneticileri mahkum etmek hatta idam etmek, seçmenin oyunu istenilen mecraya çevirmiyor. Seçmenin önü açıldığı zaman istediği partiye rey veriyor. Görülmemiş uygulamaları tekrarlarsak, ülkeye zaman kaybettirir, ülkenin itibarını zedeleriz.Necati Bey, şundan da çekinmek lâzım: Falan partiye rey verenler irticacı, falan partiye verenler değil diyerek vatandaşı ikiye bölmemeli. Bugün irticacı parti dediğiniz partiye rey veren yarın size rey verebilir; size rey verdiği zaman reyi kıymetli olur, ilerici rey olur da, falan partiye verince niye gerici irticacı rey oluyor? Bu seçmen iradesine saygı duymamaktır. Siyasilerimiz ve kendini yetkili görenler evvela seçime ve sonucuna saygı duyacaklar; vatandaşa saygı duyacaklar ve reyine saygı duyacaklardır. Kendilerini efendi, vatandaşı yahut seçmeni hizmetçi saymamalıdırlar. Beni düşündüren tek şey seçimden sonra hükümeti, acaba, dördüncü beşinci olan partiden birisi mi, Meclis Başkanı en çok milletvekili olan partiden mi, yoksa daha az milletvekili olan partiden mi seçilecek? Yoksa, çoğunluğun hakkına saygı duyma uygulamasına yeniden dönülecek mi? Bu söylediğim Meclis Başkanının kişiliğiyle ilgili değildir, ama kim fazla rey alıyorsa Meclisin Başkanının ondan seçilmesi yani yönetmede onun daha çok söz sahibi olmasıdır. Kendisi bunu istemezse, o zaman yapılacak bir şey yoktur. Demokrasinin geleneklerini, insanları korkutarak ve yasaklar koyarak güçlendiremezsiniz. Seçmen üzerinde korku salan genelgelerle demokrasiyi daha ileriye götüremezsiniz. Demokrasi, haksızlıklara, kişi hürriyetlerine ve yasaklara karşı bulunmuş ve kurulmuş bir yönetimdir. Bu gerçeği kimse dikkatten uzak tutmasın. Eğer, tek parti, tek kişinin yönetimi iyi olsaydı, kimse hürriyet, hak, hukuk ve demokrasi kavgası yapmazdı. Demek ki, insanlar, yasaklara karşı tepki gösterdikleri, tek kişinin koyduğu kuralları adil bulmadıkları için demokratik bir yönetim biçimine kavga ederek, mücadele vererek, kan dökerek, can vererek çok ağır bedeller ödeyerek ulaşmışlardır. Çağımızda, insan haklarının en ön planda olduğu, 2000 yılına adım atarken, bazı yasaklar koyarak insanları korkutuyor, seçmenlere “sandığa gidince, reyinize dikkat edin, yanlış bir şey yapmayın” diyerek yönlendiremezsiniz.“28 Şubatı unutmayın” diyenler, neyi unutmayacağımızı da söylemelidirler. O günden bugüne kadar aradan şunca zaman geçti. 28 Şubatı en koyu savunanlar bile beni ikna edecek bir gerekçe ortaya koyamadılar, peş peşe birtakım yuvarlak laflar sıraladılar. Bu 28 Şubat sürecinde ne oldu ki onu çok haklı bulup savunalım? Rejimi ortadan kaldıracak kanun mu çıktı; hayır. Rejimi yıkacak özel ekipler mi oluşturuldu, hayır... Cumhuriyete, demokrasiye kasteden onları yıkmak isteyen, özel tedbirler mi alındı; hayır. Özel elemanlar mı yetiştirildi, hayır...Güvenoyu almış hükümet işbaşında mıydı; evet. Yaptığı uygulamalar herkesin gözü önünde miydi; evet. Devletin kurulu düzeni işlerini sürdürdü mü, evet... Bağımsız mahkemeler açık mıydı? Evet... Medya hür müydü? Evet... Mesleki kuruluşlar görevlerini baskısız biçimde yaptı mı? Evet... Devletin güvenlik güçleri görevlerini yerine getirdi mi? Evet... Öyleyse, 28 Şubat 1997’de ne oldu ki onu unutmayacağız?Şimdi düşünün, siz, Müslüman bir insan olarak sakal bırakırsanız devlet dairesinde yeriniz yok, ama Hıristiyan sakallı gelip pek ala dairenize girebiliyor, uzman olarak araştırmacı olarak onu çalıştırıyorsunuz. Allah aşkına, onun sakalıyla benim yani müslümanın sakalının farkı ne?! Farkı şu: Benim sakalım dini açıdan sünnettir. Bu ise bazı kimselere İslamî bir çağrışım yapıyor. Ötekininki bunu yapmıyor. % 99,5’i Müslüman olduğu söylenen bu ülkede İslamı çağrıştıracak simgeler olamaz mı? Bundan kimse gocunmamalı. Siz sakal bırakmayabilirsiniz, ben bırakabilirim. Bir müslüman olarak kılığınızla kıyafetinizle karşınızdakini rahatsız edemezsiniz. Arkadaş, evinde ne yaparsan yap, ama herkesle beraber olduğunda düzgün giyin, Onu rahatsız edecek şeylerden sakın. Anayasa Mahkemesinin, başörtüsü konusunda konusunda söylediği şudur: “Bu bir İslamî simgedir.” Olabilir. Çünkü İslamî bir gereklilikten kaynaklanıyor, bunu kimse inkâr etmiyor, biz de bunu savunuyoruz. Diyoruz ki; “bu, İslam’ın emrettiği kuraldır”. İslam’ın emrettiği kurallara uyup uymamak da kişinin tercihidir. Oruç tutmayana niye oruç tutmuyorsun deyip, oruç tutan hesap soramaz. Oruç tutana da tutmayan hesap soramaz. Cuma Namazına gitmeyene bir şey demiyorsunuz, ama başını örtene diyorsunuz. Sana o hakkı kim veriyor?Laikliğe karşı olmak sadece başını örtmekle mi oluyor?!. Bunların tümü uyduruk şeylerdir, bunların hiçbirisinin inandırıcı bir tarafı yoktur. Bakın, 1200’den fazla öğrenciye YÖK ceza vermiş. YÖK, “şu kadar öğrenciye ceza verdim” diye övünemez. Üniversitelerimiz “şu kadar öğretim üyesini attım” diye övünemez. Üniversitelerimiz “şu kadar öğrenciyi şu başarı derecesiyle mezun ettik” diye övünebilir; üniversitelerimiz “ülke yararına şu kadar araştırma yaparak ülkeye sosyal ve ekonomik yönden şu katkıda bulunduk” diye övünebilir. Üniversiteler “şu kadar araştırma yaparak dünya çapında ön plana çıktık” diye övünebilir; üniversitelerimiz, dünya çapında araştırmalar yaparak, Nobel ödülüne aday olabilecek araştırmalarla övünebilir.Sayın Kemal Gürüz’e hatırlatıyorum, kaç tane araştırmanız vardır uluslararası yarışmaya kattığınız?!Pakistan dahil, birçok ülke Nobel Ödülü aldı; bunu kardeş Pakistan’ı küçümsediğim için söylemiyorum. Pakistan da bir devlettir, biz de bir devletiz. Peki, biz niye Nobel ödülü alamıyoruz?! Sen, koskoca YÖK’ün Başkanı olarak hangi araştırmanla övünebiliyorsun?! Uluslararası alanda senin üniversitenin yeri neresidir, öğretim üyelerinin yeri neresidir?!Sayın Gürüz, dünyanın neresinde “şu kadar öğrenci attık” diye övünen üniversite vardır?!Dünyanın neresinde “şu kadar öğretim üyesine ceza verdik” diye övünen üniversite vardır?!Üniversiteler ceza vererek övünmez. Bu, üzülünecek bir durumdu, bir bakıma yüz kızartıcı bir şeydir. Üstelik verdiğiniz cezaların tümü de kanunsuz. Dayandığınız tek dayanağın Anayasa Mahkemesi kararının olduğunu söylüyorsunuz, ben de diyorum ki: Anayasa Mahkemesi kararına dayanamazsınız. Anayasa Mahkemesi, başörtüsüyle ilgili kanunu iptal etti, o devreden kalktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi ikinci bir kanun çıkardı, orada diyor ki: “Yürürlükte olan kanunlara aykırı olmamak şartıyla kılık kıyafet serbesttir.”Sen, şimdi, YÖK Başkanı olarak, bana, şu kanun kılık kıyafeti düzenliyor. Bu nedenle, bunlar bu kanuna uymak zorundadır demek zorundasın. Böyle bir kanun var mı; yok. Ondan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi başka bir kanun çıkarmış mıdır? Hayır!..Türk Milletini ileriye götürmemiz gerekir. Çağdaş dediğiniz şey sadece kılık kıyafetle ölçülmez. Efendim, çağdaş milletiz; çağdaş millet olmamız için sadece kılık kıyafetle veya batılı gibi yaşamakla olmaz. Batının bizden farklı, -maalesef- üstün tarafları vardır. Araştırma yönünden, yaptıkları icatlar yönünden, insan hakları yönünden, hukukun üstünlüğüne saygı duyma yönünden, ileri demokrasi uygulamaları yönünden, sosyal güvenlik, sosyal adalet, gelir dağılımı yönlerinden...Tamam, istediğiniz gibi giyinebilirsiniz, plaja da gidersiniz, başınızı da örtmeyebilirsiniz ama, bu bizi batılı yapmaya yetmedi. Niye batılı olamadık? Avrupa Birliğine niye almadılar? Madem batılı olduk, AB’ye niye almıyorlar bizi? Onlar gibi giyiniyoruz, onlar gibi konuşuyoruz!.. Şimdi yeni bir moda çıktı, İngilizce konuşmak ve İngilizce kelime kullanmak... Bazı dükkanların ismi İngilizce; sokak arasındaki dükkanlara bile İngilizce isim ve tanıtım levhaları konuluyor. Hatta daha da kötüsü çocuklarına yabancı isim verenler giderek çoğalıyor. Bursa'da bir otelde kahvaltı yaparken, mahalli radyodan bir ses çıktı, “just do it” buna benzer yazıları ve deyimleri, bazı özel araçlarda görmek mümkün... Bir mağazaya girdim. Müzik çalınıyor. “Türkçesi yok mu” diye sordum. “Efendim gençler böyle istiyor” dedi. Fiyat etiketlerinin hepsi İngilizce.
Şortların üzerine bakın hepsi İngilizce ve yabancı artist isimleri var. Eşimle birlikte Mutluköy’de bir mağazaya girdik, tezgahtar kızın giydiği kazakta (T-shirt) “I low you” yazıyor. “Burada ne yazdığını biliyor musun?” diye sordum, şöyle bir duraladı cevap vermedi. “Seni seviyorum yazılı; seni babana şikâyet edeceğim” dedim, kız, “bunu bana babam aldı” deyince söyleyecek söz bulamadım. Sırtına geçirdiği giysinin üzerinde ne yazdığını bilmeyen insanlar, bu giysilerle batılı olacağını sanıyorlar. Yazdığım bir makalede de belirttiğim gibi, Bilkent Üniversitesinde yabancı uyruklu bir öğretim üyesi, oradaki arkadaşlarına diyor ki: “Sizin memleketinizin büyükleri, tarihi kişileri yok mudur. Bu t-shirtlerin (gömlek) üzerinde hep yabancı resim ve isimler var. Türkçe hiç yazı görmedim”. Bu yabancıların dikkatini çekmiş. Bu tip giysilerin üzerinde, ya yabancı artist ya da acayip acayip İngilizce yazılar var. Bana göre bunların ne anlama geldiğini çoğu bilmiyor. Bazen “seni seviyorum” bazen “seni öperim” ve daha birçok yüz kızartıcı sözler...Bütün bunları yapmamıza rağmen batılı, bizi kendinden saymadı. Batılı size diyor ki: “sende işsizlik fazladır”. Birinci geriliğin bu. “Sende gelir dağılımı adil değildir” ikinci geriliğin bu. “Sende işçi ve memur ücretleri çok düşüktür” üçüncü geriliğin bu. “Sende enflasyon oranı çok yüksektir” dördüncü geriliğin bu. “Senin kanunların benim sistemime uyacak kadar adil değildir” beşinci geriliğin bu. Ve daha birçok konuyu sayabiliriz. İşte, “biz de çağdaşız” dediğinizde çağdaşlığın seviyesi böyle belirleniyor. Bunları düzeltirseniz çağdaş seviyeye çıkarsınız. Adamlar bağırıp çağıracaklar, kafa tutacaklar, sen de ona göre tedbir alacaksın, ileri adım atacaksın!..Ceza vererek değil, iyi insan yetiştirerek batıyla yarışabilirsin. Biraz önce söyledim, bu kızların tümü olmasa bile, birçoğu yeteneklidir. İçlerinde belki, tıp ödülü kazanacaktır, doktor çıkacaktır, belki diğer alanlarda çok büyük yenilikler getirecektir. Belki çok ciddi büyük aritmetikçiler, çok iyi bir fizikçi çıkacaktır. Zaten, çıkanları bir hırs veya kin yahut inançsızlık uğruna harcıyoruz. Yetenikli insanların önünü kesmek büyük bir ihanettir. Bakın, açıkça söylüyorum: Bu memleketteki gençlerin, kabiliyetli çocukların, başörtüsü yüzünden önünü kesmek; inançlarından dolayı bunların önünü kesmek, bu memlekete en büyük ihanettir. İhanet başka türlü olmaz. Batı'da yetişenler, ödül alanlar,hep üniversitelerde yetişiyor, başka bir yerden gelmiyor. Eğitim kurumlarında küs, kırgın insanlar yerine birbiriyle barışık insan ve memleket sevgisiyle dolu insanlar yetiştireceksin. Dünyanın hiçbir yerinde öğrencisiyle kavgalı bir yönetim yoktur, memurla kavgalı bir idare, öğretmeniyle öğrencisiyle kavgalı okul yoktur. Geçenlerde, bir hastanede, başhekim dolaşırken, oradaki başörtülü kızlar görünmemek için tuvaletlere kapanmışlar. Başhekim başörtüsünü görmesin, yoksa ceza verir diye... Sen, onu başı örtülü veya açık öyle denetlemeyeceksin. Başı örtülü veya açık olduğu için denetleme; doktor olarak görevini yapıyor mu yapmıyor mu, bunun için denetle... Görevini yacpmıyorsa, ceza, yapıyorsa ödül ver. Bazı kızlar, “erkek hastaya bakmayız” diyormuş. Başörtüsü yasakçılarına göre bu iddia doğru ise, çok hatalı bir tutumdur. Doktor olan bir kimsenin, erkek hastaya bakmamak gibi bir hakkı yoktur. Bu, yaptığı yemine uymaz.Hemşire “efendim, ben, erkeğe iğne yapmam” dermiş. Bu iddia doğru ise, o da yanlıştır. Hemşirenin de öyle bir hakkı yok, o zaman hemşirelik yapmazsın. Hemşirelik görevini üstlenmişsen eğer, erkeğe de iğne yaparsın, kadına da iğne yaparsın; doktor da, kadını da erkeği de muayene eder. Bu, senin, doktorluktan kaynaklanan görevindir. Böyle düşünen bir kişi olabilir, beş kişi olabilir; sen, bütün toplumu bu şekilde düşünüyor diye suçlayabilir misin?! Kaldı ki, bu iddiaları başörtüsüne bağlamak, böyle iddialar var deyip başörtüsü yasağı koymak doğru ve haklı olamaz. Basın toplantılarında görüyorum. Başı örtülü gelen kızlarımız, muhabir olarak çalışıyor. Şimdi korkuyorum şu olacak, yarın diyecekler ki: Basın mesleğinde çalışanların hepsi, kartlarını almak için, altı ay önceden arkadan önden çekilmiş başı açık resim verecekler. Peki, bununla neyi ispatlayacağız. Nüfus kağıdında veya kimlik kartındaki fotoğrafta insanın başı açık olursa ne değişir, kapalı olsa ne değişir; benim niteliğimi, karakterimi, üretme gücümü, başörtüsü artırmaz da, eksiltmez de... Bana göre başörtüsü yasağı mücadelesine daha çok omuz vermek lâzım. Buna, anne ve babaların, sendikacıların, hukukçuların, ilahiyatçıların, bütün meslek kuruluşlarının omuz vermesi gerekir. Bu vesileyle sendikacılara bir sitemde bulunacağım. Sendikacılık, haksızlığa karşı tepkiden doğmuştur. Bizim kuruluşumuzun sebebi, haksızlıkla mücadeleye dayanır. Dünyanın her yerinde sendikalar, bu amaçla kurulmuştur. Sanayileşme, sendikacılığı doğurmuştur. İşçiler bakmışlar ki, işverenler öyle kurnazlık yapıyor ki, günlük mesai belirsiz, ücretler düşük, iş güvencesi yok, çocukları hanımları çalıştırıyor. Eline üç kuruş para geçiyor. İşveren bu parayı da kendi mağaza veya konutunda mal satarak geri alıyor. İşçiler oradan alışveriş yapmak zorunda bırakılmışlar. İşçiler “böyle olmaz” demişler, haksızlığa karşı kafa ve kasa birliği yaparak, sendikalaşmışlar. Sermayeye karşı emeğin gücünü birleştirmişler. Türkiye'de sendikacıların en çok tepki koyacakları şey, başörtüsü yasağıdır. Bu kanunsuz yasak milletin birliğini ve bütünlüğünü kemiriyor. İşyerlerinde ve dairelerde huzursuzluklara haksızlıklara yolaçıyor. Ben başörtüsü yasağına karşı çıkarsam, acaba gerici mi sayılırım? Korkusu içinde olmamalıdır. İşçiler de, zamanında sermaye düşmanı sayılmışlardır. Birisinin başının kapalı olması, bir rejim tehlikesi olmadığı gibi, açık olması da rejimin gücünü göstermez. Eğer, başı açık olma, demokrasiyi daha çok güçlendirseydi, demokrasinin bugün olduğundan çok ileride olması gerekirdi. Kamuda çalışan bütün bayanların başı açık, doktorların başı açık, profesörlerin başı açık, hakim ve öteki kamu görevlilerinin başı açık...Ama demokrasimiz darbelerden, müdahalelerden bir türlü kurtulamıyor. Bugüne kadar demokrasiye indirilen darbelerin hiçbirisinde başörtüsü gerekçe olarak gösterilmemiştir. Başı açık olmak, insan hakları alanında çok büyük gelişme kaydetmemizi sağlamadı. Halbuki bu alanda çok gerilerde olduğumuzu biliyoruz. Başörtüsünü geri kalmanın, sorunlara çözüm bulamamanın sebebi saymak akıllı işi olamaz.Sendikacılar, bu haksızlığa karşı bu manada göz yummamalıdırlar. Çünkü, haksızlık nereden gelirse gelsin, kimden gelirse gelsin, biz buna, demokratik kurallar içerisinde tepki koyduğumuz zaman görevimizi hakkıyla yapmış oluruz. Bana, “sen bu işlerle niye uğraşıyorsun” diyene “Ben, bu yasakla bu yüzden uğraşıyorum” diyorum. Haksızlık ve kanunsuzluğa karşı çıkıyorum. Benim, üniversitede okuyan, ortaokulda okuyan kızım yok ki; kendi kızı için bu işle ilgileniyor desinler. Kendi aile fertlerimle ilgili olarak böyle bir derdim yok; ama, eğer gerçekten insan haklarını savunuyorsam, yasakları kabul etmiyorsam, o zaman suskun kalmamalıyım. Kim “ben demokratım” diyorsa, kim “ben insan haklarından yanayım” diyorsa, kim “ben din ve vicdan özgürlüğüne saygılıyım” diyorsa, kim “ben gerçek Atatürk ilkelerini savunuyorum” diyorsa, kim “ben gerçek cumhuriyetçiyim” diyorsa, kim “ben hukukun üstünlüğünü savunuyorum” diyorsa, kim “ben laikliği amacına uygun savunuyorum” diyorsa, bu yasağa karşı çıkmalıdır. Doğru ölçü budur, bu değerleri savunmanın başka bir ölçüsü yoktur. Buna göz yumuyorsanız yarın başka şeylere de göz yumarsınız. Hazret-i Ali Efendimiz, “haksızlıklara göz yumarsanız, halkla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz” demiş. Çok doğru, aynen kabul ediyorum. Biraz önce söylediğim, Türkiye'de demokrasi niye gereği gibi rayına oturmuyor? Çünkü, belli şeylere göz yummayı alışkanlık haline getirmişsiniz. “Adam sen de, bana ne”yi kurtuluş saymışız İngiltere’de anayasa yok, ama rejimi aksamadan çalışıyor, Amerika'da Anayasa kabul edildiğinden beri çok az değişikliğe tabi tutulmuş. Biz sürekli anayasa yapıyoruz. Çözümü kağıt üzerindeki düzenlemelerde arıyoruz. Ama olmuyor. Bakın, ABD, ikiyüz sene önce ne kadar ileri bir Anayasa kabul etmiş. Bizde Cumhurbaşkanı bir kusur işleyecek olsa, 15 tane hâkim onu yargılar. ABD’de seçilenler bir komisyon kuruyor.Savcısı da seçilen, hâkimi de seçilen, araştırma yapanları da seçilen, yani seçilenler devlet başkanını yargılıyor. Clinton olayı bunu açıklıyor. NECATİ ÇAVDAR - Sayın Ecevit, bugün, Apo’nun yakalanması dolayısıyla gençlere bir çağrıda bulundu “teröre şu veya bu şekilde katılmış olanlar gelsin teslim olsun. Devletin adaletine güvensinler ve Pişmanlık yasasından istifade etsinler.”Buna karşı değilim ama aynı hak, üniversiteden atılanlar, işlerinden atılanlar için, talebeler için de olmalı. Sosyal barışı sağlaması açısından bu mutlaka yapılmalı, değil mi? Tam da seçim arifesinde...MUSTAFA BAŞOĞLU - Çok doğru bir tesbit ve istek... Bu memlekette affa uğramak için illa devlete karşı gelip sonra pişmanlık mı duymak lâzım. Şu veya bu şekilde bu insanlar kan dökmüş, dağa çıkmış; devlet görevlilerine karşı silah çekmişlerdir. Bu yüzden bir çok genç şehit ve gazi oldu. Bunların Allah indinde dereceleri yüksektir ama, 20 yaşındaki bir delikanlıya bakıyorsunuz, ister istemez insanın içi burkuluyor. Hiç gereksiz yere bu hale geldi bunlar. Şimdi, bunlardan yakalananlar gelip pişmanlık duyuyor ve devlet de bunlara kucak açıyor, gerektiğinde bunlarda fiziki değişiklik meydana getiriyor, onlara para veriyor, iş veriyor, belki kendini korusun diye beline tabanca koyuyor; ama, öbür taraftan, bir hiç uğruna üniversitelerin kapısında dizilmiş çocuklara, adeta, intikam alırcasına, birileri iyi gözüyle bakmıyor. Bu öğrencilerin günahı nedir? Bana göre hiçbir günahları yoktur. Bu, memurlar için de geçerlidir. Verilen cezanın sebebi, inancından dolayı başını örtmek... Gerçi bu aşamadan sonra Meclis toplanıp kanun çıkarabilir mi; hayır, ama en azından başörtüsü cezalılarına af vaadinde bulunulmalıdır.Siyasî partilerimiz bir araya gelsinler desinler ki, tamam, biz, fikir birliği halinde, seçimden sonra şu yasakları ortadan kaldıracağız; ceza alanları da affedecek kanunları da çıkaracağız. İnancından, dini vecibeyi yerine getirme ya da getirmemekten dolayı insanları cezalandırmak yahut mükafatlandırmak yetkisi, kulların değil, Allah’ındır. Teşekkür ederim, öğrenci ve memur affı, gerçekten bu çok iyi bir hatırlatmadır ama, siyasilerimiz ne yaparlar bilemiyorum. Şemdin Sakık’ı da yargılıyorlar, yarın Apo’yu da yargılayacaklardır. Bunlar, Türk Devletinin gücünü ve başarısını gösteriyor.. Aslında güneydoğuda, olmaması gereken şeyler olmuştur. Bir hiç uğruna, Türkiye'nin parçalanma amacı uğruna tamamen dış kaynaklı ve desteklidir bu olanlar... Çünkü batı, güçlü bir Türkiye istemiyor. Bütün bunlar o yüzden meydana gelmiştir. 30 bine yakın insanımız bu boş, anlamsız kavgada hayatını kaybetmiştir. NECATİ ÇAVDAR - 200 milyon dolar da para gitmiştir.MUSTAFA BAŞOĞLU - O da kalkınmamıza büyük darbe vurmuştur. Maalesef, bazı dost bildiğimiz devletlerin teşvikiyle bunlar oluyor. Bunun içinde, Almanya olduğu söylendi, Fransa olduğu söylendi, Rusya olduğu söylendi, İngiltere bir başka türlü işin içinde... Hedef Türkiye Cumhuriyeti Devletini parçalamak bölmektir. Destek ve teşvik ona verilmiştir. Niye; çünkü, “Türk Devleti giderek güçleniyor, uluslararası alanda rekabet yapıyor. işte, inşaat müteahhitlerimiz gidiyor, onlarla boy ölçüşüyor, sanayi alanında ödüller alıyoruz. Diyorlar ki, “Eskiden Türkiye bizim pazarımızdı, mal satıyorduk; şimdi o bizim pazarımıza giriyor. Dolayısıyla, ne yapıp edelim bu Türklerin önünü keselim. Çünkü, bu Türkler biraz daha güçlenirlerse dünyada daha çok sözleri geçer. Bunlar, Müslüman ülkelerle daha yakın ilişki kurarlar. Mazlum insanların, Türklerin ve Müslümanların son sığınağı Türkiye'dir, Bunu ancak Türkler başarır. En iyisi mi, onların en önünde olanı, en güçlü olanı, en adil olanı, en istikbal vaat edenin önünü keselim” kavgasının temelinde bu vardır. Hiç kimse batı için başka türlü yanlış hesap ve değerlendirme yapmasın. İnsan hakları, demokrasi gibi sözlerine kanmasın. O sözler gerçek niyeti gizlemek için söyleniyor. Siz, devlete yönelen bu kavgaya bulaşanları bir şekilde affediyorsunuz; ama, hiçbir kusuru olmadan, inancının gereği olarak üniversiteye başörtülü olarak gidenleri cezalandırıyorsunuz! Militanı koruyor, masumu tepeliyorsunuz. Adalet bu anlayışın neresindedir?Prof. Dr. Nur Hanım diyor ki: “Bizim okuduğumuz çağlarda bu başörtüsü tartışması yoktu, lisedeyken bu tartışma yok da, niye üniversiteye gelince oluyor.” Lise çağında zaten buluğ çağı bir bakıma çocukluk çağı sayılıyor. Üstelik lisede yasak koymuşsunuz. Liselerde başörtüsü takmak serbest değil ki... Üniversitenin konumu ve durumu farklıdır. İmam-hatip okullarına bile başörtüsü takmak çok görülüyor. Yalnız Kur’an’ı Kerim okunurken baş örtmek serbest bırakılmıştır. Peki, o zaman size soruyorum, Kur’an’ı Kerim okunurken imam-hatip okullarında baş örtmeyi serbest bırakarak bunun dinî vecibe olduğunu kabul ediyorsunuz. Bu tutumun başka bir anlamı olabilir mi?..NECATİ ÇAVDAR - Vali Bey diyormuş ki: “Efendim, onlara bayan hoca bulacağım, derslere gelsinler.” MUSTAFA BAŞOĞLU - Bırakın başlarını örtsünler. Necati Bey, Karşı sözler hiçbir anlam ifade etmez. Üniversiteler için bir başka iddia var. Tarikatlar yurt veriyor, burs veriyor, onun için kızlar başını örtüyor. Öğrenciler arasında yardıma muhtaç olan vardır. Bunun için başını örtüyor diyelim. Evet bir grup belki öyle diyordur. “kardeşim, bizim yurtta kalacaksan başını örteceksin.” denilmiş olabilir. Bir başkası da “bizim yurtta kalacaksan başını açacaksın” demiyor mu? Onun, ötekinden ne farkı vardır? Yani, eğer bir taraf menfaat vaat ederek başını açtırıyorsa onu mübah, öteki menfaat vaat edip başını örttürüyorsa niye günah olsun?!. Niye bu kötülük sayılsın?.. Ama başı örtmenin inanca dayandığını kimse inkar edemez. Ben burada birliği, beraberliği, bütünlüğü savunuyorum, kimsenin inanmamasına karışmıyorum, kimseyi inanmamasından dolayı horlamıyorum; ama, başkaları da inancının gereğini yapanlara aynı anlayışı ve hakkı çok görmemelidir. Yani, başı örtülü olanı, kimse, köle gibi görmemeli, kimse onlara istediği muameleyi yapma hakkı olduğunu düşünmemelidir. Herkes Türkiye Cumhuriyeti Devletininin eşit haklara sahip şerefli vatandaşıdır. Başı açık olan da aynı, başı kapalı olan da aynı haklara sahiptir. Camiye gitmeyenler “Türkçe ibadet” diye bağırıyor! Allah aşkına, buna onların ne hakkı var?!NECATİ ÇAVDAR - Onlar istiyorsa, Türkçe ibadetlerini yapsınlar.MUSTAFA BAŞOĞLU - Sayın Cemal Kutay bu işin şampiyonluğunu yapıyor. Sayın Cemal Kutay, camiye gitti de “arkadaş sen buraya niye geldin” diyen mi oldu? Sayın Kutay, camiye gidip Türkçe ibadet yaptı, dua etti de “sen niye Türkçe dua yapıyorsun” deyip camiden çıkaran mı oldu?! Hem camiye gitmiyorsun hem ibadet yapmıyorsun ama başkası Arapça ibadet yapıyor diye, ona karışıyor onu horluyor dışlıyorsun!.. İnsanlara karışma, onların inancını yönlendirme hakkını size kim veriyor?! Ben, ibadetimi duamı, Arapça yapabilirim, Türkçe yapabilirim, İngilizce yapabilirim. Allah her dili bilir. Dilimle yapmaz kalbimle dua yapabilirim, Yüce Allah’ı anabilirim. Bu neye benziyor? Medine’de Peygamber Efendimizi ziyaretine ettiğiniz zaman şöyle bir durumla karşılaşıyorsunuz; diyelim elinizi açıp Peygamber Efendimizin kabrine bakarak, dua yapıyorsunuz; hemen oradaki görevli geliyor “Kıble, Kıble; böyle dua olmaz, Kıble” diyor. Halbuki, ben orada dua ederken Peygamber’den bir şey istemiyorum, Allah’tan istiyorum. Bizde dua etmek adeti böyledir, mezar başında elimizi açarak dua yaparız. Ben Arapça bilmediğim için görevliye bir şey söyleyemiyorum, ama “Hacı, Kıble, Kıble” diye eliyle işaret ediyor. Sen, benim gönlümden geçeni, ne söylediğimi nereden bilirsin!.. Ben, genellikle Arapça dua yapmam, ama namaz kılarken sureleri Arapça aslından okurum. Çünkü, namaz kılmanın şartlarından birisi, Kur’an’ı aslından, kendi dilinden okumaktır. Hiçbir lisan, bir başka lisana olduğu gibi tercüme edilemez.Kur’an’ı Kerim’in mealine bakalım; her bir alim meal yazarı, ayetlere çözümlerle farklı anlamlar veriyor. Peki, hangi meali okursam doğrusunu okumuş olurum?! Kaldı ki namazda Kur’an okunur. Meal Kur’an sayılmaz. Bunu herkes biliyor ve kabul ediyor. Sayın Yaşar Nuri Öztürk, kelimeleri başka türlü değerlendirmiştir, Rahmetli Hamdi Yazır, daha başka anlam vererek değerlendirmiştir. Başka meallerde de bu farklılıklar vardır. Peki hangi meal Kur’an’dır? NECATİ ÇAVDAR - Anayasayı yapanlar belli, Aldıkaçtı, Kenan Evren de herhangi bir madde için soruyorlar hukukçulara!.. Bu, Türkçe metinde böyleyken, Allah'ın, kıyamete kadar hakim kıldığı bir Kitapta, herhalde bugüne göre açarsak böyle çıkacak, yarın farklı çıkacaktır.Ramazanda Türk İslamı diye Diyanet’in tertiplediği panel vardı, oraya gittim, paneli hazırlayanlara dedim ki: “Burada Cemal Kutay niye yok.” “Büyük eksiklik” dediler. “Keşke getirseydiniz de, buradaki insanlar Kutay’ın Türkçe konuşmalarının kaçta kaçını anlardı. Eğer bunu tercüme etseydik, kaç gün sürerdi? Bu sefer de yüzüme baktılar. Aynısını panelistlere de sordum ve “bu, provokasyona yönelik bir soru olduğu için cevap vermeyeceğiz” dediler.MUSTAFA BAŞOĞLU - Necati Bey, provokasyon değil, bir kere Diyanet’in buna öncülük etmemesi gerekir. Türk İslamı diye bir İslam yok, Arap İslamı diye de bir İslam yok, İslam tektir. Allah'ın Kur’an’ı Kerim’de vaz ettiği İslamın kuralları tektir. Bunu, Türkler başka türlü, diğer milletler başka türlü uygulamaz. Türklerin namazı, orucu, zekatı başka türlü değil. Bazı ayetler vardır, bunlar yoruma muhtaç ayetlerdir. Farklı yorumlanabilirler. Bazı ayetler vardır manası açıktır, kolay anlaşılır, bazılarının manası ise kolay anlaşılamaz. Allah’ın burada muradı nedir onu bilimem. Belki daha çok araştırılmaya, incelenmeye teşvik edilmeye veya bir başka sebebe dayanır. Onu ancak Allah bilir. Türk İslamı, Arap İslamı, İran İslamı, Pakistan İslamı, Irak İslamı diye hiç kimse kırk türlü İslam icat etmesin. Tek olan İslam’ı hiç kimse sulandıramaz. NECATİ ÇAVDAR - Bunu düşünenler, bu işi yaşamayan adamlara mı düşmüş?MUSTAFA BAŞOĞLU - Bu da, İslama bir başka türlü saldırıdır, yani İslamı bir başka gözle düşünmedir. Zaman zaman da yazılıyor “Efendim, Batı, Martin Luter’den sonra gelişmiştir. O, dinde reform yapmıştır.” Martin Luter, kilisenin gaddarlığına karşı isyan etmiş birisidir. “Siz milleti burada aldatıyor, soyuyorsunuz” demiştir. Buna reform denilir mi, bilemem? Bildiğim şudur, İslam geldiği gibidir, bozulmamıştır ve reforma ihtiyacı yoktur. Bunu diyenler, dinde reform isteyenler, dinî uygulamalarla ilgisi olmayan kişilerdir. Bunlar, kendilerine göre bir din arıyorlar. Bu dinde yozlaşma arayışıdır. Kişi İslamı ya olduğu gibi kabul eder veya etmez. Ama onu bozamaz. NECATİ ÇAVDAR - Martin Luter en azından bir papazdı.MUSTAFA BAŞOĞLU - Çok doğru. Diyanet İşleri Başkanlığının düzenlediği İkinci Din Şûrasına katıldım, iki defa da konuşma yaptım genel kurulunda. Komisyon, raporunda Semavi dinler, tek tanrılı dinler gibi sıralamalar yaptı. Komisyon raporu görüşüldü. Pro. Sayın Mehmet Aydın da komisyon başkanlığı yaptı. Ben de kalktım dedim ki: “Bu dinler sıralamasını anlayamadım. Şimdiye kadar bize hep şu söylendi:Son din İslamdır, bu, diğer dinleri tamamlayan bir dindir. Siz, şimdi burada birden fazla din olduğunu söylüyorsunuz. Semavi dinler diyorsunuz, tek tanrılı dinler diyorsunuz diğer dinler diyorsunuz. Diğer din mensuplarını incitmeyelim diyorsunuz. Peki, birisi bana gelip sorsa veya ben size sorsam “Hocam, biz niye Müslümanız?” Sen bana diyeceksin ki, kardeşim, Son din İslam’dır, son peygamber de Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır. Biz, Hz. Musa’ya ve diğer peygamberlere itiraz etmiyoruz ama, artık o dinlerin yerine son din olan İslam geçmiştir. Dolayısıyla, son din budur desem, başkasının inancına hakaret mi etmiş olurum. Din adamlarını buraya doğru yönlendirmek doğru değildir. Bir de burası bir resmi kuruluştur; siz, böylelikle, birden çok din olduğunu onaylamış olmuyor musunuz?” Bana göre kendilerine göre farklı inançta olanlar, İslamdan sürekli taviz koparmaya çalışıyorlar. “Bana göre, bunu böyle söylemeniz doğru değil; rapora şunu yazmanız lâzım: ‘Kendi anlayışına göre farklı inanca sahip olanlar’. Böyle denilirse daha doğru olur. “Diğer din mensupları” dediğiniz zaman birden çok dinî kabul edip onaylamış oluyorsunuz. Bugüne kadar Batı'nın etki yapamadığı tek alan din alanıdır. Sonra, aradaki konuşmalarda bazı hocalar bana hak verdiler. “Batı, şimdiye kadar pek çok alana müdahale etti, ama bu alana pek giremedi. Burada ilerici, devrimci, kardeş havası ile bu alana girmeye çalışıyorlar. Bartelamos’a geldi, komisyonda konuştu. Hocalardan birisi; “Efendim, biz, diğer dinler dediğimiz, Son Peygamber bizim Peygamberimiz dediğimiz zaman, son kitap bizim kitap dediğimiz zaman uzlaşma olmaz. Aramızda diyalog kuramayız.” O halde ne yapacağız; diyalog adına bu gerçekleri inkâr mı edeceğiz?! Siz, şimdiye kadar bize “son din İslam’dır, son peygamber de Peygamber Efendimizdir, son kitap da Kur’an’dır” demediniz mi?Bu alanda bile uzlaşalım, barışalım, diyalog kuralım diye taviz mi vereceğiz? Peki, benim inancımdan dolayı sen benim adıma taviz verme yetkisine sahip misin? Sen bu yetkiyi nereden alıyorsun? Farklı inançta olanlar, farklı anlayışta olanlar olabilir, ben ona itiraz etmiyorum; ama, hiç kimse, İslamın şemsiyesine sığınarak gerçekleri değiştiremez, İslam’ı bölüp parçalayamaz. Başörtüsü olayında en çok gücüme giden şey şu: Bu memleketin öğrencisi, Müslüman kızları,başları örtülü olduğu için üniversitelerden atıldılar bunlar, Hıristiyan inancında olan ülkelere gittiler “Biz Müslüman çocuklarıyız, bizim memleketimizde, inancımızın gereği olarak başımızı örttüğümüz için bizi üniversiteden attılar, bize ceza verdiler; bize yardım edin” dediler. Bu olaydan daha büyük bir şey benim gücüme gitmedi. Kendi İslamî inancından dolayı kendi ülkesinde derdine deva bulamayanlar Batı'ya sığınmak zorunda kaldılar. Bu memlekete, bu millete bundan daha büyük üzücü bir kötülük olamaz. Öyle oluyor ki, siz, ister istemez onların öncülüğünü kabul etmiş oluyorsunuz. İşte Fransa’da şu şöyleydi, İtalya’da da bu böyleydi, Hollanda’da da bu böyleydi demek zorunda kalıyorsunuz. Orada İslama duyulan saygı, maalesef, çoğu zaman bizden ileride oluyor. Bu da bir başka üzüntü kaynağı...Burada bir çağrıda bulunuyorum; bu memleketin aydınları, ilahiyatçıları, hukukçuları, sendikacıları, insan hakları savunucuları, din adamları, anayasacılar, Allah aşkına susmayın! Bu haksızlığa karşı çıkın, yoksa Allah indinde sorumlu olursunuz.
İslam’a uyun uymayın anlamında bunu söylemiyorum. İnanma gönül işidir, istekle olur. Haksızlığa karşı çıkın diyorum. Bu haksızlığa birlikte tepki koyduğumuz zaman “benim elimde devlet yetkisi vardır, onun için istediğimi yaparım” diyenleri durdurup, kanuna saygılı hale getirebiliriz. Bu, aynı zamanda demokrasinin kökleşmesine, insan haklarına gereği gibi saygı duyulmasına, hukukun üstünlüğüne, hukuka uygun uygulama yapılmasına bizi götüren en doğru ve tutarlı yoldur. Başörtüsü yasağına karşı verilen haklı mücadeleyi, tek yanlı kabul etmiyorum. Bunun birçok yönü vardır. Bu mücadeleye bugüne kadar katılanların tümüne dua ediyorum, Allah razı olsun diyorum.
Evet, kimi bacağını kaybetti, kimi işini kaybetti, kimi okulunu kaybetti; ama, henüz sonuç alınamadı. Bilmek lâzım ki, mücadele uzun vadelidir. Bu işe gönül verenlere bunu söylüyorum. Eğer Allah isteseydi, son Peygamberini hiçbir savaşa sokmazdı, hiçbir zorluğa uğratmazdı. Söylediği bütün sözler anında etkisini gösterirdi, hemen herkes inanırdı. Ama öyle olmadı. Mücadele yaptı, batıla karşı çıktı, hakkı tebliğ etti. Keşke, başörtüsü yasağı konulmasa, biz de böyle bir mücadele yapmak zorunda kalmamış olsaydık!.. Çünkü, bu yasağın ülkemize hiçbir yararı yoktur, bildiğimizden daha çok zararı vardır. Bu yasakla kimse, bir başkasından bu manada bir öç almaya kalkmamalıdır.
Efendim, zamanında bize laik kesim diye sataşıyorlardı, şimdi yetki bizim elimize geçti, biz bunlara istediğimizi yaparız gibi hissi duygularla yasak, öç almaya dönüştürmemelidir. Ne camiye giden camiye gitmeyene, gitmeyen de camiye gidene karşı kin duymamalıdır. Biraz önce söyledim, camiye gidip gitmemeden dini vecibeleri yerine getirip getirmemeden dolayı yanlışımız veya fazlamız, eğirimiz veya doğrumuz hakkında hüküm verecek olan sadece Yüce Allah’tır.
Bu aşamada memlekete yapılabilecek en önemli ve en büyük iyilik, başörtüsü yasağını kaldırmaktır. Bunun için Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere, siyasî partilerimiz, üniversitelerimiz, biraz önce söylediğim kurum ve kuruluşlar veya devlet adına yetki kullanan herkes, bu konuda üzerine düşeni yapmalıdır. Bu haksız, hiçbir hukukî dayanağı olmayan, inanca saygı duymayan, Türkiye’yi uluslararası alanda -hem Batı hem Müslüman ülkelerde- küçük duruma düşüren bu yasaktan vazgeçelim. Onu mutlaka kaldıralım. Bundan dolayı devlet bir yenilgi almaz; yani, başörtüsü yasağını kaldırıyoruz, bak biz burada yenildik diye kimse endişede olmamalıdır. Başörtüsü yasağını, biz koyduk, sürdürüyoruz diye de kimse bundan zafer kazanmaz. Ne başörtüsü yasağına karşı çıkanlar ve kaldırılmasını söyleyenler zafer kazanma havasına bürünmelidirler, ne de başörtüsü yasağını sürdürdüğümüz sürece biz başarılıyız, zaferimizi kökleştiriyoruz dememelidirler. Ülkemizin çıkarları bu yasağın kaldırılmasını zorunlu kılıyor. Herkes buna toplumda huzurun sağlanması için katkıda bulunmalıdır.
Benim yaşımda olanlar için söylüyorum, hiçbirimiz, ne ben ne de 50 yaşını geçmiş olanların önünde, yaşadığı kadar ömrü olmayabilir. Ömrün süresini Allah bilir, ama genelde ortalama ömür süresi bunu gösteriyor. Ne Sayın Cumhurbaşkanının önünde ne Başbakan Sayın Ecevit’in önünde, hatta ne Mesut Yılmaz’ın önünde, yaşadıkları kadar bir ömür olacağını sanmıyorum. Bu konuda kimse yaşadığından daha fazla yaşama beklentisi içinde olmamalıdır.
Neticede hepimiz Allah'ın huzuruna divanına gideceğiz. Hiç kimse, Allah’ı yok farz ederek, Allah'ın divanına gitmeyeceğini düşünerek ömrünü heba etmemeli, boşa geçirmemelidir. Neticede hepimiz ölümlü insanlarız, mutlaka Allah'a hesap vereceğiz.
Allah'ın koyduğu kaideleri beğenmeyerek, Allah'ın koyduğu kaideleri inkâr ederek karlı çıkmak mümkün değildir. İnananların ölçüsü bu olmalıdır. Biliyoruz, dünya kurulduğu günden beri hiç kimse Allah’ı mağlup edememiştir, böyle bir sonucun olduğunu insanlık tarihi kaydetmemiştir. Allah'a harp ilan ederek kimse bu savaşı kazanamaz. Allah'ın koyduğu kaidelere uyarsın veya uymazsın o ayrı bir konu; eğer, Allah'a harp ilan ederek galip gelen olsaydı Nemrut, Hz. İbrahim’e; Firavun Hz. Musa’ya ve Hz. Harun’a ve Mekke ileri gelenleri Hazret-i Muhammed (S.A.V), Batılılar Atatürk'e ve O’nun önderliğindeki Türk Milletine galip gelirdi.
Bizim millî mücadelemiz öyle sıradan bir millî mücadele değildir. Dağılmış bir imparatorluk, gücü kalmamış, malı kalmamış, kalan topraklarının bir kısmı işgal edilmiş, askeri yorgun, topu-tüfeğin yetersiz, karşısında güçlü İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan gelmişler, Hasta Adamı öldürüp, mirasına konmak istiyorlar. Sen onlarla mücadele ederek bu mücadelende galip çıkıyorsun. Onun için diyorum, bu, sıradan bir mücadele değildir. Güçlünün, haklı olmayınca galip gelemeyeceğinin son örneği Bosna-Hersek de verilen mücadeledir. Kosova’da da şimdi Müslüman Arnavutlar şerefli bir başka mücadele veriyor. Biz, Allah'ın kaidelerine uymayız, bildiğimizi yaparız gibi demekle galip gelinmez. Biliyorsunuz Ebrehe, Kabe’yi yıkmaya gelmiş, peygamber efendimizin dedesine giderek, develerimi ver demiş. O, “senin aklından zorun mu var, ben Kâbe’yi yıkmaya gidiyorum, sen develerini istiyorsun” karşılığını vermiş. “Ben develerin sahibiyim. Kabe’nin sahibi Allah’tır. Orayı korumak O’nun işidir. Sen develerimi ver” demiş. Sonra Allah’ın emri ile Ebabil kuşları O’nun ordusunu olduğu yerde mahvetti. Bu ibret alınacak çok önemli bir misaldir. Nasıl olsa yaparız da yanımıza kâr kalır dememeli, hem bu dünyada, hem de öbür dünyada yapılan işlerin mutlaka hesabı verilecektir.
Burada herkese diyorum ki, eğer insan haklarına saygılıysanız, inanç özgürlüğüne saygı duyuyorsanız insanların inançlarıyla oynamayın. İnsanları, inançlarından dolayı cezalandırmayın. Ne siz ne de bir başkası bundan karlı çıkamaz. Öğrenciler okuldan atılabilirler, sınıfta bırakılabilirler. Okuldan geç mezun olabilirler; ama, bu ceza verenlerin, galip geldiğini isbatlamaz. Elinde güç bulunduran ama haklı olmayan galip gelseydi, bizim, millî mücadeleyi kazanmamamız gerekirdi; ama, hem millî mücadeleyi kazandık, hem de bu topraklarda giderek gücümüzü artırarak oturuyoruz, varlığımızı sürdürüyoruz.
Kimse beni yanlış anlamasın, ben hep şunu söylüyorum: Atatürk düşmanlığı yaparak da siyaset yapmamalıdır, Atatürk'ün arkasına gizlenerek siyaset yapmamalıdır, Atatürk'ü toplumun inançlarına karşı göstererek de siyaset yapmamalıdır.
İnançlarımıza saygı duyacağız, bileceğiz bu topraklar bizim vatanımızdır. Vatansızlığın ne olduğunu Filistinliler bize gösteriyorlar, bu ibret alınacak bir durumdur. Vatansızlığın ne olduğu açıkça görülüyor. Vatanımıza sahip çıkacağız. Bu sahip çıkma da hiç şüphesiz kardeşliği, birliği beraberliği pekiştirerek olur. Başı açık, başı örtülü diye birbirimizi boğazlarsak daha çok mu ileri gideriz, sorunlarımızı daha çabuk mu çözmüş oluruz, işsizliği daha kolay mı ortadan kaldırmış oluruz?! Başörtüsü yasağını veya başı açık olmayı intikam almaya dönüştürmemelidir. Örten de açan da kardeştir. Vatanın hakiki sahibidir. Bizim birbirimize inanç farklılıklarından dolayı ceza verme yetkimiz yoktur. Ne siz, beni, iyi, bak bu sene de Umreye gitmişsin, Allah kabul etsin, al sana şu kadar mükafat verebilirsiniz böyle bir yetkiniz vardır; ne de, ben size, sen niçin gitmedin, al sana şu kadar ceza verdim demeye yetkim vardır.
Allah'ın sınırlarına kimse tecavüz etmemelidir. Allah, bizim gibi sabırsız değil. Biz isteriz ki, herşey hemen anında olsun; Allah’ın takdiri, bazen anında da bazen de geç tecelli eder. Bizim için zaman dar, ama Allah için geniştir. Bizim ölçülerimizdeki zaman ile Allah'ın ölçüsündeki zaman birbirinden farklıdır.
İnansanız da inanmasanız da mülk Allah'ındır. Biz, bunu sendikanın
kapısına yazdık diye bize kızanlar var. Burada ne denilmek istiyor diye. Ben
diyorum ki, mülkün gerçek sahibi Yüce Allah’tır. Bugün burada biz varız, mülkü
kullanıyoruz, yarın biz gideceğiz, zira neticede herkes ölüp gidecek fakat
mülkü geride kalacak. Hiçbir insan mülkünü alıp götüremiyor. O halde gerçekte ꗬÁIП_ၔ¿__က__Ѐ_뢼_
橢橢뎲뎲_________П_Ḁ_____________________________________]______ļ_ļ___ļ___ļ___ļ___ļ_______Ő___ቂ___ቂ___ቂ_8_ቺ_<__l_Ő___侟_ĸ_፠___፠___፶___፶___፶___፶___፶___፶___ῌ___῎___῎___῎_4_ _Ô_⃖_Ô_↪_$_僗_Ǵ_勋_d_⇎_ⷑ_________ļ___፶___________፶___፶___፶___፶___⇎___ᭈ___ļ___ļ___፶_______፶___ጾ_"_ᭈ___ᭈ___ᭈ___፶_ߒ_ļ___፶___ļ___፶___ῌ___________Ő___Ő___ļ___ļ___ļ___ļ___፶___ῌ___ᭈ_҄_ᭈ_______ῌ___ļ___ļ_______________________________ῌ___፶___ጢ___똠眹忛ƾŐ_ჲ_ቂ___ᭈ___ῌ______________________________________________________________________
de söyledim, Allah ile kimse kavga etmeye kalkmamalıdır. Allah'ın koyduğu
kurallara karşı çıkmasın. Kimse Allah'ı yeneceğini zannetmesin. Kimse Allah'ı
yenemez. Allah daima galip olandır.
Allah'ın emirlerine uyup uymamak da kişinin tercihine bağlıdır. Çünkü dinde zorlama yoktur. Zora dayanan inanç makbul, geçerli inanç değildir. Hz. Musa’yı kovalayan Firavun, denizin birleşmesini görünce, “Musa’nın, Harun’un Rabbi’ne inandım” dedi ama, o andaki inanç geçerli olmadığından O’nu kurtarmadı.
Bakınız, birçok insan Allah'ın emrine uymuyor ve namaz kılmıyor; Allah’ın emirlerini yerine getirmiyor, hatta Allah’ı inkar ediyor. Ama, güneş hep aynı yerden doğuyor ve aynı yerden batıyor.
Siz, gazete olarak önemli bir hizmet yapıyorsunuz, ben bunu şükranla kaydediyorum kim ne derse desin. Ben de görüşlerimi söyleyerek bu haklı davaya katkıda bulunmaya çalışıyorum. Devletimi seviyorum, milletimi seviyorum, rejime karşı değilim, sisteme karşı değilim, orduya karşı değilim, hiç kimseye karşı değilim. Hepimiz kendi konumumuzda, kendi gücümüze göre vatandaşlık görevini yapmaktayız. Kader birliğini sürdürerek, devletin gücünün artmasına hizmet etmeliyiz. Ben bu anlayışa hizmet etmeye çalışıyorum, gazete olarak siz buna hizmet etmeye çalışıyorsunuz. Biraz önce söyledim, farklı düşünenler de vardır, farklı düşünenlere kızmıyorum; benden farklı düşünenleri düşman olarak görmüyorum.
Kim ki, Allah'ın emirlerine karşı geliyor, ben onun adına üzülüyorum; çünkü, Kur’an’ı Kerim’de tasvir edilen cehennemi göz önüne getirmeye çalışsalar, tüyleri diken diken olur. Acaba var mı; ben var diyorum, ona göre tedbirli olmaya çalışıyorum. Eğer cehennem yoksa, tedbirli yaşıyorum. Tedbirli yaşamamın bana bir zararı yok. Ama ya cehennem varsa, o zaman sen ne yapacaksın?! Onlar diyecekler ki, “Ya Rab, beni geri gönder, senin emirlerine uygun hareket edeceğim.” Allah da “hayır, sana verilen fırsatı kullanamadın. Artık geri dönüş yoktur”
En pahalı şey ömürdür, en değerli şey de ömürdür. Giden ömrün yerine yenisini koyamıyorsun. Bugün yine akşam oldu, ömrümüzden bir gün daha gitti, biz bunu yarın geri getiremeyeceğiz.
Cennete de cehenneme de girer geçerli not bu dünyada kazanılıyor. Cehenneme girmeye talip olmak akıllık sayılmaz. Ateş, Hz. İbrahim’i yakmadı, Allah “yakma” dediği için yakmadı. Nasıl olsa Hz. İbrahim’i yakmayan ateş, bizi de yakmaz diyenler, bunu ancak takva ile kazanabilirler. Allah'ın rızasını kazananı ateş yakmaz, tamam, ona bir diyeceğimiz yok; ama, bilmek gerekir ki, bu hükmü Yüce Allah verecek.
Belli yaşa gelenlerin yüz yapısı değişiyor; gençlikteki o parlaklık, zindelik zaman içinde gidiyor, cilt sarkıyor. Bunu durduramıyorsunuz; birtakım makyajlarla yüzündeki buruşuklukları düzeltseniz bile vücut yapısı bozuluyor. Kemikler eriyor ve insan sonuçta geldiği yere gidiyor.
Kim Türk Milletine iyilik yapmak istiyorsa, kim Türk Milleti daha güçlü olsun istiyorsa, kim Türk Silahlı Kuvvetleri daha güçlü olsun istiyorsa, kim “biz daha güçlü devlet olacağız, bizi hakir görenlere gücümüzü göstererek, haddini bildireceğiz, bu sayede başımızı daha dik tutacağız” diyorsa; iç kavgalardan, insanımızı birbirine düşürmeden, kardeşliği düşmanlığa dönüştürmeden vazgeçemelidir.
Mesela Ürdün Kralı’nın cenazesine gidenlere bakın... Biz de Cumhurbaşkanımızı kaybettik, Merhum Özal’ı kaybettik; ama O’nun cenaze töreni, Kral’ınki gibi olmadı. Aradaki fark çok açık. ABD’den 4 Cumhurbaşkanı cenazeye katıldı. Yeltsin bile ayakta zor durduğu halde oraya gitti. Lübnan 4,5 milyon nüfuslu bir ülke, Türkiye ise 65 milyon nüfuslu bir dünya devleti. Bütün Türkler bu gerçeği dikkate almalı. Cenaze törenlerimize dünyanın önemli güçleri katılmak ihtiyacını hissetmelidirler. Aman canım, gitmesem de olur, nasıl olsa biz bunlara dediğimizi yaptırırız anlayışını değiştirmek bizim gücümüze bağlıdır.
Osmanlıyı beğenmeyenler, esir düşen Fransız Kralını, Padişah, Kanuni’nin kurtardığı unutmamalıdırlar. O günden bugüne gelişimizin sebeplerini araştırarak ve eski yüksek gücümüze ulaşmaya engel olmak isteyenlere fırsat vermemeliyiz.
Bizim bulunmamız gereken yer, bugün olduğumuz yer değildir. Hep birlikte daha çok yüksek itibarlı bir devletin mensubu olursak, Batı'da fazla, Doğu’da da daha fazla itibar görürüz. Güçlü Türkiye’nin vatandaşları dendiği zaman etkisi başka olur. “Zaten bunlar ayakta zor duruyor. Bizim yardımlarımıza muhtaç devletin vatandaşları” dendiği zaman başka türlü olur.
Allah kısmet etti, zaman zaman yabancı ülkelere gittim ve farklı deneyimler yaşadım. İtibarlı bir devletin mensubu olup olmama, gittiğiniz devletin konumuna, durumuna göre değişiyor; kimi sana tepeden bakıyor, Türk mü deyip dudağını büküp geçiyor, kimi de biraz daha farklı bakıyor.
Güçlü olacağız, güçlü olmak için de kardeşliğimizi pekiştireceğiz. Birbirimizi yiyerek sorun çözemedik, çözemeyiz de. Bu başörtüsü de bunun bir ölçüsüdür. Bu başörtüsü belasından Türkiye kendini kurtarmak zorundadır.
Dediğim gibi, kimse başını açtırarak zaferini ispatlayamaz, Ben kendi çapımda bu haksız yasağın kaldırılmasına katkıda bulunmaya çalışıyorum, bununla çok büyük iş yapıyorum demiyorum. Kahramanlık peşinde de koşmuyorum; Belli konularda tepki gösteriyorum. Bu, haksızlığa karşı sessiz ve tepkisiz kalmayı içime, insanlık anlayışıma ve İslami inancımla bağdaştıramıyorum.
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı gibi gerçekten şerefli bir görevi bırakırken de bunu düşündüm. Bu tutumumla belki dikkatleri haksızlığın üzerine çekerim diye düşündüm. İnanmadığım bir şeyi savunmamak veya susmak ve tepki göstermemek sorumluluğuna ortak olmak istemedim. Yoksa ben orada oturabilirdim. Sayın Cumhurbaşkanının görevi devam ettiği sürece ben orada kalabilirdim, danışmanlığı devam ettirebilirdim, üstelik maddî menfaatim de olurdu. Ama, bu haksızlığa karşı bana “sus” denildiği için orada oturmayı içime sindiremedim. Bu tutumum, bu kutsal davaya küçük bir katkım olsun diyedir. Fakat Bursa'daki kızcağız ayağını kaybetti. Bazı öğretim üyeleri işini kaybetti, Yozgat Cumhuriyet Başsavcısı tenzil-i rütbeye maruz kaldı. Birçok öğrenci okulundan oldu. Bu haksızlığa tepki koymak uğruna, kardeşliği pekiştirmek uğruna, inançları uğruna, daha güçlü demokrasi, hukukun üstünlüğüne saygı duyulması uğruna bu fedakarlıklar mutlaka karşılıksız kalmayacaktır. Haksızlık, hakka aykırılık, adalete uymamak ilelebet hükümran olamaz.
Çok teşekkür ederim, Allah razı olsun.
NECATİ ÇAVDAR -Ben teşekkür ederim.
Akit Gazetesi -16.2.1999
/////////////////////////////////////////////////
NOT Baş oğlu ile aramız iyi idi. Ancak Anadolu Gençlik Dergisisi’nde yayınlanan aşağıdaki yazımdan sonra sözle bir şey demedi ancak memnyun olmadığını tavırlarıyla belli ederek bayağı mesafe koydu…
OTURMAK MI ZOR KALKMAK
MI
KOLTUĞU
KORUMANIN YOLU:
BAŞKAN DELEGEYİ DELEGE
BAŞKANI SEÇER
Koltuk en eski
zamanlardan beri göz kamaştırır. Uğuruna kimi sevgiler kimi kafalar feda
edilir.
Bir
çokları için tutkudur. Bazı insan için bir
kıymet ifade etmeyen koltuk, onu ele geçiren için çok kere
bir varlık nedeni olarak algılanır. Oradan uzaklaşacaklar için yıkım
olarak düşünülür. Düşenler sendeler ama alışırlar. Hırsları olanlar bir daha bir daha ona sahip olur.
Kimi
içinde koltuk o kadar özdeşleşmiştir ki
ancak ölüm ayırır onu. Bazı insanların koltuk sevdası, koltuğun
gücünden, bazıları içinde onun getireceği avantajları kullanma arzusundan
kaynaklanıyor. Kimi içinde kendini
başmkaların dan üstün görme güdüsünün
verdiği dürtü. Kimi içinda başkalarından ayrıcalığın simgesi.
Eskiler şimdiki gibi
yanında taşıyamayacağı için ya Otağ şeklinde, yada Tahtırevan adıyla
taşınan tipini bile yaptırmışlar.
Şimdilerde
ise koltuk genelde nereye gidilse yanında taşınan cinsten. Ya uçakta veya araba
plakası ile özdeş hale getirilmiş. Bunlar da mümkün değilse kimlik şeklinde ve
rozetlerle koltuk mikro hale getirilmiş. Onu gören o koltuğun sahibi olduğunu rahatça
anlayabiliyor.
Kimi
koltuklar atama ile gerçekleştirilirken, kimi seçimle kimide kurucu olmakla
kazanılıyor. Atama halinde olanların bir kısmı süreye bağlı iken, tekrar tekrar
atanarak koltuğu korumak mümkün. Seçimle
koltuğu ele geçiren kendini seçenleri seçerek,
koltuğunu sağlama almış oluyorlar.
Anlayacağınız
kimi koltuklar resmi, kimi ise sivil.
Sivil
ama ne derece sivil.
Bizde
sivil müesseseler de resmisinin bir uzantısı. Resmisi nasıl demokratikse sivili de o derece demokratik. Bunlar
da resmi koltuklara sıkıntı çıkarılmaması için belki de resmisinin
uzantısı olarak düzenlenmiş.
Nasıl
mı?
İşte
odalar. Odalarımız sözde sivil ve demokratik kuruluşlar. Devlet bunları korumak
için insanları onlara üye olmaya zorluyor. Hatta bazıları için aynı anda farklı oda kurmayı bile
yasaklıyor. Her üye her hangi bir işlemi için oraya belli bir ücret vermek
durumunda.
Sendikalarda
ise işçinin gönüllü katkısı ile değil de
aidatlar kaynağında kesilerek
sendikalara aktarılıyor.
Her
iki durumda da üyelerin ses çıkarması mümkün değil.
Seçim
tabi ki yapılıyor. Hatta bazıları kanuni formalitenin yerine getirilmesi
anlayışıyla ..Vatandaş hep siyasetçi ile haşir neşir olduğundan sadece
koltuğunu koruyan olarak siyasetçiyi
görüyor. Oysa siyasetin ve demokrasinin
temelini oluşturan sivil toplum kuruluşları da onlardan farklı değil. Ya iyice
yaşlanarak ayrılıyorlar yada bir üst göreve
geçerek..
Yıllarca
oda ve sendika başkanlığı yapanlar
Türkiye
Esnaf Birlikleri Başkanı: Fehmi Genç
Türkiye Esnafve Sanatkarlar
konfederasyonu başkanı:Derviş Günday
Sağlık İş başkanı:Mustafa Başoğlu
Elektronikçiler odası Başkanı
Özcan Kavran
Milli Piyango İdaresi Genel Müdürü İlhan Küsmenoğlu
Türkiye Zıraat odaları Birliği
Başkanı Faruk yücel
Türkiye bakkallar ve Bayiler Odası
Başkanı.Bendevi Palandöken
Elektirik odası Başkanı: Özcan
Kayıran
Burhan Kuzu, Başkanlık sitemi üzerine kafa yoranlardan..
Necati Çavdar, Burhan
Kuzu'nun TBMM'deki makamında
Ufuk turu..Başknlık sistemi
Necati Çavdar’la ufuk turu...
İSTİKRARLA TEMSİLDE ADALET ARASINDA
SIKIŞAN DEMOKRASİDE ÇIKIŞ İÇİN “BAŞKANLIK SİSTEMİ” ÇÖZÜM MÜ?
· Başkanlık sistemi, insan aklının ürünü. ...
Parlamenter sistem, krallıklara uyan sistemidir.
· Rahmetli Özal’da Demirel ‘de arkalarında parlamento desteğini
kaybetmişlerdi. O nedenle Başkanlık sistemini getiremediler..
· Parlamenter sistem; tıpkı halka hiçbir sorumluğu olmayan cumhurbaşkanına
yetkiler verdiği gibi, hep şikayet edilen ara odaklara imkan veriyor. Milletin
oyları seçimde sayılıyor.Ama seçim sonrası tartılıyor.
· Parlamenter sistem; belirli odaklar, tekelci holdingler için rant
kapısıdır.Bu sistem, çoğunluğu azınlığa mahkum ediliyor..
· Başkanlık sisteminde yasa yapmada ve bütçede başkanlar değil parlamento
yetkilidir.Başkanların yetkileri ve seçenekleri sınırlıdır.
· Ülkenin bölünmesinde sistemlerin etkisi yok denecek kadar azdır.
· 30 bin insanı biz başkanlık modelinde mi kaybettik?.. · Din ve sosyal
programlar bölünmeyi önler.
· Üniter yapının panzehiri başkanlık sistemidir.
· Sol oyları attıramıyorsa suçu kendinde arsın.Türkiye de reyler
kemikleşmiş değildir. Sol; söylemlerini makullaştırır... Laiklik söylemini
yumuşatır.. Çözüm önerileri ortaya koyar... Milletle çatışarak değil millete
yakın durarak bunları yaparsa sol da gelir.
· Başkanlık sisteminde başkan tanrılaştırılamaz, tanrı, parlamenter
sistemde var... Sistem tartışmaları, gerek seçimlerde siyasal partilere konan
%10 barajın Avrupa Birliği’nin isteği ile aşağı çekilmesi için yapılacak
çalışmalarda gerekse Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru çokça tartışılacak.
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Burhan Kuzu, “ İstikrar ve temsilde
adalet arasında sıkışan” demokrasimiz için çıkış yolunu “Başkanlık sisteminde”
görüyor. Demokrasimiz için belirecek tehlikeleri atlatmanın yolu olarak
“Başkanlık sistemini” öneren Kuzu ile gerçekleştirdiğiniz sohbette “parlamenter
sistemin aksayan yönleri” ile ve “Başkanlık sisteminin niçin gerekli olduğunu”
ve bu konuda kamuoyunda yaşanan endişeleri sorularımıza verdiği cevaplarla
ortaya koydu.
-Sizi daha öncede takip edenlerdenim. Bu konuda daha önceden berttiğiniz
düşüncelerinizi biliyorum ancak Türkiye’de bu dönemde “Başkanlık Sistemini”
ortaya atan kişi sissiniz..Neden başkanlık sistemi?
-Türkiye’de 12 Eylül öncesi yaşanan kötü günler gelmesin diye istikrar için
tedbirler alındı.Ancak bu tedbirler sonucu bu gün ülke seçmeninin %50’sinin
iradesi yansımıyor diye şikayet ediliyor.Tüm kesimlerin düşünceleri Meclise
yansısın deyince de istikrar bozuluyor.Yani şu anda istikrar ile temsilde
adalet adasında sıkışan bir demokrasi var. Türkiye 50-60 arasında kalkınmayı
yakalamış.60 da darbe olmuş.60 sonarsı koalisyon hükümeti. 65-70 arası tek
parti iktidarı ile Demirel dönemi yine kalkınma... 71 muhtırası ve 80’ne kadar
12 hükümet.. 1980 darbe... 83’de Özal’ın tek başına iktidarı ile yine kalkınma
başlıyor 1990 da düşüş var. Kalkınma yeniden Ak Parti iktidarı ile 2002 de
başlıyor..Ama sürekli bir kalkınma olmuyor.Neden? ... İstikrar yok da ondan..
ABD’de başkan sayısını çarpın dörtle ABD tarihi çıkar.ABD tarihini bölün dörde
başkan sayısı çıkar. İstikrar bu..Bizde ise 81 yılda 59. hükümet. eder 236
yıl.Yani 236 yılda geleceğimiz hükümet sayısına biz 81 yılda erişmişiz.
-Neden şimdi “Başkanlık Sistemine” geçelim diyorsunuz? - Şu sebeple : Nasıl
olsa bir anayasa değişikliği söz konusu.Hiç değilse yarım yamalak bir Anayasa
yerine iyi bir anayasa yapılsın ve köklü değişiklilikler, daha doğrusu
düzenlemeler de yapılsın.
- Neden “Başkanlık sistemi”?
- Başkanlık sistemi bu gün
konuşulmuyor.20 yıldır konuşuluyor. Rahmetli Özal söyledi. Demirel ‘de
Başkanlık sistemi dedi. -Peki onlar niçin getiremedi. -Getiremezlerdi. Çünkü
her ikisi de Cumhurbaşkanı olduklarında Başkanlık sistemine geçilmesini
istediler.Fakat arkalarında parlamento desteğini kaybetmişlerdi.O nedenle
getiremediler.
-Yani aktif halden pasif bir göreve geldikleri için mi? -Evet. Her ikisi de
Aktif Başbakanlık görevlerinden pasif görev olan Cumhurbaşkanlığına geçince
başkanlık sistemini istediler başaramadılar.Başaramazlardı da her ikisi de
Başbakanlıkla kavgalı idiler.H er ikisinde de Meclis hakimiyeti yoktu.
- Her ikisi içinde başkanlık sistemi konusunda ‘samimi değillerdi,
kendileri için istiyorlardı’ diye bir kanaat mevcut. Siz bu n konuda nasıl
düşünüyorsunuz?
-Bana göre Özal, sistemin bu şekilde yürüyemeyeceğini biliyordu.Onun için
Başkanlık sistemine geçilmesini istiyordu.O samimi idi. Demirel’e gelince..
O’nun süresini uzatmaya yönelik bir politika ile bu düşüncelerini ortaya
attığını düşünüyorum.
-Tekrar başa dönerek soruyorum.Neden başkanlık sistemi?
-Bu gün ABD’de tam.Fransa’da yarı başkanlık sistemi var. Parlamenter sistem
ise İngiltere de doğmuş.Parlamenter sistem İngiliz tarihinin ruhunu
yansıtıyor.Çünkü orada krallık var.Kral, İngiliz tarihi ile özdeş.O nedenle
parlamenter sistem orada yürüyor. İngiliz tarihinin ruhunu yansıtan parlamenter
sisteme bizim model dememiz mümkün değil. ABD’de ki başkanlık sistemi ise insan
aklının ürünü. Kurucu babalar, “ABD’yi nasıl yönetiriz?” diye soru sorarak en
iyi modeli, başkanlık sistemini buldu. Öbürüsünde İngiliz tarihinin ruhunu
yansıtan Kralı orada nasıl tutarız diye ortaya kondu. Gerek parlamenter
sistem... Gerek yarı başkanlık... Gerekse başkanlık sisteminin üçünde de
kuvvetler ayrılımı var.Üçünde de ayrı organ var.
-O halde parlamenter sistemin neresinden rahatsızsınız? -Parlamenter
sistemde yasama ve yürütme eşit.Hükümet, parlamentonun güvenoyu ile ayakta
duruyor.Ancak yürütmeye de parlamentoyu dağıtma yetkisi verilmiştir.
Parlamenter sistemde aslında gerçek anlamı ile kuvvetler ayrımı fiilen
yoktur..Olması da mümkün değildir. Parlamenter sistemde kuvvetler ayrımı yok
derken yargıyı kast etmiyorum.Çünkü yargı her sistemde vardır.Ve nitelik olarak
yasama ve yürütmeden ayrıdır. Gerek yürütmeye gerekse yasamaya eşit olarak
durması lazım.Krallıklar döneminde bile yargı ayrı tutulmuştur. “Devlet Benim”
diyen 14 Lui’nin soyundan gelen Fransa Kralı 16. Lui, yargıyı kast ederek “Öyle
güçler vardır ki bunların karşısında zayıf durumdayız ve bundan da kıvanç
duyarız” demiştir. O nedenle sistem tartışmasında yargıyı ayrı tutuyoruz.
Tartışmamızda söz konusu olan yürütme ve yasama ilişkileridir. Bu gün yasalaşan
kanunların %98’i hükümetten gelir.Vekillerden gelen %2 dir.O da hükümet destek
vermese geçmez.Hükümetin yapmak istemeyip de birilerine yaptırmak istedikleri türden
yasalar vekillerin isteği şeklide gelir.Ama hükümet istemezse geçmez. Hükümetin
istemediği hiçbir şey ne komisyonlardan ne de genel kuruldan geçemez. O zaman
yasama nerede? Parlamenter sistemde yasayı yapanda yürütme,uygulayanda
yürütmedir. Bütçeyi hükümet hazırlar, meclisten geçirir,ve kendi uygular. Para
ve kanun hükümetin elindedir. Denetime gelince, hangi bakanı meclis
düşürmüştür? Gensoru çalışmaz... Meclis soruşturması sadece eski dönem için
çalışır. Vekilin aslında kanun yapmada, bütçede ve denetimde etkisi yoktur. O
zaman vekil niçin genel kurula gelsin? Bu gün bile yasalar 40 kişi ile geçiyor.
550 kişi genel kurulda olsa ne olacak? Vekilin değişiklik tekliflerini hükümet
kabul etmezse bir işi yaramayacak.Yine hükümetin istediği olacak. Bir çok konuda
milletvekilleri konuşur. Doğrusu şu: Vekillerin nutuklarını dinleriz. Zabıtlara
geçer. Çok kere kanaatlerimiz değişir ama oylar değişmez.Yine hükümetin, isteği
tarzda oy kullanılır. Parlamenter sistemde iki başlılık doğuyor.Parlamenter
cumhuriyetlerde iki başlılık kaçınılmaz. Çünkü bu sistem krallıklar içindir.
Krallar, krallıklarda tarafsız hakem olarak düşünülmüş.Onların sembolik
yetkileri vardır ve krallar tarihi bağlırı temsil için vardır. Parlamenter
cumhuriyetlerde Cumhurbaşkanları ise yetkisi olmasa da yetki almaya çalışır.Ya
da oluşturur. Bu gün hükümetin gönderdiği kararnamelerin %24’nü cumhurbaşkanı
geri çeviriyor.Sorumlu hükümet, yetki Cumhurbaşkanında...
-Başka ne sakıncaları var?
-Tıpkı halka hiçbir sorumluğu olmayan cumhurbaşkanına yetkiler verdiği
gibi, bu model hep şikayet edilen ara odaklara imkan veriyor. Öte yandan
koalisyonlar parlamenter modelin en büyük hastalığıdır. Türkiye’de birinci
parti, dururken başka partiler iktidar olmadı mı?... Bu sistemde halk iradesi
yönetime yansımıyor.Birinci parti kenara çekiliyor, üçüncü parti yok
sayıyor.2.4.5ve 6 partilere milletin vermediği temsil imkanı
veriliyor.Geçtiğimiz dönemlerde u durum yaşandı. Adeta okus pokus
yapıldı.Üçüncü partiye başbakan, altıncı partiye Meclis başkanlığı verildi. Milletin
oyları seçimde sayılıyor.Ama seçim sonrası tartılıyor.Oylar eşit olarak
görülmüyor. Parlamenter sistem belirli odaklar, tekelci holdingler için rant
kapısıdır. Küçük partiler içinde pazarlık aracı... Parlamenter sistem çoğunluğu
azınlığa mahkum ediliyor.. Koalisyonlarda hükümet programları yürümez.Her parti
kendi işine geleni yaptırır.Her bakanlık ayrı hükümet gibidir.O nedenledir ki;
Türkiye 35 bakanla yönetilemez hale geldi.Bu gün ABD’de 12 Bakan var, bizde 35
idi.. Neden?.. Küçük partilerle koalisyon olmak için yağmurdan, fırtınadan
doludan sorumlu bakanlıklar ihdas ediliyor da ondan.
-Ülkede %10 baraj var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- %10 baraj yanlış.. %10’lık baraj dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan bir
barajdır.Almanya ‘da baraj %5, Avusturya’da %4. Avrupa Birliği Komisyonu,
ilerleme raporunda %10’lu barajın yüksek olduğu not edilerek bu rakamın makul
düzeye indirilmesini istiyor . Türkiye’deki %10 baraja rağmen zaman geliyor
ülke koalisyonlarla heba ediliyor. Eğer bu sistem devam ederde temsilde adalet
için barajlar %5’e çekilirse parlamentoya tam dokuz parti girer. İşte bu
nedenle diyoruz ki; şayet baraj %5’e çekilecekse o zaman bunun getireceği
mahzurları önlemek için “Başkanlık sistemine” geçmek gerek. Fransa böyle bir
sıkıntıyı yaşadı.70 yılda 104 hükümet kuruldu. Sonra yarı başkanlık sistemi ile
işi çözdüler.Fransa adeta delirdi ve çözümü buldu. Bu sistemin diğer bir
hastalığı ise vekiller, tekrar seçilme arzusu ve bakan beklentileri ile
Başbakana bağlı kalıyor.. Tüm bunlarda liderin öne çıkmasını sağlıyor..
-Bu tür sorunların olmaması için
çözüm ne?
- Başkanlık sistemi...
Çünkü başkanlık sisteminde kuvvetler ayrımı mutlaktır. Kanun yapmaya ve
paraya parlamento hakimdir. Bütçeyi parlamento yapar, parayı harcama yetkisi
olan başkan parlamento denetimi haricinde bir kuruş harcayamaz. Başkan ve bakan
parlamentoya bile giremez.Başkan sadece yürütmede yetkilidir.yasa ve bütçe
yapmada değil.Bu konularda Başkan parlamentoya muhtaçtır. Başkan parlamento ile
iyi geçinirse yetkisini kullanabilir, yoksa erir gider. Parlamenter sistemde
ise başbakanlar, ABD başkanından iki kat daha yetkilidir.Çünkü yürütme ve
yasama ondadır. Başkanlık sisteminde yasa yapmada ve bütçede başkanlar değil
parlamento yetkilidir.Başkanların yetkileri ve seçenekleri sınırlıdır. Bunları
da parlamento, komisyonları eliyle çok güçlü bir şekilde denetler. Başkanlıkta,
başkanlar parlamentoya muhtaç kılınmışlardır.Komisyon ve komiteler çok
güçlüdür.Sürekli komiteler meclisle yürütme arasında ilişki karararak yürütmeyi
yakından denetlerler. Bu sistemde küçük partiler hükümette etkin olmadığı için
sadece parlamentoda temsil ediliyorlar. O zamanda küçük partiler, partilerine
göre değil ülkenin yararına gördükleri konularda başkanı destekliyorlar..
Başkan başka partiden parlamento başka partiden olsa bile parlamento özgür
olduğu ve parlamenterlerin bakanlık , yeniden seçilme gibi bir beklentisi
olmadığı için başkanı muhalefet rahatlıkla destekleyebiliyor.Başkan başka
partiden olsa bile , parlamentoda iktidar değil muhalefetin oyunu aldığı çok
görülüyor.
-Seçim sistemi konusunda fikriniz
nedir?
-Dar bölge sistemi olmalı.O sistemde
aday, bölgeden aday gösterilirse seçime katılır.Dar bölgede partinin gösterdiği
adayı halkın desteklemek gibi bir durumu söz konusu değildir. Hm başkanlık hem
de dar bölge sistemi olursa vekilin bakanlık beklentisi yok.Seçim beklentisi
yok.Böylece parlamentoda daha rahat hareket eden milletvekili gurubu oluşuyor.
-Bu sistem federasyon getirir diye endişe edenler var.Bu konuda ne
diyeceksiniz? -Federasyon olmaz.Yerel yönetimler güçlü olur.Şimdiki coğrafi
bölgeler azaltılır ya da çoğaltılarak çözüm bulunur. Ülkenin bölünmesinde
sistemlerin etkisi yok denecek kadar azdır. 30 bin insanı biz başkanlık
modelinde mi kaybettik?.. Din ve sosyal programlar bölünmeyi önler. Üniter
yapının panzehiri başkanlık sistemidir.
-Neden?
-Çünkü küçük partiler başkan seçiminde birleşmek durumundadırlar.İnsanların
sivri fikirlerini çoğunluğa katarak tölere etmek mümkün. -Bu sistemde bir çok
parti,ülke yönetiminde söz hakkına sahip olmaz deniyor?.. -Ne kadar parti var o
kadar demokrasi olur mantığı da yanlış.O zaman sivil toplum örgütlerini
güçlendirmek gerekli. --Güney Amerika modeli? - Güney Amerika modeli başkanlık
sistemine örnek olamaz.Korkmanın anlamı yok. Çünkü Güney Amerika ülkelerindeki
sistem, başkanlık sisteminde olmaması gereken unsurları taşıyor.Örneğin başkana
parlamentoyu fesih yetkisi verilmiş.Başkanda memnun kalmazsa parlamentoyu
dağıtıyor, sistem diktatörlüğü dönüyor.Halbuki başkanlık sisteminde başkana
kesinlikle parlamentoyu fesih yetkisi verilemez ve kanun tasarısı hazırlama
yetkisi tanınamaz. Başkanlık sisteminde Başkanın, parlamentoyu dağıtma yetkisi
yok, kanun çıkarma yetkisi yok. Başkanlık sisteminin, Güney Amerika modelleri
ile ilgisi yok..
- Darbe yapma geleneği açısından benzerliklerimiz yok mu?
-Güney Amerika başka. Orada darbe yapılıyor, iktidar bir başka darbe ile
gidiyor.Ama bizde öyle değil.Bizde asker gece geliyor, gündüz gidiyor.. - Fakat
Türk dünyasında başkanlık sistemi var ve yürümedi? -Rusya Federasyonu’nda
Başkanlık sistemi var ve Putin işi götürüyor.Türk dünyasının demokrasi deneyimi
yok.. -Başkanlık sistemine kimler karşı çıkıyor? 1. Allah bereket versin.Ne
kadar olursa olsun yeter diyen küçük partiler.. 2. Tekelci sermaye ve onun
etkisindeki basın.. 3. Sol kesim. 4.
-Sol dediniz de sormak istiyorum. Bir kısım insanlar, “Türkiye de solun oyu
azami %35, Sağın oyu %65. Bu durumda hiç soldan başkan çıkmaz” diye endişe
ediyorlar. Böyle düşünenler için ne söylemek istiyorsunuz?
-Sol oyları attıramıyorsa suçu kendinde arsın... Türkiye de reyler
kemikleşmiş değildir. Sol zaten Ecevit’in kenardan tutmasını saymazsak 50
yıldır yok.Sol söylemlerini makullaştırır. Laiklik söylemini yumuşatır. Çözüm
önerileri ortaya koyar Milletle çatışarak değil millete yakın durarak bunları
yaparsa solda gelir. Soldan da başkan gelir. Millet, “bir de bunları deneyelim”
der. Sol kendini aza hapsetmesin. Fransa’da sol, “ kiliseye saygılıyım”
dedi.Geldi.14 yıl başkanlık koltuğunda oturdular.
-Peki bizde yarı başkanlık sistemi olmaz mı?
-Yarı başkanlık modeli Türkiye’nin meselesini çözmez.Sadece
Cumhurbaşkanlığının sorumsuzluğunu engeller.Aşı modelleri sorunu çözmüyor..
- Sistem değişikliğini referanduma götürmeyi düşünür müsünüz?
- Evet gerek sistem değişikliğini gerekse AB’ye girişi referandumla halka
sormak gerek.
-Sizin başkanlık sistemini tartışmaya açmanızdan Başbakan’ın habere var mı?
-Başbakan tartışılsın istiyor.
-Sonuç çıkar mı? Yoksa Özal ve Demirel’in ortaya attığı tartışma gibi bu da
bir başka bahara kalır mı?
-Sonuç çıkar..
-Bizim milletimiz, her ne kadar Müslüman’sa da, Müslüman inancına mensup
ancak Şamanist ameller işler...
-Doğru...
-Şamanizm’de de krallar, liderler, önde gelenler yarı tanrıdır.
-Doğru..
-Dolayısıyla bunlar istemese bile halk kendisini tanrılaştırır. Sizin
savunduğunuz başkanlık sisteminde yarın başkan tanrılaştırılarak tüm yetkiler
eline verilmez mi?
-İşte onu söylüyorum. Tanrı bu sistemde var. Bende en çok buna kızıyorum
zaten...Buna karşı çıkanlar bilmediği için böyle diyor.... Başkanlık sisteminde
tanrı olamaz, mümkün de değildir.Sistem on müsaade etmiyor. Kendi istese de,
vatandaş istese de yapamaz. Çünkü kuvvet ayırmış seni. Nasıl yapacaksın?..
Parlamento orda çalışıyor, kral burada çalışıyor.Yani başkan.. Şimdi..Gelmiş...
Başkan, parlamentonun da tepesine binmiş..Zaten yürütmenin tepesinde..Yargıda
yok. İş bitti... Yani varsa tanrı bu gün var... Bunu anlatmaya çalışıyorum..
Varsa bu gün var.. Bu gün yoksa o zaman hiç olmaz..
–Yani, mevcut sistem zaten krallık diyorsunuz?
-Tabii.. Tabiii..
-Adı konmamış krallık sistemi..?
-Tabiii.. Bu parlamenter sistemin
hastalığı. Almanya böyle... İtalya böyle.. İngiltere böyle..Türkiye daha da
böyle..Yani bu modelde demokrasi zayıfsa daha da çok kötü olur. Onu söylüyorum:
Parlamenter model çıkmaz sokak. Yani benim anlatmaya çalıştığım o.. Bana
sorulması gereken ön önemli soruda şu olması gerekir. Bu sistemde yasama ayrı
çalışıyor, yürütme ayrı çalışıyor.. Başkan yetkisiz kalıp zavallı duruma düşmez
mi? Bundan korkmak lazım. Tam aksine kral, hükümdar yada tanrı filan değil de,
yalnız başkan ..N olur? Bu adam orda durur kalır.. Kanun gelmiyor, bütçe
gelmiyor.. Vekilleri seçme hakkı yok.Vekillerin bakan olma beklentisi yok.Adam
orada duruyor.. Yani bundan korkmak lazım.. Ben en çok bundan korkuyorum.Acaba
bir gün bir şey mi olur? Bence olmaz ama bu düşünülmesi lazım.. Bunu sormamız
lazım.Tam aksine kraldı vs idi değil de bunu sormak lazım..Zavallı bir adam
olur ortada. İşin özü bu. Dikkat ederseniz sistemle ilgili bütün
konuşmalarımdan buraya varırsınız.Benim anlatmak istediğim burası.. Yoksa..
Nerden geliyor bu?... Başkan deyince millet diyor ki acaba tepeye bir şey mi
getiriyorlar? Halbuki adı başkan.. İnsan üstü bir varlık gibi zannediyorlar
Halbuki başkan.. .. Sağdan soldan koşuyorlar..Siyasetçiler konuşuyor. Böyle
padişahlık, diktatörlük gelir mi filan deyince; benim tepem atıyor.. Çünkü
söyledikleri, bu modelde (parlamenter sistemde) var...Zaten ben bundan
kurtulmak için o modeli öneriyorum.
-Yani hem yürütmenin hem de yasamamın üstünde olan başbakanlık sisteminden
mi demek istiyorsunuz?
- Evet tabii.. Biz ondan kurtulmak için öneriyoruz..Nasıl olur yani?..
Benim gösterdiğim modelde aynısını getirecekse ben onu, neden savunayım bu
modeli?
.. ..................................00000000000................
Burhan Kuzu Kim? 1955’de Kayseri’nin Develi İlçesinde doğdu. Çok istemesine
rağmen tercih yanlışlığı nedeniyle tıp fakültesine değil, hukuk fakültesine
kaydoldu.Yinede tıp okumak istedi. Hukuk okurken girdiği ve 18 tercihinden
18’ne de Tıp fakültesini işaretlediği sınavlar çalınma sonucu iptal
edildi.Bunun üzerine Kuzu, istikbalini hukuk üzerine şekillendirmeye karar
vererek İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Aynı fakültede Akademik
kariyerini tamamlayıp Anayasa Hukuku Profesörü oldu. İstanbul Üniversitesi’nde
Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi ve Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığı yaptı.
Adalet ve Kalkınma Partisi Kurucu Üyesi olan Kuzu 3 Kasım 2002 de yapılan
seçimlerde AK Parti listesinden İstanbul Milletvekili olarak parlamentoya
girdi. Fransızca bilen ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı olan Kuzu evli ve iki
çocuk babası ..
Not: 30.1.2005 Pazar tarihli Anayurt Gazetesinde ‘ CHP Nereye koşuyor’ Başlığı ile yayınlandı.
KONGREYE GİDERKEN CHP
Muhalifler
Cephesinden Bakınca CHP:
·
Yedi ayda ikinci defa olağanüstü
kurultay yapılması bile tek başına
partinin yönetiminin iyi gitmediğinin
bir göstergesidir.
·
CHP, Baykal’ın hizbi değildir.
Baykal’ın dar kadrocu anlayışının
partiye zararı var ve bizim de
karşı olduğumuz odur
·
CHP, AKP karşısında , köklü,
düzgün , iyi etkili muhalefet yapıyor
deme durumunda değiliz
·
CHP’de Demokratik mekanizma ve
süreçler iyi işliyor denemez.
·
Sayın Baykal geçen Kurultayda “ben ekibimle çalışacağım” dedi. Görüldü ki “ekibimle çalışacağım anlayışı” sonuçta başarıyı sağlamıyor. Sadece önemli olan genel başkan değişmesi
değil.Yönetim anlayışının değişmesi
lazım.
·
Bizim anlaşışımızın egemen olacağı bir CHP’de kurullar karar verir. Ve
kurulların kararları uygulanır.
·
Sarıgül kamuoyunda halk
desteğini arkasına alabiliyor.
·
CHP’ile halk arasında var olduğu söylenen duvarlar Sarıgül’le
aşılabilir.
·
Mustafa Sarıgül ya da başka bir arkadaşımız bundan sonra
bu partiyi Deniz Baykal gibi yönetemez... Partinin yetkili organlarını
çalıştırmak zorundadır... Bu ülkenin uzmanlarından, bu ülkenin beyin
gücünden tam olarak yararlanmak ve bunlarla iktidara gidişin programını yapmak
zorundadır. Demokratik olmak zorundadır.
Ortak aklı kullanmak zorundadır. Çünkü Baykal Türü bir gidişin sonunu
başarısızlık olacağını bunca deneyimden
sonra ne kadar akılsız olursa olsun aklı
başında herkesin görmesi lazımdır
ki Baykal’ın yöntemi, metodu metot değildir.
·
CHP; muhalefette iken Mecliste yaptığı çalışmalarla halkın önünü açacak
noktada iken ... Yetersiz kaldı.
·
CHP daha net..Hem demokratikleşme, demokrasi bakımından hem de AB
üyeliğinin ekonomik yönü, sosyal Avrupa yönü.. Hem işçi hakları, sendikal haklar bakımından
daha ilerici konuma geçebilirdi, geçmeliydi. AKP’yi geçmeliydi.
·
CHP’de Mustafa Kemal’in maddi mirası yoktur. Mirasından tek kuruş
partiye girmez.
·
Şu anda Baykal şah diyor.. Biz mat diyoruz.Mat edeceğiz..
·
Baykal, yeni teoriler üretiyor.. Sarıgül kimin oyuncağı
da.... Öbürü onun oyuncağıdır da...Kimse kimsenin oyuncağı olmaz... Amerika ya da başkası her yeri
karıştırmak isteyebilir. Önemli olan CHP’nin sağlam ve düzgün durmasıdır.
·
Dışardan saldırı var deyip
içerde partilileri bir birine kırdırmanın, partilileri bir birine düşman
etmenin çaresiz çözümsüz, arayışsız umutsuz bırakmanın, partiyi darmadağın
etmenin hiçbir mantığı yok.
·
Biz 12 Eylül anayasasını değiştirmek için parti olarak öncülük
etmeliyiz.. Biz 12 Eylülün kurullarına ve kurumlarını demokratik olarak
değiştirmeliyiz ki dış saldırı olmasın.İç saldırı olmasın.
·
Benim annemde türban takıyor.. Başını bağlıyor.. Ben halk çocuğuyum. Ne
demek türbana karşı çıkma?.. Kendi siyasi çıkarları için kullananları da hoş
görü ile karşılamıyorum.
·
Kıbrıs meselesinde CHP’nin bu konularda açılım yapabilmesi
gerekir. CHP; daha bir açılımcı, daha
bir barışçı çizgide olabilirdi. Biz halk
partisiyiz. Halkın partisiyiz. Kıbrıs politikasını bir tek Denktaş’a endeksli
götürmenin çok da anlamlı olduğunu ben şahsen düşünmüyorum.
·
Sosyal adalet kavramını 1960’larda Türkiye’ye getiren CHP bu gün o kavramın, Avrupa’daki kadar yaşama geçmesini savunamaz durumda.
Güçlü sendikayı savunmalıyız.Bizim tarlamız orası..
CHP Parti Meclisi Üyesi ve Ankara Milletvekili Prof.Dr. Yakup Kepenek’le CHP kongresini konuştuk.
Kepenek CHP’nin mevcut yönetimine getirdiği eleştirileri ve önerilerini açık yüreklilikle Anayurt’a anlattı.
-CHP’de ne iyi gitmiyor, CHP’de kongre ihtiyacı neden doğdu?
-Bu 3 Temmuz
Kurultayını sayarsak yedi ayda
yaptığımız ikinci olağan üstü kurultay.Yedi ayda ikinci
defa olağanüstü kurultay yapılması bile
tek başına partinin yönetiminin iyi
gitmediğinin bir göstergesidir.
Zaten son baharda bu yılın Ekim ayında , ilçe il kongreleri ile tüm örgütün yenilenmesinden sonra olağan kongremiz yapılması gerekiyor.Fakat tüzüğümüz genel merkeze bir yıl erteleme olanağı veriyor.
Önemli olan şu andaki durum.”Bizi
kurultaya götüren olay nedir?” Sorusunun yanıtı şudur:
CHP, AKP karşısında , köklü, düzgün ,
iyi etkili muhalefet yapıyor deme
durumunda değiliz.Bunun bur kaç nedeni var.
Başta gelen neden, bizim kurullarımız ki genel kurul, parti meclisi, merkez
yönetim kurulu bunlar etkin politika
üreten biçimde çalıştırılmıyor.Yani Kurullar çalışmıyor. Bunların ortak
görüşlerinden politika üretilemiyor.
Somut bir örnek vereyim.
Bundan bir ay önce okul aile birliklerinin para toplaması konusunda Mecliste bir maddelik bir yasa görüşüldü.
Bu bir maddelik yasa AKP’nin önerisiydi ve okul aile birlikleri okullarda para toplasın biçiminde idi.
CHP’li üç milletvekili çıktı.
Bir tanesi “böyle bir şey olmaz.Okul aile birliklerinin para toplaması doğru değil” dedi.
Bir başkası çıktı. Sözüm ona bu arkadaşın görüşü CHP meclis Gurubu’nun görüşüydü. “Yerine göre olur, yerine göre olmaz “dedi.
Bir başka arkadaşımızda çıktı.
“Bu yasa doğrudur.Okul aile birlikleri para toplayabilir” dedi.
-Yani CHP’de belili konularda tek ses yok diyorsunuz?
-Yoktur.
Bu neyi getiriyor?... Bu durum politikada tavır almada yalpalamayı getiriyor. Bu mekanizmaların etkili çalışmasını engelliyor
-
CHP’de sorun sadece Meclis Gurubu’nun rahat
hareket etmemesi mi?
-Hayır, değil değil.
- Yoksa vatandaşla CHP’nin ilişkisinin zayıf olması mı?
- Bunlar bir birine bağlı şeyler.Yani meclis gurubunuzun çok iyi çalışması lazım.Öbür... Şimdi.. Yani kolunuz ağrısa bütün vücudunuz hasta sayılır.Şunu söylüyorum: Bir: CHP’nin tüm organlarının etkili iyi çalışması lazım. Yerel seçimler yapıldı biz 1400 belde ve ilçede , birkaç ilde seçime katılmadık.katılamadık.Zaten Türkiye’de 3225 belediye var. Demek ki burada bir yanlışlık var.
İki: Seçimlerden sonra CHP’li belediyelerin daha sosyal demokrat ilkelere uygun yerel yönetim anlayışını yaşama geçirip uygulamaları için somut politika geliştiremediler.
Üç: Özelleştirmede işsizliğe, sosyal haklarda , sosyal sigortadan ormanlara kadar bir çok konuda Meclis görüşmelerinde ve dışarıda değiniz gibi ne halkla bütünleşmeyi tam sağladı.Nede somut, net politikalar üretemedi.
-Tüm partiler iktidara aday olmak için vardır.Ancak son seçimlerde CHP daha şanslı olduğu var sayılıyordu.Sizin anlattıklarınızdan anladığım kadarıyla söylediğiniz konularda CHP’nin hazırlığı mı yoktu?
-CHP’nin iktidara gelememesinde ve bu konuda yetersizliğinde hiç kuşkusuz toplumsal yapının, gelir düzeyinin, bağımlılık ilişkilerinin, sosyal demokrat geleneksel olarak görüşün azlığının, bizim güç alacağımız sendikaların zayıflığının, dağınıklığının katkıları var.Ama biz parti olarak da orkestra gibi tüm varlığımızla çok iyi çalıştığımızı söyleyemeyiz.
-Orkestra şefini, yani lideri değiştirmek CHP’de yaşanan sorunları halleder mi?
-Tek başına lideri değiştirmek sorunu halletmez denebilir.Ama burada şöyle bir durum var:
Sayın Baykal geçen Kurultayda “ben ekibimle çalışacağım” dedi.Geldi...
Görüldü ki “ekibimle çalışacağım anlayışı” sonuçta başarıyı sağlamıyor.Burada sadece önemli olan genel başkan değişmesi değil.Yönetim anlayışının değişmesi lazım.Yönetim anlayışının değişmesinden kastettiğim şu: CHP’nin ilçeleri, beldeleri, il örgütleri ve milletvekilleri halkın görüş ve önerileri ile iç içe olmalıdır.Halk onu yaşamalıdır.
-Siz CHP’de demokrasimi yok diyorsunuz?
-Demokratik mekanizma ve süreçler iyi işliyor denemez.
- Partilere bakınca en eski parti, siyasi gelenek açısından en tecrübeli insanlar CHP’de denebilir?
- Doğru. Buna rağmen CHP’nin demokratik işleyişinde, demokrasinin işler halede bulunmasında sıkıntılar var. Ciddi sıkıntılar var.
- CHP; muhalefette iken Mecliste yaptığı çalışmalarla halkın önünü açacak noktada iken ...
- Evet açabilirdi.
- Hatta AK partiden de ileri gidebilecekken pasif mi kaldı diyorsunuz?
- Yetersiz kaldı.Ben o kanaatteyim.Özelleştirme konusunda bir çok konuda
- Bir çok yasalar çıkarken geriye gidişler söz konusu oldu.Bunu, CHP istedi deniyor?
- AB ülkelerinde solcular ve sosyal demokratlar Türkiye’nin AB’ye üyeliğini istiyor.Türkiye de de sanki AKP bizden çok istiyormuş gibi halk arasında bir kanaat var.Halkında %74’ü AB üyeliğini istiyor.
Şimdi CHP orada daha net..Hem demokratikleşme, demokrasi bakımından hem de AB üyeliğinin ekonomik yönü, sosyal Avrupa yönü hem işçi hakları, sendikal haklar bakımından daha ilerici konuma geçebilirdi, geçmeliydi.AKP’yi geçmeliydi.Bu bu bizim işimiz.
Yani Mustafa Kemal’in kurduğu partinin işiydi, ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak..
-CHP’nin Mustafa Kemal’in mirasına sahip çıkmak söylemi düşüncede mi dir, yoksa sadece maddi mirasında mı söz konusudur ?
-Mustafa Kemal’in CHP’de maddi mirası diye bir şey yoktur.Bu kamuoyunda yanlış biliniyor.Onu bir düzeltmek lazım.
-O halde CHP’deki Mustafa kemalin maddi mirası nedir?
-Mustafa Kemal’in vasiyet namesindeki durum şudur: İş bankasının sermayesinin %28,5’ğu Mustafa Kemal’indir.12 Eylülde bu yok sayıldı. Azaldı. Mahkemelik oldu.O hikayeleri girmemin mantığı ve anlamı yok.Bu sermaye payının yönetimi CHP’nindir.İş Bankasının 11 yönetim kurulu üyesi var.Bunlardan dördü CHP Genel Başkanı tarafından atanır.Yalnız bu %28’lik sermaye payının bir kuruş geliri CHP’ye gelmez.Yoktur böyle bir şey.Yasal olarak da gelmez.Bu payın getirisini, nemasını, vasiyetnamesinde önce İnönü’nün çocuklarının okumasına, bilmem nelere diye bir bölüm var ama onlar geçti.Onarı aştık. CHP’nin payına düşen sermayenin geliri Türk Dil ve Tarih Kurumlarında harcanmak üzere ayrılmıştır. CHP’ye İŞ Bankasının getirisi yoktur.
CHP’nin payı yoktur.İŞ bankası yüz yeni Türk lirası kazandı.Bunu dağıtacak.28,5 YTL doğrudan doğruya Türk Dil ve Tarih kurumlarına gider.CHP’ye bir kuruş gelmez.Atanan dört yönetim kurulu üyesi, yönetim kurulu üyesi oldukları için huzur hakkı alırlar.O ayrı..Kişisel olarak alırlar.Ancak İş Bankasından Mustafa Kemal’in mirasından kurumsal olarak CHP’ye bir şey gelmez.
-CHP’yi Mustafa Kemal ve arkadaşları kurdu.Ancak daha sonra bir kısım arkadaşları ayrılıp gitti Demokrat Partiyi ve diğerlerini kurdu.İsmet İnönü ayrıldı, Onunla başkaları gitti.Ecevit ayrıldı öyle gitti.Her doğuş ve her bölünüşte azaldı.Dolayısıyla şu anda bir resmi parti var ama bu bir kişinin, gurubun hizbinden öte bir şey değil deniyor.Şu anda Mustafa Kemal’in partisi CHP’den eser yok Baykal’ın hizbi söz konusu deniyor.Ne diyorsunuz?
-O haksızlık olur.Ben mesela Baykal’ın hizbinden değilim.Baykal, benim arkadaşım.Birlikte çalışıyoruz.partinin milletvekiliyim.Ancak birilerinin çantacısı olmadım.Kişiliğimizde buna uygun değil.Bir çok arkadaşımızda böyledir.
Bu partide il ve ilçe örgütlerini sayarsanız şu anda filen otuz altı bin kişi politika yapıyor.473 belediye başkanımız var.Bunların katlarınca belediye meclis üyelerimiz var.170 civarında milletvekilimiz var.Dolayısıyla tüm bunlara Baykal’ın hizbi diye etiketlemek yanlıştır.Böyle bir şey yoktur.Ancak Baykal’ın dar kadrocu anlayışının partiye zararı yok mu dur?
Var ve bizim de karşı olduğumuz odur zaten.Ve bu düzelecek.
-Sizin partinin başına geçmek isteyen bir kişiye angaje olduğunuz görülüyor.
-Kim?
-Mustafa Sarıgül ekibinde gibi bir görüntü var.
-Ben öyle açıklama yapmadım ama..
- Mustafa Sarıgül ve Zülfü Livaneli yada başkası seçilirse CHP’de ne fark edilecek, Baykal’dan ne farkları olacak da CHP, halkın gözünde daha itibarlı olacak?
-İki önemli farkı var. Kişilikleri bir tarafa bırakalım.
Bir: Son aylardaki gelişmeler de gösterdi ki Sarıgül kamuoyunda halk desteğini arkasına alabiliyor. Bu önemli.Eğer meseleyi halka dökmese. Onu yapıyor.
CHP’ile halk arasında var olduğu söylenen duvarları yıkılmaması varsa, buna gereksinim söz konusu ise bu Sarıgül’le aşılabilir.Bu önemli kazanımdır.Kim için? ..Parti için..
İki Mustafa Sarıgül ya da başka bir arkadaşımız bundan sonra bu partiyi Deniz Baykal gibi yönetemez.
-Ne demektir?
-Şu demektir. Deniz Baykal gibi yönetemez..Şunu yapamaz yani partinin yetkili organlarını çalıştırmak zorundadır.Partinin belediye Başkanları gurubunu, parti meçlisini çalıştırmak bu ülkenin uzmanlarından, bu ülkenin beyin gücünden tam olarak yararlanmak ve bunlarla iktidara gidişin programını yapmak zorundadır.
Demokratik olmak zorundadır.Ortak aklı kullanmak zorundadır.Çünkü Baykal türü bir gidişin sonunu başarısızlık olacağını bunca deneyimden sonra (Arkadaşlarımıza öyle demek istemem kuşkusuz ama) ne kadar akılsız olursa olsun aklı başında herkesin görmesi lazımdır ki Baykal’ın yöntemi, metodu metod değildir.
-Sizin içinde olduğunuz bir gurup CHP’de kongreyi toplayalım.sorunlarımızı orda halledelim dediniz.kabul görmedi.Ancak şimdi CHP yönetimindeki ekip, kurultay noktasına geldi.Şu anda Baykal, “şah” diyor?
-Biz mat diyoruz.Mat edeceğiz..
-Dünya Türkiye ile kaim değil. Dünyanın çeşitli ülkelerinde bazı hareketler görülüyor.Gürcistan da “kadife devrim” yapıldı.Ukranya’da “turuncu devrim” yapıldı.
Deniyor ki bunlara benzer bir şekilde AB önünde duran, Irak krizini en yakından yaşayan Türkiye CHP ‘ye dış güçler el attı.Irak, Kıbrıs ve AB politikasında hükümetin önünde CHP’nin duruşunu engellemek, CHP’yi saf dışı etmek için bir oyun içinde oldukları söyleniyor.Siz bu oyunun parçası mı oluyorsunuz?
-Kesinlikle h hayır.Benim çizgim belli. Yazılarım düşüncelerim ortada.
Böyle bir hareket yok.Bakın bunu belgeleyecek hiçbir şey yok.
Sayın Baykal’ın dayanaksız, desteksiz iddiasıdır.
-Bu bir panaroya mıdır?
- Ben o konuda doktor değilim.Birileri karar verir.Şunu söylüyorum: Geçtiğimiz 3 Temmuz kurultayında kürsüye çıkıp dedi ki:” benimle ilgili bir milletvekili belgeler düzenlemiş.Eşim Aydın’ın para aldığını dair.” Diye..
Çıkıp sorduk: “kim bu arkadaş?” diye hiçbir açıklama yapılmadı.Aradan bir iki hafta veya ay geçti. Yaz sonuna doğru bu kez sayın Baykal çıktı dedi ki CHP’li dört milletvekili aralarında birer milyar para toplamışlar bir bankaya yatırmışlar.Gizli belgeler elde etmek için.Nerden? Amerika’dan.Gizli belgeler kendisinin aleyhine
Ben parti meclisi üyesiyim. 28Ağustos toplantısına yaz tatilimi keserek, bin kilometre direksiyon sallayıp araba ile geldim.Kürsüye çıkıp dedim ki:” Sayın Baykal, 170 arkadaşımız töhmet altında.Bu dört milletvekili kimse açıklansın.Bunların atılmasının önergesini yazılı olarak size veriyorum.Bunları hemen partiden atalım.Hiçbir şey çıkmadı.Yani (masadaki bardağı işaret ederek) şu bardak konuştuysa Sayın Baykal’da bu konuda bir söz etti.Şimdi İnandırıcı olmak zorundayız.Bir birimize güvenmek zorundayız.İnanmak zorundayız.Ben genel başkanımın yalan dediğini düşünemem, düşünmüyorum.O zaman bunun açıklanması gerekirdi.Ve maalesef sayın Baykal’ın seveni sevmeyeni “Değerli kardeşim..Değerli genel başkanım. Kim bu dört milletvekili?” diye sormadı.Şimdi yeni teoriler üretiyor..Sarıgül kimin oyuncağı da.... Öbürü onun oyuncağıdır da...Kimse kimsenin oyuncağı olmaz.
Amerika yada başkası her yeri karıştırmak isteyebilir.Önemli olan CHP’nin sağlam ve düzgün durmasıdır.
Bir şey daha söyleyeyim. Sayın Baykal, “ CHP’yi tehdit altında bırakanlar olarak ..Dış güçler diyor.. .medya diyor.ABD diyor..şeriatı da arada söylüyor..Bunlara karşı CHP’ni yapacağı çok şeyler var.
- Nedir?
- Bu toplumun ilerici, aydınlık güçlerini , ulusalcı güçlerini, ülkenin çıkarını düşünen güçlerin yanına almak .. Ve daha demokrat, daha gelişmeci daha dünyaya doğru ülkeyi taşıyacak projelere imza atmak.yani şunu demek istiyorum: Dışardan saldırı var deyip içerde partilileri bir birine kırdırmanın, partilileri bir birine düşman etmenin çaresiz çözümsüz, arayışsız umutsuz bırakmanın , partiyi darmadağın etmenin hiçbir mantığı yok.
CHP 1950’lerde bu tür bir küçülme dönemi yaşadı.Ama o zaman yetmişli yaşlarında olan İsmet İnönü çıktı, özerk üniversite dedi.Bağımsız yargı dedi.Sosyal adalet dedi.Hak dedi, hukuk dedi. Ve Türkiye CHP’nin o önerileri sayesinde 1961 anayasasına kavuştu. Biz 12 Eylül anayasasını değiştirmek için parti olarak öncülük etmeliyiz.biz 12 eylül faşizminde hakkı yenen insanların hakkını aramalıyız.Biz 12 Eylülün kurullarına ve kurumlarını demokratik olarak değiştirmeliyiz ki dış saldırı olmasın.İç saldırı olmasın. Bunlar yapılabilir.
-1960 darbesi öncesinde CHP anamuhalefet.Ve diri.Demokrat parti on yıllık iktidarda bulunmanın verdiği yıpranmışlık içinde. Bu şartlarda eğer CHP, darbeye destek vermeseydi. İlk yapılacak seçimlerde halkın oyları ile iktidar olma imkanı vardı.CHP, ihtilalle destek vererek ihtilalle anayasayı değiştirtti, ihtilal olmasaydı CHP demokratik yollarla iktidar olarak anayasa değiştirebilirdi.Buda halkla CHP arasında demokratik kopukluk ve soğukluk oldu. CHP, 28 Şubat’a da destek vererek halkla irtibatı kopardı deniyor. Size göre CHP’nin halkla irtibat kurmada sıkıntısı ne?
- Çok şeyi bir arada toplamayalım.O günkü koşullarda... Demokrat Parti’nin tutumunu ve CHP’nin ona karşı tutumunu o günkü koşullarda değerlendirmek gerek. Ben CHP’nin...Bu kadar kısa zamanda bu işi doğru değerlendirebilir miyiz bilmiyorum.
-Peki. Sormamış olayım.
-Ama şunu söyleyeyim.İsmet İnönü Cumhurbaşkanlığını esas olarak savaş meydanlarında kazanmıştı.Değil mi?
Askerler, 1950 de iktidarı verme dediklerinde “ ben yerimde kalayım” diyebilirdi.Öyle bir şey yapmadı.Yani şunu demek istiyorum. CHP’nin geleneğinde... 46 hareketi CHP’den çıktı. Demokrat Partinin gelişmesinde CHP’nin hoş görüsü ve katkısı yadsınamaz.Eğer Demokrat parti 1955 sonrasında yoldan çıkmasaydı..Asıl sorumluğu yanlış yerde aramayalım...27 Mayısa ülkeyi götüren süreçte Demokrat Parti’nin 55 sonrası tutumudur.Ona bakalım..Demokrat Parti’nin kendi yapısı nasıl değişti?...
CHP’nin demokratik mekanizmalarla anayasa değiştirme yollarını Demokrat parti kapatıyordu. İyi incelenirse o net görülür.DP, CHP’yi hain ilan ediyordu.Vatanı satıyor diyordu.Ocak bucak meselesiyle ülke bölünüyordu.Yani o günleri tartışmazsak iyi olur.,
-Benzer şeyler 28 Şubat’ tada oldu.12 Eylüllün mağdur ettiği 1402’liklere CHP sahip çıkarken beri tarafta üniversitelerde başörtüsü mağdurları oluştu...Bu ikilem değil mi?
-Ben 1402’liklerdennim.Üniversiteden atılanlara CHP’nin sahip çıkması vazifesiydi.Kim olursa olsun .. Düşüncesi yüzünden insanlar cezalandırılmamalıdır.
Türban meselesine gelince. Orada kendi içinde belli kurallar vardır..B u uzun bir konu.Benim onunla ilgili Cumhuriyette bir yazım çıktı.İsterseniz onu size veririm.Onu ayrıca tartışırız. Orada üniversitelerin kendi koyduğu kurularlar var. Bazı yerlerde bazı giyimlerin kamu alanında sembol olması yönünde tartışmalar var.Üniversiteler kendi içinde kurulları koyuyor.
Asıl alan şu.18 yaşına kadar insanları serbest bırakın.Annesi, babası, ağabeysi genç kızlarımızın başını örtmesine karışmasın.İlkokullarda, liselerde, imam - hatipler dahil.Özgür bırakalım. Evlenme yaşına geldiği zaman türban takarsa taksın.Benim annemde türban takıyor..Başını bağlıyor..Ben halk çocuğuyum.Ne demek türbana karşı çıkma?.. .
Ama ..beli bir amaçla siyasi çıkar veya dini dediğimiz simgelerle.Kendi siyasi çıkarları için kullananları da hoş görü ile karşılamıyorum.Benim yaptığımda bu..
- 1970’lrde deniyor ki; “ Bu ne, böyle köylü kadını gibi baş bağlıyorsunuz.siz üniversiteye gidiyorsunuz.daha modern olmalısınız?”
- Hayır, onu demek ayıp..
- Ve mesela Vehibe İnönü’de başını kapatıyor ama türbanla.Gayette güzel oluyor... Şıkta oluyor.Türban kullanın diyorlar,
- Güya türban daha ileri imiş gibi..
- Geç kızlarımız türban takmaya başlıyor, bu defada türbanın karşısına çıkılıyor.Bu durumda çocuklarda ikilem içinde.Ne yapsın çocuklar?
- Çocuklar meselesi değil.Tercüman gazetesi bu konuda bir çalışma başlattı. Türban konusunda erkekler daha çok laf söylemeye başladılar. Kardeşim sana ne? Ağabeyler, babalar zorla giydiriyor.
- -Bu işi kadınlara bıraksak hallederler mi diyorsunuz?
- Ederler..
-CHP’nin hiçbir serbest seçimlerde halk tarafından iktidara taşınmayışının sizce sebebi nedir?
-Buna göre sebebi.partinin etkin ve verimli çalışmaması .Bunu sağlayabilirsek biz iktidar oluruz.Ecevit, nasıl 77 de ucundan tuttu. Biz oluruz, rahatlıkla oluruz.
-Şimdiki CHP yönetimi ile parti içinde özgürlükler konusunda bir ayrılığınız varmı?
-Parti içi yönetim anlayışında büyük farkımız var.
-Nedir farkınız?
-Bizim farkımız şu: Bizim anlaşışımızın egemen olacağı bir CHP’de kurullar karar verir. Ve kurulların kararları uygulanır.
-Yani parti içi şefokrasiye karşıyız mı diyorsunuz?
-Onları ben söylemiyorum.Ama parti içi demokrasiyi daha iyi çalıştırırız.
-Dış politikada; Irak, Kıbrıs AB konusunda farkınız nedir?
-Irak konusunda partinin tutumu sağlıklı sayılabilir. Ayrıntıya girmiyorum.
-Kıbrıs konusunda?
- Şimdi.... Kıbrıs meselesinde partinin tutumunu oradaki haklarımızı savunma yönünden, oradaki Türk varlığını savunma yönünden tutumumuzu ben sağlıklı buluyorum. Ancak başka bir şey daha var.CHP’nin bu konularda açılım yapabilmesi gerekir.
- Ne yapabilirdi?
- Şunu yapabilirdi.Bir ara dendi ki Güney, Anan palanı referandumuna hayır diyecek.Bu belli idi. O zaman Kuzey’in sol ve sosyal demokrat çevrelerinin ‘evet’ emesi CHP tarafından da desteklenebilirdi. Bunda hiçbir sakınca yoktu.Karşı tarafın hayır diyeceği belli idi.Yani CHP; daha bir açılımcı, daha bir barışçı çizgide olabilirdi.Amma ulusal çıkarlarımızı koruyarak böyle bir politika izleyebilirdi. Oradaki politikayı kişilere indirip..
- Biz halk partisiyiz. Halkın partisiyiz. Kıbrıs politikasını bir tek Denktaş’a endeksli götürmenin çok da anlamlı olduğunu ben şahsen düşünmüyorum.
- -AB konusunda mevcut CHP yönetimi ile bir farkınız var mı?
- Daha net, aha açık bir Avrupa birliği taraftarı olmamız gerekir.Ben şahsen öyle düşünüyorum.kişisel görüşüm, Türkiye’nin öz çıkarlarını koruyarak Avrupa birliği kurallarına yönelik daha gür sesle iş yapmak.
- Nedir bu , birkaç örnek verir misiniz?
- Bu AKP hükümeti Kamu İhale Yasasını delik deşik etti.Oysa bu Kamu İhale Yasasına sahip çıkıp ihalelerin saydam, açık, herkese eşit olmasını savunmamız gerekir.Ancak böyle olursak gerçek solcu oluruz diye ben şahsen düşünüyorum. Çünkü, onlar birilerine el altından ihaleleri vererek gene kendi zenginlerini yaratıyorlar. Bu bir..
İki: daha önemlisi Türkiye’deki ekonominin yarısı kayıt dışı.Ne biçim ülke bu?.. Vergiyi dolaylı vergiler yoluyla , benzin vs ile halkın sırtına bindiriyorsunuz.Zenginden vergi almıyorsun...Bu gibi konularda CHP’nin sol ve doğru bir çizgi tutturması gerekir.
- Üç.AKP sosyal hakkı bayramdan bayrama zenginden yoksula yiyecek , kömür dağıtımı olarak anlıyor.Oysa Avrupa’da sosyal hak kavramı var. Sendikal özgürlük kavramı var.Sosyal adalet kavramını 1960’ larda Türkiye’ye getiren CHP bu gün o kavrama, Avrupa’daki kadar yaşama geçmesini savunamaz durumda Savunmalıyız.ben bunu söylüyorum.. Bizim görevimiz bu. Güçlü sendikayı savunmalıyız.Bizim tarlamız orası
- Yani tarlamız derken.Oy aldığınız..?
- Evet ..Evet... Almamız gereken.
- Bu söz meşhur “imam - hatipler bizim arka bahçemiz” sözünün çağrışımı değil midir?
- Yok..yok. Öyle değil. O yanlış bir laf. Şunu demek istiyorum.: Sol, geleneksel olarak daima emekçi kesimin yanında olduğu için sendikalar geleneksel olarak solda yer almalı.Ama Türkiye’de sendikalar güçsüz.Sol güçsüz.Ve bunlar doğru dürüst bir araya gelemiyorlar.Sıkıntıda burada zaten...
- Kayıt dışı ekonomi dediniz.Türkiye’de kayıt içindekilerde vergi vermiyor.Dev gibi şirketin vergisi bir asgari ücretlinin verdiği kadar. Dolayısıyla kayıt dışını kayıt içine almakla problem çözülüyor mu?
- Onu birilerin yapması lazım.Bunu sağlamamız lazım.Neden böyle oluyor? Bizde vergi ahlakı yok.Benim Avrupa Birği taraftarlığım, kurallar ve kaideler anlamındadır. Türkiye’de büyük sermayenin oyunu kurallarına göre oynadığını söylemek mümkün değil. Bizimkiler elle futbol oynuyor. Sendikal hakları tanımıyor.Siz medyada çalışıyorsunuz.Medyada nerde sendika var?.. Medya çalışanları sendikası var mı? Medyada çalışanların kaç da kaçı sosyal güvenlik sahibi?..Peki bunları niye medya sorgulayamıyor? CHP olarak biz, niye sorgulayamıyoruz? Sendikalar bizim tarlamız demek istediğimiz o. Biz bunlara sahip çıkamıyoruz.Biz sahip çıkamazsak, medyada sahip çıkamazsa olmaz. Avrupalı, bu noktada bize örnek olsun istiyorum. Avrupalı iş adamı, sermayedar bize örnek olsun istiyorum. Sendikalar yoluyla haklının hakkını teslim etsin istiyorum. Kendiliğinden etmiyor.Siyasal olarak benimde gücüm yok. Sendikada zayıf.. İlkelerin uygulanması için Avrupa Birliği gerekli. Bu bizim ulusalcığımızdan ödün vermemizi, bağımsızlığımızı yitirmemizi gerektirmez. Türkiye’nin gerek ticaretinin büyük çoğunluğu Avpura ile yapması, gerekse başka nedenlerle yerinin Avrupa Birliğinde olmasında hiçbir sakınca görmüyorum.
- Avrupa Birliği’nde olmamız ülke bütünlüğüne zarar vermez mi ?
-
Hayır. Hayır. Hiçbir..
Bölünme korkusu bana göre gereksiz korkutmaca. Siz kendiniz adam olursanız doğuyu da böldürmezsiniz batıyı da.. Musa Anter’in güzel bir zöszü vardı: “Kürtler Marmaris’ten vaz geçecek kadar aptal olmamalıdır” diye..Kimseyle bir sıkıntımız yok ki....
Prof.Dr.Yukup
Kepenek : |
1937 Ardeşen doğumlu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra New York Üniversitesi Ekonomi Bölümünde ekonomi doktorası yaptı. Ekonomist, ODTÜ’de Ekonomi Bölümü Öğretim Üyeliği, Bölüm Başkanlığı Üniversite Konseyi Üyeliği, Öğretim Üyeleri Derneği Başkanlığı,ODTÜ Bilim ve Teknoloji politikaları Araştırma Merkezi Kurucu Başkanlığı yaptı. Cumhuriyet Gazetesi Ekonomi Yazarı CHP Ankara milletvekili, Türkiye AB Karma Parlamento Komisyonu Üyesi ve CHP parti Meclisi üyesi olan Kepenek, evli, 2 Çocuk babası ve İngilizce biliyor. |
....................00000000000000000......................
Baykal tarafından bakınca
olaylar:
CHP ‘DE YAŞANANLAR 1 MART TEZKERESİNİN İNTİKAMINI ALMA ÇABALARIDIR.
CHP Denizli Milletvekili Prof.Dr. Mehmet Uğur Neşşar, CHP’de Genel başkan yarışında gelinen noktayı mevcut CHP Genel merkezi yanlısı olarak Anayurt’a değerlendirdi.
-CHP’de neler oluyor?
-CHP Üzerinde oynanan oyunlar 1 Mart tezkeresinin intikamını alma çabalarıdır.
Baykal’ın karşısında şu an iki alternatif model ortaya çıktı.
Bunlardan biri, daha önce etkinlik içinde bulunduklarını yerle bir etmiş kişilerdir. Bunların Hüsamettin Özkan’la ve tarikatlarla ilgileri söz konusudur.
Diğer taraftan Kemal Derviş destekli model ise denenmiş insanlardır.
İki modelde ABD’ye bağlı. Türkiye’nin sıkıntıya girmesini isteyen dış güçlerin desteğindeler. Bunların arkasındaki güçler, Türkiye’nin Lozan’dan Sevr’e doğru çekilmesi, Türkiye üzerinde emelleri olan güçlerdir.
CHP’de genel başkanlık sorunu yoktur. Şu anda yaşadıklarımız; Türkiye’nin dış güçlerin tuzağına düşmemesi için mücadele veren CHP’nin yani Türkiye’nin bir ayağını çelme gayretleridir.
AB ve Kıbrıs konusunda bu gün ülkemizde teslimiyetçi bir iktidar var.
AB görüşmelerinde Türkiye’nin iktidarından beklenirdi ki, kalıcı kısıtlamalar konacak tezlerinin karşısında, Türkiye tam üye olduğunda hiçbir kalıcı kısıtlama olamaz diye kayıtlara geçirmeliydi. Ancak tamamen teslimiyetçi tutum içine girdi iktidar.
CHP’nin 6 okundan rahatsız olanlar, CHP’nin ilkelerindeki Mustafa Kemal’in anti emperyalist yaklaşımını kendilerine engel görüyorlar.
CHP’nin kimliğini değiştirmeye yönelik olarak Atatürk milliyetçiliğini ortadan kaldırmaya yönelik hareket ediliyor.
Çünkü CHP, Türkiye’nin teslimiyetçi değil eşit ortaklık duruşunu maniple etmek istiyorlar.
CHP’nin AB, Irak, Kıbrıs duruşunu temsil eden bu günkü liderine karşı otaya konan lider formatına bakmak gerek.bunlar
CHP’nin ulusalcılığını, MHP’leşiyor diye eleştiriyorlar.
CHP, bu yeni formatlı lider tiplerini kabul etmez.CHP’deki olanları ahlaka ters bir şekilde eleştiren yazılar yazanlar aslında CHP’nin ilkelerini korumadaki kararlığı karşısında çaresizliğini gösteriyorlar. CHP’nin örgütsel tabanı çok sağlam.Bunlara geçit vermez. Örgüt bu işi aşar. Çünkü örgüt halka dayanıyor.
12 Eylül’den sonra örgütsüz, tabansız partiler geliştirildi.CHP, mevcut partiler içinde süreklilik bakımından en örgütlü ve deneyimli kadrolara sahiptir.
Atatürk’ün, Kemalizm’in ve CHP’nin var olan .misyonunun sona erdi diyenlerin görüşlerini red ediyoruz.CHP’nin var olan misyonu devam etmelidir.Ülkenin buna ihtiyacı vardır.
Türkiye’nin İslam ülkelerinden ayırt edilen tek farkı laiklik ve halka dayanan Kuvay-ı milliye düşüncesidir. Laiklik..İnançlı insanlarla bir problemimiz yok. Biz dini inanca değil dini inancın devlet idaresine karışmasını kabul etmiyoruz.
CHP’nin halka dayanan yapısını nasıl aşarız, temel duruşlarda CHP’yi köksüzleştirmek çabası içindeler.Bizim temel konularda halkla farkımız yok.
Kemalizm’in vizyonu AB’nni ötesinde
Ulusal sınırlar içinde Türk üst kimliği ile Cumhuriyeti kuran anlaşışla biz AB’nin dayatmalarından daha ileri işler yapabiliriz.
AB, ülkeyi halklara ayırmak, ulusal birliği parçalamak istiyor.Halkların birliğine yönelik saldırılar içindeler.
AB ülkeleri, Almanya, Fransa ve diğerleri kendi içinde bölünme istemiyor bizde istiyorlar.ABD, kendi içinde devletinin halklara ayrılmasını istiyor mu? Tek uluslu kimliğinden onlar niçin vaz geçmiyor?
Şu andaki CHP üstüne oynanan senaryo Büküksel -ABD eksenli ve Türkiye’nin her alanda parçalanmasına yönelik bir senaryodur.
Deniyor ki Baykal karşısındaki kişiler mitinglerde kalabalıklar topluyor.Eğer mitinglerle iktidar olunsa idi Hatay mitingine bakarak CHP iktidar olması gerekirdi.Ölçü miting değil ki.
Genç parti modeli önümüzde duruyor.
Genç parti, hangi projesi, hangi söylemi ile %7,5 oy oranını buldu.
Türkiye İbrahim Tatlıses’li projelerle yönetilecek değildir.
Biz diyoruz ki ulus kimliğimizle, ulusal kimliğimizle AB içinde yer alalım.
Yunanistan, Almanya, Fransa Ulasal kimliğinden vaz geçiyor mu?
Almanya Bavvere’nın ayrılmasını, Fransa bölünmeyi düşünüyor mu?
Uğur Mumcu yazmıştı.Onun kitaplarını okursak senaryoyu çok rahat görürüz.CHP’ye yapılanları düşününce akla PKK senaryoları geliyor. Çünkü bu tür senaryoların karşısında CHP var.Senaryoyu doğru okumak gerek
Öte yandan CHP dışındaki bu günkü iktidar tarafından Mustafa Sarıgül’ün başkan yardımcısı hakkında soruşturma açılması Deniz Baykal’ın iddiaları ile ilgili haklığını ispatladı.
...................0000000000000000000000000.........................
Genel
Cerrahi Prof.Dr. Mehmet Uğur Neşşar |
1951 Türkiye Futbol Federasyonu Sağlık Kurulu
Üyesi, Denizli Tabip Odası Onur Kurulu Başkanı, Pamukkale Spor Kulübü Bşk.,
THK Denizli Şube Bşk. Yrd’lığında da bulundu. Serbest Hekim olarak da çalışan
Neşşar 22. dönemde parlamentoya CHP Denizli Milletvekili olarak girdi.NATO
Parlamenter Asamblesi Türk Grubu Üyesi olan Neşşar, evli, 2 Çocuk babası ve İngilizce biliyor. |
BEYAZ İHTİLALDEN DARBEYE 27 MAYIS
Mart
ayında İşçi Partisinin yaptığı “Halkçı Devletçi Ekonomi
Kurultayı’nda iki Milli Birlik Komitesi
üyeside vardı.
Biri Suphi Karaman diğeri Şefik Soyuyüce.
Yalçın Küçük “7
Mayıs bir halk devremidir. 27 Mayıs’ı
Karaman ve Şefik Albayım yapmadı.Biz öğrenciler yaptık.Biz yaptık onlar
yönetimi ele aldılar,Birdaha yaparsak
yönetimi onlara vermeyeceğiz.”diyordu.
Doğu Perinçek’te “Şu andaki
uygulamalar kapitalist kurallara uymuyor.Devrimsiz evrim olmaz” diyerek bu
kişiler için “Yalçın Küçük, başarılı
subaylar ancak başarılı ihtilalci olmadığını söyledi”diye gönderme yapıyordu.
Şefik Soyyüce ise”Biz bu gençlerin
kafası gitmesin diye yönetimi ele aldık.
Ben İstanbul Örfi İdare başkanı
idim.İstanbul’daki ihtilali ben planladım.”diyerek 29 Mayıs’ta Ankaraya geldim.Bir adam
dolaşıyor. Bir kağıda imza attım. Maliye bakanlığı bana kalıdı” diyerek27 Mayıs’ta görevlerin ne
şekilde bölüşüldüğünü söylüyordu.
Bağcılar Bankası genel Müdürü “Batıyoruz” dedi.
Ekrem Alican vasi banka tayin eder hallediriz
dedi.Merkez bankası para bassın dedim.IMF dedi.
Ben
“ Basın.Ancak banka genel
Müdürleri duyarsa seni ulusta asarım.Çıkan para tedavül etmeyecek.” Dedim.Para
basılarak likidite sıkıntısına son
verdik.Ağustosta para dönmeye başladı.Para basın dedğimmde kasada sadece
500 milyon vardı.Ekrem Alican, “ Büyük kumarcısın” dedi.Bunu arkadaşımda
bilmez” diyerek Suphi Karaman’a gönderme
yapıyordu..
Hemen cevap veren Suphi Karaman, “Hiç
beklemediğim bir cevaliyet içinde
ihtilalin nasıl yapıldığını
anlattı.Şefik Albayımın bilmediği de. O işle uğraşırken ben orgeneralleri
tık tık traş ediyordum.Öyle sakal
tırşı değil tam traş yapıyordum” diyerek
darbelerin karekterini ortaya
koyuyordu.
“Hedefe varmak için her şey A’dan
Z’ye planlanmalı.Hangi yoldan ne ile
iktidara geleceğiz bunun proğramı
olmalı.yoksa olmaz..Gelincede ne yapılacak baştan bilinmeli. Yoksa iktidar
olunmaz” diyen Şefik Soyuyüce’ye
katılımcı ise Dünya emperyalizminin
savunması Natodan’ neden ayrılmadınız? diye sordu.
Soyuyüce ise”27 Mayıs sabahı NATO’ya
CENTO’ya bağlıyız dedikten sonra
hemen NATO’dan ayrılınmasa beklenemez.Bir
konsensüs sağlanana kadar yapılması gereken bir çok şeyler yapılmadı.Sözlerim bu
kadar”diye konuşan bu insanla bbir röportaj yapmalı idim.
1980lerin başında henüz Dikmenin üst kesimlerinde imara uygun yapılaşma başlamamıştı.Dikmen
Dokuzuncu km’de kuzey avrupa mimari
sitilde bir bina var.Özel güvenliği, yüksek çatısı ve yüksek duvarları olan
bina.Sahibini sorduğumzda burası “27
Mayıs ihtilalini yapanlardan birinin. İhtilalden hemen sonra kaynak makinaları
açılan Merrkez Bankası kasaları
soyulmuş. Buda onlardan biri imiş.şimdi fabrikatör olmuş” diyorlardı.İşte bu
iddilara muhatap olan kişi karşımda idi.
Kendisi ile tanıştık Kendisine o
iddaları hatırlattım.Kesinlikle yalanladı.O ilaç sanayine girrerek sanayici
olmuştu.Röportaj talebimi kabul etiti..
şefik Soyuyüce , Baba tarafından
Kanuninin beylar beylerinden Ve macaristan seferine katılan Bahrem beyin ,Anne tarafından ise
kabe kumandanlarından bir kişinin torunu
olduğunu söylüyor.
Odasında hemen heman adam boyu bir bir ferman’ı gururla sergiliyor.
Bu ferman ve darbeci biri..bundan
dolayı irticacı demiyorlarmı? Soruma ne
münasabet .Bu benim atammın.padieşah vermiş.Okuyabiliyormusun
diyorum.hayır .çünkü ben katıksız
Cumhuriyet çocuğuyum eski yazı bilmem diyor.
Bende Ama cumhuriyeti kuranlar
kendileri biliyordu.Bunun Cumhuriyet cocukluğu ile ne ilgisi var diyorum.Yumuşuyor.
Doğru .Ama okuyamıyorum.dedimin ismi
yazıyor olmalı ama bilmiyorum diyor.
Sivasla ilgili bir kitaptan Bahrem
paşanın özelliklerini okuyarak, macaristan
kendilerini göre orayı işgal
etmiş olan kanunninin heykelini
ditkmişler.biz nelerle uğraşıyoruz.diyerek Osmanlı askerlerinin meşhur aldıkları üzümlere bedelini altınhpara olarak asmalarını sitayişle anlatıyor...
Demek ki irtica denen ne menem şeyse
birilerine göre büyük bir mirasın
yazıldığı yazıyı bilmek.Eğer öğünülecek
bir konu ise tehlikeli bir durum yok...
Bize göre ajitasyonlarla, slogonlarla yola çıkılmış.Geri dönülmez noktaya
gelinincede birileri yönlendirmiş.
Her ne kadar ordu müdahalesi
denhiyorsada bizzat içinde yaşayan
ve etkili olanların ifadesinden
ordunun isminin ve silahının kullanıldığı
bir hükümet darbesi..Sonucu milletçe kabul edilmeyen, hiçbir zamanda tasvip
görmeyecek bir gece baskını.Olağan dışı olaylar.Acılar ve kesilen demokratik
hayat.milletimizi darbeler kıskakacına alan sürecin başlangıcı..
- Şefik Soyyuyüce- Necati Çavdar-
27 Mayıs hala tartışmalı bir konu.kimine göre bir ihtilal.kimene göre devrim.Kimine göre bir hükümet darbesi.Bu
kavramlar farklı anlamlara gelmesi bir yana
kendisi bir tarihi olay.Bunun
yıldönümü dolayısıyla yine çok
tartışılacak.
Biz
olayın etkili isimlerinden biri
ile, sizinle bu konuyu konuşmak
istedik.
-27 Mayıs’a gelmedin önceki rütbeniz ve o andaki konumunuz ne idi?
-Ben 27 Mayıstan evvel yarbaydım. O
zaman İstanbul’un asayış ve emniyetini
sağlamak üzere teşekkül
edilmiş,Örfi idare birlikleri (Sıkı yönetim)diye bir tümen ayrıca üç alay ve bir zırhlı tugay
ilavesi ile bir birlik oluşturnulmuştu.Ben onun kurmay başkanı idim.27 Mayıstan
sonra 30 Ağustosta Albay
oldum.Arkasındanda sürgüne gittim.
-27 Mayıs olayı çok geniş bir konu ben farklı
zamanlarla ilgili farklı sorular
soracağım. Konu bir çok yerde yazıldı çizildi.bana ilginç gelen bir olayı sizin mayiye
bakanlığınızı sormak istiyorum.Bu olay
nasıl oldu?
-Bunu sonra anlatayım.Hayır şimdi
istiyorum.Çünkü sorulyarı ben sorarım.siz cevap verip vermemekte
serbestsiniz.
-27 Mayıs’tan sonra Milli Birlik
komitesi (MBK) teşekkül etmesi için
Ankara’da toplandık.Hükümet kurulacak,
hükümetin kurulması için bazı müzakereler ve çalışmalar var.Çünkü daha evelden 27 Mayıstan sonra hükümetin
kurulmasında biz kendi kadrolarımızla
hükümet kurma kararı almıştık. Sonradan
İzmir’den Cemal Gürsel’i getirttik.Cemal Gürsel sivillerdende olsun
filan dedi.Bizde uygun gördük.Kimlerden
nasıl kuracağız bunu müzakere ediyoruz.derken Başbakanlıkta yaşlıca bir adam elinde bir tomar kağıt dolaşıyoꗬÁ‹Пደ¿ကЀ馮
橢橢쿽쿽П묠ꖟꖟ쫗lƼƼƼƼƼƼƼͰῼῼῼῼ
tͰ❬IJ₈₈₈₈₈₈₈₈⑴⑶⑶⑶⒑Ô╥Ô☹$⢞Ƞ⪾x♝ÉƼ₈₈₈₈₈♝₈ƼƼ₈₈✦₈₈₈₈Ƽ₈Ƽ₈⑴₈₈⑴₈ž₈∆‑ƼƼ⑴₈⁼
譠ፚǀͰῼ₈⑤⑴✼0❬⑬⬶₈⬶⑴₈ǐò˂®ƼƼƼƼÙBEYAZ İHTİLALDEN RADBEYE 27 MAYIS
Mart
ayında İşçi Partisinin yaptığı “Halkçı Devletçi Ekonomi
Kurultayı’nda iki Milli Birlik Komitesi
üyeside vardı.
Biri Suphi Karaman diğeri Şefik Soyuyüce.
Yalçın Küçük “7 Mayıs bir halk devremidir. 27 Mayıs’ı Karaman ve Şefik
Albayım yapmadı.Biz öğrenciler yaptık.Biz yaptık onlar yönetimi ele aldılar,Birdaha yaparsak
yönetimi onlara vermeyeceğiz.”diyordu.
Doğu Perinçek’te “Şu andaki
uygulamalar kapitalist kurallara uymuyor.Devrimsiz evrim olmaz” diyerek bu
kişiler için “Yalçın Küçük, başarılı
subaylar ancak başarılı ihtilalci olmadığını söyledi”diye gönderme yapıyordu.
Şefik Soyyüce ise”Biz bu gençlerin
kafası gitmesin diye yönetimi ele aldık.
Ben İstanbul Örfi İdare başkanı
idim.İstanbul’daki ihtilali ben planladım.”diyerek 29 Mayıs’ta Ankaraya geldim.Bir adam dolaşıyor. Bir kağıda imza
attım. Maliye bakanlığı bana kalıdı”
diyerek27 Mayıs’ta görevlerin ne şekilde bölüşüldüğünü söylüyordu.
Bağcılar Bankası genel Müdürü “Batıyoruz” dedi.
Ekrem Alican vasi banka tayin eder hallediriz
dedi.Merkez bankası para bassın dedim.IMF dedi.
Ben
“ Basın.Ancak banka genel
Müdürleri duyarsa seni ulusta asarım.Çıkan para tedavül etmeyecek.” Dedim.Para
basılarak likidite sıkıntısına son
verdik.Ağustosta para dönmeye başladı.Para basın dedğimmde kasada sadece
500 milyon vardı.Ekrem Alican, “ Büyük kumarcısın” dedi.Bunu arkadaşımda
bilmez” diyerek Suphi Karaman’a gönderme
yapıyordu..
Hemen cevap veren Suphi Karaman, “Hiç
beklemediğim bir cevaliyet içinde
ihtilalin nasıl yerine başarılı olmuş olmamış diye katagorilere ayıran, bütünlüğü bozan ve
giderek hürrüyeti kısıtlayan çok
partili hayata dönüşün nimetlerini
yaşamalarına rağmen bunu elimine
etmek isteyen ve giderek tahkikat komisyonu
kurarak yasama, yargı ve icrayıꗬÁ‹Пደ¿ကЀ馮
橢橢쿽쿽П묠ꖟꖟ쫗lƼƼƼƼƼƼƼͰῼῼῼῼ
tͰ❬IJ₈₈₈₈₈₈₈₈⑴⑶⑶⑶⒑Ô╥Ô☹$⢞Ƞ⪾x♝ÉƼ₈₈₈₈₈♝₈ƼƼ₈₈✦₈₈₈₈Ƽ₈Ƽ₈⑴₈₈⑴₈ž₈∆‑ƼƼ⑴₈⁼
譠ፚǀͰῼ₈⑤⑴✼0❬⑬⬶₈⬶⑴₈ǐò˂®ƼƼƼƼÙBEYAZ İHTİLALDEN RADBEYE 27 MAYIS
Mart
ayında İşçi Partisinin yaptığı “Halkçı Devletçi Ekonomi
Kurultayı’nda iki Milli Birlik Komitesi
üyeside vardı.
Biri Suphi Karaman diğeri Şefik Soyuyüce.
Yalçın Küçük “7 Mayıs bir halk devremidir. 27 Mayıs’ı Karaman ve Şefik
Albayım yapmadı.Biz öğrenciler yaptık.Biz yaptık onlar yönetimi ele aldılar,Birdaha yaparsak
yönetimi onlara vermeyeceğiz.”diyordu.
Doğu Perinçek’te “Şu andaki
uygulamalar kapitalist kurallara uymuyor.Devrimsiz evrim olmaz” diyerek bu
kişiler için “Yalçın Küçük, başarılı
subaylar ancak başarılı ihtilalci olmadığını söyledi”diye gönderme yapıyordu.
Şefik Soyyüce ise”Biz bu gençlerin
kafası gitmesin diye yönetimi ele aldık.
Ben İstanbul Örfi İdare başkanı
idim.İstanbul’daki ihtilali ben planladım.”diyerek 29 Mayıs’ta Ankaraya geldim.Bir adam
dolaşıyor. Bir kağıda imza attım. Maliye bakanlığı bana kalıdı” diyerek27 Mayıs’ta görevlerin ne
şekilde bölüşüldüğünü söylüyordu.
Bağcılar Bankası genel Müdürü “Batıyoruz” dedi.
Ekrem Alican vasi banka tayin eder hallediriz
dedi.Merkez bankası para bassın dedim.IMF dedi.
Ben
“ Basın.Ancak banka genel
Müdürleri duyarsa seni ulusta asarım.Çıkan para tedavül etmeyecek.” Dedim.Para
basılarak likidite sıkıntısına son
verdik.Ağustosta para dönmeye başladı.Para basın dedğimmde kasada sadece
500 milyon vardı.Ekrem Alican, “ Büyük kumarcısın” dedi.Bunu arkadaşımda
bilmez” diyerek Suphi Karaman’a gönderme
yapıyordu..
Hemen cevap veren Suphi Karaman, “Hiç
beklemediğim bir cevaliyet içinde
ihtilalin nasıl ypları bir şovelye ruhu
ile yetiştirilmiş bu ülkenin has evlatları, daima ülkenin çıkarlarını, cumhuriyetin
korunmasını esas alan bir mantık içinde
yetiştirilmişlerdi.
Bu laf bu şovelye ruhu ile yetiştirnlmiş insanları
derinden yaraladı ve Ordu onurunu koruyabilmek kendi onurlarımızı
koruyabilmek için biz buna tehpki gösterdik.Bu tepkiyi kendi
kumandanlarımızda dahil olmak üzere,
kendi kumandanlarımızın buna karşı çıkvmalarını
gerekli önlemleri almalarını düşünerek
ikili,üçlü, beşli,sekili ve onlu guruplar halinde tepkilerimiz oldu.derken bir netice
alınması mümkün değildi.
Düşünün kü ozamanın Genel Kurmay
Başkanı Rüştü Erdalhun, ozana 51 . Tümende Tümen komutanı idi.Bizde Ataları
orta Asyadan,Avrupanın ortalarına
Viyanalara kadar at üstünde gitümiş olan bir neslin çocukları olarak.bize Amerekadan gönderilen
katırların nallanmasını öğrenmek üzere
kursa tabi tutulmak üzere 51. Tümene çağrıldık.Ağarımıza gitmekle beraber kalktık gittik.
-Yıl kaç?
-Ellilerin başında.Orada çok
enteresan bir şey oldu.Bizim oraya gidişimiz öyleyi buldu.Askeri mahfelde
–Orduevi demek mümmkün- öğlen yemeği
yiyeceğiz.Tümen komutanını bekliyoruz.Kumandan masasına oturacak bizde
diğer subaylar yemeğimizi yiyeceğiz.benim rütbem daha üsteğmen.Biraz sonra Tümen komutanı geldi.yanında parkalı bir kişi
var.Bu bize katırların nallanması kursu
gösterecek Amerikalı çavuş.Bizim Tümen
kumandanı ile beraber.kapıdan girince bir vestiyer vardı.Tümen komutanı
Amerikalı çavuşun parkasını aldı ve vestiyere kendisi koydu.Bu bizi son derece yaraladı.
Yani Amerikalı çavuşla beraber General aynı masayı
paylaşarak yemek yedi.Buda bizi son
derece yaraladı.Amerekan ordusundada böyle bir kural böyle bir gelenek yok.Bir çavuş bir generalle
oturamaz.subayla bile oturamaz.Bizim
generalimiz hemde bir nalbant çavuşu ile , nalbantlığı hor gördüğüm için söylemiyorum.Ama bizde bir
hiyararşi var. Yemek yendi.Ama kendi aramızda “ne biçim mantık “ diye söylenmeye başladık.yemek bitti
kumandan kalktı bizde kumandana saygı için hep beraber ayağa kalktık. Gitti vestilyerden parkayı
aldı.Tuttu. Bizim General Amerekalı
çavuşa giydirdi.Anladık ki biz, generallerimiz bizsz haklarımızı savunacak mertebede
insanlar değilmiş.Büyük üzüntüye kapıldık.
Derken ben 1954 yılında akademiyi
kazandım.Akademiye gittik.Orada hukuk
okuyorum.İktisat okuyorum.Ekonominin diğer
dalalrını, siyasi tarih okuyorum.Ufkumuz değişmeye aydınlanmaya başladı.
......
Benden birkaç rütbe yukarda olan
hatta korgeneral rütbesinde olan kişinin de kurtulması anlamı
taşıyordu.Dolayısıyla derine inmediler dolayısıyla bizde kurtulmuş olduk
Böylece.
--
Başbakan’da bizzat dinlediği için bir
kasıt unsuru görmedi.
-Evet
TAA AKADEMİ SIRASINDA DEVLETİRN
DÜZELTİLMESİ İÇİN HAZIRLIK YAPTIK
- O tarihlerde ki akademide okuduğumuz zamanlarda ordunun
düzeltilmesi gerektiğini değil ,
ülkenin, devletin düzeltilmesi lazım geldiği kanaatine vardık. Ve bunun için
hazırlık yaptık.
Size bir dosya göstereceğim. Kendi el
yazımla yazılmıştır.O tarihlerden 1959
tarihine kadar devam etmiştir bu.
Ülkenin yönetimi nasıl olmalıdır?
Ülkenin yönetimi sağlıkta, tarımda
her alanda neler yapılmalıdır.Bunları tek tek
yazdım.Bu güne baktığımda hala bu
yazdıklarımın geçerli olduğunu görüyorum ve hayretler içinde kalıyorum.
-
Diğer arkadaşlarınızda bu fikri birikim içinde mi idi?Yani böyle mi
düşünüyorlardı. Yoksa hepiniz ayrı ayrı fraksiyonlar guruplar mı vardı.
bağlı idiniz?
-
Franksiyon
değilde. Arkadaşlar bir birlerine çok geniş bir şekilde açılmaktan
korkuyordu.Bir arkadaşımızın beni ihbar etmiş olması benim için yeter
sinyaldi.Bunun için hazırlığı geniş mikyasta yapmak şöyle yapılacak böyle yapılacak demek mümkün değildi.
DARBE İÇİN
GİZLİ HÜCRE ÇALIŞMASI 1954 DE BAŞLADI
-Komiteler bunun için mi ortaya
çıktı?
-
Onun için beşerli, sekizerli,
onarlı kendi içinde çalışan komiteler
vardı.
- Bu günkü gibi teknolojik imkanlar, fax, telefon yoktu.İlitişimi nasıl sağlıyordunuz?
-Tek kişi tanınıyordu.Tek kişi diğer
gurupla irtibatta idi.O kişi dışında kimsenin kimseden haberi yoktu.
-Bu yapılanma ne zaman başladı?
-Aslında 1954 den başladı.
-
Ülkede bir
iktidar vardı.Birde kuvvetli muhalefet vardı.İktidarı düşürmeyi düşünürken
muhalefetide değiştirmeyi düşündünüz mü?
-
1958-59’a
geldiğimiz zaman kanaatimiz şu idi:İki taraf kavga ediyor.Bunlardan birisi hatksız birisi
haklı diyemezsiniz.Kavga eden taraflardan ikisindede hata var.Düzeltilmesi icap eden tek
taraf değil, düzeltilmesi icap eden taraflar yok esasında.. Yapı düzgün olsa taraflar kavga edemez.
Kavgadan bu sorumlu.Bu günde aynı
şey değil mi?
-
İddianız kural
koyalım.sonra herkes yoluna devam etsin mi idi? Yoksa, biz düzeltiriz ve
biz devam edelim mi anlayışınızda
idiniz ?
-
Bir defa biz
düzeltmek için prensipleri ortaya
koyacaktık. Dönülmez bir yola getirip
ondan sonra iktidarı teslim edecektik.Biz Halk Partisinin veya muhalefetin
jandarması değildik.Demokrat partiyi indirelim, Halk partisini buyur edelim
anlayışında değildik. Biz kimsenin
jandarması değiliz.
-
O dönem ülkede sıkıyönetim ilan edilmiş.Dolayısıyla
ülkede sıkıyönetim içerisinde asayişi
temin etmek sizin göreviniz, sizin işiniz?
-
Bu görev
yapılmayarak darbe yapmak niye?
-
Yapıldı.
-
Asayiş temin
edildi?
-
Her şey temin
edildi.
-
Mesele kalmamış.
-
Efendim.
-
O zaman mesele kalmamış.
-
Mesele kalmamış
ama yapılmak istenen ihtillade yerini bulmuş.biz asayişi temin etmekle devleti
yönetmeye başlamadık ki...
-
Sadece bir cüzüne
hakim olduğunuzumu düşünüyordunuz?
-
Gene tahkikat
komisyonları, gene karşılıklı çekişmeler
devam ediyordu.muhalif parti merkezlerini basmalar, adamların tekif edilip
götürülmeleri ve bunlara yapılan çeşitli
işkenceler devam ediyordu.
-
MENDERES’E
ATILARN SUÇ İSNATLARI AYIP ŞEYLER
-
Darbeden sonra
Menderes ve arkadaşlarına yönelik
suçlamalar yönetimleri nedeni ile değilde
daha çok şahsi konularla ilgili
oldu.mesela bebek- köpek davası gibi..Bunlarda
şahsi kin ve tepkinin eserimi dir?
-
Bir ihtilalin
gayesi bebek köpek davası değildir.Bunlar çok aşyıp şeyler.
Bunlar o zamanki sorgulamayı yapan kişilerin
popülüs düşünceleri.halk nazarında kötüleştirmek için bir davranışlarıdır.Ben
bunları asla kabul etmedim.O zamanda
söyledim.
MAHKEMELERE KARŞI İDİM
Hatta
ben mahkemelerin yapılmasına karşı idim.Yapmayalım diyordum.
Bırakalım.Süngeri çekilim. Düzeltelim...Bu ülkenin bu hale gelmesine sebbe olan
atmış sekiz kişi tespit etmiştik. Bu atmış sekiz kişiyi Atatürk gibi yurt
dışına gönderelim,Nasıl Atatark yüz elllikleri gönderdi.Biz Türkiyenin düzenli
bir ülke bir yasal ülke haline gelmesi için, yasaların hakim olduğu bir ülke
haline getirilmesi için yapılması gereken her şeyi yapalım.ꗬÁ‹Пደ¿ကЀ馮
橢橢쿽쿽П묠ꖟꖟ쫗lƼƼƼƼƼƼƼͰῼῼῼῼ
tͰ❬IJ₈₈₈₈₈₈₈₈⑴⑶⑶⑶⒑Ô╥Ô☹$⢞Ƞ⪾x♝ÉƼ₈₈₈₈₈♝₈ƼƼ₈₈✦₈₈₈₈Ƽ₈Ƽ₈⑴₈₈⑴₈ž₈∆‑ƼƼ⑴₈⁼
譠ፚǀͰῼ₈⑤⑴✼0❬⑬⬶₈⬶⑴₈ǐò˂®ƼƼƼƼÙBEYAZ İHTİLALDEN RADBEYE 27
MAYIS
Mart
ayında İşçi Partisinin yaptığı “Halkçı Devletçi Ekonomi
Kurultayı’nda iki Milli Birlik Komitesi
üyeside vardı.
Biri Suphi Karaman diğeri Şefik Soyuyüce.
Yalçın Küçük “7 Mayıs bir halk devremidir. 27 Mayıs’ı Karaman ve Şefik
Albayım yapmadı.Biz öğrenciler yaptık.Biz yaptık onlar yönetimi ele aldılar,Birdaha yaparsak
yönetimi onlara vermeyeceğiz.”diyordu.
Doğu Perinçek’te “Şu andaki
uygulamalar kapitalist kurallara uymuyor.Devrimsiz evrim olmaz” diyerek bu
kişiler için “Yalçın Küçük, başarılı
subaylar ancak başarılı ihtilalci olmadığını söyledi”diye gönderme yapıyordu.
Şefik Soyyüce ise”Biz bu gençlerin
kafası gitmesin diye yönetimi ele aldık.
Ben İstanbul Örfi İdare başkanı
idim.İstanbul’daki ihtilali ben planladım.”diyerek 29 Mayıs’ta Ankaraya geldim.Bir adam
dolaşıyor. Bir kağıda imza attım. Maliye bakanlığı bana kalıdı” diyerek27 Mayıs’ta görevlerin ne
şekilde bölüşüldüğünü söylüyordu.
Bağcılar Bankası genel Müdürü “Batıyoruz” dedi.
Ekrem Alican vasi banka tayin eder hallediriz
dedi.Merkez bankası para bassın dedim.IMF dedi.
Ben
“ Basın.Ancak banka genel
Müdürleri duyarsa seni ulusta asarım.Çıkan para tedavül etmeyecek.” Dedim.Para
basılarak likidite sıkıntısına son
verdik.Ağustosta para dönmeye başladı.Para basın dedğimmde kasada sadece
500 milyon vardı.Ekrem Alican, “ Büyük kumarcısın” dedi.Bunu arkadaşımda
bilmez” diyerek Suphi Karaman’a gönderme
yapıyordu..
Hemen cevap veren Suphi Karaman, “Hiç
beklemediğim bir cevaliyet içinde ihtilalin
nasıl yabilir mi? Orası pislik olur.
Demokrasinin bir ülkede var
olabilmesi için sosyal yapının belli bir seviyeye gelmesi, kültür seviyesinin belli bir yere getirilmesi, ekonomik gücün
ve bu ekonomik gücün gelirlerinin
adil bir şekilde dağıtılmasının sağlanması ve bir nizamın kurulması gerekir.Ondan sonra demokrasi olabilir bu
ülkede.Bunlar yapılmamış bir ülkede
demokrasi şekli demokrasidir.Bizim
hedeflerimiz bunları düzeltmekti.ikibin bir yılındayız.Aradan kırk bir
yıl geçti.
_ Değişen ne?
-Değişen hiçbir şey yok.Hiçbir şey
olmadığına göre 27 Mayıs hala devam
ediyor.27 Mayıs ruhu hala devam ediyor.Bu gün
bunları yerine getirmlek için mücadele eden kitle, toplum, askeri sivili hepsi 27 Mayıs ruhunun verdiği ışıkla hareket ediyor.O nun için 27 Mayıs
bitmedi, hala devam ediyor.
DEMOKRAT PARTİ KAPATILMADI, KENDİ
KAPANDI
-27 Mayıs bitmedi diyorsunuz
ama, 27 Mayısta İndirdiğiniz
iktidara yakın düşüncedeki bir parti dünya tarihinde hiç olmadığı
şekilde Milli Bakiye sisteminin uygulandığı ilk serbest seçimlerde iktidar
oldu.Çünkü bu sistem başka ülkelerde tek
başına kimseye iktidar imkanı
vermiyordu.Ancak Türkiye’de bu gerçekleşti.buradan
şunu soruyorum.İktidardan indirdiğiniz düşünce yine iktidar oldu.sizin halkla irtibatınız mı yoktu?
-Adalet partisini diyorsunuz.
-Evet onu söylüyorum.Çünkü seçimlerde milli bakiye sistemi ile tek başına iktidar olan parti AP’den başka yer yüzünde yok.sizin halkla
irtibatınız mı yoktu.Bunu nasıl açıklarsınız.Halkla irtibatınız mı
yoktu?Düzenlemeyi mi yapamadınız?
-Ben her zaman şunu söylemişimdir.Küçük bir yurt gezisi
yaptığımız zaman.
Parantez içinde demokrat partiyi biz
kapatmadık.DP’yi kendi parti
mensuplarından birinin kongresini yapamadı diye
dilekçe vermesi suretiyle
mahkeme kararı ile kapatıldı.
-İyide nasıl kongre yapılacaktı.Adamların
hepsini içeri tıkmışsınız, kongre nasıl
yapacaklar?
-Daha önceden yapmaları gerekirdi.
_darbeden önce mi?
- İhtilalden sonra kongre olur mu
canım.Çok önce yapılması gerekirdi.
İhtilalden sonra ki kongresi zaten
mümkün olamazdı.Evvelki dönemde kongresini
yapmamış, zaten partinin hüviyeti kalmamış.Ve şimdi ismini hatırlamıyorum öyle bir vatandaş mahkemeye müracaat etti.Mahkemeden partinin kapatılması
için karar çıktı. Parti kendi kendini kapattı.Biz kapatmadık.O zaman ki partilerin hiç birini
kapatmadık biz.
27 MAYIS’IN ÇİVİSİ 14LER HAREKATI İLE OYNATILDI
Sorduğunuz suale gelince, yapılmış
olan bu karşı darbenin yani 27 Mayıs’ın
çivisi 14ler harekatı ile oynatıldığı için; Türkiye de tabii ki siyasi sonuçlarına katlanmak zorunda idi.Adalet partisi bunun için gelmiştir.Adalet partisi, bir
anlamda demin söylediğimiz orta şark
ülkesi olmamız , çabuk unutmamız ve acıma hissinin galip gelmesi netecesbinde
olmuştur.Hatırlayacaksınız ozamanlar “bize pelan lyazım değil, pilav
lazım”deniyordu.
-Siyaesi yasaklı dönemlerde “Gözüme
bakın ne dedğimi anlarsınız, kıratın
suvarisi,bir bilen gibi” kelime oyunları ile
halka ulaşmak mümükün.Başkada çaresi yok.çünkü gerçek muradını söylemek
yasak.
-Ve acıma hizssini tahrik etmek
bundanda istifade etmek demektir bu.
-27 mayıs ruhu hala süren bir harekat dediniz.
aslında 27 Mayıs’ın fikri alt yapısı
vardı yoktu o ayrı bir konu. AP’nin
darbeden sonra iktidara gelmesini sormakla
27 Mayıs ruhu hiçbir zaman Türk halkı tarafından ser best
seçimlerde iktidara taşınmamıştır.Ancak darbeler şeklinde vurgular
yapılmıştır.measala bazıları 28 Şubat sürevine 27 Mayıs’ın devamı
derler.Kimiside 12 Eyllül 27 Mayısın devamı diyor
-Hayır.
-Yani
çeşitli katagoride değerlendirmeler varbAncak kesin olan şu.Hür, serbest
seçimlerle Türk halkı 27 Mayıs’ı ibra
etmemiştir diyorum.Yanlış mı söylüyorum?
-Yanlış söylüyorsunuz?
-
Neden?
-
Siz belli
reaksiyorn gurupları ile konuşmuşsunuz.Siz çıkın bu ülkenin selametini düşünen bu ülkenin devrimlerine, bu ülkenin cumhuriyete sahip çıkan kiminle konuşursanız
konuşun; gelen arkadaşlar
Türkiye’de en ufak bir praplem olduğu zaman “Ah
ah siz tamamlayamadınız.kabahat sizindir” diyor.
-Acaba siz böyle reaksiyoner guruplar
ile konuşuyor olmayasınız.
-Konuşuyorum.Onlarlada kornuşuyorum.
-Ama geniş halk kitleleri sandık yolu
ile konuşur, iradesini sandığa yansıtır.
-Geniş halk kitleleri ile de
konuşuyoruz.Geniş halk kitleleri ile de
konuşuyoruz.
DEMOKRASİ BU MU?
-Özür dilerim.Çok müdahale ediyorum
ama.Sizce sandık bir ölçü değil mi?
-..Bence değil.
-yani demokrasilerde sandık ölçü değil mi?
-Hayır demokrasilerde sandık ölçü.
-Ama bizde...
-Ama demokrasi varsa... Demokrasi
varsa ..Ben üç şart söyledim size..Eğer
halk belli bir kültür seviyesine
gelmemişse, belli bir iktisadi düzeye
erişmemişse, sandıkta ayakkabının birisini verip birisini verme, evlere para
dağıt.Bu sandık mı oluyor yani.
-Ben şu yaşımdayım bir çok seçim dönemi yaşadım.Ama bana hiç ayakkabı veren olmadı. Keşke verselerdi
de diyorum... Hiç para veren olmadı.Hiç para veren ve
teklif eden olmadı.Bunu samimiyetle söylüyorum.Bu tür iddialar aynen Menderese söylenen, size söylenen ...
Bir başkasına söylenen gibi abartılı
şeyler olamaz mı?
-Olamaz..her seçimde gazetelerde boy
boy çıkıyor. Falanca parti kendi yandaşlarına, dolayısıyla evlere
erzak taşıyorlar.Görmediniz mi bunları?
-Erzak taşıyorlar.Niye taşıyorlar?
-Niye taşıyorlar. O kadar muhtaç halkı istismar ediyor.Bir file dolusu erzaka oylarını
satın alıyor.
-Siz inanıyormusunuz ki bu erzakı
alan insanlar hakikaten oraya oy verir.Ben buna inanmıyorum.
-Bunu yapan insanlar bunun
kontrolünüde yapıyorlar hiç merak etmeyin.
-Siz
maliyenin sorumluğunu
üstlendiniz.Menderes, uçak dolusu
altınları kendi hesabına geçirmek üzere
İngiltereye götürdü iddası var.
-Ben böyle bir iddiada hiçbir zaman
bulunmadım
_Kimi de derki ihtilalciler hazineye ait kasaları kaynak makinaları ile açarak soydu.
-Hayır.
-yani ik taraf içinde çirtkin idalar ileri sürüldü.
-27 Mayıs geçti.O zamandan bu güne şu
kadar hükümet geçti.Öyle bir şey varsa
çıkartmaları lazım.Hangi kazaları açmışlar. Sadece Başbakanlıkta
bulunan kasaların açılması için bir heyet teşekkül etmiştir.Heyetin
huzurunda açılmıştır. Zabıt tutular tutulmuştur. Tespit yapılmıştır.
Merkez bankası yerinde duruyor.Merkez
bankasını mı açmışız.Hangi bankanın kasalarını açmışız biz.Bu tamamen
iftiradır.Böyle bir şey yok.
-Menderes için söylenenlerde
iftiramıdır?
-
Oda iftiradır. Hayır..Öyle bir şey yoktur.
-
Halk arasında
bunlar söylendi?
-
Hayır.Hayır.Hayır
öyle bir şey yok.
-
Sizinle
konuşmamızda Amerekalı çavuş’tan başlayarak
genç subaylar üzerinde milli onur ve gurur zedelenmesinin etkisi görülüyor.
-
Ancak darbeden sonra ilk beyanatta “NATO’ya ve CENTO’ya
bağlılık gereği duyuldu.Bu ifadelerin
milli onurla alakasını pek göremiyorum?
-
Niye
göremiyorsunuz.? NATO, halen devam eden
bir koruma şemsiyesidir. Bir
güvenlik meselesidir.O zaman ki Demir perde ülkelerine karşı, Rusya’nın Türkiye
üzerindeki emelleri biliniyor. O tarihlerde ve otarihlerden evelde başlayan
Kars,Ardahan’ı, bozağzları istemle gibi şeyleri var.Elbette kendimizi
korumak için belli ittifaklara ihtiyaç vardı.Bunlar zamamında yapılmıştı.Biz
bunları tanımıyoruz sıyrılıyoruz demek hiçte
akıllıca bir davranış değildi gayet tabii.
-
-Reelpolitiğe
uygun alarak bunu söyledik diyorsunuz?
-
Evet
-
Ama o zedelendiğini
söylediğini milli onurla ilgisi yok
diyorsunuz?
-
Hayır hayır.Hiçbir alakası yok.Hatta ülkenin korunması, ülkenin emniyeti, her hangi bir kötü niyetli tutuma karşı bir ittifak çemberi içinde
bulunması milli...
-
CENTO neyin nesi
idi?
-
CENTO,İran ,Irak
Pakiestan’nın bir şeyi idi.
-
ABD ve
İngiltere’de vardı.
-
Onlar...Onlar
oraya tam üye değildi de.. Elbette
vardı.Tabi onların bulunuşu o bölgedeki petrol yatakları ile ilgili
idi.Kendi çıkarları açısından bir şeydi.
-
Düşünün ki yeni
yapılmış bir ihtilalde ülkenin tanınması yeni yapılanmanın tanınması önem
taşıyordu.
27 Mayıs’tan sonra bu beyanlar
yapıldı.Evet..Üç gün içerisinde bütün
dünya yeni yönetimi tanıdı ve kabüllendi.Bu da
ogünkü politik durum içerisinde
çok büyük bir...
-Bu tanınmayı “NATO’ya ve CENTO’ya
bağlılık “ garantisine mi bağlıyorsunuz?
-Tabii.
-Haketatın içinde generallerin
olmadığı görülüyor.Hatta moda
deyimle İzmir’de köşesine çekilen bir ithal generali getirip ihtilalin başyına
oturtunuz.Generallerle yani üst subaylarla
irtibatınız neden yoktu? Generaler
tamamen ihtilalin borazanı ve emrindemi idiler? İçlerinde böyleleri
varsada geniş çapta öyle olabileceğini de tahmin etmiyorum.Çünkü darbe sırasında bu kesimden bir direniş
görmüyoruz.
-Gösteremezlerdi...Gösteremediler de
.Hiç kimse direniş gösteremezdi.direniş gösteren giderdi.
-Ama
bunun karşısı da söz konusu olabilir ve darbe yapanda gidebilirdi?
-Böyle bir harekete giren ki darbe
diyorsunuz.karşı darbe diyeceksiniz.
ATATÜRK ANAYASASINA KARŞI DARBE
-
Yok ben böyle
diyorum.Siz karşı darbe dersiniz.
-
Ben karşı darbe
diyorum.
-
Hatta ben Atatürk
anayasasına karşı darbe diyorum.
-
Hayır.
-
24 Anayasasına
karşı bir darbe diyorum.
-
Hayır.. Milli
Birlik Komitesi bir numaralı bir kanun
kabul etmiştir. Bu bir numaralı kanun 24 Anayasasının şu şu numaralı
kaddelerini değiştirmek suretiyle Milli Birlik Komitesi üyemlerinin
sıfatlarını ve sorumlulaklarını tayin eden bir yasadır.Geri kalan maddeler o dömende uygulanan 1 numaralı kanunla değiştirilen maddeleri
hariç 24 Anayasasıdır. 1961 anayasasına kadar
24 Anayasası uygulanmıştır.Ona karşı yapılmış bir hareket değildir.Öyle
bir şey yoktur.
-
Aslında
bakın.1945 de İnönü’nün bir nutku ile
başlayan çok partili hayat Türkiye için çok erken başlamıştır.Siz bir evc,
apartman yaptırıyorsunuz sömellerini atmadan
ve alt yapısını yapmadan apartman dikiyorsunuz.burada aparmanın
pisliklerinin ortaya döküleceği, her
tarafı kirleteceği, binannı sağlam
olmayıp bir gün yıkılacağını göze almanız lazım.
-
Sömelleri,temelleri
olmayan bir yapı.demokrasiyi kurmak isteyenler ilk defa alt yapısını hazırlamak
zorundadır.sadece kürsülerde demokrasi
diye söylemek bir ülkenin demokratik bir
yönetime kavuştu demek değildir.
-
-Buradan şuna
gelebirmiyiz.Bir gün padişah efendimiz kalkıp ben yetkilerimi sınırlayıp.meşrutyite
geçtim diyor.meşrutiyeti ilen ediyor.bir başka gün Mustafa Kemal paşa, ben
Cumhuriyet ilan ettim diyor. Bir gün
mille ve ebedi şef kalkıyorBen demokrasiye geçtim diyor.Aslında
vatandaşın öyle bir talebi yok.O alıştığı düzende gidiyor.Bir gün birisi
kalykıp halkın talep etmediği bir şeyi
vedriyor.Burada halkın talebi, bir riske girmesi yok.bedel ödemiş
değil.Dolayısıyla bizde o kurumların
yeteri kadar oturtamaması buna
bağlanabilir mi? Çünkü batıda bu kurumlar halkın talebi ve büyük kavgalar sonucu bedel ödeyerek elde ettiği kazanımlardır.Meşrutiyetin
ilanını belki İstanbul istemiştir de,
Bağdat yada Üsküp istememiştir.bir başka
yerin haberi bile olmamıştır.Halkın büyük çoğunluğu bu değerleri bilmiyordu
bile..
-
Bakınız.. Bir
kere padişqahlık yönetimi ile Atatürk
yönetimini karıştırmayalım.
-
Bunlar hakların
verilişini ortaya koymak için verdiğim
örnekler .
-
Ülkelerin
bellirli bir evrimden geçebilmleleri, kendi içenden çıkmış ve kendisine inandırmışy olanh
öndrerlerin belirli bir çizgiye toplumu kanalize etmesi ve götürmesi ve oruhu
yaratması ve çadaş bir yaşama kavuşması
için reformları yapması ile sarayda oturan bir kişinin şunu yaptım bunu
yaptım demesi arasında dağlar kadar fark var. Mukayese bile yapılamaz.Bunu bir
müzekere konusu bile yapmak düşünülemez...Bunun için Atatürk kendisine innadırmış,hür bir develet
kurmuş.Bu devlet içinde bulunan insanları belirli reformlarla belirli yaşam düzeyine getirmek için çaba sarf etmiş, buda halk tarafından
benimsenmiş ve kabul edilmiştir.Halk durduk yerde ben cumhuriyet istiyorum.Şunu
yapmak isitiyorum diye biriysel olarak
bir talepte bulunması değil, bir yol
göstericisine inanması ve onnu
fikirlerini benimsemesiyle mümkün olmuştur.
-
Tamam kabul.
Fakat halk talep etmemiş.
-
Her şey belirnlenerek
yapılmaz.İşte önderliğin önemi burda
çıkıyor.
-
Peki bu durumda
.”Karşı darbe”de bir önder
yokmuydu.bulamadınız mı.Bulamamanızın sebebi ne
idi?
-
Burada halkın ve toplumun psikolojisi çok önemli.
Bizde gelenek olarak büyük rütbeli
kişilere daha kolay ininma daha kolay itaat etme gibi bir eğim vardır.Bir
general arayışımızın sebebi budur.
-Niye generaller bu işin içinde
olmadılar.neden aktif değiller.Sadece sizin, genç subayların verdiğui görevi
yapıyorlardı.Bunu nasıl kabul ettiler? Bu
ordu hiyarraşisi içinde bir tenakuz değil mi idi?
-Bu genç subaylar lafı şöyle..Bana bir gazeteci arkadaş( emin
çölaşan)benim sanayici olduğum, faprika kurduğumu öğrenince geldi
gezdi.Giderken sizin söylediğiniz gibi dedi ki “ olur mu 27 mayıstan sonra generaller sizin söylediğiniz şeyleri yapıyorlar.Siz
gittiğiniz zaman sizi karşılıyorlar. O zaman Özal var.Bendedik ki; Özal’ın
rütbesi ne? Özal asteğmen rütbesinde ama
Özalbaşbakan.Artık orda rütbeler sözkonusu değil.biz devleti yöneten bir kadroyuz.bizim titrimiz o zaman
devleti yöneten insanlar.biz bir
numaralı kanuna göre Meclis başkanı
sıfatını taşıyoruz.
Protokolde devlet başkanı arkasından
meclis başkanı gelmez mi?
Bizde
Milli Birlik Komitesinin her toplantısında sırayla rütbe farkı
gözetmeksizin Büyük millet
meclisinin yapmış olduğu görevleri yapan
Mille birlik komitesinin sırayla başkanlığını yapıyoruz.Dolayısıyla her birimiz
Meclis başkanı sıfatına haiziz. Niye
yadırganıyorki bu.
-
İlginç çünkü kendine has bir tarz.Biz biliyoruz ki bir
komite var ve bu komitenin başına bir
general getirilmiş o başkanlık ediyor.General diyor ki şöyle olacak.Komitede
parmak kaldırıp bunu onaylıyor,
-
Hayır
efendim.Hayır.
-
Biz bu yapıyı şu
andaki bakanlar kurulu şeklinde düşünüyoruz.
-
Ben ABD sefirini
borçları ödemeyeceğiz diye baskı altında
tutuyorum.
-
O anınızı
anlatırnmısınız ?
-
Evet. Çünkü
haklıyım.Bu gün nasıl herkez IMF’yi suçluyorsa bende ozaman Amerikayı suçladım.IMF, Türkiyenin
toslayacağını bilmiyormuydu.
-
Her halde
bilirdi.
-
Bile bile bu kadar
para verdi.bile bile belil
şartları koşmadı?Bir yere ben borç para verirken tahsil edip edemeyeceğime
bakarım.bir yere mal veriyorum.mal verdiğim adam paramı ödemeyecekse neden o
adama mal vereyim?..Bu da aynen
böyledir.bile bile veriliyor.neden Türkiye iktisaden belirli bir kontrol atında tutulsun.kısaca
benim dümen suyumdan çıkamasın.Siyasi aranada ben nedersem bana itaet
etsin.Borçlandırmanın anlamı budur.
-
-siz mayiyeinn
sorumluğunu aldınız.baktınız ki borç var.ne yaptınız?
-
O zamanki para
birimi ile ikibin dört yılında doğacak
çocuk bile 40 bin lira borçlu.O zaman
dolar ikilira sessen iki kuruş...
-
-budurumda
tavrunuz ne oldu?
-
Ben Amerikan
sefirinhden” bizim her çocuğmuzu 40 bin lira borçlandırdınız.Biz
buparaları ödeyemeyiz “ dedim.Anlaşmalar
var dedi. İhtilla hükümetiyiz dedim.Bu borçları silmelerini istedim. Hayret
etti.bana üç gün müsaade edin hükümetimle konuşacağız dedi.Üç gün sonra konuştuğumuzda bunun dörtte birini silelim
gerisini konsülüde edelim dedi.Hayır tamamını silmeniz lazım dedim.Bu parayı
türkiyenin kalkınması için değil,
popülüst maksatklarla kullandığını bile bile
bu ülkenin insanlarını borçlandırmaya hakkınız yoktur.bu adalet
değildir.dedim.
-
Benden yeniden
zaman istedi.Üçüncü görüşmemizde yarısını dedi.kademe kademe gidiyoruz.hepsini koparacağımızı
zannediyorum.bende tamamını silelim
diye bastırıyorum.
-
Bir gün komite toplantısına o zamanki Maliye
bakanı yaptığımız Ekrem Alican,ticaret
bakanı Prof Cihat İren ve Cemal Gürsel geldi.
-
Bizim
toplantımıza siviller giremez.Biz tabi bu durumu yadırgadık.O samanki başkanlık yapan üsteğmen rütsbesindeki
Muzafer Özdağ,Özdağa bu sivillerin buraya girmesi kurallara, çıkardığımız
yasaya aykırı.Cemal Gürsel sadece bir izahat
verip çıkacaklar dedi.Dirnleyelim dedik.Onlar ahde vefadan.siyasi
arenedan mali bağlantılardan vs. bahsettikten sonra borçların
kabulü yönünde fikir beyan etiler.Ve onlar çıktıktan sonara Cemal Gürsel,
biri Amerikan sefirini baskı altına alıyormuş dedi.Aşağı yukarı yan yana oturuyorduk.Aramızda sadece Cemal
Madanoğlu vardı.Ben dedim ki hocam “Niye böyle kapalı konuşuyorsunuz.Şefik
soyuyüce neden demilorsunuz.ben mali konularda sorumlu bir insanım.bunun bir
alt yapısını 0hazırlayıp arkadaşlarıma
öye açmak istiyordum.siz emri vaki şeklinde gelip, hazır olmayan bir konuyu
burda müzakereye açıyorsunuz..Buna hakınız yok” dedim. Hakım vardedi.Ve garip
bir laf söyledi ve “ben orgeneralim “ dedi. Dedim ki “ Paşam bir numaralı
kanuna göre sizin rütbeleriniz geçerli
değil.Omuzlar değil.kafalar konuşur.Sizde bizimle eşitsiniz.bir üstünlük
taslayamazsınız.Müzakere edelim dedi.Müzakere
oylandı.maalesef 17/16
kaybettik.Arkasından borçları kabul edelim mi etmeyelim mi müzakerisi, ov gün
otuz üç kişilik toplantı vardı maalesef yine 17/16 tekrar kaybettik.
-
Şunu anlatmak
için anlatım bu konuyu General, padişah gibi “şunu yapalım” diyor. Bizde el kaldırıyoruz.yok öyle bir
şey.Biz parmakçı evetçi insanlar
değildik.
-
Tartışıyordunuz
-
Gayet
tabii..sonuna kadar.
-
Bu anlattığınız
14ler olayına giderken komitede bir
çatlamamıydı.
-
Bunların hepsi birer etkendir.
-
Biz mahkemeleri
istemiyorduk.nitekim idamlar verildiği zamanda biz karşı çıktık.Yapmayın
idamları dedik.Ama sürgünde idik
engelleyemezdik.Aslında ozaman Mille Birlik Komitesi içnde kalan arkadaşlar
vardı.Bizde yur dışında idik.Biz yurt dışına sünrgüne gidince bir numaralı
kanun değiştirilmedi.Ben bunu gazetelere beyanatta verdim.
-
-bu durumda sizin
MBK üyeliğiniz ve oy hakınız devam ediyordu?
-
Gayet tabi.İçerde
olan MBK, dışarda olan MBK.Biz 14 kişi
olarak idamlara kaşıyız dedik.sonradan öğrendim ki 23 tane içerde olan arkadaşlarımızdan yedi tanesi de
idakmlara karşı çıkmışlar.
-
O zamanda çoğunluk sizde.
-
Çoğunluk bizde
ama idamlar yapıldı.yargılasınlar...
-
Bu durumda MBK kendi aldığı karara göre -Siz bir
numaralı yasa diyorsunuz- sizlmeri dışarıya göndererek karalar alması ile
meşriiyetini kaybetmiş olmaz mı?14’lerin yurt dışına gitmesi ile alınan MBK
karaları meşru değildir denemez mi?
-
Bern bunun için
mahkemeye müracaat ettim.O zaman en yüksek yargı organı olarak Danıştay vardı.Ve benim aleyhime 3/2 şeklinde bir kara
çıkmtı.Ben daha üst kurul olan Dava
daireleri kurulunda itiraz etttim.Gene bir oyla
kaybettim.
17 YAŞINDA GENEL KURMAYBAŞKANI OLACAĞIM GÜNÜ BABAMA
YAZDIM.SÜRGÜNLE İDEALİM ENGELLENDİ.
-Siz, bir hedef için yola
çıkmışsınız. 27 Mayısın güçlü insanları idiniz. 27 Mayıs’tan sonra cezaevine konan insanları bırakalım ama
bunları sürgüne gönderelim dediniz.Ancak siz sürgüne gittiniz.Bu sırada
Menderes ve arkadaşlarının hüznünü
yaşadınız mı?
-Gayet tabi bir üzüntü var.
Düşünün. Ben on yedi yaşında subay
oldum arkadaşım.Çünkü harp senelerinde okuduğumuz için 24 ay durmadan okuduk orta okulu bitirdik.24 ay okuduk
liseyi bitirdik.İki yıl oradan kazancımız oldu.Harpokulu ve Topçu Okulu’nu da
kısa devre okuyarak bir yılda ordan kazandık.Kurmay olduk beş yılda ordan
kazandık.Ve ben 17 yaşında subay
çıktığım zaman babama yazdığım bir mektup var.Mektupta demişim ki;”Baba ben
1970’in hangi senesinde Genel kurmay
başkanı olacağım.”yeni subay çıkmış bir asteğmen Genel kurmay başkanı olacağı tarihi
hesaplıyor.Ve onu hedefleyip gidiyor.Ve ben bunu feda ettim ise
o idealimi feda etti isem bunun anlamı
çok büyük.Bu anlam içerisinde ülkeyi
getireceğiniz yere getiremeden o
engelenmişse üzüleceğim gayet tabiidir ve doğrudur.Üzüldüm gayet tabii..
-Babanıza yazdığınız mektuptaki
hesaplama prosödürün doğru işlemesi halinde normal.Ancak Türkiyede askeri bürokrasi de “Cumhuriyeti kuran benim”
şeklinde bir kanaat hakim.
-
Elbette
-
Bunda Osmanlı nın son dönemindeki Avrupaya açılımların, batı değerlerinin ilk defa askeri kesimde uygulanmasının etkisi de eklenirse bu kanaat bir realite.Ancak Genel Kurmay
başkanı genel kurmay karragahında
oturuyor.Ama dünkü asteğmeni başbakan, ondan emer alıyor.Hatta lise mezunu bir
cumhurbaşkanı onun başında. Askeri müdahalelerde bu
yapılanmanın, böyle bir psikolojinin
rolü var mıdır?
-
Hayır.Hayır.
Hayır...hayır.. hayır hayır.Böyle bir psikoloji sözkonusu olamaz.
-
Peki. Siz çeşitli
rütbelerde bulunan insanvlar ihtilal sonrasında
rütbelerimizi çıkaralım.Sivil insanlar olarak siyasi sorumluluk sahibi olalım şeklinde sivilleşmeyi
düşxündünüz mü?
-
Düşündük.
-
Neden
yapamadınız?
-
Zaman kalmadı ki
-
Yoksa bu
rütbelere ihtiyaç mı vardı.yani milletin
verdiği silaha gücüne dayanma..
-
Hayır hayır
kesinlikle değil. Size garip bir şey söyleyeyim.27 Mayıstan sonra ben tabanca dahi taşımadım. Çünkü ben
bu ülkenin insanlarının refahı ve
mutluluğu için demokrasinin gerçek
anlamda kurulması için her şeyimi ortaya koymuşum.Canım söz konusu değil.Şahsi
bir telaş içinde değilim.
BEYAZIT CAMİİNDE KURULU İDAM SEHBASI GÖRDÜM
-
İhtilal
gecesi İhtilal yapılıyor..Elbette
karşı darbede olacak.Başarılır
başarılmaz.Korktunuz mu?
-
Hayır.
-
Aklınıza hiç
korku gelmedi mi?
-
Geldi.
-
Böyle bir havaya
girdiniz mi?
-
Beyazıt’ta Kimya Fakültesi o zaman bizim örfi idare( sıkıyönetim) birlikleri kumandanlığının yeri idi.Bende kurmay başkanı
idim.Oturdum.Aklıma geldi ve gözümün önüne bir idam sehpası geldi.Ve
dönüp baktığım zaman Beyazıt
camiin üstünden ki o tarafa bakıyordum
Ve sehpayı da öyle görmüştüm.Hayal ettim. Allah sizi inandırsın
beyaz beyaz bir şeyler iniyor aşağıya ve
kaplıyordu. Yanımda ağbim vardı.Ağbime söyledim.Ağbi, bu caminin üstünde
sanki beyaz bir şeyler iniyor.Döndü baktı” Gördüm şefik “dedi. Gördüm
dedi.Başaracağız dedi.
-
Ağbinizde subay
mı?
-
Evet..
Başaracağız dedi. Çünkü caminin üstünde
nur iniyordu.Caminni üstüne nur iniyordu. Onun tefsiri..
-
Nur demişken
şimdi ezanda okunuyor.İhtilalden sonra
size çeşitli çevrelerden çeşitli
teklifler geliyor.Sizin bir proramınız var.Başkasıda şöyle yapalım böyle
yapalım diyor.Kimisi Kur’anı değiştirelim diyor kimisi başka şey ama enteresan teklifler yapılıyor mektuplar
yazılıyor.Bunlardan bazılarını çeşitli yerlerde
ben gördüm.Sizin bu milletin milli değerleri ile bir kavganız varmı idi?
-
Hayır yoktu.
-
Mesela
Ezan’ın aslına dönmesinde CHP’lilerin de oyları var.Bu durumu genç subaylar biliyor
muydu?
-
Hangi aslına
dönmesinde?
-
Şuandaki okunuş
şekline dönmesinde.
-
Bunda CHP’nin
oyları yok.
-
Hayır
vardı.CHP’liler de evet demişti.
-
Tutanakları ben
bilmiyorum.Varsa kanaatleridir.herkesin kanaatleri olabilir.Bu günkü şekli ile
okunmasının bir mahsuru da yok. Ancak ne
var ki din bir intaçtır.Kişisel düşüncemi söylüyorum.İnandığım dinin kitabının
ne dediğini ben okuyunca anlamak zorundayım.Bunu isterim.
-
Herkes ister.Ama
bunu yasa ile mi zorlamalı?
-
Türkçe olacak diye bir şey olmadı. Ezan
..Sadece Ezan..
-
Teklifler vardı.
-
Olabilir..
çeşitli teklifler olabilir.O kadar çok
teklif yapılabilir ki siz içinden doğruyu
seçin, doğruyu yapın.Ülkenin insanlarının mutlu olması Ezan’ın şu
şekilde bu şekilde okunması değil.Biraz evel söyledim. Üçtemelin gerçekleşmesi
lazım. Esas hedef budur.Ben hedefe giderim.Askerlikte bir hedef alınacaksa, kenarında çalı çırpı
varsa kenarından dolaşırsın.Bataklık varsa öbür yandn dolaşırsın.Ama
hedefe gidersin.O hedefe gitmek
lazım.Ben hedefe alacağım.
-
Ezanın şu andaki
okunuş biçimini alması ile Cumhuriyetin
kazanımlarını kaybetğini mi düşünüyorsunuz?
-
Hayır öyle bir
şey olamaz.
-
Bazıları öyle
söylüyor.
-
Hayır hayır.Yok
öyle bir şey olamaz.Ayrı bir şeydir.
-
Yani milletin
milli değerleri ile hem fikiriz diyorsunuz.
-
Dediniz ki
camiden nur akıyordu.Kimide diyorlardı ki Menderes Konya’dan yüzbin kişi
getirecek darbe yapacak yada Harpokulu
mezunlarını fesh ederek orduyu asteğmenlerle idare edecek” şeklindeki
ajitasyonlar olmadımı? Darbede bun tür ajitasyonların etkileri olmadımı.
-
Yok yok .Böyle
şey yok.Ben size bakın müşühhüs bir şey
söylüyorum.Bir demokrasinin üç önemli ayağından bahsediyorum.
CHP BAZI ARKADAŞLARA ETKİ ETTİ.ECEVİT
FİKİR HIRSIZI
-
MBK’nin diğer
üyeleride demokrasi konusunda aynı
fikirde mi idi?
-
Hepside mi?
-
....... Yalnız
bir gurup arkadaşımız maalesef o zaman
Halk partisi - içinde Ecevit’te vardı-
yönetimi tarafından yanıltılmış, ve
kendi yanlarına çekilmek istenmiştir.13
Kasım’daki 14’ler hadisesi bu siyasi bulaşıklığın, bu siyasi ekibin etkisi ile
olmuştur.
-
Ecevit’inde özellikle 1957’den sonra ülkeyi darbeye götürmek üzere kurulan bir
sivil komitede çalıştığı iddiaları var.Dolayısıyla askeri
komiteler çalışırken sivil komitelerde
vardı.Askeri komiteler bunları bilmiyordu diye iddialar var.Bu iddialar
doğrumu?
-
Ben böyle bir
şeyi ilk defa duyuyorum. Yalnız Ecevit fikir hırsızdır....
-
............
TURAN GÜNEŞ:ONUN ADI ECEVİT
27 Mayıstan sonraki bir tarihte Turan Güneş’le Bülent Ecevit benimle ısrarla
görüşmek isitiyor.O zaman Ankara palas açık.Bizde eski Meclisteyiz. Kendi
aramızda siyasi kadrolarla görüşmeyelim diye
bir kararımız olmasına rağmen bu ısrra karşısında ben arkadaşlarıma , ısrarla gövrüşmek istkiyorlar diye
söyledim.Tamam dediler.Yarım saat...Bende onlara sadece yarım saat
görüşebilirim dedim.Gittik öğlen..Öğlen
poydosunda bir şeyler
hazırlamışlar.Sandviç ayran gibi şeyler atıştırdık.Orada bana bazı sualler sordu.ben dedim ki bu ülkede
kırkbin köy, komlar, küçük beldeler.Bunlar üstüste konduğunda kırkbeşbin
yerleşim bölgesi ortaya çıkıyor.Bu kırkbeşbin
yerleşim bölgesine şimdiye
kadarki hükümetler ve şimdiden sonraki hükümetler her türlü
hizmeti imkansızdır
götüremezler.İnsan gibi yaşamanın
şartlarını yaratamazlar.Onnu için bir
inceleme yaptırıp interlandı müsait olan on üç ondört köye bir tarım kenti kurmak, hizmetleri oraya
götürmek köyleride tarım alanları diye
vasıflandırmak tarım yapılacağı zaman
köylü gidip tarımını yapması
sonra ana merkeze gelmesi şeklinde bir yaşam tarzı.. Doktoru hastanesi okulu tiyatrosu manavı kasabı, fırını her türlü hizmeti olan altyapısı mevcut modern tarım kentleri kurmak lazım.Böylece bu gün köyde
insanlar ekmek için unu son
baharda depolar ilk bahara kadar bunun
bir kısmı acır, küflenir. Et
yiyemez poratein alamaz. Sinama, tiyatro
göremez.konferans dinleyemez.Aydınlanamaz benim halkım.bir kültür
prıltısından değişiminden istifade
edemez.Bunu yaratmak lazım.demokrasinin ayağından bir tanesini bu şekilde
sağlamlaştırmak lazım.
Ben bunu deyince Ecevit suratle karşı
çıktı.ne yapıyorsunuz.Bu halkı tek
kalıbamı dökmek istiyorsunuz? Kalıp değil bu .bu yaşam tarızı dedim.Fazlaca benim zamanım yok dedim
ve ayrıldık.
Yurt dışından sürgünden döndükten
sonra bir baktım ki köykent projeleri çıkmış.benim bir işim dolayısıyla Amerikan Fort Vakfı ile Pariste
Ticaret odasında bir anfijraj
yapılacak.Oraya çok iyi Fransızca bilen bir hukukçu götürmem
lazım.Bu Turan Güneş’ti. Teklifimi kabul etti.Paris’e gittik.bir akşam anfijraj
oldu biz kazandık.Turan Güneş aslanlar gibi kükredi orada.Bir Türk olarak Turan
Güneşin oradaki Fransız Tiecaret odasının avukatları ve
Amerikalıların karşısında kazandığımız o
zafer müthiş bir şeydi.Davayı biz kazandık.haklıydık çünkü.
Akşam oturduk yemek
yiyoruz..sevinçliyizde.Aklıma geldi.Dedim ki
Turan bey hatırlıyormusun.ben komutede iken beraber bir öğlen yemek yedik.Ben bir tarım
kentleri projesi anlattım size.O zaman
Ecevit karşı çıkmıştı.birazda tartışmıştık.Şimdi çıkmış köy koop filan
diyor.Aynı projeyi uygulamaya çalışıyor
dedim.
Dedi ki; “O’nun adı Ecevit. Fikirleri çalar ve kendisine mal eder “ dedi.
-Şuanda Türkiyenin geldiği noktayı.IMF ve Dünya
Bankası’nnı istekleri ile yapılan yasal
değişiklikleri nasıl değerlendiriyorsunuz?Biri çıkıp uzaktan 15 günde onbeş yasa diyor.Bunlar
yapılıyor,.iktidardada halkçı Ecevit var.
-Şimdi arkadaş. Bir evde yiyecek kuru
ekmekte kalmazsa çocuklarını doyurmak zorunda olan insanlar en ağır
şartları bile kabul eder.Türkiyenin başka
şansı kalmayacak noktaya getiren insanlar; ülkeyi bu hale getiren
dayatmalyara söyleyecek hiçbir lafları
yok ki..
Şerefli davranış bence biz
başaramadık deyip çekilmek.Bu ülkenin insanları alternatif bulur.Alternatif
vardır.
-İhtilalin dışında alternatif var mı?
_Tabi var.niçin olmasın ki..Niçin
olmasın.Var..
-Çünkü “Ben olmazsam daha otariter bir
rejim gelir.yani darbe gelir”
demeye getiriyor.
-hayır efendim.Otariter bir rejimin
gemlmesine gerek yoktur.bu ülkede çareler tükenmez.Meşhur Alman strateji uzmanı
...yaltager derki “ Strateji çare bulmak sanatıdır”Bu millet çare
bulur.Çaresi vardır.Bu ülke okadar kısır değil. Müthiş beyinler yetişti.Nice 27
Mayıs fikriyatını devam ettirecek
güçlü kadrolar çıktı.Çarelar
vardır.çareler tükenmez.hem parlemento
içinde tükenmez.çare vardır.kimsenin öcü
gösterip milleti korkutmaya hakkı yoktur.Milletin bütün kaynakları ortadan gidiyor.
Düşünün bir özelleştirme
tuturulmuş.Sümerbank maaş
ödeyemiyor.Sümerbankın müdürleri genel müdrür yardımcıları genel müdürü
ayın 23’ dündü.Ayın birinde almalyarı gereken maaşı ayın 23’de
alabildiler.İşçiler hala maaşlarını almadılar.
Sümerbankın mernos fabrikası dünyada
bir tane idi.B:ursa belediyesine verildi.Belediye sanayicimi kardeşim.
-Emlakını veriyorlar.
-Emlakını alacakta ne
olacak.Fabrikayı başka yere
nakledecek kadromu var.İzmirde ki basma fabrikası 12 Mayıs 2001 de
kapatılacak.Müşterileri cayır cçalyır ağlıyor.kapatmayın mal üretin satayım diye.Bu Sümerbanka bir
gelir değil mi.kapandı kapandı bu fabrika ayın 12sinde kapandı.Sümerbankın
Kuşadasında bir dinlenme tesisi var.Sümerbank personelinin kurduğu vakıf bunu bana verin diye 3,5 milyondolar
veriyor.Zaten orayı o hale getirende o vakıftır.İşletmeyi o yapıyor,Dışardan
biur başka firmada 4,5 milyon dolar
veriyor.bunlara satılmışyor.Özelleştirmenin başındaki Yüksel Yalova Aydın milletveki.Burayı Aydın belediyesine vedriyor.Aydınbelediyesi
de 4,5 miylon dolar veren firmaya kırk dokuz yıllığına iki milyon dolara kiralıyor.Bu ülke talan
ediliyor talan.Ülkenin şartları 27 Masıy öncesinden çokdaha ağır. İşyte
telekommun satışı. Zarar eden KİT’ler
değil karlı müesseseler elden çıkarılıyor.
-Bir anayasal kurumumuz
var.MGK.burada çok çeşitli tartışmaların, hatta irtica kapsamında insanların gümüş yüzük mü taktığı
sarı yüzükmü taktığı tartışmalarına
kadar ayrıntılara girildiği iddaları var.Ülkenin bu kaynakları giderken
bu kurum ve etkili insanlar hiç mi düşünmüyorlar.
-Milli Güvenlik Kurulu bir askeri
kurum değildir.
_Elbette askerinde bulunduğu anayasal
bir kurum.
-Askerden fikir sorarlar fikrini söyler.
-Gümüş yüzüğe bile fikrini
söyleyenler talanlara karşı neden sesiz?
-hangi yüzüğe canım.bunlar tevatür kadrdeşim.Böyle
şeyler olmaz.
-Pratikte uygulamalar var.Belki bu
örnek biraz hafif ama.Filan yerdeki
bilim adamının karısı bir şey yaptı,yada giydi diye görevden alınıyor.Bu hukuk dışılığı birileri
bir yerlere fatura ediyor.
-Eğer bu ülkenin aydın kişileri, bu
üalkenin medyası artık böyle.ve bu gibi
konularla uğraşmasın.Ülke elden gidiyor kardeşim.Öyle altın yüzük, gümüş
yüzükle uğraşılacak zaman değil.bunlar tevatür bunları düşünmek bile
istemiyorum.bunlar bana gülünç geliyor.herkes aklını başyına almalı esas
milletin rahatını nasıl sağlarız buna bakmalı..,
-
İhtilalle ilgili
anlatmak istediğiniz özel bir anınız var
mı?
-
Size ben şunu
söyleyeyim.İhtilla için yazılan yazılar,
çıkarılan kitaplar Abdi İpekçinin ki de dahil.Yüzde sekseni yanlıştır.Gerçek
ihtilali ihtilallciler anlatabilir.İhtilalciler konuşmadı daha..
-
Niye
konuşmadılar.
-
Bu ortamda konuşulabilir.Ama daha evel ortam müsait
değildi.Gerekte yoktu.Kişisel olarak şunu söyleyeyim.benim ufak tefek anılarım
olmuştur.İnsanın yaşı ilerleyince de
biraz çenesi düşüyor intibaı vardır.
-
Veya insan hatıraları
ile yaşamaya başlayarak hatıralarını anlatma ihtiyacı duyuyor.
-
Bazı konularınız
oluyor bazı anılarınız aklınıza
geliyor.Ve onu misal diye söylüyor,
anlatıyorsunuz.Dinleyen arkadaşlar hayretler içinde kalıyor.Niye bunları
söylemiyorsunuz,yazmıyorsunuz, bunları kendinizde götüremezsiniz diyorlar.
-
Bizde bunun için
geldik buraya.
-
Bunun için bakın
şurda ben şimdi bir teyp satın
aldım.Konuşunca çalışan konuşmadığımda susan bir teyp.Mikrofonunuda
aldım.Bunları tesbit edeceğim yazılanlar doğru değil.Ben şuana kadar bir şey yazmadım.Hep şunu
düşündüm.Acaba yazacaklarımda anlatacaklarımda nalıncı keseri gibi hep
kendimemi yontarım acaba?Eğer böyle bir şey olursa ben kendimi ve karekterimi zedelemiş
olurum.Durulsun.Bir nesil iki nesil
geçsin. Yaşarsam yazarım.Bana böyle bir his geldi kaleme dökmedim.
..............................
Kutu .....
kutu.....kutu
............
Bir demirkrat belgseli diye bir belgesel yayınlandı
biliyorsunuz.Buna ben tepki gösterdim.
bir yazı yazdım.O zaman Milyyet gazetesinde Zeki Sözer’e gönderdim.Yayınlamadılar
.Üzerinde bile durmadılar.Demirgrat nelyin
belgeseli idi?... Kanaatim odur
ki tartışmalar olması gereken mecradan
saptırlmıştır...
27 Mayıs’ın
gerçekleştirilmesinde önemli bir rol oynamış ama, bu işi demokrasi ve halk
için yaptığına kesin olarak inanmış bir kişi olarak benim bu saptırmaya evet demem mümkün değildi.. 27 Mayıs’la uzaktan yakından ilgisi
olmayan kişilerin konuştuğu şu
dönemde gerçeklerin bilinmesinde, söylenmesinde çok yararlar vardır.
..
Üniversite, basın, gençlik, halk...Boşuna mı tepki
göstermişlerdi?Bütün bunlar kamuoyunun gözünün içen baka baka 30 temmuz
tarihindeki açık oturumda görmezlikten gelindi. Çünkü, hangi amaca, hangi
niyete hizmet ettiği bilinmez bir şekilde, yapımcılar üç idam sehpasının
ardına sığınma yolunu
seçmişlerdi.
......
27 Mayıs yalnızca idamlar değildi. Aslında 27 mayıs hala
canlı,hala etkili ve hala
demokrasini gerçek ışığıdır.İdamlar yapılmamalı idi, 27 Mayıs’a bu gölge düşürülmemeliydi, hatta mahkemeler
yapılmamalı idi.Bunun yanlışlığını
söyleyen benim.
....
27 mayıs ordunun
dinamik, seçme, düşünmesini bilen ve ileriyi gören kadrolarınca gerçekleştirildi.Yalnızca o
insanların omuzlarındaki rütbeler
küçüktü.
60 sonrası iki müdahale yapıldı.İkisinede omuzu kalabalıklar
yaptılar.Ama ne varrki ortaya konanlar 27 Mayıs’ın ortaya koyduklarının dörtte biri kadar bile değildi.27 Mayıs
hürrüyet gettirdi .Diğerleri hapsane doldurdu.
Çünkü, 12 Eylül daha işin başında 27 Mayıs’ın
performansına kalitesine ulaşamayacağını anlamıştı. Evet 12 Eylül’de idamlar
olmadı.Ama 12 Eylül yasa düzene
27 Mayıs’ın getirdiği hayat tarzı ortada.
12 Mart ve 12 Eylül; 27 Mayıs’ın Türk toplumuna armağan
ettiği demokratik düzeni örseleyerek ve
ortadan kaldırarak, demokrasiye çok daha
mı fazla hizmet ettiler.Yoksa ölçü
hala idamlar mı?
Özellikle 27 Mayısla
ilgili bütün belgeler gün ışığına çıktığında, günü birlik tarih yazmaya
kalkanların içine düşeceği durumu çok merak ediyorum.
....
CEMAL GÜRSEL PİYON
Madanoğlu aynen Cemal Gürsel gibi 27 Mayıs’ın sadece omuzlarından istifade için
öne sürülmüş piyonlardır. Madanoğlu’nnu
27 Mayıs hakkında konuşmaya dahi hakkı yoktur.
................
KUTU KUTU KUTU KUTU.
Soyu yüce ek:
...
-İktidar muhalefeti meclise sokmuyordu.Yasama ,yürütme ve yargıyı üzerlerine almak istiyordu. Padişah’ın yetkilerinden daha fazla yetkileri vardı.Tek veya üç kişinin iradesine doğru gidiyorlardı. Milleti vatan cephesine mensup olanlar ve olmayanlar diye ikiye bölmüşlerdi.Biz bu ekibin yaptığı darbeye karşı darbe yaptık.27 mayıs öncesinde ülkede demokrasi mi vardı.?
-menderes diktaya gidiyordu diyorsunuz ama, darbeden hemen önce Menderes Eskişehir’de “Seçime gideceğiz diyor.Ancak sıkıyönetim sansür uygulayarak bu haberin ulusal basında yer almasını engelliyor. Bu doğrumu?
Seçim kararı allınsa idi bile darbe yapacak mıydınız.?
-Hayır öyle bir durum yok.Eğer sıkıyönetim bu kararı alsalardı.Sıkıyönetimdekilere rüşvet verirler yine yayınlatırlardı.
-Rüşvet mi. Kime rüşvet..?
-Onlara engel olanlara. Mesela bana da rüşvet vermek istediler.Bir çokları aldı ama bana teklif edenle çil çil paraları geri gönderdim.Çünkü biz bir yola girmiştik.satlık adam değildim.Ben 2,5 kuruşluk kirayı ödeyemediğim, hanımın bileziklerini sattığımı biliyorlar.Ve bana bir kişi ile para göndermek suretiyle iktidar lehine çalışmamı istiyorlar.ben bunu ret parayı getiren kişi ile ret ettim.
KONUŞSAK YER YERİNDEN OYNAR
- Darbeyi hızlandırmakta Irak darbesinin bir rolü oldu mu?
---- Sana bir şey söyleyeyim.. Hatırlarsınız bir dokuz subay hadisesi var. Benim bir komutanım vardı.Kadir..bu benim bilgimden tırsıyordu..Bu yüzden beni “ Bu çocuğun çalışmalarından çok şüphe ediyorum. “ diyerek bu dokuz subay içinde göstererek elimine etmek istemiş.Ordu Komutanlığından emekli Suat Öztulga hayatta.O demiş ki” Aman ne yapıyorsunuz.Çok büyük bir iftira olur.Bu arkadaşın ollarla ilgisi yok.” Öylece ben dokuz subay olayında yırtım.
Karşı darbeden 15 gün önce bana Erkan kavaklı ve okuldan aynı dönem arkadaşım Şükran.. geldi.
Onlar dedi ki”İstanbul’da senin emrin ve haberin olmadan kediler bile gezemez.Onun için İstanbul’a sen hakimsin.Dediler ki ne zaman darbe yapalım.Dedim ki onun zamanını ben söylerim.Sizi haberdar ederim dedim.
Yalnız ben dokuz subaylar hadisesinde zor yırttım. Kime nasıl güveneceğiz.bunun garantisi ne .. Çünkü Irak’ta ki gibi olmasın.Harekata başlarız başarılı olur yada olmaz ama, gece horozun sesini duyanlar uyanarak yeni ve karşı darbelere başlar bir birimize girersek bu çok yazık olur.Bu temin edildi mi?
Birde haydi başardık. Gidip Ankara’ya oturduk.kimin ne yapacağı ve ilerisi için bir palan program var mı dedim
-Ne dediler ?
-Buna cevap vermediler.Ama bende hazır idi(Bir dosya çıkararak el yazısı ile hazırlanmış metinleri gösteriyor.Ancak ilerde yayınlayacağım diye vermiyor)Benim hazırlıklarım tamamdı.Onlarda yoktu.Çünkü onların o nosyonları yoktu.
Onlar gittiler ancak karşı darbe için gün tespit etmemiştik.
-İktidar bir şey olacağını biliyor muydu.?
-Biliyordu.Çünkü İktidarda olayların nereye varacağı tedbirler alıyordu.Mesala... palis şefi ... nin emrinde 150 kişi tutuyordu. Basılacak evler işaretlenmişti.Bunlar 29 Mayıs İstanbul’un fethi dolayısıyla harekat başlatacaklar ve bizleri elimine edeceklerdi.
Hemde yapılan hazırlıkları bize kendileri bildirdi.
DP Fatih ilce başkanının oğlu iktidarın yapacağı temizlikte kimleri alacağının listesini getirdi.Bundan sonra durumu bildirerek ben Ankara’yı zorladım. Ankara Başbakanın Eskişehir’e gitmesini gerekçe göstererek erteleyelim dedi.Ancak o listeler bize ulaşınca mutlaka 29 mayıstan önce yapmamız gerektiğine karar verdik.İstanbul sorumluğu bizde idi. Bana İstanbul görevi verildi.İstanbul olmadan Ankara’nın başarması mümkün değildi Eskişehir’i de bize bıraktılar.Menderes’in yakalanması için iki arkadaşı görevlendirdik.Gittiler ancak Menderes olayı haber alınca kaçmıştı.Muhsin Batur uçakla takip ederek onu da aldı.
Öyle çocuk oyuncağı değildi.Biz kellemizi ortaya koyarak bir işe kalkıştık.
-DP’li ilce başkanın oğlu mu size hükümetin tedbir harekatını bildirdi?
-Evet .Çünkü Pertevniyel lisesinden öğrencim idi.Ben üç yıl önce orada onların hocası idim.”Demiştim ki bu devlet iyi idare edilmiyor.Bir gün toslayacak.Siz her türlü kötülük için bii bulursunuz.İhtiyaç zamanı bize ulaşırsınız” demiştim.Bize öğrencilerimiz ulaştılar.Karşı darbeden sonra baktım.Pertevniyeldeki tüm öğrencilerimiz Beyazıt’taki kimya fakültesi önünde bizi buldu.Onlara nasıl bulduklarını sordum.siz lazım olunca bulursunuz dememiş miydiniz dediler.
Biz zaten oradaki ecza fakültesinin mediko sosyal birimi vardı.O kanalla öğrenciler ile irtibat kuruyorduk.Gençlikle irtibatı o kanalla sağlıyorduk.
........
Yıl dönümü dolayısıyla İstanbul’da eski arkadaşlar toplandık.Kimi çocukları, gelinleri ve torunları ile geldik.Çoğunun çocukları her biri ber yerlere gelmişler.Profesör olanlar var.
-Ne diyorlar.keşke darbe yapmamalıydınız.Bakın artık bayram edende yok. Diyerek darbeye karşı olduklarını mı söylüyorlar.
-Hayır aksine .Ah diyorlar sizin gibiler yok.Keşke yarım bırakmasaydınız.memleketi ne hale getirdiler diyorlar.
.............
//////////////////////////
DEMOKRATLARIN HALA AĞZINI BIÇAK
AÇMIYOR
Malum 27 Mayıs gece baskınında
milletin oyları ile iktidara getirdiği
ilk sivil Cumhur Başkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes
önderliğindeki Demokrat Parti yönetimi
devrilmiş milletvekilleri ve bürokratlar hapsedilerek DP kadroları yönetimden
uzaklaştırılmıştı. İhtilal şartlarında kurulan olağanüstü mahkemede sözde bir yargılama ile Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı
Fatin Rüştü Aras ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilmiş, geri kalan
DP’lilerin bir kısmı idam cezasına çarptırılmış büyük çoğunluğu da çeşitli
cezalara çarptırılarak tüm siyasi hakları ellerinden alınmıştı. DP
hükümetinin İçişleri Bakanı Namık Gedik’
de Ankara’daki Kara Harpokulu’nda tutuklu iken pencereden aşağı atlayarak
intihar ettiği açıklanmıştı. Çok sonra
DP kadrolarının itibarı Meclis
tarafından iade edildi. Ancak Meclisin
kararı yaşanan kötü hatıraları silemedi.
Demokraside o zaman aldığı yarayı
saramayarak yeni yeni yaralar almaya devam etti.
27 Mayıs’ın mağdur ettiği
insanlar üzerindeki etkisini
sizlerle paylaşmak için özellikle
idam edilenlerin eş ve
çocuklarına ulaşmak istedik.
Bunları bilse bilse yine eski
Demokratlar bilebilir diye Tunus Caddesi’nde bulunan Köprülü Apartmanı’ndaki
Fuat Köprülü’nün müze evinin kapısını
çaldık. Kapıyı bir hayli yaşlanmış
bir insan açtı. Acaba ne demeliydik? Mütereddit bir şekilde kapıyı
açarak bakan bu yaşlı insana, isteğimizi anlattık.
Biraz çekinerek içeri aldı. İlk
bakışta tarihi değeri olduğu anlaşılan
eşyalarla döşenmiş salonda hepsi yaşlı olmak üzere beş altı kişi oturup sohbet ediyor.. Bizi
karşılayan zat onlara durumu söylüyor.
Kuşkuyla önce bizi sorguluyorlar. Bir şeylerden emin olma isteğini seziyoruz.
Biz gazeteci olduğumuza inandırınca
rahatlıyorlar
“Ben daha otuz yaşında bir
milletvekili iken alıp götürdüler” diyen zayıfça ve genç görününen eski mebus “Biz anlatsak yazacak mısın ki ?” diye
soruyor. “Tabi yazacağım” deyince “Ama evladım bu işler tehlikeli. Ayağına şimdiden keçe sarman gerekir.”diyor. “Daha
önce sizin gibi çook yazacağım diyen oldu ama ya korktular yada patronları izin
vermedi. Bir daha da görünmediler bile”diye ekliyor. Bir başkası “Evladım biz
hapsanelerde neler çektik. Allah bir daha düşürmesin. İnsan idamı bile özler
oluyor. Onun için şimdiden ayağına keçe
sar diye söylüyoruz” diyor. Biz her Pazartesi ve Cuma burdayız. Burada olmayan arkadaşlar var. Kendi aramızda
bir müzakere edelim. Cuma önümüzdeki Cuma yada
Pazartesi günü gelir misin “dediler. Bu arada bazı belgeleri Mim Kemal
Öke’ye verdiklerini, Mim Kemal Öke’inin Demokratlar tarihini yazdığını ve “Bu
günlerde teslim”etmesi gerektiğini
kendilerinden öğreniyoruz.
Söylenen Pazartesi günü gittiğimizde
“ Kapı açılıyor içeriden hararetli konuşmaların sesi geliyor. Şüpheli bir
şekilde kapıyı açan bir başka yaşlı bey,
içeri girip tekrra kapıya gelerek
“Kusura bakmayın söz vermişler ama bu gün biz 14 Mayıs’ın yıl dönümü
hazırlıklarını müzakere ediyoruz.
Sizinle ilgilenemeyeceğiz. Bir başka gün olmaz mı?” diyor. Randevulaşıyoruz.
Randevu günü gittiğimizde kapıyı yine
bir başkası bir başkası açtı. Bu defa
daha çekingen davranıyor. Durumu söylüyoruz. Peki diye içeri alıyor ama “Biz
burada rahmetli Fuat Köprülü’nün mirasçılarının
kiracısıyız. Kızı ve torunu bizden memnun ama avukatı aynı yaklaşımda değil, içerde de
mirasçılarının avukatı var. Biraz sorun varda...”diyor.
İçerde Fuat Köprülü’den kalma tarihi eşyaların kıymeti ile ilgili bayağı
tartışma söz konusu. Biz bu tartışmaların bir kısmına şahitlik ediyoruz. Hey
koca Demokrat parti bir gün siyasi
mirasın gibi nice hatıralara şahitlik
etmiş eşyalarında mı tartışılacaktı”diye düşünüyoruz.
Avukat bey gidince gün görmüş
Demokratlar kendi aralarında usul tartışması açıyorlar. Nasıl davranmaları
gerektiğini tespite çalışıyorlar. Demokratlar Kulübü Başkanı Eski Rize milletvekili Hüseyin Agun,
“Kusura bakma yine bizim kötü günümüz. Halbuki bu eşyalar bizim için çok kıymetli. Yine en iyi
biz koruruz. Bir başkası olsa bunlara böyle bakmaz. Biz burada hem kiracıyız
hemde eşyaları koruyoruz. Ama avukat olaya sırf para açısından bakıyor.”diyor.
“Evet sorun nedir?” diye soruyor
Demokrat eski vekil Hüseyin Agun. Soruları sıralıyorum. Başlıyor konuşmaya.
Teybi açıyorum.“Hayır,hayır.. “diye tepki gösteriyor.“Teybi açma. Devir hala o
devir”diye ekliyor. Diğerleri bu tavrı onaylıyorlar. Küçük bir usul
tartışmasından sonra “Biz anlatalım siz kendinize göre not alın “ diyorlar.
”Birisi ne var canım konuşun çocuk
kaydetsin” diyecek oluyor.” Öyle kolaydı. Sen bir imza atın diye az kalsın idam
olacaktın. Kendin hukukçusun ama ....Ziraatçı...... öle yaz demeseydi şimdi idam olmuştun belki. İstiyorsan sen
söyle altını da imzala"diye sert
tepki alıyor. O da susuyor.
Teypsiz konuşuyorlar. Genel olarak
resim çektirmeye müsaade ediyorlar. Konuşanların isimleri belirtilmemek kaydı
ile Demokratlar şöyle anlatıyorlar:
Bir defa Türkiye’de demokrasi yok.
Kim diyorsa ki demokrasi var yalan söylüyorlar. Biz tüm gerçekleri anlatacağız
ancak bunu anlatabilmemiz için 50 yıl geçmesi gerekir. Tabi bir çok belgeleri
ilgili yerlere verdik. Bunlar zamanı gelince açıklanacak. Bir kısmını da Mim
Kemal Ökeye verdik. O DP’nin tarihini hazırlıyor. Bu günlerde bitirecekti.
İhtilali CHP’nin tahriki ile
yaptılar. Hepimizi içeri aldılar. Yaptıkları anayasaya bizim için neler
yazdıklarını biliyorsunuz.Onlara göre
biz “vatan haini idik? Peki suçumuz ne idi...? Arkadaşlarımızı idam ettiler. Hepimizi alıp
götürdüler. Düşman muamelesi yaptılar.
Harp okulunda İçişleri bakanımız Namık Gedik’i öldürdüler. Sonrada pencereden kendini atarak
intihar etti dediler. Doğru değil. Çünkü o pencereler insan geçecek gibi
değildi. Bize bir albay Namık Gedik’in gövdesinde iki süngü yarası olduğunu
söyledi. Rahmetli bakanımızı
süngüleyerek öldürdüler. Sonrada intihar etti dediler.
Bizi Yassı adaya aldılar. Altı kişiye
bir yatak.....Neler çektik neler. Hak yok, hukuk yok.. Düzmece mahkeme kurdular. Bizleri idam etmek
için yasalar da değişiklik yaptılar.65 yaşın üstündekileri de idam edebilmek
için kanun değiştirdiler. Şahıslara has
keyfi kanun yaptılar.
Yassıada’da ne işkenceler gördük. Kayseri
cezaevine getirdiklerinde orası da ağır şartlara haiz idi ama biz orayı
Yassıada ile karşılaştırdığımızda hürriyete kavuştuk zannettik.
............
Şuandaki yönetim yine aynı
yönetimdir.
Güya İsmet Paşayı öldürmek için biz
tertip yapmışız. Yassıada’da ki düzmece mahkemede bunun için yargılandık.
Ecevit aleyhimizde şahitlik yaptı. Ama CHP Eski Genel Sekreteri Kasım
Gülek namuslu adamdı. Mahkemeye
gelerek böyle bir durumun söz konusu
olmadığını tüm çıplaklığı ile ortaya
koydu. Ama Ecevit.......Şimdi yine o iktidar da. Yine onların günü. Onun
için..” Demokratlar böyle diyerek şu an
konuşmayacaklarını ve tehlikeli durumun sürdüğünü söylüyorlar. Çekiniyorlar
tabiri caizse ağızlarını bıçak açmıyor.
Milli hakimiyetin kutlandığını ve
Cumhurbaşkanlığı seçimini
hatırlatıyoruz. “Ne hakimiyeti...milli hakimiyet .. İnönü’nün önceki durumu belli.Ama 1945 de
seçilmeden 1950 ye kadar Cumhurbaşkanlığını yaptı. Bu günde hakimiyet Demirl’in
idi ama şimdi kimin olacak göreceğiz”diyorlar. Demirel’e DP’liler siyasi haklarına kavuşursa gücü
azalır diye korktu. Yıllarca DP’lilerin
affını ve itibarlarının iadesini geciktirdiğini belirterek o DP’lilerin
mağduriyetini uzatarak kendi siyaseti
için kullandı. Yada korktu affımız için çaba harcamadı.” diyorlar.
İNÖNÜ ATATÜRKE İŞKENCE ETTİ
İnönü deyince ”O önce Atatürk’ün heykellerini kaldırdı. Tüm
okullara kendi heykelini gönderdi. Paraların üzerinden Atatürk’ün resmini çıkardı, kendi resmini
koydu. En kötüsü de 15 yıl geçici kabirde bekleterek ona manevi işkence yaptı.
Biliyorsunuz dinimizde bir kişi toprakla buluşmazsa onun ruhu gideceği yere
ulaşmaz. İnönü böylece 15 yıl Atatürk’e
işkence etti. Ama biz gelerek iki yılda Anıtkabiri bitirip Atatürk’ü
yerine yerleştirdik. O hep Atatürk’ü kullandı ama hep düşmanlık etti. Biz Atatürk’e saygı
gösterdik ama bizi Atatürk düşmanlığı ile suçladı. Bunu da başardı. En son 60
dan sonra Anıtkabiri ne kadar insan varsa doldurdu. Maksadı oranın özel bir yer
olmadığını anlatmak ve genel bir mezarlığa çevirmekti. Mesela askerin arkasında
yürürken ölen bir terzinin oğlu vardı. Onuda
“devrim şehidi! “ diye Anıtkabire
gömdürdü. Bereket Kenan Evren Anıtkabir’i o insanlardan temizleyerek
başka yere gömdürdü de Anıtkabir
maksadına uygun hale getirildi.”diye İnönü’nün Atatürk’ün hatırasını silmeye
çalıştığını söylüyorlar.
İdam edilenlerin çocukları ile ilgilerine gelince anlaşılan
hemen hiç irtibatları yok. Yada öyle görünüyorlar, “Diğerlerinin ki İstanbul’da idi. Fatin’in eşi öldü.
Polatkan’ın eşi ve kızı Eskişehir’de idi
ama....Menderes’in sadece Aydın’ı kaldı. Baksana o da..” Aydın deyince birisi sesini yükseltiyor “Ben
getirdim kendi ellerimle partinin başına
geçirdim. Bizi bırakıp Hocaya gitti. Gerçi
orada da durmadı ya.. Hatta pazara
kadar değil mezara kadar demişti...İşte okadar..” diyor. Bir başkası ise
“Ne yapsın. Bak evladım biz 402 kişi idik. kala kala 70 kadar
kaldık...Durumumuzu bu izah eder sanıyorum.”diyor.
“Ama
Allah gecinden versin. Emri hak bize de gelebilir ama birde yaş
durumunuzu dikkate aldığımızda hatıralarınızla gidersiniz diye korkuyoruz.
Anlatarak tarihe intikal ettirseniz” diyoruz. “Evlat şimdi zamanı değil.
Çocuklarımıza intikal ettiriyoruz. Gerekli yerlere verdik. Ama şimdi
değil”diyorlar.
Eski Demokratlar, Köprülü
Apartmanında bulunan ve kendi ifadeleri ile ”Siyasi kişilerin derneklerine
Kulüp..” denen Demokratlar Kulübünde
haftanın belli günlerinde bir araya gelerek eski günleri yad
ediyorlar. Tam Meclis’in karşısındaki
tarihi eşyalarla donatılmış salonda salonda nostaljik takılıyorlar. Bu arada
14 Mayıs 1950 de “Yeter söz milletin “diyerek iktidar oldukları günü
anma hazırlığı ile meşguliyetlerini sürdürüyorlar...
....................
Resimleri var
“Not : Her ne kadar
KONUŞTURMA_KONUŞMA şeklinde olmada da KONUŞAMADIKLARINDAN onlardan aldıklarımı TUTANAK GAZETESİNDE yazdım..
//////////////////////////////
NECATİ ÇAVDAR’LA UFUK TURU - Erdoğan
Surat :
NECATİ ÇAVDAR’LA UFUK TURU -
SPOTLAR...
Erdoğan Surat :
·
AKP ÇÖKMÜŞTÜR. İŞİ BİTMİŞTİR.
AKP,
ARTIK GÖMÜLMEYİ BEKLEMEKTEDİR ·
ERBAKAN
HOCANIN YANINDAKİLER DE HİÇBİR RİSKİ GÖZE ALMADILAR. ·
28
ŞUBAT DÖNEMİ BİTMEDİ. DİĞER RAUNTLAR NE OLACAK BELLİ DEĞİL ·
TÜRK
ORDUSU KERKÜK’E GİRMİŞ OLSAYDI.. ·
TAYYİP
ERDOĞAN ŞU ANDA HAYATININ HATASINI İŞLEMEK ÜZERE, İSRAİLE YAPACAĞI GEZİYİ
DERHAL İPTAL ETMELDİR ·
MESCİD-AKSA
İLİ İLGİLİ EN BÜYÜK PROBLEMİN ÇIKMAK ÜZERE OLDUĞU BİR ZAMANDA GİDERSE TAHRİKE
SEBEP VERMİŞ, CESARET VERMİŞ OLABİLİR.
·
YAHUDİ TÜRKİYEYİ SEVİYORSA BU ARZ-I MEVUUT NE?
·
TÜRKİYE’DE ERMENİ BENLİ LİDERLER VAR.
·
APO ÇIKAR, ERMENİNİN BIRAKTIKLARINI YAKAR
·
ERMENİLERİN YAPTIKARINI AMERİKA VE AVRUPA’NIN VİCDANINA ANLATMALIYIZ
........
Dr.Erdoğan Sürat ilginç bir kişilik ..
Assoc.Profesör...
Öğretim üyesi..
Tıp doktoru...
Hür Avrupa Radyosu editörlerinden
Özellikle siyasal alanda meşhurların seslerinin “müzik değerini” ölçüyor.
Sürat, radyo ve televizyon programcısı, yazar.
.İngilizce, Arapça ve İbanıceyi iyi biliyor..
Sürat’a “İsrail’e siyasileri götürüşünü, Hem Vakit hem de Şalom’da nasıl
yazabildiğini, 28 Şubatta neden, nasıl korunduğunu, Ermeni meselesi konusundaki
görüşlerini, Türkiye’deki Yahudi sermayesine bakışını, sorduk.. Yaptığımız
söyleşide anlattıklarını yorumsuz olarak sunuyoruz..
.....
- AKP
ÇÖKMÜŞTÜR. İŞİ BİTMİŞTİR. AKP, ARTIK GÖMÜLMEYİ BEKLEMEKTEDİR
Şalom gazetesinde ve de Vakit gazetesinde “semavi dinler şeriatını” yazan belki
de tek insansınız.
Nasıl oluyor?
İnternette yayınlanan bir yazınızda Musevi cemaatlerinde “Mustafa Erdoğan
dokunmaz- dokunmaz vurdu mu da Yahudi’nin belini kırar” şeklinde söylendiğini
yazıyorsunuz..
Niye bellerini kırıyorsunuz?..
- -Ben size dünyadan haber veriyorum..
Belinizi kıran adam değil. Kıranla ilgili size bir haber veriyorum..
- -Halbuki siz benim bildiğim kadarı ile Türkiye’deki siyasileri Yahudilerle
buluşturan insansınız..
- -Yani şu manada buluşturdum.
İbrahim Özdoğan’la sınırlı kalan bir konu değildi.
Katiyen değil.İbrahim Özdoğan çok önemli bir APK milletvekili idi. AKP’yi
kuran zihniyetin baş eri olan insandır. Onun gidişiyle bence AKP çökmüştür. İşi
bitmiştir. AKP, artık gömülmeyi beklemektedir bundan sonra....
- -Neden hocam?
- -Çünkü öyle bir fikir abidesini kaybetti mi? .. Partiler fikir üzerine
kurulur.. Her şey çöker.. - İster Milletvekili ister Bakan , ister Başbakan ,
ister Cumhurbaşkanı, isterse büyük Bürokrat düzeyinde olsun ABD’nin anahtarını
İsrail’de arıyorlar. Ben de onlara şunu öğretmeye çalışıyorum: İsrail’in
ayağına gidip küçülmeyin.İstanbul’daki Musevi cemaatine talimat verin
işleri oradan çözün..
-
İNETENYAHU, DARBECİLERE SAĞLAM DURDU ERBAKAN DURAMADI. -
-Siz daha önce REFAH -YOL hükümeti düştüğü zamanda diyordunuz ki Erbakan
hoca Netenyahau’ya yardım etmediği için düştü, düşürüldü dediniz?
- Öyle demedim. O yanlış anlaşıldı.Netenyahu ile işbirliğine girmedi..
- -Evet.. Öyle dediniz.
- Çünkü Netenyahu o dönemde darbeci generallere karşı bir çıkış yapmıştı.Dedi
ki darbeci generaller İsrail de Netenya’uya “ Bak” dediler.. “Senin çoluk
çocuğun var.Bunların hangi saatte nereye gittiğini biliyoruz.” Yani, çoluk
çocuğunu temizleriz manasında..Netenyahu onlara şu cevabı verdi. Benim yüce
Rapbim de sizin çoluk çocuğunuzun nereye gittiğini biliyor dedi. Darbeci
generallerin birinin kızı, Netenyahu o demeci verirken Paris’te metroda kazada
öldü.
- -Türkiye’ye iz düşümü nedir?
- Şudur: Erbakan bunu söyleyebilirdi. Yani “Siz 28 Şubat yapıyorsunuz ama.
Rabbimin 28 çeken, 28’ide içine alan çok ayı vardır. 28 Mart vardır... 28 Nisan
vardır.. Mayıs, Haziran vardır. Siz beni bir tek 28 Şubat’la tehdit ediyorsunuz
bende size hatırlatıyorum Rabbimin bir çok aylarının daha 28’leri vardır”
diyebilirdi.Ve karşısında hiç kimsenin dikiş tutturacağından da hiç kimse emin
olamazdı. Hatta ben şundan emin olabilirim. Asker yüz geri ederdi. ... Bunu
yapamadı.. Bunu yapması içinde Netenyahu ile bir telefon görüşmesi de yeterdi.
Kardeşim sen darbeci generallere çıkıştığın zaman ne oldu? Kovdular
mı...Korktular mı?..
- Netenyahu’da gitti?
- -Netenyahu seçimle gitti. Netenyahu’nun ayrıca gidişi şöyle de iyi
olmuştu. Netenyahu Türkiye ile, ABD ile ilişkiler kurabilen bir adamda değildi.
Sırf Erbakan’ın değildir günah . Oda suçludur.Oda Erbakan’a elini uzatabilirdi.
İkimizde darbe tehdidi altındayız gel seninle fikir birliği ortaklığı
yapalım.Gerçi Erbakan buna yanaşmazdı. Yani. Onunla konuşmaktan kaçındı
ama.Vebal altında kalmazdı Netenyahu da en azından.... Ben o dönemde ..O
dönemden önce...
- ASLINDA
ERBAKAN HOCANIN YANINDAKİLER DE HİÇBİR RİSKİ GÖZE ALMADILAR.
- -Siz Erbakan’a gittiniz mi?
- Erbakan’nın... o günlerde yemekte yanında ben oturdum.
- -Hangi yemekte?
- -Meşhur bir yemeği vardır.Belediye başkanlarına verdiği.
- -Yoksa şu Konuttaki yemeğe mi gittiniz?
- Ha.O.. Din önderlerine verilen.. Ondan daha önemli. Bu benim
söylediğim.Aslında 28 Şubat’a sebep olan yemektir.
- -O nedir hocam?
- O belediye başkanlarının önemli olanlarını, milletvekillerini ve bazı
basın mensuplarını çağırdığı .. Kösede orda i di -İlnur Çevik- Ve onlara şunu
söyledi. “Biz bir dönemeç noktasındayız.. Hepinizin tek tek fikrini almak
istiyorum.Böyle bir dönemeçte ne olur?” Yani genel kanaat yani “Efendim, siz
direnin askere posta koyun . Gerekirse onarı kovun, emekli edin denseydi. Belki
bu yönü de seçecekti. Aslında Erbakan hocanın yanındakiler de bu konuda hiçbir
riski göze almadılar. Mesela Abdullah Gül o zaman ben Erbakan hocanın solundaydı.sağ
tarafımda Şevket Kazan vardı.Abdullah Gül benim belki üç dört sıra ötemde
oturuyordu.
- - Demek ki kıdem olarak üç dört sıra ötede imiş, böyle olunca siz ne dediniz?
- -Ben şimdi. Bu yönde konuştum, yani “siz “dedim. “Beyaz saray Sözcüsü N.B.
ile - o zaman bizim Arifan radyonun yayınlarını takip ederdi telefonla tercüme
ettirirdi.- konuşun.” Ve sözcü, şeyi korumak itiyordu. - Arifan radyoda gümbür
gümbür konuşuyordum.. “Ey ibişler.. Ey ... ibişler.. Sizin aslında bir gücünüz
yok da karşınızdakiler ödlek.” Bunu her cumartesi söylerdim. Ama her Cumartesi.
Diyorlardı ki asker gelir orayı basar.
JEEP’İN
SIRRI VE BEYAZ SARAY SÖZCÜSÜ
-Peki herkese bir şeyler oldu.Ama buna rağmen size dokunmamalarının sebebine?
- O zaman açıkça söylüyorum: ABD’den mi geliyordu araba.yoksa Avrupa
Birliğinden mi geliyordu.Bilmiyorum. Ben programdan çıktığım zaman siyah büyük
bir Mercedes cip, pencereleri kapalı. Perdeli. Yani koyu renk cam
değil.Perdeli... Farlar dibine kadar açık. Arifan radyonun girişinde bekliyor.
Askeri bir araba olduğu belli... Beni o araba getiriyor. Bineceğim taşıta kadar
takip ediyor.Bindiğim taşıt evimin önüne geldiğim dede evimin önünden
ayrılıyor. - Sizin güvenliğinizi sağlamışlardır? - Benim güvenliğim ve korumam
sağlandı.
- Çok enteresan.
- Ama ABD’mi yaptı Avrupa Birliği’mi bilmiyorum.Bu konuda benim hiçbir
fikrim yok.Yalnız. N. B. Beyaz Saray sözcüsü idi. - Bizim Arifan Radyoyu
aradılar. Dediler ki “Şu numaraya dönün..Bize verilmiş numarada şimdilerde 455
li numaralar var.Onlardan biri değildi. 468’li bir numara idi.Şu numaraya dönün
bir tercüman sizinle görüşecek çünkü sizin programınız Beyaz Saray sözcüsünü
N.B’ye dinletiliyor “ deniyor. Peki.. Döndük biz. “Benim İngilizce’m var”
dedim.Ben pratik bir mesaj vereyim.İngilizce olarak şunu söyledim. “Programda
-asaletmaapları- ekselansları neyi beğeniyor? “ Dönüş: “Darbecilere kafa
tutuşunuz beğeniliyor.” Neden bu iktidar tarafından paylaşılmıyor.Siz dinci bir
radyosunuz.İktidar neden bunu sizinle paylaşamıyor? Benim cevabımda “Bunlar ödlektir”
oldu. Ben bu şekilde...
- Aslında Amerika 28 Şubatta sürecinde Hükümeti cesaretlendirdi mi demek
istiyorsunuz?
- Yani aslında.Tabii. Askerin burnunun sürtülmesini istiyordu 28 Şubatta ABD..
- Bir daha darbe yapamasınlar istiyordu.
. - Bunu daha sonra yaptılar mı diyorsunuz. Bu hortumlar filan, kimi askerlerin
pisliğe bulaşması şeklinde?
- Kesinlikle .. O çuval... hepsi onun devamıdır. - Yani burunu sürtme
işi?
- Hepsi onun devamıdır.O dönemde kafaya koymuşlardı, burun sürtmeyi..
- Yani ABD istiyor ki bu bölgede ticaret serbest olsun .Güvenlik sağlansın. -
-Allah senden razı olsun. Tamamen söylediğiniz gibi - Ticari yollar güvenli
olsun
- Evet..
- Ama sınırlar içerisinde de herkes kendi işine baksın. - Herkes kendi işine
baksın..Sivil idarelerde, sivil otoritelerde bayağı kuvvetlensin. .. Ben burada
bu devrimi yapıyorum. Siz hepiniz biliyorsunuz Ankara’da benim yaptığım
devrimi. Yani ..... ağız dolusu küfreder hakkında hiçbir şey .. - Tamam...
İşlem yapılmadı. - İşlem yapılmadı. Nasıl bu adam? ... Yani merhaba diyeni
içeri atıyorlar.Adam küfrediyor. Tabi .... darbeci kesimi. Hepsi
değil.Darbeciye ana avrat dümdüz gidiyorum.. Bir şey olmuyor. Ne oluyor? O
zaman adamı kim koruyor? Adam da kimin koruduğunu tam olarak bilmiyor ama diyor
ki ben çıkıyorum radyodan böyle bir araba geliyor.Bu araba bana eskort
ediyor.Bu arabayı gönderen başka yerde eskort etmez mi?
- Eder..
- Mesela telefon edipte Türkiye’nin eğer – o günlerde- her şeye rağmen dışarı
ile irtibat kuran bir içişleri bakanı varsa, bir emniyet genel müdürlüğü varsa,
bir genelkurmayı varsa telefon edipte bu arkadaşımıza dokunmamanızı tavsiye
ederiz demez mi?
28
ŞUBAT DÖNEMİ ASLINDA BİTMEDİ. DİĞER RAUNTLAR NE OLACAK BELLİ DEĞİL
- Diyebilir. Yalnız propaganda usullerini siz iyi çözer iyi bilirsiniz.
Sinir uçlarının ne düşündüğünü ölçmek için de konuşturmazlar mı? .. Nasıl
olsa.. “Arifan radyonun çapı nedir?.. Hükümet de zaten bu tarafa bakmıyor.
Korkuyorlar, dolayısıyla en azından burası ne diyor” diye açık bırakmış
olamazlar mı?
- -Şimdi bunu şeye yapmaları lazımdı.Ama ona zulmettiler.Dilipak’a yapmaları
lazımdı.sinir uçları ne diyor testini – eğer bunlar senin söylediğin kadar
akıllı kişilerse ve eğer sinir uçları testi diye bir kavramdan da haberleri
varsa onu Dilipak’a yaptırmalıydılar. 28 Şubat dönemi bir uzun süreç.Aslında
bitmedi. - Bin yıl sürecek dendi zaten. - Onu Demirel çok da işkembeden atmadı.
Bin yıl sürecek dediği şuydu: Adamı anlamıyoruz biz. O diyor ki: 28 Şubat tek
devre bir maç değil. Belki boks maçları gibi bunun bir çok raundu
var.Rauntlardan birinde görünüşte dindar bir parti yok edildi. Ama rauntların
öbüründe ne olacağı bilinmedi. Diğer rauntlarda ne olacağı bilinmedi. Diğer
rauntlarda ne oldu? Nasıl bir şey oldu?..Diğer rauntlarda mesela MHP
yıpratıldı. MHP geldi Ecevit’in emrine girdi.
- Ecevit de yıpratıldı.
- Ecevit zaten tarihten silindi. Bu arada ANAP gibi bir parti yok edildi. Ondan
sonra 28 Şubat Döneminde benim Arifan Radyo’dan anlattıklarım- çünkü ben Arifan
Radyo’da bazen gelen talimatları okudum. Mesela o zaman bir müsteşar hanım
vardı. Avrupa Birliğinden mi ABD’den mi kim olduğunu söylemeyelim.İsminden
arayıp bulunsun. Margıret Şhimit diye bir hanımefendi vardı. Margırt Şhimit
hanımefendi benim radyoculuk karayerimin daha güçlenmesi, benim basında daha iyi
tanınmam için her tarafa emirler verdi. Bana destek oldu, yanımda bulundu.Böyle
bir hanımefendi.
TOPLUMUN
ÖNÜNE ÇEKİLDİM
- Yani Vakit gazetesinde yazmanızla, Şalom gazetesinde yazmanız da bu desteğin
bir etkisi var mı?
- Öyle değil.Çünkü Yahudiler zavallı adamlardır.Beyinsizdir de çoğu. Onlar
Tevrat şeriatını da bilmiyorlar.Tevrat şeriatında bazen büyük yanlışlara
düşüyorlar. Ben İbranice bildiğim için... Mesela Tevrat şeriatında abdestin ne
olduğunu onlara anlatıyorum.Gazetelerinde yazıyorum.Bu gün bizim Vakit işledi
bu konuyu.. Şalom’da. onlara demişimdir ki aslında Hz.Tevrat’ın emrettiği
abdest şeyden, İslamiyet’in istediğinden fazla. Yani orada (Yahudilere ait
Şalom gazetesinde -yazmam tamamen dini sebeple oldu. Zaten biliyorsunuz.
Diyanetin uluslar arası ikinci din şurasında da hem Müslümanların şeriatı ile
ilgili bilgi verdim.Hem de İbrani şeriatı, yani Hz. Musa -Tevrat - şeriatı ile
ilgili bilgiler, ben verdim. İzhak Helva vardır. Şu anda Haham başı olan , o
adam bu işi fazla bilemedi. Bu bir anlamda da Yahudilerin dini zafiyetini,
zayıflığını gösterir... Yalnız Vakit’te yazışımda müstakil bir yazış oldu.Yani
Margırt Şihimit hanımın oraya tesiri olmadı. Bir şeye Margırt Şhimit hanımın
çok büyük tesiri oldu. Birden bire etrafımda ben o dönemde bir “D” gurubunu
görmeye başladım.Ne söylesem manşet oluyor.Hürrüyet’te üç defa üst üste manşet
oldu.Kanal D’de üç dört defa ana haber bültenleri benimle başladı.
- Yani sizi toplumun önüne çektiler.
- Cevizoğlu _(Hulki Cevizoğlu) beni bir defa değil iki defa şeye çağırdı.
Evet toplumun iki de bir önüne çekildiğimi hissettim.
- Peki o süreç bitince de geriye çekildiğinizi hissettiniz mi?
- Şöyle çekilmedim. O süreç bitince mesela bana Vakit sahip çıktı. Yav bu
adam kanal D’ye çıkıyor . İslam Şeriatı diyor. Cevizoğlu’na gidiyor İslam
şeriatı diyor. Yani dönmüyor bir türlü yolundan.Dönmediğine göre tam bize uygun
bir adamdır.Önce Cuma’da sonra Vakit’te yazmaya başladım. - Sizi Vakit’e mi
monte ettiler? - Beni Vakit’e monte eden, onlar olmadı. Benim Türkiye’de basının
ön planına çekilişim oldu. Birden bire ön plana ..
- Şimdi aynı ilgi diğer basında devam ediyor mu?
- Ha.. Şöyle devam ediyor, diğer basında ilgi..Onlarla görüşmeyi ret ediyorum.
Mesela Bu gün Vatan’da sizin gibi benimle görüşmek istedi. Ben dedim ki
internet üzerinden görüşelim.. Çünkü sizi tanıyorum. Yani siz beni burada zor
duruma düşürecek bir şey yapmazsınız.. Öyle bir niyetinizde olmaz.
- Hayır. Ben sorarım. Cevaplarsınız ya da cevaplamazsınız..
- ..... ona ne kadar güvenebilirim, ne diyeceğini ne bilirim? ..
- Siz Tevrat’ı iyi bildiğiniz için şunu soracağım.. Dicle ve Fırat’ın
Tevrat’ta bir açıklaması, anlamı var mıdır?
- Kesinlikle var.
- Nedir Hocam?
- Yani bu Arz-ı Mevuut dediğimiz kavramı bizim Tansu’da ( Eski başbakan Tansu
Çiller) bilmediği için pot kırdı.Hatırlarsınız. Gitti dedi ki “Bir gün Arz-ı
Mevuut inşallah sizin elinizde olacak!” Yani şunu bilmiyor ki Arz-ı Mevuut’un
içine Diçle ve Fırat’ın Türkiye’deki alanı da giriyor. Bu var. Hz. Tevrat’ta bu
var. Yalnız Hz. Tevrat’ta bu var ama bizde de bunun karşılığı var.
- Bizde diyoruz ki Müslümanlar olarak ..Eğer Mehdi Hz’leri gelirse diyoruz..
- ORTADOĞU
ŞEKİLLENİYOR, TÜRKİYEDEN İSRAİLE YÜKSEK DÜZEYDE ZİYARET TEHLİKELİ
- Sorduğunuz şey, bir konuyu açtı. İzin verirseniz ona değineyim.Bir
çağrıda bulunalım.Türk diplomatlarının olsun, Türk devlet adamlarından olsun
bileninden Tevrat – bileninden ve o dilden Hz Tevrat’ı İbrani’ceden
okuyanlardan derhal bilgi almaları lazım. Derhal.. Yani Cumhurbaşkanı, bu
işlerde gözü yoksa, bu taraklarda bezi yoksa , o yoksa Başbakan. Onun bu
taraklarda bezi yoksa, ben biliyorum havasındaysa bakanlar “ diyecekler ki gel
bakalım bize şunu anlat.Çünkü bu günlerde bunlar Ortadoğu’daki hayatı
değiştiriyor. Mesela adam bekliyor ki Mescid_i Aksaya yürüyeyim. Ne olacak? ..
Mescidi Aksa’ya yürüyüşün sonunda üçüncü infidada da çıkarsa Türkiye’den de
otuz bin genç oraya savaşmaya giderse .. Size soruyorum.Otuz bin kişi oraya
sızdı ve gitti.Tam silahlandı ve gitti.Çeçenistan’a gitmedi mi Müslüman
kardeşlerimiz.Hala orda değiller mi? Ne olacak?.. Türkiye bu savaşın parçası
haline gelecek mi gelmeyecek mi? -Unsuru olur.. Otuz bin aile canım.Unsuru
olacaksınız yani.
-Devlet olarak değilse de halk olarak
-Evet.. Soracaksınız.. Yani..Çağıracaksınız.. Benden daha iyi bilen varsa ona
sorsunlar. Sen görüyorsun.Banim zamanım yok.senin gibi kıymetli insana
ayırabiliyor muyum.Aslında kimseye ayırabilecek... Bir bakana ayırabilecek
zamanım yok. Buna inat... -Ama İsrail’e milletvekili götürebiliyorsunuz.
Dolmuşa bindirip götürüyorsunuz.
-Hayır. Hayır.O İsrail’e gidenler şimdi. Tayyip Erdoğan’da gidiyor.. Bana
göre yanlış zamanda gidiyorlar.
-Niye?
- Tayyip Erdoğan şu anda hayatının hatasını işlemek üzere, bu hareketle. Derhal
iptal etmelidir bu geziyi.
- Neden?
- Çünkü Mescid-Aksa ili ilgili en büyük problemin çıkmak üzere olduğu bir
zamanda giderse tahrike sebep vermiş, cesaret vermiş olabilir. - Tahrik mi olur
diyorsunuz?
- Yok, cesaret verme olabilir. Yani derler ki ... Mesela Mescid-i Aksa’da
Yahudi bir militan gurup saldırdı. Tam bunun seyahat ettiği zamana rastlarsa...
Siz felaketi düşünebiliyor musunuz? Bunu İslam Alemine nasıl anlatırsınız..Apar
topar uçağa binip geri dönse olmaz..
- Yani birinci dünya harbine neden olan o prensin öldürülmesi gibi bir
şey ..
- Bakın tamamen aynı. Bunu söylüyorum. Mesela bizleri çağırıp da hocam bir gel.
Hakikaten Tevratta ne bölüm var, ne anlatıyor...
- Ama İsrail’de bu geziyi çok arzu ediyor, gelsin diyor.
- Yani onların arzu etmesi acaba bırakın Tayyp’i halkımız için hayırlı mı?...
Siz ne düşünüyorsunuz? Halka şimdi sorsak.. “”Gitsin mi, gitmesin mi” diye .Şu
dönemde..
- Sormamız lazım.
- Yani ne olur bir anket yapın.
- Sormamız lazım. Ama bizim ülkede de böyle bir sorma işi olmuyor, sorsanız da
iktidarlar ilgilenmiyor.
- - Eee bi.. Anayurt olarak yapın bunu Hayır görürüm. Ben.. Ortadoğu bu kadar
karışık. Celal Talabanı amca geldi oturdu makama..
- Peki .. Celal Talabani’ye aşiret lideri diyorduk.. - Hafife
alıyorduk.Cumhurbaşkanı oldu. - Pasaportu da bizim amca diye biz veriyorduk.
- -.......
- Talabani Irak devletinin Cumhurbaşkanı. Bizim Cumhurbaşkanımıza denk. Ziyaret
etse altına halılar sereceğimiz adam. Ne yapacağız bu durumda? - Lütfen şunu
görmeye çalışalım ve artık görelim lütfen .Rahmetli Özal., iyi adam kötü adam lafını
bırakalım bir tarafa..Ama o zatın söyledikleri vakti zamanında
yapılsaydı.Mesela bir koyup üç alacağız dediğinde Türk ordusu Kerkük’e girmiş
olsaydı..Her şeyden önce ihracat-ithalat arasındaki makas böyle açılmazdı.Bu
bir. - İkincisi de Türkiye bir ekonomik krize şimdi olduğu gibi gebe kalmazdı.
Şu anda kriz yok.Ama ne kadar benzeşiyor.Ekonomik krizin patladığı günlere
şartlara ne kadar benziyor.Makas açılmış.Türk parası aşırı değer kazanmış. Ve
daha tehlikelisi refah var.Halk istifade etmiyor..
ERMENİ
BENLİ LİDERLER VAR
- Bizde iki buçuk yıl önce Ermeni konusunda genel görüşme açılsın diye TBMM’ye
önerge verildi. Hükümet hiç üzerinde durmadı. Şimdilik böyle bir konuya ihtiyaç
yok, böyle bir şey yok dendi. Ama bu gün Çarşamba günü her ne hikmet ve nasılsa
TBMM gündemine geldi ve genel görüşme açılıyor.. Nedir bu Ermeni meselesi?
- Ne kadar hazin, ne kadar acı, ne kadar korkunç bir şey anlatıyorsunuz....
Şimdi Ermenilerle ilgili iki tane iddia var.Birisi tehcir, göçe zorlamak.Birisi
bu..İkincisi de soykırım.İddialar bunlar. Eğer biz insansak ve bizim bir
hafızamız varsa ben şimdi size Erzurum’da aile büyüklerimden dinlediğim bir
şeyi anlatayım. Babamın babası Molla Mustafa rahmetli Yemen’de şehit oluyor.
Babamın annesi de köyünden dışarı çıkmıyor. Arif Sağ’ın köyüne yakın bir Sünni
köy .Onlarınki Alevi kültürüne mensup bir köy. Annemin anne tarafı
Arabistan’dan göçüyor Medine’den Aradel Arabi’nin çocukları Aver köyüne iskan
ediyor bunarı Osmanlı, Aver köyüne.Erzurum’un şehir merkezine otuz kilometre mesafede
bir köy. Bu insanlar Erzurum’da anlatılanlardan habersizler. Çünkü uzun yol.
Her an gidip geleceğiniz yol değildir. Diyorlar ki orada.. Genç erkekleri büyük
camiye doldurup Ermeni yaktığında .. Oğlunu yakıyorlar yaşlı bir anne
kalıyor.Bunlar sokaklarda donmamak, açlıktan ölmemek için köylere kaçtılar.
Bizde sorduk.Siz hanımefendi bir kadınsınız.Veya yaşlı bir erkeksiniz. Siz bey
efendi bir dedesiniz. Neye köye kaçtınız? Biricik oğlumu Ulu Camide yakınca
Ermeni, ben köye kaçmak zorunda kaldım. Çünkü şehirde kim kime dumduma. Kimse
bana bir lokma ekmek vermez. Ama köyde misafir odası vardır, oraya koyarlar.
Donmam. Bir bardak su olsun içerim. Bir kuru ekmek.. Şimdi ben size
soruyorum.Bu konuları işleyen kaç kitap okuduğuz..Yani Türklerin bu konuda gördüğü
zulmü
- Pek az
. - E ne hakkımız var anlatmamaya .Bizim böyle bir şeyi anlatmama hakkımız var
mı? - Eğer anlatırsak ırkçılık damarımız kabarır!
- Üstadım böyle bir şey .. Böyle bir zihniyetin Allah iki dünyada da cezasını
verir.çünkü - Demişiz ki Yurtta sulh cihanda sulh bize yapılanları unutalım,
yabancının..
- Bir defa sizin söylediğiniz şekilde yaklaşırsak Allah’tan korkalım.Gerçeğin
üzerini kapatıyorsunuz. ..Bir millet nasıl “yurta sulh cihanda sulh” diyerek
yaralarını uyduruk pansumanlarla kapatabilir.Böyle bir şey olur mu? İntikam
almak yalnızca gidip adamı camiye doldurup yakmak değil.Ama.yayınla intikam
alabilirsin. İslam’da kaç tane mücadele yolu var: Eliyle . yapamıyorsan
diliyle, yapamıyorsan gönlünle.. Kardeşim elin çolak mı yav...İki tane kitap
yazsana. Kimdir bu Ulu Camiye doldurulup yakılanlar? Buna bunu neden Arap
göçmeni olan anneannem uydursun da anlatsın? Derdi ne? Zaten Erzurum’un içini
hayatında iki kere görmüş. Görmediği bir yerle ilgili size uydurma bir şey
anlatsın. Arif Sağ’ın köyü Aşkale’de bu gün bile zor gidilen bir köy.. Onun
yakınında Çırnıt, Topal Çavuş benim babaannemin kocası Molla Mustafa Şehit
olunca zaten o köyden çıkma cesareti bile kalmamıştır.Araba yok zaten..Nerden
bilecek de anlatacak? Böyle bir şeye ihtiyaç bile yok. Erzurum’un içindeki
anlatsa. Denebilir ki bu şehir işgal gördü. İşgalde Psikolojik harp numarası
çektiler.Ermenileri de kestiler. Kendileri de bunu böyle anlatıyor.Ama bunu(
İşgale uğramamış) köylü anlatıyor.. Benim Ermeni benli general diye bir şiirimde
‘’Karakutu”da çıktı.Ermeni benli lider. Türkiye’de Ermeni benli liderler
var.Hala “karakutu”da duruyor.. O şiirim duruyor.Ermeni benli liderler
Türkiye’de var. Başımızda bu insanlar..İsim ver..İsim vermem.Niye vermem? ..
adam yerine koymamda ondan, korktuğumdan değil.. Ermeni benli lider var
Türkiye’de..
MAĞDUR
YAKINLARI DÜNYA İNSANLRININ VİCANINA HİTAP ETSİN
- Siz Ermeni yok diyorsunuz?
- Yav.şimdi..Bu Ermeni benli lafı zaten çok enteresan.. Namussuzun anası babası
belki Türk de ..İşte o Ermeni beni ile doğmuş..O cibilliyetsiz.O Ermeni beni
ile Ermeni gibi davranıyor.. O aslında onun yüzünün kiri. Onun yüzündeki leke
.. Belki para alıyor.Belki ülkeyi satıyor.Lider pozisyonuna gelmiş insanların
gücümü yok Allah’ını seversen.Yani Van’a Erzurum’a ne zulüm gördünüz diye
halkla konuşacak gücümü yok bu liderlerin.O zaman yapacakları tek bir şey var.
Diyecek ki vatandaşlar. Biz hep müsteşarları yurt dışına çıkarmayalım.şurada
şöyle Ermenilerin yaktığı alilerden orta yaşlı kendini bilir adam
götürelim.Amerika’da Avurupa’da konuşsunlar, konferans versinler.Nasıl yakılmış
babaları dedeleri. Tarih tekerrür eder. Dün bizleri camiye doldurup Ermeni
yakmıştır. Yarın başkası yakar.Yarın başkaları yakar. Bunun sınırı yok.Buna
nasıl sınır koyacaksınız.Soruyorum..Yani.. APO ister Ermeni olsun, ister
olmasın yaptığı iş neydi? Canilikti..Cinayet işledi. Şimdi Apo çok saygı değer
insan(!) oldu. ...... Ermenin yakamadığını da çıkar Apo yakar..Eğer susarsanız
sonucu o olur. Bu adamlar yanmış.. Bu adamları bulmak kolay. Bende gidip
bulabilirim..Devlet benden de isterse ailesini körpecik fidanlarını camide
yanmış olanların cesetlerini.. Gider buluruz. Erzurum yıkılmadı ya.Buhar olmadı
ya..Ben hem de yabancı gözlemcileri alarak gideyim.Bu insanları bulup
konuşturayım..Bundan korkacak ne var?...Eğer dünya bunu anlamazsa biz o zaman
millet olarak teslim bayrağını çekelim.Ama sizi temin ederim gidip bulurum. .Bu
gün “Karakuta”da ki yazımda belirtim.Fransa’daki adam.Korsikalı adam diyor ki;
Türklerle Ermenileri kışkırtıp bir birbirlerine düşüren Yahudi bu gün zengindir
diyor. O doğrudur yalandır.Oturmuş hakikatin hakemliğini yapıyor.”Ermeni
soykırımı da yoktur” diyor “Bunlar bir birlerini kesti” diyor.”O onu öldürdü,
öbürsü onu şişledi, aralarında böyle bir şey oldu . Kanlı bir hadise oldu.
Burada soykırım filan yoktur” diyor adam..
YAHUDİ,
TÜRKİYEYİ SEVİYORSA BU ARZ-I MEVUUT NE?
- Dünyanın her yerindeki Yahudi’yi İsrail devleti aylıyor vatandaş yapıyor,
Türkiye’deki Yahudi’yi neden almıyor?
-Yani onların şöyle bir özelliği var.Bir yazımda yazdım.Dikkat
ediyorsunuz Türkiye’yi Ermeni konusunda en çok destekleyenler ABD’deki
Yahudiler. Neden?.. “Bunlar bu kadar mı Türkiye’yi seviyor. Bunları ben
sormuyorum..Avrupa soruyor..Avrupa soruyor bunu.. Ne oluyor bu heriflere ?
Nerden birden bire bunlar Türk dostu oldular, Yahudiler dünyada en çok Türkleri
mi sever “ diyor? Buna niçin inanalım? Seviyorsa bu Arzu Mevuut ne? - Ülkenin
yarısını istiyor .Ama Ermeni konusunda Türkiye’yi destekliyor?
- Destekliyor..
- Yukarıyı, Ermeni’ye vermeyin ama aşağı benim olsun..
- Allah Allah ... Bunu nasıl izah edebiliriz biz..
- Nasıl izah ederiz?
- Bence şöyle izah ederiz biz.Avrupalıyı daha tanıyamadık.Gidip
Avrupalıya derdimizi anlatsak anlayacak.Kardeşim soykırım değildir.Kanlı bir
hadisedir..O da benim fidanlarımı yakmıştır der işi bitirirsiniz. ....Şimdi biz
tekrar. Amerika’da da Kanada‘da da bunu yapmak zorundayız.. Bunu biz Amerika’da
da yapabiliriz. Çünkü Amerika’da Yahudi aleyhtarı faaliyetlerde sivrilikler
gözüküyor. Yahidi ağır sanayiine giremez.Biliyor musunuz bunu?
- Hayır.
- Her şeye girer. İlaç yapar, basına girer.. Ağır sanayie giremez. Ağır sanayie
adımını atamaz Yahudi?
- Neden?
- Çünkü Amerika aynı zamanda bir Yahidi aleyhtarı devlettir.
- Ya derler ki Amerikanın kurucu babaları Yahudi taraftarıdır.
- O işin öyle gösterişidir. Hiç öyle bir şey yok. Hiç öyle bir şey yok.. En
basit yol. Amerikalı bir genç kız süt be süt bir Amerikalı yani Vasp, yani
Anglosakson Protestan genç kız gitti İsrail’e dedi ki burada Filistinlilerin
evini yıkan greyderin önüne kendimi atacağım.Attı ve parçaladı Gidip bu
insanları bulalım.Amerika’da bu şerefli insanları bulalım da derdimizi
anlatalım yav. - O zaman İsrail’in aleyhine de olur!.
- İster İsrail’in aleyhine ister, Ermenilerin aleyhine..Kimin aleyhine olursa
olsun anlatalım. - İsrail bizim stratejik müttefikimiz!
- O zaman yarın çıkar Apo..Ermenilerin bıraktıklarını o yakar.. İsrail
aleyhtarlığı, İsrail düşmanlığı yapalım demiyoruz arkadaş..Gidelim ermeni
davasını Amerika’da öyle anlatalım ki bana ne yapıldı, hepsini tek tek
anlatayım.Karşılığında beninde yaptıklarım varsa onu da anlatsın..Karşılıklı
yapılmış. Korkmağa lüzum yok..Gittim adamla kavga ettim. O gözünün üstüne bir
tane patlattı sende onun karnına tekme çattın bir seksen yere devirdin.İkinizin
de korkacak neyiniz var?
- İnşallah..Ben sizden şunu bekliyorum Anayurt olarak: iki tane meselemiz var.
Tayyip’in biraz Tevrat bilerek oraya gitmesi. En iyisi hiç gitmemesi.Ama
gitmeden önce bu işin uzmanından azcık ders alması
- İkincisi de Ermeni konusunda Avrupa ve ABD’ye hiçbir şey anlatamadık. Bütün
bu başımıza gelenler ondan. ....Oradaki namuslu insanları bularak, onlara
ulaşarak.Onlar çok..Amerika’da ve ABD’de. ulaşarak . Hiçbir şey anlatmıyorum
arkadaş. Bir hadise anlatıp gideceğim.Erzurum’daki Ulu Camiye doldurulup
yakılanlar..Anlatıp döneceğim..
- Yani insanların vicdanına diyorsunuz.
- Tabi tabii. Bu gazeteci olabilir,yazar olabilir.mimar, mühendis olabilir,
sivil toplum örgütü başkanı olabilir, sendikacı olabilir. Bu namuslu insanlar
kim olursa olsun. İşte Korsikalı. Ben yazımda yazıyorum.Lehte aleyhte bir şey
demiyorum.Bak Korsika’da bunu söylüyor adam. Onu gidip bulacaksın.Allah razı
olsun.Sen bir Fransızsın, Hrıstiyansın ama Allah dostusun.Benim hakkımı
savunuyorsun.Ben sana şu Ulu Cami işini bir anlatayım ağbi. Akşam uçağına da
binip gideyim.. Biti..
TÜRKİYEDEKİ
YAHUDİ SERMAYEDAR İSRAİL İÇİN ÖNEMLİ
- Türkiye’deki Yahudilerin İsrail için önemini soruştum.Cevabını alamadım.
- İsrail için önemi şu: Türk Yahudileri bayağı zenginler çıkardılar.Bu
gün... bir takım Yahudi zenginlerinin adı çıkmış. Bu ad önemli değil. .......
belki de dünyanın en zengin onuncu adamıdır. Çünkü Türk’e başörtüsünü satan
Yahudi’ dir bu adam.Türk’e başörtüsünü satmıştır .... Şimdi ..... gibi bir
dünya devi.Hem de gizli dev. Böyle birisini düşünün ben eminim dünyada o adam
ilk ona giriyor. Akide şekerinin tanesini on milyona satıyorsa K.. ne,
K..kim?..Git ...’dan akide şekeri al bakayım. Gömlek alıyorsun.Nedir o bez?
400-450-500 milyon. Peki ben sizden şunu öğrenmek istiyorum.Bu kadar Türkiye
ortamında palazlanıp semirebilen bir ... İsrail için çok değersiz olabilir mi,
orta değersiz az değersiz olur mu?
- Böyle bir sermayenin hükümetler üzerinde gücü olmaz mı?
- Hiç olmaz mı canım? Dünya da ilk ona giriyorsa. Hiç adı okunmuyor. Sessiz
sedasız ..Bir şeyde üretmiyorsunuz .Başörtüsü..Akide şekeri.. Gömlek..
- Başlamış 1940larda Türk’e başörtüsü satmış bu.. Her halde sorunu
cevaplandırdım.
- Ve cenaze bezi …Keh Keh…Keh..
Erdoğan SÜRAT 11 Nisan 2005 Ankara
... ...........0000000000......
Gönderen Necati Çavdar zaman: Salı, Ekim 25, 2005
Adsız dedi ki...
Bu vatandaşın hasta olduğunu biliyorsunuz ve dalga geçiyorsunuz.
Ayıp olmuyor mu?
Bu garibanın akademik unvanlarının olması akli dengesinin yerinde olduğu
anlamına gelmiyor. Deli olduğunu anlamamız için "bokunu alıp üstüne
sürmesi" mi gerekiyor.
Ayıp ayıp çok ayıp "baba" ya bu muamele yapılmamalı.
//////////////////////////
https://necaticavdar.blogspot.com/2005/10/erdoan-surat_25.html?m=0
…………………..
NOT : 1- Röportaj için gittiğimde
masasında ŞALOM gazetesi var idi.
Gazete görünecek şekilde yaynlanmak
üzere resmini çekmek istedim, razı olmadı.
2 . Sorumuz “Şalom gazetesinde yazan....Vakit gazetesinde yazan belki de tek insansınız Nasıl oluyor? İnternette yayınlanan bir yazınızda Musevi cemaatlerinde “Mustafa Erdoğan dokunmaz- dokunmaz vurdu mu da Yahudi’nin belini kırar” şeklinde söylendiğini yazıyorsunuz.. Niye bellerini kırıyorsunuz?..” idi.
Teyp kaydının dökümünü yaptıktan sonra kontrol için kendisine gönderdim..Tamamına “evet” dedi ve ilk cümleye “semavi dinler şeriatını “ ilavesini rica ederek sorunun “Şalom gazetesinde ve de Vakit gazetesinde semavi dinler şeriatını yazan belki de tek insansınız.”diye başlamasına sebep oldu..
3-
Erdoğan Sürat’ı ilk defa Bülent
Arınç gibi RP ileri gelenlerin hazır bulunduğu ve SERVER VAKFI’ndaki bir
sunumda gördüm.
Elindeki kanuna benzer bir aleti
dıngırtarak güya muhatabının sesini ölçüyor..
Ne ölçme var ne biçme.. Ne kayıt ne
değrlendirme.
Telleri dıngırdadarak “sesini
ölçtürtüğü (!) kişilerei kendince
analizediyor.İster falbakıyor isterseniz dıngırdatıyor deyin..
Sonrada AKİT ve ŞALOM da aynı anda
YAZDIRILDIĞI için dikkatimi çekerek ne ne için diye anlama gayretiyle bu KONUŞMA –KONUŞTURMAyı gerçekleştirip yayınladım..
4- Erdoğan Surat’in
olayında konuyla alakalı iki alıntıyı da ekliyorum.Yorum sizin:
Hakan Yılmaz Çebi |
||
|
||
|
............
EGE’NİN İNCİSİ NAZİLLİ YAZARLARI
VE HABERCİLERİYLE HUZURUNUZDA
..........
GÖNÜL SOHBETLERİ
NAZMİYE ÖZENTÜRK
KUZEY IRAK VE İSRAİL
İsrail, 1952 yılında Kuzey Irak’a bir operasyon düzenledi. Ezra ve Nahemya operasyonları ile 100-150 kadar insanı İsrail’e götürdü. Bunlar Kürt Yahudileri’ydiler. Kuzey Iraktan giden bu insanların çoğu şimdi çok önemli ve çok etkili yerlerde....İsrail’in Kuzey Irak’ta kurulacak Kürt Devletine sıcak bakması ve desteklemesi bunun için doğaldır.
Böyle bir devletin kurulması isteği İsrail’in hedeflerinden birisidir. Kuzey Irak’ta politik yönden Türkiye ve İsrail’in çıkarları elbetteki çatışıyor ve bu durum Türkiye’yi düşündürüyor....
İsrail’in önemli olan askeri kadrosunu tanıyalım. İsrail Genel Kurmay Başkanı Türkiye’den İsrail’e kaçan bir asker kaçağı...Türkiye’de yaşadığı yıllarda hangi adı kullanıyordu bilinmez... İsrail Genel Kurmay Başkanı adı’Moshe Yalon’ aslen bir Türk vatandaşıydı.Bulunamayınca vatandaşlıktan çıkarıldı. Daha sonra da karşımıza İsrail Kurmay Başkanı sıfatıyla çıktı. Mashe Yalon aslen kürt, bu iddiayı dile getiren ise 500. yıl Vakfının Başkanı Mustafa Erdoğan Sürat....
Sürat’ın başka bir iddiası da İsrail Ordusu’nun bel kemiği KÜRT ve TÜRK YAHUDİLERİ’nin oluşturulması... Bu KÜRT-TÜRK Yahudileri konuyu bilmeyenlerin kafasını karıştırıyor ve genel olarak şu sorularla geliyor.
Musevilik, İsrail oğullarına indirilmiş bir din...Musevilik ve Yahudilik IRKA dayanan bir din olduğuna göre, Türkler ve Kürtler nasıl Yahudi veya Musevi kabul ediliyorlar?
1) Hazreti Musa döneminde “Ben bu dini kabul ettim” diyenler MUSEVİ kabul ediliyorlar. HAZAR Türklerin bir kısmı bu şekilde YAHUDİ oldular.
2) Bizdekinin tersine, Musevilik babadan değil, anadan geçiyor. Annesi Yahudi olan kişi otomatik olarak Yahudi sayılıyor. 500. Yıl Vakfının Başkanı Mustafa Erdoğan Sürat’ın da annesi Arap, babası Yahudi...
Bu yüzden de kendisini Musevi olarak kabul ediyor. Moşe Yalon, Genel Kurmay Başkanlığı’na yükselirken İsrail’de geçerli olan Osmanlı sistemi örnek alınmış...Onlarda yani İsrail’de eğitimşart değil,...Orduya Er olarak giren Genel Kurmay Başkanlığı’na kadar yükselebiliyor. Bugün hala İsrail ordusunda MEKTEPLME subay sayısı yüzde 10’nun altında...
Ordunun büyük bölümünü ALAYLIYORLAR OLUŞTURUYOR. Hatta okuma yazmayı askerde öğrenip paşalığı kadar yükselenler de oluyor.
Sonuçta istihbaratı güçlü olan İSRAİL; YAHUDİ adı altında bir sızmayı önlemek için kendi içinde bir güçlü bir sistem kurmuş... Sisteme de YAHUDİ’leri kayıt eden sistem diyorlar.
Emin PAZARCI,
“Kuzey Irak ve İsrail” başlıklı yazısında, İsrail Genelkurmay Başkanı’nın
Türkiye’de asker kaçağı olarak yaşadığını, aslen Türk vatandaşı olduğunu
ardından karşımıza İsrail Genelkurmay Başkanı sıfatıyla çıktığını belirtmekte,
bu iddiaları 500. Yıl Vakfı’nın Sanat Jüri Başkanlığı’nı yapan Mustafa Erdoğan
Sürat olduğunu ifade etmektedir. Yazar, “İsrail 1952 yılında Kuzey Irak’a bir
operasyon düzenledi. Ezra ve Nehemya operasyonları ile 100 ile 150 bin
arasındaki insanı İsrail’e götürdü. Bunlar, Kürt Yahudileriydiler. Çoğu şimdi etkili
yerlerde. Kuzey Irak’ta, halen çok sayıda Kürt Yahudisi olduğu da iddialar
arasında. İşte bu yüzden İsrail’in, Kuzey Irak’ta kurulacak bir kürt Devleti’ne
sıcak bakması ve O’nu desteklemesi çok doğal. Böyle bir devletin içinde
İsrail’in etkili olması kaçınılmaz. Kuzey Irak’ta Türkiye ile İsrail’in
çıkarları çatışıyor” şeklindeki görüşlerine yer vermektedir.
.................
Ses ve Karakter
Ferhat Barış, Zaman, 08.03.2000
Okurken güleceksiniz, bundan eminim. Ama inanın manzara acıtıcı, hatta korkutucu. Belki ilk bakışta basit gelebilir; ama ruh halinin ipuçlarını vermesi açısından ben çok önemsedim. İsterseniz anlatayım, kararı siz verin: Sabah gazetesi 4 Mart Cumartesi günü 1. sayfasından küçük bir haber anonsu yayınladı: 'Dikkat! Pazartesi kar geliyor...' Meteoroloji Genel Müdürlüğü kaynaklı rutin bir 'tahmin raporu'nun haber şekline dönüştürülmesinden başka bir şey değildi bu. Bu arada, Sabahçılar anlamaz; ama bir parantez açayım; 'Mugayyebat-ı hamse' konusunda çoklarıyla tartışmışımdır. Her işini nizamlı, disiplinli yapan bir Kudret, elbette ki yağışı da, belli bir nizam ve silsile ile gönderecektir. Bir dönem, bu konularda son derece tutucu olan bir amirim ile bayağı hararetli tartıştığımı hatırlarım. O, meteorolojinin yanılması için adeta dua ederdi. Oysa ben tersini düşünürdüm, meteoroloji tahminlerinin tutması, disiplini, kanunları, ahengiyle son derece düzenli bir 'kurgulayıcı'nın deliliydi.. Neyse mevzumuza dönelim. Sabah ceridesi bu haberi yaptıktan sonra, pazar günü sabahleyin günlük güneşlik olan İstanbul, akşam bir kar ve tipi fırtınasına teslim oldu. Pazartesi de, dondurucu soğuğa.
Salı günü bu gazetenin 28. sayfasını okurken gözlerime inanamadım. Sabah sanki karı ve yağışı kendisi sağlamış gibi inanılmaz bir ruh haliyle şu başlığı atmıştı: 'Sabah yazarsa işte böyle yazar! Sabah gazetesi cumartesi günü, 'Pazartesi kar geliyor' başlığıyla vatandaşı uyarmıştı. Kar yağdı, yollar kapandı...' Belki sıkılmasalar, 'Aslında karı biz yağdırdık' demekten haya etmeyeceklerdi. Halbuki, karı yağdıran Allah, tahmin eden meteoroloji ilminin kurumu, bize aktaran bir gazeteydi. Haberdar etmesi gerekenlerin, icra eder gibi gururla salınması, medyamızın kendini ululaştırma hastalığının nişanesinden başka ne olabilirdi ki bu?
Aynı mantığı biraz daha karikatürleştirerek çeşitleyeyim isterseniz:
Yarın sabah güneşin kaçta doğacağını biliyoruz. İsterseniz gazetemizin birinci sayfasına, 'İstanbul'da yarın sabah güneş saat 06.23'te doğacak' dedikten sonra, cuma günü de manşete, 'Sabah yazarsa böyle yazar. Dün güneşin saat 06.22'de doğacağını yazmıştık. Aynen öyle oldu' demek gibi bir şey bu. Haberi sahiplenip, haber verici olmak yerine, kurgulayıcı, fonksiyonel görev üstlenen bir mantık ile hareket eden nesne, bir süre sonra halkı yönetmeye, yönlendirmeye, emretmeye, istediği yöne çekmeye çabalayan bir 'erk' oluveriyor.
Bu mutasyon çok tehlikeli, aynı zamanda ahlaki bir felcin habercisi aslında. Bakın hemen başka bir örnek:
Bu gazetenin muhabirleri, bir haber için müzik profesörü M. Erdoğan Sürat'e gidip, 'ses analiziyle karakter tahlili' konusunda bir görüşme yapıyorlar. Prof. Sürat, bilimsel verilerle görüşlerini belirtiyor. Bu arada muhabirler Fethullah Gülen ve STKB'ciler ile ilgili de sorular soruyorlar. Sabah gazetesi 5 Mart Pazar günkü ilavelerinde haberi yayınlıyorlar. Ancak uzman profesörün açıklamalarının işlerine gelen bölümlerini yayınlarken, bir yıl önce kendilerinin tetikleyerek bir infaz furyasına dönüştürdüğü, yargılanmadan asmaya çabaladıkları kişi hakkındaki olumlu ve diğer tetikçilerin aleyhine olan sonuçları görmezden geliyorlar. Cımbızla çekilip atılıyor bu kısımlar haberden. Kırca Paşa'nın, kendisiyle ilgili kısımları resimli olarak yayınlatırken, F. Gülen ile ilgili kısımların yayınlanmamasına meslek ahlakı 'tık' demiyor. Ne de olsa, kendisi paşa olsa, 28 Şubat'a aynen imza atar!..
Peki Sabahçıların yayınlamadıkları kısımlarda neler var? Arkadaşımız Onur Kaya'nın haberine göre ilki Fethullah Gülen ile ilgili şeyler. Prof. Dr. Sürat'in Gülen'in sesiyle ilgili yaptığı analizin sonuçları özetle şöyle: 'Gülen'in istek ve tercihlerindeki samimiyet derecesini; istek, niyet ve tercihlerinin zaman içerisinde hangi değişikliklere uğradığını; hangi kurumları esas aldığını göstermek üzere hazırlanan çizgisel ilmi gösterimler grafiklerdeki düzgün yapıyla samimi bir ruhun tutarlılığını yansıtmaktadır.' Açıkçası bu bilimsel verinin Kırca Ali'nin ve avanesinin hoşuna gitmesini beklemek safdillik olur. Rapor bu kadarla kalmıyor, yine Fethullah Gülen ile ilgili bölüm: 'Gülen'in ulusal çıkarımız yönündeki istek ve tercihleri günlük politikalardan etkilenmemiştir...
Gülen cumhuriyetin kurumlarına sahiptir. Onları merkeze almıştır...
Gülen'in tercihlerinin kaynağı milli ihtiyaçlarımızdır.' Bunları söyleyen cami müezzini ya da Fethullah Gülen'i seven sıradan bir kişi değil, bilimin ta kendisi. Bakın Sürat Hoca bu konuda neler diyor: 'Bu kıratta, çapta kişilerden bize hoşgörü gelir, hayat gelir. Olumsuz bir şey olsa idi söylerdim. Samimi görmeseydim karşı çıkardım. Çünkü samimi olmayan yarın benim de yolumu tıkar.' Bir de madalyonun diğer yönüne, Düğme Cemaati'nin tetikçilerine bakalım. İşte size 5 kafadarın infaz gecesi ruh halleri: Yine söz raporun: 'Bu kişileri tek tek ses olarak ölçtük. Bayanı hariç tutarsak diğer dördü tüccar kişiler ve ticari amaçla bunu yapıyorlar.' Kullanılan kelimeye dikkat; 'Tüccar!' Neyin ticaretini yapıyorlardır sizce? Ağızlarına neyi sakız etttiklerine bakarsak anlarız:
Laiklik, Atatürkçülük, din... Varın son cümleyi de siz kurun! Rapor bu kadarla kalmıyor, alın size Kırca Ali ve hempalarının halet-i ruhiyelerine dair birkaç cümle: 'Ses analizlerinden elde ettiğimize göre bu çalışmayı maddi manevi kazanç sağlamak için yapmışlar. Söylediklerine inanmıyorlar, kendilerine özgüvenleri asla yok, bir hayal alemi uydurmuşlar, zaten söyledikleri birbirleriyle çelişkili. Yalnızca kadın kendi söylediğine inanıyor.
Fakat o da Türk insanını tanımıyor.' Profesör kesinlikle haklı. Yakında sizlere yazmayı düşündüğüm, bu beş kafadarın mahkeme macerasından, işin tüm sorumluluğunu 'kadın'a yüklemelerinden göreceksiniz bunu. Hukuk, ses bilimini destekleyecek anlayacağınız... Son sözümüz, kendilerini demokrat göstermeye çabalayan, cuntacı zihniyete. Kırca Ali, her fırsatta demokrasiden, söz hakkından, kıldan, tüyden, bilmem neden bahseder. Alın işte, ekranda söz hakkı vermediği, tersine kurgu oyunlarıyla yıpratmaya, kamuoyu önünde küçük düşürmeye çabaladığı kesim ile tarafını tutup, sırtını sıvazladığı kesimin iç yüzü. Peki bu kısımların yayınlanmasını kim engelledi?
Fethullah Gülen'e ekranda canlı infaz uygulamak isteyenler, sayfada onu haklı çıkaran haberi görmeye nasıl tahammül edebilirler ki? Karı, yağmuru, doluyu kendilerinin yağdırdıklarını zannedenlerin, ekranlarda 'adam asmaca' oynamalarına şaşıran bizler mi tuhafız yoksa?
Bir türkü dilime dolandı, günün anlam ve önemiyle teğet bile geçmiyor; içinde inekli, sinekli yoğurt ve tüfekli omuz geçiyor.
[318 kere görüntülendi
::::::::::::::::::::::::::::::
"Yahudiler insanlığın onurudur" diyen Erzurum
Milletvekili İbrahim Özdoğan
MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE SALYONGOZ SATIYOR
Söylem gazetesi ..
kili İbrahim Özdoğan
MÜSLÜMAN MAHALLESİNDE SALYONGOZ SATIYOR
YAHUDİ CEMAATİNİN HAFTALIK GAZETESİ ŞALOM GAZETESİNDE KONUYA
İLİŞKİN ÇIKAN YAZI:
http://www.salom.com.tr/010904/dis003.htm
AK Parti Milletvekili İbrahim Özdoğan: “Museviler insanlığın onurudur”
Cemaat Başkanı Silvyo Ovadya'yı yeni görevi vesilesiyle ziyaret eden AKP Erzurum milletvekili İbrahim Özdoğan, Ovadya'ya görevinde başarılar dilerken Türk Yahudileri ile ilgili olarak ilginç sözler sarfetti.
Görüşmede gazetemiz konuk yazarı Prof. Dr. Erdoğan Sürat ve Cemaat Başkan vekili Lina Filiba da hazır bulundu.
Özdoğan görüşmede şöyle konuştu: “İnsanlık bugün ulaştığı baş döndürcü teknolojik ve bilimsel ilerlemelerde Yahudi ırkına çok şey borçludur. Museviler hak bir dinin mensubudurlar. Hak semavi dinlerin kitapları olan Tevrat ve Kur'an birçok hususiyetleriyle Museviler'i övmektedir. Gönderilen ayetlerde başka içbir kavme verilmeyen birçok nimetin Yahudilere verildiğinden bahsedilmektedir. Hz. Musa'nın kavmi ile birlikte yurtlarından sürgün edilişi ve firavunla olan mücadeleleri Tevrat'ta olduğu gibi Kur'an'da da zikredilmiş zalimler Allah tarafından lanetlenmiş ve Yahudiler'e Allah'ın yardım ve ikramlarından bahsedilmiştir.
Tarihin çok eski dönemlerinden beri toplumsal kıskançlık ve cinnet yüzünden Yahudilere yapılan zulüm ve soykırım insanlığın yüzkarasıdır. Yine insanlığın mayasında olan toplumsal vicdan bunu asla affetmeyecektir. Yirminci asrın zalim diktatörü Hitler'i affetmediği gibi.
Bir politikacı olarak günümüzde de, zaman zaman Museviler'e yapılan saldırılar beni fevkalâde üzmektedir. Geçtiğimiz Kasım ayında da ülkemiz Musevilerin kutsal günlerinde Sinagoglarda uğradıkları saldırıları şiddetle lanetliyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Musevi vatandaşlarımızın can ve mal emniyetini sağlamada daha dikkatli davranmak zorundadır. Yine Türkiye'de bir kısım yazar ve çizerlerin insafa sığmayan bir şekilde yazılarında Yahudilere saldırdıklarına şahit olmaktayız. Bu yazarları, gerginlik ortamı oluşturdukları için kınıyor ve kendilerini insaf ve vicdana davet ediyorum.”
Erzurum milletvekili Özdoğan, Türk musevilerinin bu ülkenin bir şansı olduğunu, sayısal olarak daha fazla olmalarını dilediğini söylerken terörizme karşı tüm dünyanın ortak mücadele vermesi gerektiğini ifade etti.
Ovadya ve Filiba da İbrahim Özdoğan ve Erdoğan Sürat'e ziyaretlerinden dolayı teşekkür ederek kendileriyle tanışmaktan son derece memnun olduklarını dile getirdiler.
From:
lokman zor <lokmanzor@yahoo.com>
Date: Mon Sep 6, 2004 7:47 pm
Subject: Fwd: [Erzurumlular]
Fw:_Vakit_Gazetesi_/_AKP'li_Özdoğan'dan_Yahudilere_övgü
Sayın Özdoğan'ın mail gruplarımıza yönelik hassasiyetini gönderdikleri
mesajlarla görmüştük ama aynı hassasiyeti Yahudiler'e gösterip bu kadar
müspet düşüncelere ve böylesine muhabbete sahip olabileceğini düşünemezdim.
vakit gazetesi'nin aşağıdaki habere konu olan ziyareti, gazetenin kendine ait bakış açısıyla ele alarak abartmış olabileceğini, sayın vekilimizin Kur'an-ı Kerim'de lanetlenmiş kavim olarak örnek gösterilen yahudilerin övüldüğünü söyleme gafletini göstermeyeceğini düşünüyorum.
Muhakkak ki, Sayın vekil bu tür ziyaretlerin ne derece hassasiyet taşıdığını bizlerden çok daha iyi biliyordur. Bu yönüyle söz konusu görüşmenin amacını aşan bir ziyaret olduğunu düşünüyor değilim ancak bir tek yahudinin yaşamadığı bir şehrin vekili olarak Yahudilerin herkes tarafından bilinen belirli amaçlar doğrultusunda Fırat ve Dicle nehirleri civarındaki toprakları satın aldığı, 2000 den fazla Yahudi kadınının doğum yapmak üzere Urfa’yı tercih ettiği ve Yahudilerin vaat edilmiş topraklara yönelik çalışmalara hız verdikleri yönünde haber ve tartışmaların arttığı bir dönemde böyle bir ziyarette bulunması kişisel olarak çok büyük rahatsızlık duymama sebep oldu. Siyasetle ilgisi olmayanlar bile böyle bir ortamda bu tür bir ziyaretin destek ve davet niteliğine sahip olduğunu ve muhatapların iştahını kabartıp cesaretlendireceğini bilir. Sayın vekilin bu gerçeği herkesten çok daha iyi bilecek konum ve tecrübeye sahip olması beni daha fazla rahatsız etti. Bu ziyaretin, Yahudilerin gözünü erzurum’a çekme adına yapılmış olduğunu düşünmek istemiyorum. Zira bu kadarı, gafletten öteye, ihanete uzanır.
Sayın vekilimizin yahudilere yönelik ilgi ve muhabbetinin küçük bir kısmının erzuruma ve erzurumlulara yönelik olmasını arzu ederdim.
Umarım Sayın İbrahim Özdoğan, hala gruplarımıza yönelik ilgi ve alakasını devam ettiriyordur ve hakkında çıkan habere yönelik içimiz rahatlatacak bir açıklama yapıp, haber içeriğinde gerçeklerle çelişen herhangi bir yorum söz konusuysa hukuka başvurarak hem kendi adını, hem de kendisine oy veren Erzurumluların adını ve onurunu temize çıkarır. Aksi bir durum sadece kendisi için değil, hem şehrimiz hem de ülkemiz adına kara bir leke olarak tarihe geçecektir.
Sayın vekilimiz, size oy verenleri hala önemseyip dikkate alıyorsanız; söz konusu haberle ilgili bir açıklama yapmanızın kaçınılmaz olduğunu bilmenizi isterim.
Saygılarımla…
From: "metin
hasirci" <metinhasirci@hotmail.com>
Date: Mon Sep 6, 2004 11:26 pm
Subject: RE: [Erzurumluyum] Fwd: [Erzurumlular]
Fw:_Vakit_Gazetesi_/_AKP'li_Özdoğan'dan_Yahudilere_övgü
Lokman Beyefendi;Vakit gazetesi ve mensupları;yahudi meselesinde olması
gereken tutumu göster- mektedirler.Yahudilere yaptıkları kötülükleri en
fazla hatırlatan bir gazetedir.AKP'li milletvekilinin ifade- sindeki yahudi
sempatizanlığına bulaşmamak için abartı dediğiniz izahnameyi koymakla AKP'li
mebusunuz gibi düşünmediğini ortaya koymuş bulunmaktadır.Dikkat buyurursanız
mahalli seçimler öncesinde yahudi lobisi ile bazı AKP belediye başkan
adaylarının sıkı fıkılığınıda afişe etmek cesaretini göstermişti.Ne yapalım
ki ahalice bu mesele tavazzuh etmiş değil.mebusunuzu ikaz edin ve Vakit'e
teşekkür edin demekten kendimi alamıyorum.Bildiğiniz gibi Yalçın Küçük
meçhulünün bir nazariyesi de öz'lü soyadlar taşıyanlara dikkat ifadesi
vardır.Fiemanillah
From: Haber Müdürü <sinanozcaylak@dogutv.com>
Date: Tue Sep 7, 2004 10:16 am
Subject: "müseviler insanlığın onurudur"
Merak ediyorum, Özdoğan'a hangi güç bu cümleleri kurduruyor? Erzurum
milletvekili olan Özdoğan bu anlamda hemşerilerininde, kendisine oy
verenlerinde aynı fikri savunduğundan emin mi? Erzurumluların oylarıyla seçilen
Özdoğan bu gibi hassas konularda kendisine oy verenlerin düşüncesini yansıtmakla
mükellef değil mi? İnsanlığın onuru diye nitelendirdikleri İsrail'de her gün
insanlık suçu işlemiyor mu? Sayın Özdoğan bu anlamda taraf mı? Tarım Bakanının
Yahudilere karşı sempatik açıklamaları sonrası, Özdoğan'ın bu ifadeleri, Yahudi
yayın organlarına demeçler vermesini bir hükümet politikası olarak
değerlendirmek mi lazım?
Söylem Gazetesi
<soylem@soylemgazetesi.com>
Date: Tue Sep 7, 2004 9:50 pm
Subject: Re: vatanın seven gazeteci varmı?erzurumda
Aşağıdaki yazı Gaziantep'ten gelmiş. Grubun dikkatine sunuyorum.
----- Original Message -----
From: yunusca_sevgi
To: soylem@soylemgazetesi.com
Sent: Tuesday, September 07, 2004 1:37 PM
Subject: vatanın seven gazeteci varmı?erzurumda
ES SELAMÜNALEYKÜM
Sayın erzurum gazetesinin Degerli sahibi veya yetkilisi Milletvekiliniz sözde
özde ise yahudi cemaatinin yagcısı İBRAHİM özdoğan 06.09.2004 tarihli vakitte
yayınlanan yasin serhat haberini okumanızı ve NENEHATUN VE YİĞİT DADAŞLARA
duyurmanızı rica ediyorum ya ha oy ha namus benim aile terbiyem bunu gerektiyor
gardaşım emanet ederek meclise yolladıgınız zat yahudiler o kadar sevgi ve
sempati duydugunu bilin yahudi cemaatini ziyaret giden vekiliniz bu kadar İSLAM
ALİM 1400 yıldır bilemedigi ve kimsenin haberi olmadıgı bir şeyleri acıklamış
o.da hegerse bizler yanlış biliyormuşuk ALLAHU TEALA KURANI KERİMİNDE
yahudileri övüyormuş VALLAH vekiliniz söylüyor hemde silvyo ovadya bu zat yeni
yahudi cemaat lideri MAİDE SÜRESİNİN 51 AYETTİ BİLİP BİLMEDİGİ SORUN vekilinize
lanetlenmiş bir kavime inanacını imamnını inkar edercesinde övügüler söylüyor
araştırın ALLAH RIZASI İÇİN OLSUN KORKMADAN YILMADAN RABBİMİZ HAKSIZLIGA KARŞI
GELENLERE MUKLAKA MÜKAFATINI HEM BU DÜNYA,DA HEMDE AHİRETTE VERECEKTİR... HZ
HÜSEYİN (RAH) KERBALA,YA DOGRU YOLLA ÇIKTIGINDA ESHABI KİRAMIN ÖNDE GELENLERİ
RİCA ETMİŞLER GİTME DİYE MÜBAREK BEN BU GÜN HAKSIZLIGA KARŞI DURMASAM KIYAMETTE
KADAR KİMSE DURMAZ DEMİŞTİR bire hüseyin olmak için HAKKI rızası için gündeme
getirin bunları SELAM VE DUALAR Gaziantep,ten kardeşiniz mehmet
From: M. Çetin Baydar
<cetinbaydar@yahoo.com>
Date: Tue Sep 7, 2004 11:29 pm
Subject: Re: [Erzurumluyum] Re: vatanın seven gazeteci varmı?erzurumda
ŞAHİNBEY YURDUNUN DİKKATLİ EVLADI
Milletin vekili olma şerefini kazanmış, ancak Erzurumlunun pek şeref
duymayacağı sözleri sarfedebilmiş Bay İbrahim Özdoğan için gereken tepkiler
birbirini izlemektedir.
Erzurum aydınları ve Erzurum halkının kahir ekseriyeti sizin de temas ettiğiniz
düşünce ve halet-i ruhiye içindedir. Ama bu konuda asıl söz söylemesi gereken
Adalet Ve Kalkınma Partisi Erzurum milletvekilleri, Belediye Başkanları, İl,
ilçe teşkilatlarının başında bulunan dadaşlardır. Erzurum siyasetine yön
vermekte berdevam bir dadaşlık ruhu kaldıysa, İbrahim Özdoğan'a,
söylediklerinin tek tek hesabının, kendi siyasi zemininde sorulacağını
beklemekteyiz.
Eğer Erzurum AKP teşkilatları ve öncüleri ferden ferda veya topluca İbrahim
Özdoğan'ın mezkür beyanatını telin etmez, en azından gerekli tavzihi
yapmazlarsa, onların da İbrahim Özdoğan'ın Şalom Gazetesinde yer alan beyanatına
iştirak ettiklerini düşünenler çıkacaktır ki, bu da Erzurum'lu ruhu ile
bağdaşacak bir durum değildir.
Sonuç dikkatle takip edilmektedir.
Erzurum'dan Gaziantep'e selam ve muhabbetlerimizle
Çetin Baydar
Talihsiz beyanata Orjinalinden bakmak için tıklayınız:
http://www.salom.com.tr/010904/dismain.htm#3
From: Suat "Karagöl" <suatkaragl@yahoo.com>
Date: Wed Sep 8, 2004 11:13 pm
Subject: Re:_[Erzurumluyum]_Re:_vatanın_seven_gazeteci_varmı?erzurumda
Çetin Beyefendi, Erzurumdan tepki gelirmi bilmemde, benim diyeceğimşudurki,
İbrahim Özdoğan Bey Yahudiler insanlığın onurudur demekle bizim bildiğimiz
insanlığı kastetmemiştir. eğer öğle olsa, daha dün felçli bir adamı bombayla
öldürenleri insan olarakgörürmüydü. İbrahim özdoğan'ı bir insan olarak protesto
ediyorum. Partisine oy verdiğim içinde çok pişmanım. Allah affetsin ama ben
partiye oy verdim.ona yada öbürüne değil.onuniçin benim vebalim çok değildir
inşaallah. Partisinin mensuplarının şimdiye kadar seslerini çıkarmamaları bu
adamınla aynı düşüncelerde olduklarını gösterir demişsiniz. aslında bu bütün
erzurumlular için geçerli.helede oy verenler için. Kurana attığı iftira içinde
kendisini Allaha havale etmekten başka birşey diyemeyiz. çünkü kuran yahudileri
lanetlerken o yüceltmiştir diyor.
Suat Karagöl
Karagöl Kırtasiye
Kongre caddesi/ erzurum
From: M. Çetin Baydar
<cetinbaydar@yahoo.com>
Date: Thu Sep 9, 2004 12:09 pm
Subject: sükut ikrardan Gelir
Selami Bey kardeşim! Sadece Sayın İbrahim Özdoğan'ın sukûtundan korkmayın,
Erzurum Kamuoyu ile kanaat önderleri ile bu şehir, hissiz bakınıp duruyor,
farkında mısınız?
Gruptaki köşe yazarları, genel yayın yönetmenleri, gazete sahipleri, muharrir
dostlar acaba zahmet edip şu bilgileri bize toplatabilirler mi?
1.İbrahim özdoğan olayını hangi gazeteler, hangi duyarlılıkla Erzurum kamuoyuna
duyurdular, kaç haber yapıldı?
2.İbrahim Özdoğan olayı konusunda kaç yorum yazısı yazıldı, Erzurum kamuoyundan
gelecek tepkilerle şehrin nabzını tutan kaç tane gazete radyo, televizyon oldu?
3.AKP parti teşkilatı yahut siyasi aktörlerinden herhangi bir beyanat oldu mu?
Çetin Baydar
From: "Kenan Biliz" <biliz@tnn.net>
Date: Thu Sep 9, 2004 1:57 pm
Subject: Ynt: [Erzurumluyum] sükut ikrardan Gelir
İbrahim özdoğan vakası,genel anlamda sessizliğimizin en güzel örneğidir. Aynı
zamanda bir çarpıklığıda gözler önüne sermesi bakımından önemli. İbrahim
Özdoğan'a neden tepki gösteriyoruz, neden sözlerine kızıyoruz? Özdoğan, Yahudi
cemaatini ziyaret edip, yahudiler hakkında övücü sözler ifade etmişlerdir
efendim. E ne var bunda. Tepkilere bakılırsa, Özdoğan'ın şehirden dışlanması,
kütüğünün silinmesi gerekir.
Evet, bende Özdoğan'ı bu tavrından dolayı kınıyorum.
Ses verenler ve sessiz kalanlara hatırlatma yapmak gerekir, yalnızca İbrahim
Özdoğan'a mı tepkiniz yetiyor? Özdoğan için söylenmedik söz bırakmayanlar
acaba, geçtiğimiz yıl Antalya'da Lions Kulübünün açılışına katılıp konuşma
yapan Başbakan Tatyip Erdoğan için neden tepki göstermediler. Peki, bu yıl
İtalya'da düzenlenen Bilderberg toplantısına katılan Bakan Ali Babacan niye
gözünüze batmıyor.
Kime ve neden ve nasıl tepki göstereceğiz. Hedef küçük olunca kızılca kıyameti
koparıyoruz. Eğer yanlışsa tüm yanlışlara tepki göstermek gerekmez mi? Eğer
onlarınki yanlış değilse, Özdoğan'a niye çullanıyoruz Erzurum tabiriyle.
Bilmem anlata bildim mi?
Çifte standardı başkası yapınca kızan, biz yapınca üzerini örten olmamalıyız.
/////////////////////////////////////////
Emin Şirin, Necati Çavdar’a anlattı.
Röportajı 9 Ocak 2005 Anayurt Gazetesinde görebilirsiniz
Necati Çavdar’la
ufuk turu:
EMİN ŞİRİN NEREYE
KOŞUYOR?
Emin Şirin, AK partide lidere yakın ve
onun ekibinden biliniyordu.Bir çok milletvekilinin parlamentoya
girmesine destek oluğu hala söyleniyor.
Ancak kısa süre sonra AK Parti’den
daha doğrusu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan koptu.Bu arada hükümete yakın olduğu iddia edilen eski eşi
ünlü gazeteci Nazlı Ilıcak’tan da ayrıldı.Besim Tibuk’tan boşlan Liberal Demokrat
Parti Genel Başkanlığı koltuğuna oturdu. Oradan da istifa etti. Parlamentoda
denetim konusunda en önde gelen biri ve
İstanbul bağımsız milletvekili olarak görevini sürdürüyor.
Bazı partilere gideceği konusunda
çeşitli spekülasyon yapılan Emin
Şirin’e Anayurt (www.anayurtgazetesi.com)sordu
İstanbul bağımsız milletvekili Emin Şirin tüm içtenliği ile cevapladı
.............
SPOTLAR:
·
Türkiye’de;
Başbakanlık, ÖRTÜLÜ BAŞKANLIK sistemi
var... Türkiye’de dejenere bir başkanlık sistemi, denetimsiz bir başkanlık sistemi söz konusu.
·
Ak
parti; yolsuzluğu, yoksulluğu bitirmek. Hasiyetli bir dış politika yürütmek ve
parti içi demokrasi sözü verdi.Sözünde durmadı. Bu prensipleri savunan
benim, yoldan çıkan, raydan çıkan,
Pamukova’daki gibi hızlandırılmış bir şekilde raydan çıkan Recep Tayyip
Erdoğan’dır
·
1991 den 2005’e kadar kurulan
hükümetlerin toplamına baktığımız zaman en başarılı hükümet olarak REFAH -YOL hükümetini görürüm
·
Geldiklerinden beri
Türkiye’nin 92 milyar dolar borcu artı. Tayyip Erdoğan’ın efeliği zavallı
müstahsili ve emeklileri azarlamaya tutuyor. IMFnin önüne gelince el pençe
divan duruyor, hiç çıtı çıkmıyor.
·
Geldiler bir takım aracılar
etkisiyle yaptıkları pazarlıkla bazı mukaveleleri iptal ediyoruz diye göz boyayaraktan Türkiye’yi o günkü petrol fiyatlarından altı
milyar dolar civarında zarara sokacak işlem yaptılar.
·
Bazıları hukuk devleti
varken, “aman askere dokunmayalım” diye
sahte bir demokratlığa girerlerse hukuk devleti ve demokrasi oturmaz. Hukuk
devleti ve demokrasi her alanda işlemesi lazım.
·
AB anayasası bizim
anayasamızın belirli öğelerini ortadan
kaldıracak.. Ben eminim ki; Milli Güvenlik Kurulu’nun parçası olan Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay
Başkanı da okumadı. O kadar iddialı konuşuyorum. (AB anayasasını )
Okumadılar...
·
Devlet kavramı, devlet ahlakı
ve hukuka saygınlık Necmettin Erbakan’da
daha yüksek.Milliyetçi duygular, milli duygular.Necmettin Erbakan’da çok
daha yüksek. Necmettin Erbakan’ın üstünlükleri bunlar.Tayyip Erdoğan’ın
üstünlüğü ise; geniş kitlelerle , halkla münasebetlerde siyasi pazarlama
açısından çok ustaca ilişkiler kurabilmesi ve müthiş bir karizma ile ve iyi bir halkla ilişkiler uzmanı olması.. Bu konularda çok
üstün.
·
Bütçe konuşmasında Deniz
Baykal, mükemmel bir konuşma yaptı .Ama geçen sene Kemal Derviş konuştu..
Şimdi.. Hangisi halk partisi? Eğer Kemal Derviş konuşuyorsa, benim o halk
partisinde hiçbir işim olamaz. Bu günkü
Deniz Baykal’ı konuşuyorsak; tenkitleri çok güzel ama teklifli ne onu
bilmiyorum
·
CHP’nin militan laikliğine
karşıyım.
·
Tayyip beyin karşısına
çıkacak lider en fazla 45 yaşlarında
biri olmalı
·
27
Mayıs,12Mart 12 Eylül ve 28 şubat Türk demokrasi tarihinin kara günleridir.Ve bu gün şikayet ettiğimiz
durumlar ortaya çıkıyorsa, dışardan
askeri ve sivil bürokrasinin ,
İstanbul’daki patronların el ele vererek hazırladıkları sonrada alkışladıkları bu askeri müdahaleler yüzünden
olmuştur Askeri müdahalelere, partilere dışardan
müdahalelere karşıyım.
·
Benim
çalışma süratime Başbakan filan
yetişemez.
·
Nazlı
hanım fevkalade çalışkan bir
insandır.Objektif araştırmacı olarak davrandığı zaman , münakaşasız Türkiyenin
en iyi gazetecilerinden, en iyi aydınlarından biridir.İşin içine his
karıştırdığı zaman aynı sonuca vardığı kanaatinde değilim.
·
Ben 3 Kasım önceki Tayyip Erdoğan’ın mazlum
durumda olmasına destek çıkarken
gözerinin içinin samimi bakmasını
seviyordum.Çünkü samimi bakarak, IMF yanlıştır.Hasiyetli bir dış
politika lazımdır.Yolsuzluklarla hakikaten mücadele etmek gerekir diyen gözünün içi samimi bakan bir Tayyip Erdoğan
vardı. Ben bu fikirleri sevdim. Tayyip
Erdoıoğan’ı sevmedim.
·
Şimdi
Tayyip Erdoğan yine gözeri sempatik
bakıyor, çok karizmatik.Ama fikirler aynı fikirler değil. Ben fikirler nerdeyse
ordayım bir santim oynamadım.
·
Tayyip
Erdoğan, AB Anayasası’nı imza ederken
içini okumadı bile..Bir anayasa hazırlanıyor siz imza atıyorsunuz.Bu neye
benzer biliyor musunuz? Sevr Anlaşmasına.
·
Türkiye
dış politikasını tamamen özgün olarak kendisi hazırlaması gerekir. Bu etkin ve
özgün politika istiyor. Biz, bu gün
esiriz.
·
Ecevit
delirdi mi?.. Ecevit’i anlamama imkan yok.
·
İsrail elçiliğinde bana hediye geldi.İsrail Elçiliği ile
konuştum, Meclise yazı yazmış.Hata
varsa özür dileriz diliyorlar...
·
Mclisin Denetim mekanizması
iyi çalşmıyor, sonuç alınmıyor.. Bülent Arınç,bu konuya en büyük hassasiyeti göstermesi gereken şahıs
iken en az hassasiyeti o gösteriyor.Ve bu konuda benim şahsen en rahatsız olduğum, tatmin olmadığım kişi
Bülent Arınç’ın makamı.
·
Daha
seçimlerden hemen sonra hükümet kurulurken güya İçtüzük
değişecekti.TBMM’de Komisyonlar daha
fazla çalışacaktı. Milletvekilleri daha fazla katkı yapacaktı.Denetim
mekanizması daha fazla işleyecekti.İ ktidara geldiler. Bütün sözleri unuttular.
·
Kanun
devleti olmak hukuk devleti olmayı sağlamıyor.Türkiye’de, Fırat nehrinden
geçecek eşeklerden alınacak ücreti tespit etme kanunu var.
·
Dışarı
kaçanların ölüsünü dirisini getirtiriz sözü nasıl bir söz? Adalet Bakanı
kaçanları öldürtecek mi? Böyle bir sözü söyleyen bakan, hukuk devletinde derhal
istifa ettirilir.
· Anayurt, güzel gazete.
.....................00000000000000000.................
- Siz
milletvekili seçilmeden öncede ülke sorunları ile ilgileniyor, kimi meselleri sık sık parlamento gündemine getirilmesi için
milletvekilleri ile dirsek temasında idiniz. Bu anlamda onlara lojistik destek
sağladığınızı yakından biliyorum. Şimdi
parlamentersiniz.Parlamento dışında iken ne umuyordunuz, ne buldunuz?
-
Beklediğimi buldum ama görmek istediğimi bulamadım.Yani benim için sürpriz
değil.Çünkü parlamentonun çalışması hakkında
benim açımdan bir sürpriz yok.parlamentonun böyle çalıştığını biliyordum.Görmek istediğim bu değildi.
İki sebepten
bu değildi.
Birincisi: Ben AK
partinin milletvekili olarak parlamentoya girdim.Ak Parti’nin verdiği sözlerle
parlamentoyu çalıştırmak istediği tarz, şu andaki tarz değildir.Yani sözle
fiiliyat birbirine tutmadı.
İkincisi:
Parlamentonun yüzde yetmişinin yenilendiği bir dönemde yasama faaliyetlerine
parlamento üyelerinin katkılarının, gerekse
denetleme faaliyetinin sıhhatinin daha iyi olmasını bekliyordum.Olmadı.
Bu
parlamento çok kanun çıkardı ama, bunlar
hükümetin kanunları parlamentonun
değil.Bu parlamentonun ağırlık koyduğu zaman; “bir Mart teskeresi”dir. Burada parlamentonun
hür iradesi yansımıştır.Onun haricindeki
parlamento karaları %90 mertebesinin üstünde hükümetin kararlarıdır.
-Sizce meclisten
çıkan kararlara, genelde hükümetin istediğinin hakim olmasının sebebi nedir?
-Bu durumun
sebebi Türkiye’nin sistemidir
TÜRKİYEDE
BAŞBKANLIK, ÖRTÜLÜ BAŞKANLIK SİSTEMİ VAR
-Yani sadece bu hükümetin problemi, bakışı değildir?
-Hayır. Bu
hükümetin bakışı değil... Bu hükümetin kabahati şudur.Bu hükümet, bunları
değiştireceğiz sözü ile geldi değiştirmedi.Onun için kabahatli. Ancak, Bu hadise tamamen Türkiye’deki sistemin sonucu.
Yani sisteme, parlamenter sistem demekle
beraber bu sistem esasında başbakanlık sistemidir. Türkiye’de
Başbakanlık sistemi var
-Buna örtülü başkanlık sistemi diyebilir miyiz?
Diyebilirsiniz.tabii.
Başbakanlık sistemine örtülü başkanlık sistemi diyebiliriz..
-Bu noktaya gelmişken sormak istiyorum.Bu günlerde başkanlık
sistemi tartışılıyor.Siz başkanlık sistemine
karşı mısınız?
-
Değilim.
-Şu anda örtülü bir başkanlık
sistemi varsa , adı da konması daha iyi değil mi?
-Başkanlık
sistemine doğru dürüst geçmek gerek.
Adı konmamış başkanlık sistemi derken, dejenere bir başkanlık sistemi,
denetimsiz bir başkanlık sistemi söz
konusu. Çok özetle anlatayım: Yasama organının içinden yürütme organı çıkınca
hükümet aynı zamanda parlamento çoğunluğuna sahip olduğu için parlamento denetleme görevini yapamıyor.
-Denetim noksanlığı söz konusu?
-Denetim
imkanı yok, olmaz. Öyle oluyor zaten. Dolayısıyla adı başkanlık sistemi olarak
konurken Başka bir şeyin daha yapılması
gerekir. Kuvvetler ayrılığının tam olarak oturması gerekir. Yani yürütme,
yasama ve denetim ve yargının bir birinden tamamen ayrılması gerekir. Denetim
organı olarak ortaya konacak olan meclis seçim sistemi itibari ile yürütmeden tam olarak
ayrılırsa; o zaman başbakana ,
cumhurbaşkanına tabi olmayacağından hem yasa işini hem denetim işini
daha özgür yapar.
-Siz başkanla parlamenterlerin ayrı seçimini mi kast ediyorsunuz?
-Ben
başkanla parlamenterlerin kesin olarak
ayrı seçilmesini kast ediyorum.Benim için başkan, halk tarafından seçilmeli,
yürütme organın başı olmalı.İki turu seçimle
gelmeli. Birinci turda en fazla oy alan iki kişi ikinci turda
yarışmalı.Böyle seçilen başkan geldiği zaman yürütme organını başı
olmalı ve hem halka hem parlamentoya
hesap verebilmeli.Özeti bu. Buna mukabil
parlamento en fazla yüzde üç barajla seçilmeli.İstikrar unsuru başkana geçmiş olduğundan temsilde adalet sağlanmalı, istikrarlı bir
şekilde yürüyecek ve aynı zamanda denetim görevini de başkandan bağımsız olduğu
için layıkı ile yapacak bir organ olması gerekir.
-Bu
konuda şöyle bir düşünce var:O tür bir
sistemde başkanın görevlerini parlamento tıkayabilir, başkanın istediği
yasaları parlamento geçirmez gibi endişeler ileri sürülüyor.Bu tür endişeleri
giderecek pratik çözüm sizce nelerdir?
-Bunun iki
çözümü var.
-Türkiye
milletvekilliği gibi bir şey mi?
-Hayır
hayır. Öyle saçma sapan bir şey olamaz.Türkiye milletvekilliği düşüncesi saçma
sapan bir şey. Pratik çarelerini
söylüyorum.Ya padişahlığa geçeceğiz.Ya demokrasiyi içimize sindireceğiz.İkisi
bir olmaz.sadece istikrar istiyorsanız padişahlığa geçeceksiniz, bitecek iş.
-Siz
parlamentoya Ak Parti milletvekili olarak geldiniz.Düşünceniz, AK Parti’nin
vizyonu misyonu ne idi ve ayrılmanızın gerekçesi ne idi? Birlikte geldiniz,
neden ayrıldınız?
-Beraber
geldik de onların yolu kaydı.Bu gün Ak
parti, kurulan Ak parti değil. Ak parti meydanlarda ne söz verdi?
Ak partinin
verdiği sözler: Yolsuzluğu, yoksulluğu bitirmek. Hasiyetli bir dış politika
yürütmek ve parti içi demokrasidir.
Bu dört
konuda söz vermiştir. AK Parti bu konuların hiç birinde sözünü tutmadı.Tutmadığı için bir müddet parti
içinde mücadele ettim.Sonra partiden ayrıldım Mücadeleye devam ediyorum. Bu
prensipleri savunan benim yoldan çıkan,
raydan çıkan, Pamuk ovadaki gibi hızlandırılmış bir şekilde raydan çıkan Recep
Tayyip Erdoğan’dır.
-Siz hükümetin yolsuzlukla mücadele sözünde durmadığını
söylüyorsunuz.Ancak eski başbakanlar, bakanlar bu hükümet döneminde yolsuzluk
yaptı iddiasıyla Yüce Divan önüne getirilmedi mi, bu konuda Hükümete haksızlık etmiyor musunuz?
-Hayır.
Hükümet, halka ve verdiği sözleri tutmadı.Halka
haksızlık ediyor. Bu gün Yüce Divan’a yollanan insanlar 3 Kasım
seçimlerinden evvel bilinen hadiselerle ilgili yollanmıştır. Bu hükümetin
kurduğu yolsuzluk komisyonu Bir senelik
çalışmadan sonra komisyon başkanının kendi ağzından, Azmi Ateş’in
ağzından ‘’işlerin %50sine bile bakamadık’’ beyanını vermiştir. Artı bu
%50 sine bakılanlardan komisyon raporunda söylenenlerin %10 bile
yapılmamıştır. Bu konudaki çalışmaları sıfıra yakın buluyorum.
Ortaya çıkan
Star hadisesi, Uzanlar meselesi
de tamamen tesadüfen Çukurova, Kepez’e el konduktan sonra tesadüfen ortaya çıkan bir kazadır.
-Bu
konuda Hükümetin bir katkısı yoktur mu diyorsunuz?
-Efendim.Abdullah
Gül’ün kendisi bizzat, “ biz 600
milyon zannediyorduk, 6 katrilyon
olduğunu bilseydik el koymazdık” demedi mi? Başka ne delili istiyorsunuz...
Yoksullukla mücadelede bir adım yol gidildi mi?..
-Fakirlere kömür yardımı yapılıyor, öğrencilere kitap
dağıtılıyor.Fak-fuk fonu çalıştırılıyor..
Bunlar dışında farklı ne
yapabilirdi?
-İşsizliği
azaltacak tetbirler alırdı.
-Mesela ne gibi?
- Bu anlatılanlar popülist
politikalardır...Bunlar üretime dayanmayan , Devlet kesesinden
dağıtılan ulufe dağıtmaktır. Fakirin çocuğuna da kitap veriyor, zengin çocuğuna da kitap veriyor.Bunlar, bu kaynağı nerden buluyor?
-Demek ki kaynağı
temin etti?
-Nerden
temin etti? Gökten filan mı yağıyor? Bu
dağıtılan şeylerin karşılığını nerden veriyor?..Vergilerden, bütçeden
veriyor. Borçlanarak çıkarıyor.Onun için
bunları realist olarak görmek lazım. ...
Bunlar yapılması gereken işlerdir.Ancak bu yapılanlar üretime dayanan,
Türkiye’nin üretiminin artmasına dayanan hadiseler değildir.
-Bu konuda ne yapılabilir?
-İşsizliği
azaltmak için IMF ile doğru dürüst pazarlık etmek gerekir. Geldiklerinden beri
Türkiye’nin 92 milyar dolar borcu artı. Geldiklerinden beri ödenen faiz
azalmadı arttı.Vergilerin tamamı nerdeyse faize gidiyor.Hani öteleyecekti? Tayyip Erdoğan’ın
efeliği zavallı müstahsili ve emeklileri azarlamaya tutuyor.IMFnin önüne
gelince el pençe divan duruyor böyle hiç çıtı
çıkmıyor.
-Seçimlerde ne söz vermiştiniz?
-Seçimlerde
IMF ile mücadele edeceğiz, bu faizleri
indireceğiz,bu faizlerin asgari yarısı yatırımlara gidecek sözü vermişti.
-Faizler indi?
-Nereye
indi?.. Reel faizlerde bir kuruşluk iniş var mı?..
-Borçların rahatça
çevrilmesini neye bağlıyorsunuz?
-Sıcak
para... Sıcak para ve döviz olmasa bu ülke battı. Para dışardan geliyor.
Enflasyon %10lar civarında deniyor.
Faiz kaç?
Faiz, %22.
Reel faiz ne oluyor o zaman, %12 oluyor.Eskiden enflasyon %80 iken faiz %90 idi.Burada da reel faiz %10 demek.
Şimdi daha kötü oldu.Eskiden reel faiz, toplam faizin %10’u kadardı.
Şimdi reel
faiz, enflasyonun yüzde yüz yirmisi kadar. Şu anda döviz ucuz
tutuldukça ve sıcak para Amerika’dan pompalandığı mürtetçe borçlar gayet
rahatlıkla çevrilebilir. Faizle rantiyenin cebine giren.Halka inmiyor.devletin
borçlarını çevirmesi için rantiyeye verdiği yüksek faizin halka yansıması
sıfırdır.
-Faizden vatandaş istifade etmediğe göre kim istifade ediyor?
-Vatandaş
etmiyor. Hala rantiye ve yurt dışı istifade ediyor.
-
Değişen hiçbir şey yok mu?
-
Hayır değişen hiçbir şey yok.Değişen şu var: Ben bu hükümet
için çok basit bir formül veriyorum. 1991 den 2005’e kadar kurulan
hükümetlerin toplamına baktığımız zaman en başarılı hükümet olarak REFAH -YOL hükümetini görürüm. En
başarılı hükümet, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık yaptığı REFAH YOL
hükümetidir.
-
REFAH-YOL’dan sonraki bütün hükümetlere bakarsak; Mesut
Yılmaz, Ecevit hükümetlerinden Tayyip Erdoğan Hükümeti daha iyidir.Ama sıfırdan
iyi olmak çok zor bir iş değil.Mesele birindeki
milletvekili sayısı ve halkın teveccühüne
göre olması gerekenin üçte biri, dörtte biridir.
-
Hükümet yolsuzlukla
mücadele ediyorum diyor.Ancak siz diyorsunuz ki Mavi Akımda bu hükümet
yolsuzluk yapıyor?
-Aynen öyle.
Bu nasıl bir şey?
-Onu bana
sormayacaksınız.Gidip Tayyip Erdoğan’a soracaksınız.
-Ben gazeteciyim...Ama yolsuzluk yapıyor diye iddia eden
sizsiniz.
-Söyleyeyim... İddia eden benim. Ama ben, belgelerle
koyuyorum ortaya.Kendisi.. Nazlı Ilıcak
daha geçen ne yazdı? Hilmi
Güler kendisi demiş ki “Mavi Akım’da gazın birim fiyatı 109 dolardan 123 dolara çıktı” demiş. Bende bir şey iddia
ediyorum.Geldiler bir takım aracılar etkisiyle yaptıkları pazarlıkla bazı
mukaveleleri iptal ediyoruz diye göz
boyayaraktan Türkiye’yi o günkü petrol
fiyatlarından altı milyar dolar civarında zarara sokacak işlem yaptılar.
-Ben sizin Başbakan’a yazdığınız ve Mavi Akım’da Başbakanı’
da Yüce Divan’a götürecek şeklindeki
uyarı ve iddialarınızı okudum. Oradan anladığım kadarı ile Türkiye, gaz
alımında toplamda indirim yapmış
karşılığında birim feiyatını artırmış.
-Evet.
-
Bir taraftan
baktığımızda ülkeni faydasına diğer yönden
zararına görülüyor.
-
Faydasına
olan ünite üç, zararına olan ünite on.
Bunun terazisi ne?.. Eksi yedidir. E.... Genel olarak hikaye ile bu iş yürümez
ki..Bu matematik meselesi..Yaptıkları
işlemin içinde faydası olan işle zararı olan işi karşılaştırdığınız
zaman zarar altı milyar dolar çıkıyor.
-
Bir gazeteci arkadaş yazdığı yazıda size hitaben;”AB’ye
muhalif olmak elbette bir düşünce yansımasıdır; ancak Cumhurbaşkanı ve
Genelkurmay Başkanı’na mektup yazmak, ara rejimlere zemin hazırlamak isteyen
bir falanca, falanca kişilerin (Coşkun
Kırca, Mümtaz Soysal, Vural Savaş, Yekta Güngör Özden) rolüne soyunmak değilse,
nedir?” diye soruyor.
-
Hangi gazeteci...
-
Sizde diyorsunuz ki..
-
Bir dakika hangi gazeteci.
-
Gazetecinin adı önemli değil,soru önemli.
-
Senin fikrin mi, onun fikrimi.
-
-Benim fikrim değil ama soru önemli.
-
Senin fikrin değilse
sorma.Kendi fikrini sor.Onun fikirlerini bana sorma..
-
Hayır.. Bir şey
soracağım.
-
Sen sor.O, benden randevu bile alamaz..
-
O yazılanlara rağmen
ben iliyorum ki, siz Genel kurmay
Başkanlığına ve askeri mahkemeye yazı
yazarak bir eski komutan hakkında suç duyurusunda bulunuyorsunuz.
-
İşin başında duralım.Senin fikirlerinse sor. Başkasının fikri
ise o, .... benden randevu bile alalamaz. Bunu
yazabilirsiniz: O paçavra benden randevu bile alamaz.
-
Ben sorumu
soruyorum.Siz Genelkurmay Başkanlığı’na ve askeri mahkemeye suç duyurusunda
bulunuyorsunuz.
-
-Bulundum... Tabii...
-
Parlamenter
sıfatınızla ve demokratlık adına mı
yapıyorsunuz.Bu başvuruda kastınız nedir?
-
Hangi konuda ? ...
-
Genelkurmay’a mektup yazıyor, askeri savcılığa
başvuruyorsunuz.Konu nedir?
ANAYASA İHLALİ:
-İki konu
bir birinden ayrı.Askeri mahkemeye başvurmamın sebebi emekli korgeneralin bir
tanesi çıktı dedi ki: “28 Şubatta tankları ben yürüttüm.Çünkü postmodem bir
darbe yapılması lazımdı. Bizde bu postmodem darbeyi yaptık” dedi .Bu davranış Anayasayı ihlaldir.Bir korgeneral
çıkıp kendi ağzından “postmodem darbe
yaptım, bunun parçası oldum” diyor ise
hukuk devleti bunun hesabını
sormak mecburiyetindedir.
Bazıları
hukuk devleti varken, “aman askere dokunmayalım” diye sahte bir demokratlığa girerlerse hukuk
devleti ve demokrasi oturmaz. Hukuk devleti ve demokrasi her alanda işlemesi
lazım.
Dolayısıyla ben bunu bildirdim.Bu işin birinci
parçası. İkinci parçası o kendini
gazeteci zanneden, paralı paçavranın
anlamadığı konu...Onunda sebebini sana söyleyeyim.O, bir İnternet
sitesinde çalışıyormuş. Ben o yazıyı okumadım.O İnternet sitesinin sahibi
Fethullah Gülen cemaatine kendini
beğendirmeye çalışan bir da.... O,
dan....Satar gazetesinde çalışıyor.Star gazetesinin başına da Fethullah
Gülen Cemaatinden adamlar geldi.Onlara yaranmak için o yazıyı yazıyor.
-Star, şu anda Devletin gazetesi midir?
-TMSF’nin
gazetesidir. Star’ın yayın politikası da değişti tabii.
Mektup
meselesine gelince bu Türkiye bir komedi halinde Anlamadıkları mesele o.
Anayasa ‘nın
ikinci maddesi “Türkiye Cumhuriyeti toplumun huzuru milli dayanışma ve adalet
anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçililiğine bağlı başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” diyor. Bu anayasa, gelecek olan AB anayasası bizim anayasamızın belirli öğelerini ortadan kaldıracak.Atatürk
Milliyetçiliği ortadan kalkacak.Laiklik tamamen değişecek.Sosyal devlette
değişecek. Anayasanın niteliklerini
bu kadar önemli bir şekilde değişiyor.
Aklı sıra o
gazetede yazı yazanların hiç biri okumadı.Ben eminim ki Milli Güvenlik
Kurulu’nun parçası olan Cumhurbaşkanı ve
Genelkurmay Başkanı da okumadı. O kadar iddialı konuşuyorum. (AB anayasasını )
Okumadılar...
Okudukları
takdirde AB Anayasası’nın kabul edilemez olduğunu göreceklerdir.Çıksınlar desinler ki : Evet okuduk..
O anayasadaki her şeyi biz kabul ediyoruz..Ulus devletin ortadan kalkacağını,
ordunun ortadan kaldırılıp paralı ordu haline geleceğini.. Bunların hepsinin
kabul ettiklerini beyan etsinler.
Niçin? Ben milletvekili miyim arkadaş?
Ben
milletvekili olarak Türkiye’deki kurum ve kuruluşların görüşlerini bilmek
mecburiyetindeyim. Karar vermeden.. AB anayasası hakkında hanginiz
Cumhurbaşkanı ne düşünüyor..Milli
Güvenlik Kurulu ne düşünüyor..İktidar ne düşünüyor..Muhalefet ne düşünüyor..
Hanginiz ne biliyorsunuz? Hiç biriniz hiçbir şey bilmiyorsunuz, sıfır..bizde bilmiyoruz...Hiçbir şey
bilmiyoruz. Birazdan bu gün Ertuğrul
Özkök’e yazdığım mektubuda vereceğim
(mektubu veriyor)..Bu adamlar aciz. Sen
geç onları. Kendi sorularını sor.
-Türkiye Avrupa Birliğine girme iradesini ortaya koydu.
-Kim?
-Devlet olarak müracaat ettik. Yıllardan beri süren bir olay...
-Hükümet
koydu. Meclis daha bir karar vermedi.
Dikkatinizi çekerim.Avrupa Birliği meselesi sadece ve sadece hükümetlerin yürüttüğü bir
politikadır.Hükümetler de MGK’dan görüş
alıyorlar.
Bu konu
katiyen.. TBMM’de görüşülmedi ve karar
alınmadı.
-Meclise
gelsin diyorsunuz.
-Nasıl
gelir?.. Gelmesin mi?... Biz, tezkere
konusunda bile kararı Meclis vermedi mi?
Meclis’te ne yazıyor “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyor.Milleti
Meclis temsil ediyor. Niçin başkanlık sistemini istiyorum.Başkanlık sistemine
geçilse , başkan bu kararı verse
bile Meclis, “dur bakalım , bir görüşelim” der.
-Hükümet,
Meclis içinden ve onayı ile teşekkül ediyor. Dolayısıyla meşruiyeti olan bir
organ. Gidip irade koyuyor. “Meclis güvenine sahip Hükümet karar verir” diye
düşünemez miyiz.?
-Tabii
düşünürüz.Tezkerede o zaman çıkabilirdi.Sistem ondan çalışmıyor diyorum.Bu
günkü sistemin bu olduğunu anlatıyorum.Doğru.. Burada gayri meşru , gayri
hukuki bir durum yok. Gayri siyasi ve gayri ahlaki bir durum var.Onu
anlatıyorum.
ERBAKAN;
MİLLİYETÇİ, ERDOĞAN; KARİZMATİK
-Siz AK
parti ile meclise geldiniz ve ayrıldınız. Ayrılma sebebini anlattınız.
Size çeşitli teklifler geliyor mu?
-Var
var.Oluyor.
-Kimler
teklif etti mesela, açıkça söyleyebileceğiniz
partiler var mı?
-Mevcut
parlamento içinde zaten iki tane parti
var.İki partiden bir tanesinden teklif geldi.Parlamento dışında da en aşağı
dört tane partiden. Teklif geldi.
- Hoca’da (Erbakan) teklif etti mi?
-Etti. İlk
teklif eden oydu... Saadet Partisi..
-Hoca sizin lideriniz olmadı ama Tayyip Erdoğan ile
Erbakan arasında ne fark var?
-İkisi
arasında mı?
-Evet ikisi arasında.
-Her konu
hakkında farklı farklı bakmak lazım.. Tayyip Erdoğan...
-Özelleri
değil, kamu oyunu ilgilendiren tarafları?
-Devlet
kavramı, devlet ahlakı ve hukuka saygınlık Necmettin Erbakan’da daha yüksek.Milliyetçi duygular, milli
duygular. Necmettin Erbakan’da çok daha yüksek. Necmettin Erbakan’ın
üstünlükleri bunlar.
Tayyip
Erdoğan’ın üstünlüğü ise; geniş kitlelerle , halkla münasebetlerde siyasi
pazarlama açısından çok ustaca ilişkiler kurabilmesi ve müthiş bir karizma
ile ve iyi bir halkla ilişkiler uzmanı olması.. Bu konularda çok
üstün.
CHP’YE
GEÇMEM, HANGİSİ
CHP?
-CHP’ye gideceğiniz konuşuluyor, doğru mu?
-CHP’ye
gitmek gibi hiçbir fikrim yok.. Niyetim
de yok yani. Cumhuriyet halk partisi
ile benim bazı konularda uzlaşmama imkan
yok.CHP’nin bu günkü yapısını, insan
hakları ve demokrasi açısından özellikle militan laiklik açısından fevkalade
yetersiz buluyorum.
-Açar mısınız?
-Somut bir
örnekle açayım.Basit iki konuda örek
vereyim.Başörtüsü meselsi:
Ben
başörtüsü konusunun, bireysel özgürlük ve haklar kapsamında
başörtülü kızların üniversiteye gitmemeleri gerektiğini savunan bir partide benim olabilmeme hiç
bir imkan yok.
-Yani kadınların bir kısmını bazı sebeplerle sosyal hayattan
uzaklaştırılmasını..
-Kadınların
sosyal hayattan uzaklaştırılmasını katiyen kabul etmiyorum.
Dindarlarla
dincileri devamlı aynı kefe içinde gören bir anlayışa iştirak emme imkan yok.
Ayrıca
iktisadi politikalarda da bilemiyorum. Çünkü bu sene bütçe konuşmasında Deniz
Baykal, mükemmel bir konuşma yaptı .Ama geçen sene Kemal Derviş
konuştu.. Şimdi.. Hangisi halk partisi?
Eğer Kemal
Derviş konuşuyorsa, benim o halk partisinde hiçbir işim olamaz.
Bu günkü Deniz Baykal’ı konuşuyorsak; tenkitleri
çok güzel ama teklifli ne onu bilmiyorum.Ben böyle bir partide nasıl
çalışacağım? CHP ile ilgili tavrım çok açık değil mi?
DYP’ye gidip
gitmem ile ilgili konuyu ben açayım.
Herkes diyor
ki; merkezde sağ toplanmalı.Bunlar geçti.Merkez denilen hareket, snop kendini
beğeniş bir hareket olmaması lazım. Ve çevreyi, Anadolu’yu varoşları İstanbul’u
70 milyon insanı tamamen kucaklayan bir hareket olması gerekir.Bunu anlayan
insanlar bu işi toparlayabilirler.Bu gün
farzımuhal benim DYP’ye gitmem başka bir sağdaki partiye gitmem söz konusu
olacaksa o partinin kongre yapması, hakikaten bir plan ve program ortaya koyması
ve bir ekip çalışmasını yapabileceğini
ortaya koyması gerekir.
Bu teklifler
var, ben hangisinin kongre yapacağını bekliyorum. Bu da açık değil mi?
-Anladığım kadarı ile lider değil ekip diyorsunuz?
-Liderde
mühim, ekipte mühim.Ama benim liderlikte
gözüm yok.Ben orta sağda bulunan
liderler arasında bu lider iyidir bu kötüdür diye bir münakaşaya
girmeyeceğim. Şahsen farzımuhal DYP
lideri Mehmet Ağar’ın hak ederek geldiğini
ve asgari bir genel seçim denenmesi gerektiğini düşünüyorum.
Ben elli
altı yaşındayım.bundan sonra AK Partinin başındaki karizmatik liderle başa
çıkacak olan liderin Türkiye’nin %60’nı da
temsil eden genç nüfusa hitap eden
45 yaşlarından daha genç bir insan olması gerektiğini düşünüyorum.Bize bu saatten sonra belki bir teknik menajerlik veya bir koçluk
düşer.Bize liderlik düşmez.
-Deniyor ki bu AK parti ve lideri ile baş edemeyiz..
-Sevsinler.
-Yerleşik oligarşi denen ya da başka isim verilen bir kesim;
AK Partiyi bölelim, mevcut CHP
yapısı ile de olmuyor. Yeni bir oluşum
oluşturalım.Ve iktidarı el değiştirelim.Emin Şirin böyle bir oluşumda yer alır
mı?
-Halt
etmişler diyorum. Ben Ak Partiden ayrıldıktan sonra Ak Partinin geriye alan 360 milletvekillinden
bir tanesiyle konuşmuyorum. Git sor. Partileri bölmeye kalkmak, bunun için teşebbüste bulunmak siyaseten
ahlaksızlıktır. 368 milletvekilinin her biri kendi iradeleri ile karar verirler veya partilerinden ayrılırlarsa o zaman
müşterek zeminimiz varsa beraber hareket
edip etmeyeceğimize bakarız.
Ben siyasete
dışardan yapılan müdahalelerin siyaseti
perişan ettiği kanaatindeyim.
27
Mayıs,12Mart 12 Eylül ve 28 şubat Türk demokrasi tarihinin kara günleridir.Ve bu gün şikayet ettiğimiz
durumlar ortaya çıkıyorsa, dışardan
askeri ve sivil bürokrasinin ,
İstanbul’daki patronların el ele vererek hazırladıkları sonrada alkışladıkları bu askeri müdahaleler yüzünden
olmuştur.Askeri
müdahalelere kesinlikle karşısındayım.
Bırakın onu,
“28 Şubat’ı yaptım” diyen kişiyi askeri savcılığa şikayet ettim.
Türkiye’de
bunu yapan başka siyasi kişi var mı?
Buna bunları
yakıştırmaya kalkanılar evvela beni tanısınlar. Beni tanımak da kolay değildir?
-Kamuoyu tanısın diye soruyorum?
-Allah razı
olsun Zaten sizler olmasanız hiç
tanımayacaklar.Çünkü benim çalışma
süratime Başbakan filan yetişemez.
-Çalışma sürati deyince, hakikaten hızınızı ve sarf ettiğiniz
eforu biliyoruz.Ama çok özel bir şey ise konuşup konuşmamak size ait. Eskiden
sizi kamuoyu bilmiyordu.Ben
bilmiyordum.Eski eşiniz araştırmacı gazeteci idi. ünlü bir insan, eski
parlamenter.Dolayısıyla onun çalışma temposundan etkilendiniz mi?
-Tabi
bilinmiyordum.. Nazlı Hanım’la biz bir birimizi tanıdığımız zaman
ikimizde 45’ li yaşların üzerinde insanlardık. 45’li yaşlara ulaşmış insanların
her halde karakterleri ve çalışma tempoları ortaya çıkmıştır.
Size bir şey
söyleyeyim..Milletvekili seçildikten sonra bizle ilk röportaj yapan Zaman gazetesi oldu. Onlara
“beni çok ararsınız” demiştim.
Nazlı Hanım
fevkalade çalışkan bir insandır. Objektif
araştırmacı olarak davrandığı zaman , münakaşasız Türkiye’nin en iyi
gazetecilerinden, en iyi aydınlarından biridir.İşin içine his karıştırdığı
zaman aynı sonuca vardığı kanaatinde değilim.
-Birlikte olduğunuz ekip ya da hareket iktidar oldu.Ve siz oradan bir süre sonra
koptunuz.Bunda gerçekten aklınız, bilginiz
ve gördükleriniz mi daha önde yoksa hisleriniz mi? Hislerinizin rolü var
mı?
-Benim
hislerim fikirlere bağlıdır, insanlara bağlı değildir.Belki nazlı hanımla en
büyük farkımız o.ben Necmettin Erbakan’ın şahsını sevmiyorum. Necmettin Erbakan’ın
ahlakını, fikriyatını destekliyorum. Ben
3 Kasım önceki Tayyip Erdoğan’ın mazlum durumda olmasına destek çıkarken gözerinin içinin samimi
bakmasını seviyordum.Çünkü samimi bakarak,
IMF yanlıştır.Hasiyetli bir dış politika lazımdır.Yolsuzluklarla hakikaten
mücadele etmek gerekir diyen gözünün içi
samimi bakan bir Tayyip Erdoğan vardı. Ben bu
fikirleri sevdim. Tayyip Erdoıoğan’ı sevmedim.
Şimdi Tayyip
Erdoğan yine gözeri sempatik bakıyor,
çok karizmatik.Ama fikirler aynı fikirler değil.Ben fikirler nerdeyse
ordayım bir santim oynamadım.
DIŞ
POLİTİKADA EDİLGEN KONUMDAYIZ
-Şu anda AB sürecini yaşıyoruz.
-Dur
bakalım..
-Büyük Ortadoğu projesi var.Kuzeyimizde hakikaten kabul etmek
gerekir ki Putin gibi güçlü bir lider var ve Rusya onun liderliğinde güçleniyor
-Çok..
-Çın dünya devi
oluyor.Türkiye’nin rolü nedir, ne olması gerekir,şu anda uygulanan dış
politikada varsa sizce gördüğünüz
eksiklik nelerdir?
-Biz Rusya
ve Çin’i bir tarafa bırakalım. Biz ki başlı bir mengenenin içinde sıkıştırılıyoruz.
Bunlardan
birisi; Avrupa Birliği, Mengenenin diğer ayağı yeni Osmanlı projesi,
dolayısıyla Büyük Ortadoğu projesidir. Bizim problemimiz; bunlar arasında
edilgen pozisyondayız. Bunlar bizim tercihimiz değil.
-Bunlara katkıda bulunmuyor muyuz?
-Sıfır
katkıda bulunuyoruz. Şu Avrupa Anayasa’sı; yarın, öbür gün belki bizim
anayasamız olacak. O anayasanın hazırlanmasında ne katkı yaptık.
-İmza attık.
-Bu
katkımıdır? Önünüze Hazırlanmış bir evraka imza atmak katkımıdır?
-Peki, hazırlanmış bile olsa
imza irade değil midir?
-Tayyip
Erdoğan, bunu imza ederken içini okumadı bile..Bir anayasa hazırlanıyor siz
imiza atıyorsunuz.Bu neye benzer biliyor musunuz.Sevr Anlaşmasına. Sevr
anlaşmasına da imza attı Vahdettin’in adamları.Bu katkımıdır? Böyle şey olur
mu?
Bir işe
katkı demek, işin kavram sürecinden hazırlanış sürecinin içinde fiilen işin oluşumuna katkı yapmak
demektir.bitmiş işe imza atmak yemeği
yemeye benzer.bu yemeğin yapılışına katkı mıdır?
-Zevksiz ise yemezsiniz?..
-Ben öyle
diyorum. Zevksiz bulduğum için yememeniz lazım diyorum. Avrupa
anayasasına sıfır katkı yaptık.
-Dış politikada Türkiye ne yapması gerekir.?
-Türkiye dış
politikasını tamamen özgün olarak kendisi hazırlaması gerekir. Türkiye’nin
dış politikasının ayakları gerek Avrupa ile gerek kuzey komşusu Rusya
Federasyonu ile gerek Amerika ile İsrail
ile gerek komşularımız..Irak’la
gerek İran-Pakistan aksı ile gerek kuzey
Afrika ile her biri ile fevkalade
dengeli ve ticaretimizi artırıcı ve insan haklarını da koruyucu bir sistem içinde geliştirmek lazım.Bu etkin
ve özgün politika istiyor. Biz, bu
gün esiriz.
“ECEVİT
DELİRDİ Mİ?”
-Irak bizi etkiliyor,Kuzey Irk daha fazla etkiliyor. Eski başbakan Ecevit,
Cumhurbaşkanına “Irak’a girmemiz, Musul’u almamız gerek. Bu vasiyettir” demiş
-Emretsinler.
-Türkiye vasiyetlerden uzak durarak reel politik de Türkiye ne yapabilir?
-Ben size bir
şey söyleyeyim: Bu vasiyetlerinde ötesinde
Ecevit’in söylediği siyasi
ahlaksızlıktır.biz Türkiye’nin, komşularımızın toprak bütünlüğü diyoruz.Bizim
oraya müdahale etmemiz için,bizim orada hakkımıza hukukumuza bir tecavüz olması
lazım.Ya da Irak devleti bize saldırması
gerekir ki müdahale hakkımız doğsun.
-Ecevit
delirdi mi?
-Ama bizi orada rahatız
eden unsurlar var, PKK vs var deniyor?
-Güzel..Bizi
Jivkof’da rahatsız ediyordu.Sofaya’ya gittik mi?... Bizi Gümülcine de rahatsız
ediyor. Biz gidip Batı Trakya’yı işgal mi edeceğiz?..Bu tür müdahaleler uluslar
arası hukukta sana fiili ve ciddi saldırılar
olduğu zaman ortaya çıkıyor.
Biz iki
şekilde müdahale edebiliriz.Bir: Yolun korunması.Türk şoförlerinin gidip- geldiği yolun
güvenlik açısından korunması bizim meşru
hakkımızdır.İki:. Bizim Irak’a fili müdahalemiz sadece ve sadece Kandil
Dağı’nda bulunan PKK, en ufak bir
kıpırdamaya girerse o PKK
unsurlarını orada imha etmek bizim meşru
hakkımızdır.
Bu iki meşru
hak haricinde bana Atatürk
vasiyet etti, O’da İnönü’ye vasiyet etti.Gidip Musul’u alayım.
Laf.Atatürk, Selanik’i de vasiyet etti...Ecevit’i anlamama
imkan yok.Hakikaten artık susunda hatıramızı saklayalım.Bir devlet adamının
dünyada en etmeyecek lafı ediyor.Necdet
Sezer’de de onu nasıl dinledi.Anlamama imkan yok.
Stalinde
Karsı Ardahan’ı almayı Putin’e vasiyet etmişti.Putin’de gelip istesin mi onları.Laf mı şimdi o.
ANAYURT’U
TEKZİP EDENİ, İSRAİL ELÇİLİĞİ VE ŞİRİN TEKZİP ETİ.
-Geçen günlerde
Anayurt Gazetesinde; Meclise Amerika, Almanya,Fransa ve bu arada İsrail’ elçiliklerinden onların belirlediği sayıdaki parlamenterlere, onların takdir ettiği
yılbaşı hediyelerin gönderildiği haberi
yer almıştı.Ancak Anayurt Gazetesi
ayrıca İsrail Elçiliği’nden gönderilen hediyelerin dağıtılmasıyla ilgili yazılan
yazıda, İsrail Elçiliğinden her hangi bir kişinin, TBMM Başkanlığı’na hitap
ederek ile hediyelerin yazıda belirtilen 15 kişiye
dağıtımının sağlanmasını
“rica”edilmesine dikkat çekilerek bunun diplomatik skandal olduğunu
haber yaparak kamuoyuna duyurdu. Bu
haber üzerine, TBMM görevlisinin gazeteye geçtiği bir faxla , “hayır
böyle bir ‘rica’ kelimesi içeren yazı
yok ve milletvekillerinin isimleri hayal mahsulü” gibisinden haber tekzip edildi. Bu haberde; İsrail elçiliğinden hediye gönderilen şahıslardan biri olarak
sizinde isminiz geçti. Fakat TBMM Görevlisinin tekzibinde sizinde isminizin olmadığını anlıyoruz. Size
İsrail Elçiliğinden hediye geldi mi?
-İsrail
sefaretinden ve Fransız Ticaret Ateşliği’nden
şahsi hediyeler geldi.Bende memnuniyetle kabul ettim.Amerikan,
İngiliz ve Alman elçiliklerinden hediye gelmedi.Gelen arkadaşlarımı da
kıskandım.Beni de listeye alsınlar bekliyorum. Makul ve
etik hediyeleri iyi ilişkileri temin etmek için her zaman almaya
hazırım.
Anayurt
Gazetesinin haberi üzerine ben, İsrail sefareti ile de görüştüm.İsrail
sefaret,i meclis İçtüzüğü’nün dağıtımı
tespit den esasları çerçevesinde
Başkanlığa bir yazı yazdıklarını
ancak bunu Meclis Başkanı’nın
şahsına değil, İdare Amiri’ne
yazdıklarını düşündükleri için böyle bir
ifade kullandıklarını, Türkiye’deki protokole yüzde yüz uymak istediklerini
ve bir hata varsa düzeltmek istediklerini, ancak bu yayının Dışişleri Bakanı Abdullah
Gül’ün İsrail seyahati öncesine
gelmesini de üzüntü ile karşıladıklarını söylediler.
Keşke aynı
zamanda Filistin Elçisi de bana hediye yollasaydı zevkle kabul ederdim.
-Etik kavramı çeşitli çevrelerde çok dillendiriliyor sizde
bunun üzerinde çok duran
parlamenterlerimizdensiniz. Ancak bazı yasalar geçerken, ancak, ama ve fakat
gibi kelimelerle yasalar geçerken kimi kişiler, kurumlar yasa harici
tutuluyor, vatandaşı veya ir çok kurumu
bağlayan yasaların kimi kişi ve kurumları bağlamadığı belirtiliyor. Vatandaşı bağladığı ma
birilerinin undan muaf olduğunu söylüyor.Öyle meclisten geçiyor.Bu durum sizce
etik midir?
-Bu
demokrasimi, aristokrasi mi?
-Ben size
soruyorum?
-Ben size
söylüyorum.bu seçilmişler değil, sanki fedeol bir sistemde kalmış
aristokratların hakları gibi bir durum.
Etik
konusunda Cumhurbaşkanından başlamak üzere.Bütün kamu ve kuruluşlarında hiçbir
istisna olmaması gerekir.Milletvekillerinin hediye kabullerini bir esasa bağlamaları
lazım.
Ayrıca
milletvekillerinin milletvekilliği yaptığı sürece diğer bütün işlerini bırakması lazım.Başbakan dahil.Şirkette
hisseniz bile olmaması lazım.Bu milletvekilliğin kimse bize zorla yaptırmıyor,
biz talip oluyoruz.Milletvekilliği
yaparken fevkalade adaletli ve objektif olmalısınız.Dolayısıyla bir
ülke, hediye yolluyorsa, keşke her ülke yollasa diyorum.
Ayrıca bir
şirketin mümessili isen her zaman
hafızalarda başka şirketlere karşı nasıl davrandığın konusunda
bir tereddüt yapabilir.Dolayısıyla etik açıdan Cumhurbaşkanı, başbakan,
milletvekilleri ve bütün kamu
kuruluşlarındaki herkes bu hizmetleri gördükleri sırada başka hiçbir işle
uğraşmamaları gerekir. Bir
İki: Hediye
kabullerinde yüzde yüz eşitlik olması gerekir.Üç: Hediyenin üzerinde hiçbir
ilişki olmaması gerekir.
-Siz denetim mekanizmasını en çok işletmeye çalışan
parlamenterlerden biri olarak dikkat çekiyorsunuz.Sonuç alıyor musunuz,
sorduğunuz konularda doğru cevap veriliyor mu?
-Genelleme yapamam.Cevapların
doğru gelme nispeti %50’nin altında.Cevaplar çok tatminkar ve doğru olarak
gelmiyor.Dolayısıyla cevapları tekrar
etmek lüzumumu hasıl oluyor..
Bazen de hiç gelmiyor.
Bu konuda en büyük şikayetimiz, İçtüzüğün 100. maddesi çerçevesinde Meclis Başkanı sayın Bülent Arınç’a tevcih
ettiğimiz sorular. Bülent Arınç,bu konuya en büyük hassasiyeti
göstermesi gereken şahıs iken en az hassasiyeti o gösteriyor.Ve bu konuda benim
şahsen en rahatsız olduğum, tatmin
olmadığım kişi Bülent Arınç’ın makamı.
Bir çok bakanlıklarda da sıkıntı
çok önemli bir safhada. Niçin?..
Yazılı soru
önergelerine cevap vermemenin müeyyidesi
yok.
Bu hükümete
en büyük tenkitlerimden bir tanesi, daha seçimlerden hemen sonra
hükümet kurulurken güya İçtüzük değişecekti.İç Tüzük değişikliği için milletvekillerinden görüş
alındı. Bu konular daha sağlam esaslara bağlanacaktı.Komisyonlar daha fazla çalışacaktı.Milletvekilleri daha
fazla katkı yapacaktı.Denetim mekanizması daha fazla işleyecekti.İktidara
geldiler.Bütün sözleri unuttular.
FIRATTAN GEÇEN EŞEKLERDEN ALINACAK PARAYI
TESPİT KANUNU VAR.
-Bu hükümet ve meclisten çok yasa geçirmekle öğünüyor. 3
Kasım öncesindeki Hükümet’de çok yasa çıkarmakla övünürdü. Benim bildiğim kadar beş bin gayri muvakkat kanun beş bin tane de normal
kanun olmak üzere on binin üzerinde kanunu olan bir ülkeyiz.Türkiye bir kanun
mezarlığı haline mi geldi, kanun devleti olmak hukuk devleti olmayı sağlıyor
mu? Meclis çok kanun çıkarmakla işini
yapmış mı oluyor?
-Hayır...
Katiyen.. Hukuk devleti olmak önemli.Benimde bütün kavgam o.
Ben size bir
örnek vereyim. Türkiye’de Frat’tan salla geçecek eşeklerden alınacak
parayı tespit etme kanunu var.
Kanunların bu şekilde çok fazla yapılmasının bizim hukuk
anlayışımızda bir eksiklik olduğunu ve sistemimizin
yürümemekte olduğunu en büyük göstergesi.
Bu kadar
kanun yapmak hiçbir şeyi ifade etmiyor.
Daha bu gün
bir şey duydum.Tüylerim diken diken
oldu. Cemil Çiçek Adalet Bakanı değil mi ? Dedi ki “yurtdışına
kaçan hortumcuların ölüsünü de dirisini de
getirtiri” dedi.
Şimdi
ölüsünü nasıl getirecek, ölmesini mi bekleyecek? Öldürtecek mi? Bu
lafları eden adalet bakanı, hukuk
devletinde o dakikada istifa ettirilir.Ben hukuken bu adamın dirisini
yakalayacağım getireceğim dersin. Ama hukuk kompseti kavramı olmayan bir
hükümetimiz var ki Adalet bakanı çıkıyor sanki vahşi batıdaki kovboymuş gibi,
ölüsünü dirisini istiyorum diyor.N demek
bu?
-Ata sözü olarak kullanmış olamaz mı?
-Böyle saçma sapan laf olur mu?.. Bakın atasözleri hukuk devletinin üstünde değil. Ayrıca ölüsünü dirisini getirmek diye hiçbir atasözü
hatırlamıyorum.Bir deyiş olabilir o deyişte kabadayıların deyişidir.Hukuk
devletinin Adalet Bakanının deyişi değildir.Böyle bir laf edilir mi?
-Teşekkür deriz.
-
Geldiğiniz için canü
gönülden Ben teşekkür ederim.Anayurt gazetesi iyi bir gazete.Gerçekten
şöyle diğer gazetelere bakıyorum. Gerek haberleri verişi gerek dizaynı
hakikaten güzel gazete.Emeği geçenleri tebrik ediyorum. Ben Gazetenize başarılar diliyorum.
-
Ne kadar açık oldum değilmi?
................00000000000000...............
Sonradan
kitap haline getirmek üzere konuştuğum
insanlara sorduğum sorular var..
-Ne
istiyorsan sor. Benim ne kadar açıkolduğumu gördün.
Küç saat
uyursunuz?
-Ben
umumiyetle on iki bir arası yaıtıyorum.
Yedi ila yedi buçukarası kalkıyorum.
-Gülermisiniz?
Çok,
-Neye
gülersiniz?
Sevdiğim
insanların şakalarına veanlattığıtatlı hikayelere
-Ağladınız
mı
-Oldu.Oldu
tabi
-Akrabalarımın
ölmesine, çocukların ölmesine.VE büyük felaketlerde gözüm doldu.Mesela 17
Ağustos depreminden sonra.Bir gün sonra Yalova’yı gezerken göz yaşlarımı tutmam
çok zor oldu.
-Türkülerde
ağlarmısınız?
Hayır ağlamam.Hatta türkiyleri bazen tenkit ediyorum.Çok ağlayan bir
milletiz.Türkiler bu kadar ağlatmamalı.
-İntihar etmeyi
düşündünüz mü?
-Hayır.Hiç.Kattiyen.Allah
korusun.Allah bana öyle bir hak vermedi.Kattiyen .En zor günümde bile kattiyyennnn düşünmedim.Allah’ın ipine
sarıldım.
-Çocuklukta
neyi düşlerdiniz?..Ne olmayı isterdiniz/
İş düşünmedim..Ben babasız büyüdüm.Bakın.Babasız büyüdüğün zamançocukken ilk
düşündüğün şey, hayatta kalarak başarılı olmak.Büyümek vce adam
olmak.Ben ona baktım.Ben adam olmak
isdedim.Meslek seçmek benim için hiç
mühim değildi. İnsan olmak istedim.
-Uçak, gemi,
araba ..bunlardan hangisini tercih edersiniz?
_Hiç fark
etmez..Gemiyi sevmem..
Bunladan
korktuğunuz olurmu?
-Uçaktan
estkiden korkardım.Şimdi arabadan ödüm kopuyor Türkiye7deki trafik dolayısıyla
..
Spor
yaptınız mı?
_yaptım.
Ne sporu?
Velaybol,
enç milli adayı kadar oldum
Hala devam
edermisiniz?
Yok ..
Hayır. Yürüyüş yüpıyorum ancak.
-Meclise girdikten sonra spor yapma imknı
bumluyormsunuz?İsteyipte yapmadığınızoluyormu?
-Tabi yav..
Mecli...Bakın.Milletvekililği çok değişik bir yşey.
Milletvekilliğini
ciddiye alırsanız.Hiç vaktiniz kalmıyor.Milletvekilğini ciddiye
almazsanızda dünyanınen palavra en boş
işi.benim beş dakika vaktim kalmıyor.
-En son
okuduğunuz kitap?
En son
okuduğum kitap.So olrak tesadüfen dün.şunu verdiler(Masanın üzerinde iki kalın
kitap ve birkaç küçük ykitap yığını)Mevlananın kısaltılmış öğütlerini
verdiler.Birde şyşu kitapları
şeydiyorum.Size çok arip gelecek ama
Süleyman Karagülle ile Reşat Nuri Erol’un
İlhan Arsel’e reddiyesi .. Öyle denk gldi yani...
-Günde kaç
saat okursunuz?
_Kitapmı
belgemi?
Fark etmez.Sade
okumak.Kitap olur, gazte olur belge olur.
-Şimdi buhnu
söyleyeyim. On altı gazte artı, günde aşağı yukarı ikiyüz sayife belge.Belge
veya kitap.On altı gazete artı ikiyüz sayfa.
-Maddi
olarak çöküntüye düştünüz mü, iflas ettiniz mi?
Çok.
Bunu nasıl aştınız, kaybettiniz öktünüz ama bunu nasıl aştınız?
-Vlla
kaybettiğim zaman bir şansım oldu.Benim hiç borcum olmadı.Ben iki kere ticari
hayatta sıkıntıya girdim.Bunların en büyüğü
ciddi miktarda yurt dışında
çalışırken, körfez sıkıntısında çok ciddi sıkıntıya girdim.Borcum
olmadığı için, yani banka ve diğir hiçbir borcum olmadığı için masraflarımı
kısarak, aile ve arkadaş desteği il kısa vadede toparlayıp sonra tekrar
işlerime döndüm.
Çocukluğunuzda
, anneniz ağbeyiniz. Babanız dövermiydi?
0iç dayak yediğmi hatırlamıyorum.Zaten babam ben dört
buçuk yaşımdaiken vefat etti.
_Hoca dayağı
yedinizmi?
Yine
hatılamıyorum .Vamlla.yani yeseydim
hatırlardım.Ymedim.
_Kç yaşından
bu tarafa hap kullanıyorsunuz?
He pahı.
İlaç.
Ben
doğduğuman beri.Onu anama soracaksınız.Hayır onu anneme soracaksınız.Ben
söyleyeyim.
Sürekli olan
bir hastalık nediniyle kullandınızmı diyorum?
_Annem
balyık yağı verdi.Onu verdi bunu verdi.. Bunu yuttum.
-Eşek sütü
içtiniz mi?
-Ne..!
İlaç için
eşek sütü içtiniz mi?
Hayır.Ama..Deve
sütü içmiş olabilirim.Çünkü deve sütü
içmişim. Çünkü.Mısırda doğdum.
-Öylemi
_Evet.
-bilmiyordum.
-Ben
mısırda doğdum.
-Eğer aşık
olduysanız kaç yaşında aşık oldunuz?
-Oldum
tabiii. Aşık olmazsolrmuşyum.İlk aşık olduğumdaaaa lise son
sınıftaydım.Mahalledeki bir kızaaşık oldum.Sonra hiç aşık olmadım.
-Sonuç
evliliklemi bitti?
Hayır
başkasına gitti.
Haberi
varmıydı?
-Olmaz
olurmu filörtteettik. Söyleyim olmaz olurmu filörte ettik.El elede tutuşutuk.Ama öpüşmedik.
Rüya
görürmüsünüz?
Htırlamıyorum Rüyalarımı..
-Görüyorsunuz
ama hatırlamıyorsunuz?
-hatırlamıyorum.
Hayır..
-Karanlıktan,
yalnıszlıktan, korkarmısınız, evde
yalnız olmaktan çekinirmisiniz?
-Evede
yalnız olmaktan çekinmediğimgibi
hoşlanırım.Bilakis hoşlanırım.
Karanlıktanda eğer
çok büyük tabiatın orktasında isem ürküyorum evet.mesila.Afrikada
sahranın ortasında gecenin karanlığında
gelen seslerden yüzde yüz ürktüm.Ne bileyim ben bir dağın başında kalsam geceleyin yüzde yüz ürkerim karanlıktan.
-En çok
hangi tür filimler seyrederrsirniz?
-Valla..İyisini.
konu olarak?
İyisini.Hiç ffark etmez iyisini...
Şarkı
söylermisiniz müzik çalarmısınız, resim yaparmısınız?
-Sesim
berbat.Ama müziktende resimdende çok iyi anlarım.Zaman zaman kolleksiyonlar yaptığımoldu.Sonra
işlerim bozulduğunda satıtmtekrar
yaptım.Felan felan..
Müzik
konusundada bir eksiklik hissediyorum.
Türkiyede
dinlemelyi arzu ettiğim zaman klasik
türk müziğini ve saz eserelerini
dinleyebilecek ortamlarımız ve imkanlarımız
sınırlı.O konuda müştekiyim.
-İlk vekil seçildiğinizde nerdeyidiniz, haberi
alınca nere gittiniz?
_şilde AK parti içe merkezinde idim. Orda grevlişydimm zaten.Sçimler
bittikten bir iki saat sonra Ak
partinin aldığı neticeler belli
oldu.Benminde milletvekili olduğum belli
oldu.Katttiyennn bir sevinç duymadım.Çok ciddi bir mesuliyet hissis
duydum.yni.Allah kuvevet versin hissie girdim.Vallla.samim söyleyeyim en ufak
bir sevinç duymadım.Ondan sonra gece on-onbucuk gibi şileden ayrıldım evime
döndüm.
-
Farz edelim ki siz yarın başkan oldunuz, başbakan oldnuz
-
-Ne başkanı..
Türkiyenin başına geldiniz, yetki
size verildi.
Cumhurbaşkaı mı
Yani başkınlık sitemine geçildi
Başkan oldunuz, hükümdar oldunuz..Hükmetme gücüüz var.İlkdeğiştirmeyi, yapmayı
arzu ettiğinz ne?
-tek bir konu deağil birkaç konu.
Bir çokönemli bir adlet ve çok önemli bir hukuk reformu.
İki eş zamanlı olarak müthiş bir
eğitim reformu.
Üç: yine eş zamanlı olarak ödenecek faizleri ötelemek.
Bunları önceden çalışırmısınz yoksa başa
gelencemi çalışmyı düşünüyorsunuzs?
_Zaten kafamda.Ben bir görev alsam.Planı size bir saatteyazarım.
Benim görevim zaten bu tip konularda konularda konuşmam içap etiğine göre çalışmış
ve hazırlıklı olmamı icap ettiriyor.
//////////////////////////////////////
“APO’NUN MİADI
OLDU;ATTILAR “
Son günlerde Türkiye’yi meşgul eden
en önemli konulardan APO ve Tele –Kulak olayını Emniyet İstihbarat Dairesi
Kurucusu Emekli Vali Ergün gökdeniz
değerlendirdi.
Gökdeniz Akit’e çarpıcı açıklamalar
yaparak ve iki olay içinde önemli ip
uçlarına dikkat çekti.
xxxBizler gibi halk olaylara bakmadı.
Halk sadece Güneydoğuda bir örtülü savaşın varlığı nedeni ile belli
bir pencereden baktırıldı. Yani biz kendi evimize baktık. Halbu ki bu duruşmalarda bizim kısmen bilmiş olmamıza rağmen
vatandaşlarımızda önceden bilmediği bazı bilgi kırıntılarını sahiplendiler.Her bilgi vatandaşlarımıza
ulaşmıyor. Stratejik anlamda bu olayların analizi vatandaşlarımıza gitmiyor.
xxYetirince ne dış nede iç bağlantılar ortaya konamadı.Konmadı.
Biz hep dış mihraklar ,dış mihraklar
sözü ile şişirildik. Ama içerden yardım edenleri göz ardı ettik.Dış mihraklar
dış mihraklar.İyide bu olaylar bizim kendi ülkemizde,ilimizde ,karadenizde
oluyor.Bunların içinde hiç yabancı
yok.Ama bunların içinde PKK’dan da ayrı olarak TİKKO,THKPC gibi terör örgütleri vasıtası ile yine PKK ile birlikte
üstlendikleri bir görevi mutlaka ifaya
hazır gibi bir durumu seziyoruz.Bunlara değinilmedi.
xxxOlaylara ne gereğinden fazla önem ,nede gereğinden az önem vereceksiniz.Bütün nmeselede burada.Olmak veya olmamak.Bunun içinde büyük devlet adamı gerekir.
Sonra devlet adamlarının
strateji,jeostrateji ve stratejik istihbarat bilgileri ile donatılmış olması
gerekir.Bu kişiler Türkiyenin geleceği hakkında karar veren insanlar.Yani
politikanın yapımcıları.Bu politikanın yapımcıları önüne gelen bilgilerden bir sentez yaparak
onu kullanamazlarsa veya iç dinamikler nedeni ile kullanmak istemezlerse ozaman sorunları çözmeside mümkün değil.Bir
kere kilitlenme burada başladı.
- Olayları çözemeyince bu defa asker ağırlıklı bir
merkez oluştu.Dikkat edilirse işte ozaman şehit vermeye
xxxDünyanın hiçbir yabancı ülkesinde
o ülkenin gizli servisleri ile işbirliği yapmadığınız takdirde sizin faaliyetlerinize izin vermeleri mümkün
değildir.
Gizli istihbarat teşkilatları bir
andan sonra kullanmaya başlarlar .O
andan itibaren gizli istihbarat teşkilatlarının kullanılan elamanı olursunuz.
xxxBatılılarınTürkiyeyi bölmesine
istekli olmasının nedeni nin en başında Avrupa hala Sevri kadük
etmenin(uygulanmamış olmasının)acısı içindedir. Avrupa devletleri hala asrın
başındaki ruyalarını görüyorlar ve politikalarını değiştirmiyorlar.Yani Avrupa
devletleri bu noktada kendilerini geliştiremiyor.Türkiyeye Lozanda verilen
topraklar çok diyor..
APO SURİYE ;ABD VE İSRAİL HAKKINDA KONUŞMUYOR
xxxAbdullah Öcalan,Teşkilatları
hakkında bilgi vermiyor .Avrupa hakında bilgi vermiyor.Dikkat edecek olursak
Suriye hakkında konuşmuyor.ABD hakkında konuşmuyor.İsrail hakkında
konuşmuşyor.Bu benim dikkatimi çekiyor.
YENİ GÖREVİNE UYGUN
DARANIYOR
xxx Türkiyenin dışında
ve dışlandığı bir oluşum vardır.
Celal Talabani ile beraber Mesut
Barzani’yi Waşingtonlara kadar çağırıp bir
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) benzeri bir Muamele yapan ABD Dışişleri
bakanı Metlin Olbrayt
onlarla bir çok şeyleri konuşurken bizi dışlamıştır.Türkiyenin içinde bulunduğu
Ankara süreci çoktan askıya alınmıştır.
ABD’nin ilgisinin bu derece yoğun
olduğu bir yerde Türkiye bir bakıma dışlanmışken PKK’nında kendisine göre
duyumları vardır .Aynı zamanda PKK’nın
mustakbel görevleri için bazı elbiselerde biçilmiştir.Benden evel ve benden
sonra diye bir görev alınmıştır.
APONUN MİADI OLDU;ATTILAR
- XxxApo’nun pili
bitti.Bana göre APO devre dışı kaldı.Ama mahkemede sanki devre dışı kalmamş ve
hala bir misyon yüklenecek güçte
göstermeye çalışıyor. Şu anda APO’nun mahkemede
söylemiş olduklarını yaptıracak hiçbir gücü yok.
YETKİLİLERDEN HESAP
SORULMALI
xxxTürkiye Apo meselesindede hatalar
yapmışsa.bu devlet adamlığı hatalarınhdan kaynaklanmıştır.Olayı
anlayamamışlardır.Askere bırakmışlardır.Neden
askere veriyorsun.Sen beceriksizsen ve
bu ülkenen yüksek menfaatlerini bilip te bir üst politika üretemiyorsan senin ne işin var orada. Bu gün adam bir şirkette hata yapsa;kulağından
tuttarak derhal dışarı korlar. İşine son
verir. Devlet kusuru göstermeyen bir örgüttür.Devlet hiç kimsenin kusurunu
göstermez.
KİM PKK İLE İŞBİRLİĞİ
YAPTI
xxxBunu kişilere atfetmek çok güçtür. Ama somut
olarak durulan noktalardan bazıları şu olmuştur. Bazı tesbitler oldu.
PKK’YA YARDIM EDEN
YETKİLİLER VAR
TC bürokrasisinde, her kesiminde APO
ya sempati duyan kişiler oldu. Militan demiyorum.Sempati duyan diyorum.Bunlar ibre ne tarafa dönerse o
tarafa döndüler.Baktılar APO güç kazanıyor APO tarafına yöneldiler,güç
kaybediyor.İbre gibi bir oyana bir bu yana sallandı gitti.Zaten Apo ile örtülü
savaşta bizim en büyük zaafiyetimiz
devlet bürokrasisindeki bu
kararsızlardan ve sempati duyanlardan geldi.Bunların tesbiti dediniz.Bunların
tesbiti yapıldı. Tesbit edildi.İstihbarat bilgileri arasında bunlar var.Telefon
görüşmeleride var her türlü şeyi de var.Kimler para verdi.Hatta hangi sanatçı
hangi müteahit ne verdi bunlar var.
BUNDAN SONRA
Adam bir takım siyasal açılımlardan
bahsediyor.Atatürk millliyetçiliği diyor.Anayasal milliyetçilik.Anayasal
vatandaşlık diyor.Tüm bunlardan Osmanlının toparlayıcılığı,örtücülüğüne vurgu
Ortak nokta Amerikalılık.
Ben birine nerelisin diye sordum hala unutmam bana
nerelisin deme dedi.”Ben Amerikan uygarlık ve refahını paylaşan mutlu bir amerikalıyım” dedi.İşte Amerikan vatandaşlığı
sadece bun adayanıyor.Başka bir şeye dayanmıyor.
Bu ne demekir eğer Amarika
uygar olmasa veben mutlu olmasam amerekan vatandaşı değilim ve
Amerikalıyım demeyeceğim demettir.Bunlar olmasa adam irlandalı veya ispanyol
köklerini arayacak onunla kendini ifade edecek.
TELE -KULAKTA BÇG İŞİ
xxxTele _Kulak skandalı Bir yetkinin
su istimalidirBazı yetkililer diyor
diyor ki”sisteme girilmiştir ama dinlemek için değil denetlemek içindir
“. Şimdi dinleyenlere soruyorum :size Cumhurbaşkanını denetleme emrini kim
verdi.Bir partinin başkanını ki bana
göre tüm parti başkanlarının hepsi eşit
konumdadır veya bir milletvekilinin telefon sistemine girilerek dinlenmesini
haydi size birileri söyledi. Bu bilgileri kime aktarıyorsun?.Bu bilgilerin
öğrenilmesi devletin yüksek menfataleri için yapılan bir operasyonun gereğimi
dir.?Bu adamlar devlete ihanet ettiler de bir süphe varda bir oparasyon içinde
bunu yapıyorsunuz?
“Yok merak ettik de
dinledik” bununla geçiştiremezsiniz.Size bu görevi kim verdi?
-
NECATİ ÇAVDAR?
ERGUN GÖKDENİZ – ANKARA
-Sayın Gökdeniz.PPK lideri Abdullah Öcalan yakalandı ve İmralı’lıda
yargılanıyor.Ancak APO yargılamanın ve kendisine isnat edilen suçların üstünde durmayarak konuyu kendisinin istediği bir noktaya
çekiyor.Kendince bazı tekliflerde bulunuyor.
Halk, APO bu ise , sadece bu adam mı bizi
bu kadar zaman oyalayan,bu kadar kan ve mal kaybına uğratan diye
düşünmeye başladı.
-Bizler
gibi halk olaylara bakmadı. Halk sadece
Güneydoğuda bir örtülü savaşın varlığı
nedeni ile belli bir pencereden baktırıldı. Yani biz kendi evimize baktık.
Halbu ki bu duruşmalarda bizim kısmen
bilmiş olmamıza rağmen vatandaşlarımızda önceden bilmediği bazı bilgi
kırıntılarını sahiplendiler.Her bilgi
vatandaşlarımıza ulaşmıyor. Stratejik anlamda bu olayların analizi
vatandaşlarımıza gitmiyor. Tabi korku dağları bekler. Dağlardaki kişilerde
bizim evlatlarımızdır. Ama vatandaşlarımız bir örtülü savaşın
varlığından kesinlikle eminler.
-Druşmalar
esnasında iç ve dışbağlantıları yeterince ortaya kondu mu?
- Hayır yetirince
ni dış nede iç bağlantılar ortaya konamadı.Konmadı.Dikkat edecek olursanız
başlangıçta çok çok sözü edilen bir” dış mihraklar “sözcüğüne dikkatinizi
çekerim.
Dış mihraklar dış mihraklar.İyide bu
olaylar bizim kendi ülkemizde,ilimizde ,karadenizde oluyor.Bunların içinde hiç
yabancı yok.Ama bunların içinde PKK’dan
da ayrı olarak TİKKO,THKPC gibi terör
örgütleri vasıtası ile yine PKK ile birlikte üstlendikleri bir görevi
mutlaka ifaya hazır gibi bir durumu
seziyoruz.Bunlara değinilmedi.
Askeri bir tabirle durumun
muhakemesinden,budurumu biz analiz ettiğimiz zaman bu olayları yapan kişiler hep kendi
elemanlarımız.
İçlerinde Ne suriyeli,NE Alman,ne
ingiliz nede çinli yakalanmadı.Adı geçen terör örgütlerinden Ne Kızıl
Tugaylar’dan ne ETA ‘dan,ne İra’dan
kimse yakalanmadı.Buradan şuraya gelmek istiyorum.Biz hep dış mihraklar ,dış
mihraklar sözü ile şişirildik. Ama içerden yardım edenleri göz ardı ettik.
Kanayanda kanatanda hep kendi
içimizdendi. Anlaşıldı ki dış mihraklar denen kişi ve çevrelerin tuttuğu bazı
kişiler olduğu ve bu aradada PKK adına
bunlara bazı eylemlerin yaptırıldığı ağır ağır anlaşılmaya başladı.
- Bu noktaya nasıl geldik?
- Yanlış hatırlamıyorsam Özal
zamanında bu eylemler başladığında Özal
o zaman Antalya ‘da yazlıkta idi. Bu eylemler için değerlendirmesi şu oldu”Bir
vukuatı adiye.Normal bir zabıta olayı”şeklinde idi.
Birinci yanlış ilk olaylarıın
başında devletin yetkililerinin olayı
bir adi zabıta olayı olarak görmesi idi. Bu şekilde bakarsanız olayı
çözümleyemezsiniz.Olaylara ne gereğinden fazla önem ,nede gereğinden az önem vereceksiniz.Bütün nmeselede
burada.Olmak veya olmamak.Bunun içinde büyük devlet adamı gerekir.
Sonra devlet adamlarının
strateji,jeostrateji ve stratejik istihbarat bilgileri ile donatılmış olması
gerekir.Bu kişiler Türkiyenin geleceği hakkında karar veren insanlar.Yani
politikanın yapımcıları.Bu politikanın yapımcıları önüne gelen bilgilerden bir sentez yaparak
onu kullanamazlarsa veya iç dinamikler nedeni ile kullanmak istemezlerse ozaman sorunları çözmeside mümkün değil.Bir
kere kilitlenme burada başladı.Olayların tedavisine paryatif yani aspirin
tedavisi ile gittiğiniz zaman olayları çözemezsiniz. Çünkü olayların tek nedeni
yoktur.
Olayları çözemeyince bu defa asker
ağırlıklı bir merkez oluştu.Dikkat edilirse işte ozaman şehit vermeye
başladık.PKK’nnı uzantıları için sınır ötesi oparasyon yaparak Irak’a girdik.İngiliz ve ABD ‘nin
muafakat ve izinleri ile beraber belli bir paraleli geçmemek üzere defalarca Irak’a girdik.Ama hadise de ortada.
APO bir örgüt olarak bir yapı
geliştirdi.Bu yapıda içerden çok dışarıda örgütlendi.İçerideki kısım asybergin
görüneni ise esas kütlesi dışarıda
olacak şekilde özellikle Avrupa’da gelişti.Bu yeni de bir şey değildi.Bu
çok eskiden beri bir yapılanmanın üstüne
bu defa PKK bayrağını saplamaya benzer.
-12 Eylül öncesi özellikle Güneydoğuda Marksist-Lelinist ve
Maoist temelle dayalı Rızgari, KAVA vs
bir çok örgütler var idi.PKK dan çok güçlü örgütler idi. Bunlar 12 Eylül’de çökertildi.Asala
eylemleri sona erene kadar ismi pek duyulmayan bir örgüt olan PKK’nın birden
ortaya çıkarak adeta Asala’nın yerine eylemlerde bulunduğunu görüyoruz.Ne olduda APO böyle güç
kazandı?
-Bir gerilla hareketinin gücü miktarı ile
ölçülmüyor. Korkuttuğu çevre ile ve
yaptığı eylemin şiddetinin oranı ile ölçülüyor.O nedenle çok masum kişileri öldürdüklerini kabul
ediyorlar.Çocukları ve masum insanları öldürmelerini şiddet felsefesinin bir
gereği olarak görüyorlar.B u bir insanlık
şuçu olmasına rağmen teorik anlamda doğrudur.İzine giden askeri ve
ya yansız bir köylüyü öldürüyorlar.Bu
terör örgütlerinin şiddet felsefesine uygundur.Dikkat ederseniz KAVA bir eylem
koymadı.RIZGARİ gurubu.DDKO bunlar siyasal ortamda kültürel özerklik falan gibi
çıkışlarla beraber Doğuya has bir şovenist eylem içinde bulundular .Ama siyasal
yoldan böyle bir yapılanmayı uygun bulmayan APO o sırada marksist –Lelininst
bir eylemci olan Şhe Guare,Kostro gibi
bir ihtilalci eylemle sonuca ulaşabileceği kararı alınca gençler bunun
çevresine toplanmaya başladı.Aponun çıkışı
bu trentle uygundur.Bizim devletinde o tarihteki yetkilileri bunun tehlikeli
bir tırmanış içinde olduğunu görmekle beraber pek önemsemediler.Sonra bazı
siyasal dinamikler onlara güç verdi.
Güçlendikten sonra mali kaynaklar
aradılar.Çünkü güçlenen örgütün çok daha fazla para ihtiyacı olur.Bunun için
bir zamanlar Türkiye ‘de toplanan paraların Molla Mustafa Barzani’ye gitmesi
gibi bir yardım parası ile örgütlenmeyi demode gördüler. Daha ileri tekniklerle
bunlar yabancı ülkelerdeki faaliyetleri
ile siyasal açılımlara girdiler ve o tarihteki oturdukları tabanda buna
uygundu.
-
Biraz
açarmısınız?
-
Çünkü siyasal
açılımları hazır yurt dışında örgütleri vardı.Burada ince bir noktaya
geliyorum. Bir.Dünyanın hiçbir yabancı ülkesinde o ülkenin gizli servisleri ile
işbirliği yapmadığınız takdirde sizin
faaliyetlerinize izin vermeleri mümkün değildir.
İki. Gizli istihbarat teşkilatları
bir andan sonra kullanmaya başlarnlar .O
andan itibaren gizli istihbarat teşkilatlarının kullanılan elamanı olursunuz.
Peki kime karşı? Türkiyeye karşı.
İpler kimin elinde İngiltere
,Fransa,ABD,Almanya,İsveç,İsviçre.İtalya,Yugoslavya,Bulgaristan,Çekoslavakya,Norveç
say saya bildiğin kadar.Çünkü bunları kontrol etmek o ülkelerin istihbarat
teşkilatlarının anayasal görevleridir.Bunları izlemek gizli teşkilatlarına
devletin verdiği resmi görevdir.Nitekim Olof Palme Cinayeti mahkemede
sorulduğunda “Hayır biz yapmadık ama karım Kesire Öcalan’ın gurubu, PKK Vijin
gurubu yapmış olabilir diyor.Şimdi İsveç
ilgilenmeyecek mi ilgilenmişlerdir.Almanya ‘da tutup parlementerleri aracılığı
ile ki onların deyimi ile ‘Özgürlük savaşçısı ve gerilla lideri ile’
görüşmüşlerdir.Almanlar sadece kendi ülkelerinde eylem yapmama vaadini almışlardır. APO’ya biz
“Bölüçü”vs diyoruz ama birde başkaları ne diyor ona bakmak gerekir.Onlarda
“özgürlük savaşçısı,gerilla lideri “vs şeklinde görüyorlar,Kelimeleri
kullanırken birde bu yönüne bakmak gerekir.Yoksa “bölücü başını “ falanca
destekliyor dersek yanlış bir anlama içine düşebiliriz.Birde olaya öbür tarafıon
baktığı gibi bakarsak daha iyi kavramış oluruz.Bunlar APOyu bir Şhe Guvara gibi görerek Türkiyeyi bölecek
gözü ile görmeye başladılar.
-Peki
Türkiye de eylem yaptırmanın Alman’a ,İngilize,italyana vs ne faydası
var?
-Kimseyi itham etmiyorum ama vize alanlara dikkat edin.Vize almak için
Alman Büyükelçiliğine gittiğin zaman soruyorlar.Sen nerelisin
,Mardin’liyim,Trapzon’luyum dersen bekliyorsun.Nerelisin Dersim’liyim dersen vize alabiliyorsun.Alman vize alırken bile bizim sevgili
vatandaşlarımızı neden ayırıyor acaba?Sebebi var.
Öbür yandan bir örnek .İsveç
Mardin’den Süryanilere vize veriyor ama Mardin’den bir müslüman gittiği zaman ona vize
vermiyor.Kuludan giden kişiye veriyor ama Ankara’dan giden kişiye
vermiyor.Bunlar birer kırıntı olmak la beraber,onların Türkiye’ye bakış açısı
yönünden ve emniyet birimlerinin bir
görüşüdür.Demek ki bunları kullanmak istiyorlar.
Almanlar dikkat edilecek olursa 2,5
milyonluk bir Türk göçmene sahiptir.İkinci dünya savaşında Almanlar,Almanya’da
bulunan Azerbeycanlıları Azeri
birlikleri oluşturarak Ruslara karşı savaştırdılar.Ellerinde taşaron bir yabancı lejyonu kuracak kadar
insan gücü varsa Alman bunu niçin
kullanmasın.Birde diyor ki Kürtler çok iyi silah kullanır.İlerde benim potansiyel açığımı kapatacak bir insan
gücüdür diyor.Buna kimse dikkat
çekmemiştir.Yoksa Alman neden büyük bir
türkiye ile ticaretini yapmayı düşünmüyor da bir ayrılıkçı hareketle irtibata
geçmeyi tercih ediyor.
Bunların Türkiyeyi bölmesine istekli
olmasının nedeni nin en başında Avrupa hala Sevri kadük etmenin(uygulanmamış
olmasının)acısı içindedir. Avrupa devletleri hala asrın başındaki ruyalarını
görüyorlar ve politikalarını değiştirmiyorlar.Yani Avrupa devletleri bu noktada
kendilerini geliştiremiyor.Türkiyeye Lozanda verilen topraklar çok diyor.Kazım
karabekir Paşa İstiklal Harbimiz İsimli kitabında anlatıyor.Karabekir Paşa’nın
El Cezire Komutanlığına gönderdiği bir tamim var.Burada paşa”Kürdistan haritası
ile Ermenistan haritasını üst üste koyduğunuz zaman çakıştığını görürsünüz.
Szi zannediyormusunuz ki bu Avrupa devletleri Kürtler’in kara kaşınav e kara
gözüne aşıktırlar.Onlar burayı ilerde
Ermenistan yapılmak üzere Kürtlere verilmesini istiyorlar “diyor.O tarihten bu
güne kadar politikalarında bir değişiklik yok
Avrupa Birliği ‘nin bakışaçısıda
burada önemli.Bu birlik Tüdrkiye ye nasıl bakıyor.Türkiye müslüman bir
ülke.Türkiye tarihi bir geçişin üzerinde.Türkiye boğazların bekçisi.Türkiyeden
geçince petrole ulaşıyorsun,Rus pazarlarına ulaşıyorsun,Türki cumhuriyetlere ve
Hazar bölgesine ulaşıyorsun.Aynı zamanda ABD ve Avrupa birliğinin
stratejilerinin çatıştığını görüyoruz.Bir takım çıkar çatışmalarının
politikalarına yansıdığını görüyoruz.
ABDli
Prof.Ckıpmen’nin dediği gibi”ABD’nin ne sürekli dostu nede sürekli
düşmanı yoktur”Tüm politika bu.
-Tüm kavgalar petrol için mi?
-Petrol tabi ki önemli bir madde ve
milletler politikasında hala etkili bir unsur.Her halde Almanla’ın Bağdat
demiryolunu yapması her halde Arapların kara kaşı ve kara gözünün hatırı için
değildi.Osmanlıyı çokta modernleştirme arzısının bir tezahürü dedeğildi.Onların
derdi Osmanlıyı batılılarrın seviyesine çıkarmak değil bir güzel pişirip yeme
sevdaları içinde idiler.
Kürtçü dediğimz akımlar osmanlı
imparatorlğundan beri çeşitli hareketler içinde olmuşlardır.Osmanlının
parçalanmasından sonra eski Osmanlı
vilayeti olan Şam ,Halep ,Musul ve Bağdat başkalarının eline geçmiş..Bunlardan
biri sonradan Fransız diğeri İngiliz
mandasında kalmış.
İnglizler tarihsel seyir içinde Kürtlerle ilgisini
sürdüren tek devlettir.Burada şunuda söylemeden geçemeyeceğim.Biz tarihimizi
yeni nesillere aktaramadık.İnsanlarımızın çok opjektif olarak bunlarıda bilmesi
gerekirdi.
Ocalan bu merkezlerde
yuvalandı.PKK’nın avrupa temsilcileri denen kişiler mamalandılar.Bol para
sahibi oldular.Bu kişiler bir yandan bulundukları ülkelerin istihbarat
birimlerinden para alıyorlar.Bu kişiler o kuruluşlarının başı olarak o ülkelerin güvenlik güçlerinden
güç alıyorlar.Bu kişiler bu aldıkları gücü kürt kökenli vatandaşlarımızdan
haraç almak ve uyuşturucu kacakçılığından pay almak,kara para aklamak konusunda
kullanarak çok büyük paralar
kazandılar.Ancak bu paraların ne kadarı
PKK kasasına girdi bilmiyoruz.Çoğu cebe giren paralar Türkiyeden yeni bir uyuşturucu sevkiyatının
finansmanında kullanılıyor.
Eroin Afganistan,İran ve türkiye üzerinden geçiyor .Ama eroin işleme labratuarları Türkiye’de.Siz hiç
Hakkari’de eroin labratuarı kurulacağını eskiden duysanız inanırmıydınız.Eroin
yapmak çok ince bir iştir.Onu herkes yapamaz.Özel uzmanlar gerekir ,işlemek
için bir bilgi birikimi gerekir.
- Buradan şunu sormak istiyorum bu
göz kamaştıran servet için dış
bağlantılarıın yanında içerden yardımcı olan kişiler olamaz mı?
- Gayet tabi olur.Ben bunu söylemeye
çalışıyorum.Bu Türkiyede işleniyor ve büyük paralar
kazanılıyor.Eroinin milliyeti olmaz.Ne kürt,ne türk ne de cinsiyete
bakılır.Kazanılan paraya bakılır.Para o işte tek milliyettir.Para yeri gelir
insanı dinden ve imandan eder .Daha ötesini siz düşünün.
APO ZEVZEKLİK YAPIYOR
-APO gerçekten doğrumu söylüyor?
-Aponun en güçlü olduğu yerlerden bir
tanesi Suriyedir. APO’ya sen Rifat el
Esat’la hiç görüştünmü diye soruldu.Onu inkar etti.Halbuki El Esat,Suriye
Devlet Başkanı Hafız Esat’ın kardeşi.Özel güvenlik kuvetlerinin başında olan
bir kişidir.Astığı astık kestiği kestiktir.Oğulları Waşington’da süper daireler
alınarak okumaktadır.Suriye gizli servisinin başı olarak Suriyede kuş
uçurtmazlar.
Apo suriyeye
dokunmadı.Örgütlenmesi,kasası ve özellikle arşivi suriyede.Apo ne konuşuyor.O
zevzeklik yapıyor.Geyik muhabbeti yapıyor.Hepimizle matrak geçiyor.Bizimle alay
ediyor.Hiçbir şey söylediği yok.
Halbuki APO ,Kenya’dan alınınca
çeşitli sorgulamacılar tarafından sorgulandı.Burada bir teknik husus
arzedeyim.Siz bir sorgulamacı olarak PKK ve APO hakkında çok iyi bilgiler
sahibi değilseniz.Hem yeteri bilgi alazsınız ve karşınızda ki sizin neyi
bildiğinizi ve neyi bilmediğinizi,sizin bilgi ve cehaletinizi ölçme sansına
sahip olur.Tabi bu noktaları
bilmiyorum.Ben devlet adına iyi bir sorgulama yapıldığı kanaatini taşımak
istiyor ve taşıyorum.Çünkü
Türkiye’de bu konuları çok çok
iyi bilen kişiler vardır.İnşallah o kişiler tarafından sorngulanmıştır.
APO SURİYE ;ABD VE İSRAİL HAKKINDA KONUŞMUYOR
-Sizce APO ‘nun açıklamaları içinde
dikkat çeken bölümler nedir?
-Abdullah Öcalan,Teşkilatları
hakkında bilgi vermiyor .Avrupa hakında bilgi vermiyor.Dikkat edecek olursak
Suriye hakkında konuşmuyor.ABD hakkında konuşmuyor.İsrail hakkında
konuşmuşyor.Bu benim dikkatimi çekiyor.
YENİ GÖREVİNE UYGUN
DARANIYOR
-Peki bunun sebebi nedir.Niçin bu
saydıklarınız için konuşmuyor?
_Biliyorsunuz.Şuanda bile Türkiyenin
dışında bir oluşum vardır. Celal
Talabani ile beraber Mesut Barzani’yi
Waşingtonlara kadar çağırıp bir Filistin
Kurtuluş Örgütü (FKÖ) benzeri bir Muamele yapan ABD Dışişleri bakanı Metlin
Olbrayt
onlarla bir çok şeyleri konuşurken bizi dışlamıştır.Türkiyenin içinde bulunduğu
Ankara süreci çoktan askıya alınmıştır.
Benim dikkatimi çekiyor.ABD’nin ilgisinin bu derece yoğun
olduğu bir yerde Türkiye bir bakıma dışlanmışken PKK’nında kendisine göre
duyumları vardır .Aynı zamanda PKK’nın
mustakbel görevleri için bazı elbiselerde biçilmiştir.Benden evel ve benden
sonra diye bir görev alınmıştır.
APO bunları konuşmadı. Suriye hakkında da konuşmaması
için özel nedenleri olabilir diyorum.
-İsrail’in bölgede ki etkinliği ve
ilgisi biliniyor. İsrail hakında bilgi vermemesi İsrail Gizli servsi ile
çalışma içinde oldğundanmıdır?
-İsrail PKK konusunda daha çok Suriye
iliştkileri nedeni ile
ilgilenmiştir.Çünkü israil istihbaratının milli hedefleri vardır.
Bu hedefler için istihbarat
yapar.İsraillin son zamanlarda ABD ‘nnide destek ve teşviki ile Türkiye ‘ye
yanaşık bir politika gütmeleri karşısında israilin ezeli ve ebedi kdost veya
düşman olacaığı tahmin edilemez.Zaten
böyle bakılınca yanlış olur.Eee Efendim
orası bizim çok yakın ahbabımız.Yok öyle bir şey.Ulusal menfatlar vardır.Bu nu
ortaya koyduğunuz zaman ulusal çıkar çatışması her zaman mümkündür.Olaylara bu açıdan yaklaştığımız zaman eskiden bizim
yaptığımız hatada olduğu gibi “Sam amcaya bakarak” hareket etme şeklinde
bir dışpolitika bakışımız olmaması gerekir.
- APO ,PKK ‘nın elindeki kaynakların 200
milyon doları buldğunu söylüyor.Bu paraları Türkiye elde edebilir mi?
-Kendisi her ne kadar isviçre bankalarında pamamız var dedi .Ama kimler
adına yatırıldığını söylemedi.
-Bu paraları nasıl öğrenebiliriz..?
-
Öğreneabiliriz.ABD’nin
sattığı PROMİS denen yazılım proğramı vardır.Bu proğram ABD’nin savcılık
soruşturmalarında da kullandığı çok kapsamlı bir proğramdır.Bu proğramı bir çok
devletin gizli teşkilatları da satın almıştır.Ve çok büyük enayilik
etmişlerdir.Çünkü ABD bu gün bu proğram vediğerleri ile düğmeye bastığı anda
şifresine girer isviçrede kimin adına kaç para yatırıldığını veya gerçekten bankada ise Suriye’de kaç para bulunduğunu öğrenir.Bu işlerle ABD ‘de
elektronik verileri toplayan NSA yani
CIA’dan ayrı çalışan amerikan milli istihbarat ajansı ilgilenmektedir.Bu
kanalla ABD bulur.
-
Peki Türkiye
bulabilir mi?
-
(Gülürek)ABD
verir mi?....Verebilir.
-
Bu paranın
türkiye tarafından alınması söz konusu mu?
-
Alabilir.Törör
parası diye ama İsviçre ve Suriye verir mi?Bunu sağlamak için ABD gibi güçlü
olmak gerekir.
-
APO tükendi mi?
-
Apo pili
bitti.Bana göre APO devre dışı kaldı.Ama mahkemede sanki devre dışı kalmamş ve
hala bir misyon yüklenecek güçte
göstermeye çalışıyor. Şu anda APO’nun mahkemede
söylemiş olduklarını yaptıracak hiçbir gücü yok.
-
Zaten işi bitmişti.Paketlenerek mi getirildi demek
istiyorsunuz?
-
Yani APO miadı dolmuş konserve gibidir.Hani konservenin
altında yazar;Bu konserve şu tarihe kadar kullanılmalıdır.APO’da kullanıldı
bitti.
-
Bundan sonra ne
olabilir?
-
Plent et Rue
isimli katolik bir dergi vardır.O
dergide” Kutsal savaş “diye bir konudan
bahsedilmektedir.Buna göre Ortadoğu ile Papa ilgileniyor.
-
Avrupa islamiyetin cebeli tarıktan geçmesini
istemiyor.Türkiyede bir müslüman ülkedir.Sen de haddini bil .Müslüman isen kabuğunda otur.Seni Avrupaya
kabul etmiyoruz.Çünkü Avrupa bir hırıstiyan topluluğudur.Seninle bir din
uyuşmazlığımız varken seni bizim avrupa birliğine almamız mümkündeğildir.Onun
için Yunanistan kabul etkmedi meselesi
geçerli değil.
-
Peki Devletler
ittifaklarını dinlerine mi göre kuruyor?
-
Hayır .Ama bu gün Avrupa İslamiyetten korkuyor.Korktuğu
için bizi Avrupa birliğine sokmak istemiyor.
İtalya APO ile neden bize şantaj
yaptı bu ülkelerle NATO ‘da müttefik
değilmiyiz?
-Şuanda Kosova’da beraber
değilmiyiz.Efendim orası başka burası başka.Ozaman Türkiyenin çok iyi düşünmesi
gerekir.Türkiyenin çok iyi devlet adamlarına sahip olması gerekir.Türkiye Apo
meselesindede hatalar yapmışsa.bu devlet adamlığı hatalarınhdan
kaynaklanmıştır.Olayı anlayamamışlardır.Askere
bırakmışlardır.Neden askere
veriyorsun.Sen beceriksizsen ve bu ülkenen yüksek menfaatlerini bilipte
bir üst politika üretemiyorsan senin ne
işin var orada.
- Yani sorumluluk devlet adamlırınnın
diyorsunuz.APO yargılanıyor .Ama bukadar
can ve malkaybına seseb olan yetkililer
var ise yargılanmaları gerekmez mi.?
-Net bir cevap vereyim. Bu gün adam bir şirkette hata yapsa;kulağından
tuttarak derhal dışarı korlar. İşine son
verir.Ne koç tutar nede sabancı tutar .Hatta ve hatta ve hatta başbakanlık
yapsan bile atarlar.Örneği var bir tarihte Özal ,Sabancıda çalışıyordu.Sabancı merhum Özallın işine son vermişti.
Ama bu kişiler devlete geldiği zaman
da... Devlet kusuru göstermeyen bir örgüttür.Devlet hiç kimsenin kusurunu
göstermez.Devlet kim devlet biziz.Onun için devlette kusur gsterilmez.Bunu kişilere atfetmek çok güçtür. Ama somut
olarak durulan noktalardan bazıları şu olmuştur. Bazı tesbitler oldu.
?Yani?
Oda şu.TC bürokrasisinde, her
kesiminde APO ya sempati duyan kişiler oldu. Militan demiyorum.Sempati duyan diyorum.Bunlar ibre ne tarafa dönerse o
tarafa döndüler.Baktılar APO güç kazanıyor APO tarafına yöneldiler,güç
kaybediyor.İbre gibi bir oyana bir bu yana sallandı gitti. Benim nazarımda
kararsız adam kararlı adamdan çok daha
tehlikelidir.Çünkü hiçbir şeye yaramayan hainliğe yakın bir konumdadır.Zaten
Apo ile örtülü savaşta bizim en büyük
zaafiyetimiz devlet bürokrasisindeki bu
kararsızlardan ve sempati duyanlardan geldi.Bunların tesbiti dediniz.Bunların
tesbiti yapıldı. Tesbit edildi.İstihbarat bilgileri arasında bunlar var.Telefon
görüşmeleride var her türlü şeyi de var.Kimler para verdi.Hatta hangi sanatçı
hangi müteahit ne verdi bunlar var.
-Neden bunlar mahkeme önüne
çıkarılmadı?
-Bunları bu kadar dallandırıp
budaklandırdığınız zaman da işin içinden
çıkılamaz biraz olayı toparlamak lazım.
Onun için birazda lokalize ederek işi
yürüttüler.
-Bu arada APO bazı isimler
verdi.Medya büyük gürültü kopardı .Buna nedersiniz?
-Apo sayın Erbakan ve Özal’ın ismini
veriyor.Veriyor da ne yapıyor.Özal ile Celal talabani vasıtası ile konuştum.
Konuştun da ne konuştun kardeşim.Sana ne dendi sen ne cevap
verdin.Belki çok iyi niyetlerle çok iyi bir mesaj verilmiştir.
Belki
bunun sonu yok ,bırak mesajı verilmiş de olabilir. Bundan da tabi bir
şey olamaz. Kan ve mal kaybını önlemek için iyi adım atılmış. Ama netice
alınamamış bu belli.
-Bundan sonra ne olacak?
-Adam ne diyor? Adam bir takım
siyasal açılımlardan bahsediyor.Atatürk millliyetçiliği diyor.Anayasal
milliyetçilik.Anayasal vatandaşlık diyor.Tüm bunlardan Osmanlının
toparlayıcılığı,örtücülüğüne vurgu yapıyor.Biliyorsunuz Osmanlının
toparlayıcı,her kesi kucaklayıcı yapısı
kaldırınca adeta tüm unsurlar
açıkta kaldı.O Osmanlı şemsiyesi
kaldırılınca herkes ortada kaldı. Eskiden Osmanlı meclisi mebusanındaki
milletvekillerine sorduğunuzda Rumu ,Arabı ,Ermenisi Türkü ve Kürdü osmanlıyım
diyordu.Bu Neye benzer .Bu gün ABD
kongresindeki senatöre
sorduğunuzda Amerikalıyım demesi gibidir.Adam ben ispanyol,İngiliz vs demiyor
Amerikalıyım diyor.Ortak nokta Amerikalılık.
Ben birine nerelisin diye sordum hala unutmam bana
nerelisin deme dedi.”Ben Amerikan uygarlık ve refahını paylaşan mutlu bir amerikalıyım” dedi.İşte Amerikan vatandaşlığı
sadece bun adayanıyor.Başka bir şeye dayanmıyor.
Bu ne demekir eğer Amarika
uygar olmasa veben mutlu olmasam amerekan vatandaşı değilim ve
Amerikalıyım demeyeceğim demettir.Bunlar olmasa adam irlandalı veya ispanyol
köklerini arayacak onunla kendini ifade edecek.
Üzülrek söylüyorum bu kadar etnik
kökenli insanlar var.Biz bayramlarda büyüklerimizin elini öperiz.Eğer kürt
bayramlarda Türk babanın elini öpmüyorsa demek ki fakir babanın eli öpülmüyor
demektir.Çünkü ABD’linin dediği gibi onun Türkiye den bir mutluluğu paylaşacağı bir şey göremiyor demektir. Fakir
devletin mutlu adamı olmuyor.Memuruda mutlu değil.Haliyle mutlu olan kimse yok.
Ancak siz Güney doğuyu Paris
yapsanızda APOya özenenler çıkacaktır
.Bu günkü deyimi ile terör eylemlerine devam edeceklerdir. Ancak bataklığı
kurutmuş olursunuz.Birde o bölgede aşiret sistemine bakmak gerekir .Adamın her
türlü otoritesivar.Sanki küçük bir devlet .Aşiretin tek eksikliği para basmamış
olmaktır,Yargısı ve egemenliği kendine göre .Bunu değiştirmek gerekir.Kendi
nufuz bölgesi var.Devlet o nufuz alanına girdiği zaman onunla çatışıyor ve
sıfırlıyorsun.Onun için o
aşiretteki her hangi bir kişi gibi
oluyor.O her hangi bir kişi olmayı hazmedemiyor. Sadece rahat olan aşiretin üst
düzeyi ,Onların dışındaki fakir fukara çocukları ben sana gösteririm diye dağa çıkıyor.Kolay
kolay aşiretağaları PKK içinde yer almamıştır.
TELE -KULAKTA BÇG İŞİ
-Birazda son günlerinde Tüm ülkeyi
sarsan Tele_Kulak olayına girmik istiyorum.Siz bu konunun bir uzmanı olarak
nasıl değerlendiriyorsunuz?
-
Tele _Kulak
skandalı Bir yetkinin su istimalidir.Bu gün Mit ve Emniyetin elinde ileri
teknoloji ile donatılmış aygıtlar var ise bu sadece ve sadece Türkiye’nin
yüksek menfaatleri için oparasyonlarda
kullanılması gereken donanımlardır.
-
Siz devletin
yüksek menfaati için mi , yoksa BÇG gibi bir
çalışmanın gereği olarak dinleme yapıldığını düşünüyorsunuz?
-Bazı yetkililer diyor diyor ki”sisteme girilmiştir ama dinlemek
için değil denetlemek içindir “. Şimdi dinleyenlere soruyorum :size
Cumhurbaşkanını denetleme emrini kim verdi.Bir partinin başkanını ki bana göre tüm parti başkanlarının hepsi eşit konumdadır veya bir
milletvekilinin telefon sistemine girilerek dinlenmesini haydi size birileri
söyledi. Bu bilgileri kime aktarıyorsun?.Bu bilgilerin öğrenilmesi devletin
yüksek menfataleri için yapılan bir operasyonun gereğimi dir.?Bu adamlar
devlete ihanet ettiler de bir süphe varda bir oparasyon içinde bunu
yapıyorsunuz?
“Yok merak ettik de dinledik” bununla
geçiştiremezsiniz.Size bu görevi kim verdi?
-Anlıyorum.Adres belli demek
istiyorsunuz.Eskiden hep MİT dinliyor denirdi şimdi neden emniyet?
-Çünkü emniyetin elindeki elektoronik
aygıtlar son model cihazlar.
ÖZEL HİZMET SUNMA MERAKI
-Bu işler yasalara rağmen nasıl
oluyor?
Türkiyede bizim bazı yetkililerimiz, siyasiler kendilerinden bir
hizmet talep etmeden bazı özel hizmetlere talip olurlar. O andan itibaren iş
yozlaşıyor. Özel hizmet sunmaya başlıyor. Misal: Bir ara kendisine bir Akit’i dinlesene deniyor. O
da “Emredersiniz efendim” diyor. Birde Ahmeti, Mehmedi dinle tamam
diyor.Sonrada özel hizmet sunma merakı bitmiyor. İnşallah bundan sonra bir takım kişiler özel hizmet sunmak için bir
yerlere getirilmez.Özel hizmet sunmak isteyinlerin bu hizmetinden yararlanmak
istemeyen kaç kişi vardır?İstemem yan cebime koy der.
TELE- KULAK ‘I DA CIA
DİNLİYOR
-Yalnız bir korkumu söyleyeyim
Yazılımı ABD den alındığı için bizim burda ki bilgi sayar ekranında görünne her
hangibir bilgi anında NSA da ekranında olabilir.Yani biz dinliyoruz diyenler bunu gözardı
etmemeliler sadece kendilerinin bildiğini sandığı bilgiler Waşşington daki
ekranada yansır.Başka ben ne söyleyeyim.
- Küçük kulakları da büyük kulak dinliyor diyorsunuz.Çok
teşekür ederiz efendim.
Ben de teşekür ederim.
Röportajın fotoğrafları Hasan
Karakaya Beyin E- mailine “Gökdeniz
“kodu ile geçilecek
///////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////
Her şey BÇG’yi gösteriyor. Bütün yollar” büyük kulak” CIA’ya çıkıyor....!
Tele kulak skandalı için Emniyet İstihbaratının kurucusu Ergün Gökdeniz’den şok açıklamalar...!
Tüm Türkiye’yi sarsan
“Tele kulak”olayını BÇG ‘mi
yaptırıyor? ..Bu Gücü Kimden Aldınız? Sorularına Gökdeniz
açıklık getiriyor.
Gökdeniz: “ Bu bir yetkinin
suistimalidir....Emniyetten deniyor ki sisteme girilmiştir. Ama dinlemek için
değil, denetlemek için girilmiştir. Peki siz bunu hangi hakla yapıyorsunuz.
Müessese ve kişileri siz nasıl denetlersiniz. Cumhurbaşkanını denetleme emrini size kim verdi. Bence tüm partiler eşittir ama herhangi bir parti lideri veya herhangi bir milletvekilinin sistemine girdiniz. Peki bu bilgileri kime aktarıyorsunuz?
Bu bilgilerin öğrenilmesi devletin yüksek menfaatleri için midir? Hukuki alt yapısı hazırlanmış bir operasyon mudur? Bu adamlar devlete ihanet mi ettiler? Bir şüphe mi vardı da, bir operasyona girdiniz? Bir operasyon başlattınız? Veya “biz merak ettik de dinledik” diyemezsiniz? Bununla geçiştirilemez. Bunun arkasında mutlaka birileri vardır. Bir hedefe yöneliktir. Yoksa kendiliğinden olan bir şey değildir.”
Gayesi özel hizmet
sunmaktır. Peki kime sunuluyor bu hizmet?
Gökdeniz “Siyasilerimiz kendilerinden
bir şey talep etmeden bazı kişiler bazı özel hizmetlere talip olurlar. O andan
itibaren iş yozlaşıyor. Derhal özel hizmet sunuyor. Sonra bir ara diyor ki...
filancayı dinleyin... emredersiniz efendim.
Şunu da dinleyin
.....Emredersiniz efendim. Bazan
iktidarlar ve güç odakları bazı yerlere kendilerine yakın isimleri
getirerek bu şekilde özel hizmet almak
istiyorlar. Özel hizmet sunma merakınız olduğu zamanda soruyorum size özel
hizmet sunmak isteyen kişinin özel hizmetlerinden yararlanmak istemeyen kaç
insan vardır?” diyerek zaman zaman bu işe siyasilerinde girdiğini söylüyor.
Her yol CIA’ya çıkıyor...!
Gökdeniz”Emniyetin cihazından sizin
şifrenize girildiği ve ekranda görüldüğü zaman, bilgisayardaki yazılım
nedeniyle ABD deki pentagon veya National Cekullery Ejansıy (NCE)’nin
Washington DC’deki bilgisayarında anında görülebilir. Çünkü yazılım oradan
alınmıştır. Başka ne söyleyeyim. “diyerek konunun içerdeki bir takım odaklarla
sınırlı olmayıp CIA’ya kadar uzannan bir zincirin halkası olduğuna dikkat
çekiyor.
Şavaş hemen
şimdi ayrıl........!
Bir tarafta emniyet içinde görevden alınmalar yaşanırken diğer yandan “tele kulak” ile elde edilen bant kayıtları FP kapatma davasına delil olarak Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş tarafından Anayasa Mahkemesi’ne sunuldu. Vural Savaş Meclis tarafından “ihaleye fesat karıştırmaktan”düşürülen ANASOL –D hükümetinin Devlet Bakanı Güneş Taner hakkında ortaya çıkan kasetler için” ahlak ve hukuk dışı “ nitelemesi yapmışken kendisi aynı işin içine girdi ve hala makamını koruyor. Bu hukuk skandalı karşısında kamuoyu ve siyasi çevreler Vural Savaş’tan onurlu bir davranış bekleyerek istifa etmesini istiyorlar.
Necati Çavdar/ ANKARA
“Tele- kulak’ skandalında
gözler BÇG ye çevrildi... Bütün yollar” büyük kulak” CIA’ya çıkıyor.
Tele Kulak diye adlandırılan Başbakan, Genelkurmay, Erbakan dahil çeşitli kişi ve kurumların telefonlarının dinlenmesi tüm Türkiye’yi sarstı. Öyle bir sarstı ki ne hükümet proğramı, ne güven oylaması ne de bütçe kanun tasarısı konuşuluyor. Hepsini gölgede bırakarak gündeminin birinci sırasına oturdu.
Şavaş hemen şimdi ayrıl........!
Bir tarafta emniyet içinde görevden alınmalar yaşanırken diğer yandan “tele kulak” ile elde edilen bant kayıtları FP kapatma davasına delil olarak Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş tarafından Anayasa Mahkemesi’ne sunuldu. Vural Savaş Meclis tarafından “ihaleye fesat karıştırmaktan”düşürülen ANASOL –D hükümetinin Devlet bakanı Güneş Taner hakkında ortaya çıkan kasetler için” ahlak ve hukuk dışı “ nitelemesi yapmışken kendisi aynı işin içine girdi ve hala makamını koruyor. Kamuoyu ve siyasi çevreler Vural Savaş’tan onurlu bir davranış bekleyerek istifa etmesini istiyorlar.
“Tele kulak” skandalını Emniyet İstihbaratının Kurucusu Emekli Vali Ergün Gökdeniz, Necati Çavdar’ın soruları ile Yeni Dönem’e yorumladı ve dinlemeyle ilgili ayrıntılı bilgiler verdi.
Bir Yetkilinin Suistimalidir
Yeni Dönem -Sayın Gökdeniz Türkiye’yi
sarsan “Tele kulak”la ilgili olarak sizin uzman olarak görüşlerinizi almak
istiyoruz.?
-Bir yetkinin suistimalidir. Yani
bugün Emniyetin, MİT’in elinde ileri teknoloji ile donatılmış aygıtlar var ise
bu sadece ve sadece Türkiye’nin yüksek menfaatleri için kullanması gereken
operasyonlarda kullanması gereken elektronik donanımlardır.
BÇG ‘mi yaptırıyor? Bu Gücü Kimden
Aldınız?
-Basına yansıyan ve
emniyetteki görevden almalarla görülüyor ki herkes dinleniyor, bunu kim adına yapıyorlar?
-Evet. Emniyetten deniyor ki sisteme
girilmiştir Ama dinlemek için değil.
Denetlemek için girilmiştir. Peki siz bunu hangi hakla yapıyorsunuz.
Cumhurbaşkanı, başbakanı ve genel kurmay gibi müessese ve kişileri siz nasıl
denetlersiniz. Cumhurbaşkanını denetleme emrini size kim verdi. Bence tüm
partiler eşittir ama herhangi bir parti lideri veya herhangi bir
milletvekilinin sistemine girdiniz. Peki bu bilgileri kime aktarıyorsunuz?
Bul bilgilerin öğrenilmesi devletin
yüksek menfaatleri için midir? Hukuki alt yapısı hazırlanmış bir operasyon
mudur? Bu adamlar devlete ihanet mi
ettiler? Bir şüphe mi vardı da bir operasyona girdiniz? Bir operasyon
başlattınız? Veya biz merak ettik de dinledik diyemezsiniz? Bununla
geçiştirilemez. Bunun arkasında mutlaka birileri vardır. Bir hedefe yöneliktir.
Yoksa kendiliğinden olan bir şey değildir.
Zaman zaman gazetelerde yazılar
çıkıyordu. Tüm telefonlar dinleniyor diye. Çünkü dinlenmeyen politikacının
kalmadığı anlaşılıyor.
Gayesi özel hizmet
sunmaktır. Peki kime sunuluyor bu hizmet?
-Olay bu kadar vahim ama
niçin oluyor?
-Emniyet siyasallaşıyor deniyordu.
Emniyet teşkilatı, bizim polisimiz ama siyasilerimiz kendilerinden bir şey
talep etmeden bazı kişiler bazı özel hizmetlere talip olurlar. O andan itibaren
iş yozlaşıyor. Derhal özel hizmet sunuyor. Sonra bir ara diyor ki...filancayı dinleyin...
emredersiniz efendim. Şunu da dinleyin .....Emredersiniz efendim. Bazan iktidarlar ve güç odakları bazı yerlere
kendilerine yakın isimleri getirerek bu
şekilde özel hizmet almak istiyorlar. İnşaallah bu dönemde de yine bir takım
kişiler özel hizmet sunma hevesinde olmasınlar diye düşünüyorum.
Eğer, yine aynı kafayla gidilirse
ki bunu önlemeniz mümkün de değil. Özel
hizmet sunma merakınız olduğu zamanda soruyorum size özel hizmet sunmak isteyen
kişinin özel hizmetlerinden yararlanmak istemeyen kaç insan vardır?
İstemem yan cebime koyuver. Mutlaka
isteyecektir. Ve arkası gelir.
Her yol CIA’ya çıkıyor...!
- Eskiden hep MİT dinliyor denirdi.
Şimdi Emniyet dinliyor deniyor. Sizce sebebi nedir?
-Emniyetin elinde elektronik cihazlar
yeni ve modern olduğu için bunlar orada daha çok oluyor.
-Peki bu bilgiler sadece içerde mi
kalır. Yoksa başka yerlere uzanır mı?
- Tabi ki sadece içerde kalmaz.
Şunuda belirteyim bu işi yapanlar çoğu kez
ulaştıkları bilgiler kendileri ile sınırlı zanneder. Burada bir korkumu
söyleyeyim. Emniyetin cihazından sizin şifrenize girildiği ve ekranda görüldüğü
zaman, bilgisayardaki yazılım nedeniyle ABD deki pentagon veya National
Cekullery Ejansıy (NCE)’nin Washington DC’deki bilgisayarında anında
görülebilir. Çünkü yazılım oradan alınmıştı. Başka ne söyleyeyim.
-Sayın Gökdeniz
söyledikleriniz çok önemli ip uçları veriyor. Peki insanlar hangi metodlarla
dinlenir?
-Bunun için çeşitli metodlar vardır. Bunun başında da taşınması ve
yerleştirilmesi kolay olan “Bak” argo anlamı ile “böcek”denen minik nesneler gelir. . Bunlar güneş
pilleri veya uzun ömürlü pillerle ama az
enerji sarf eden küçük mikrofondur. Bunlar özelliklerine göre bir, üç, 10 km.
gibi veriş güçleri veya sahaları vardır. Bu cihazlar kolaylıkla elektronikte gelişmiş
firmalar tarafından her yerde ve sınırsız olarak satılmaktadır. Bunları dileyen
istediği yerden temin edebilir.
-Bunlar nereye konuyor?
-Elektronik istihbaratta dinlenmek
istenen bir yerden tam 144 yer vardır. Dinlenme yapılacak yerin 144 önemli yeri
vardır. Dinlenme yapılacak bu yerin 144 noktasına değil de, yeteri kadar bir
yer ve sayıda konur. Ancak kesinlikle bir tane konmaz da mutlaka birden fazla
üç, beş gibi noktalara konur. Birisi arızalandığı veya bulunarak imha edildiği
zaman diğerleri, yayınına devam eder.
-Bu “bak” lar nasıl
tespit edilir?
-Bu böceklerin tesbit edilmeleri
mümkün ama hiç tesbit edemediğiniz böcekler de var.
Diğer cihazlara gelince cinsine ve
kullanış gayesine uygun olarak
hacimleri daha büyük olan
cihazlardır. Bunlar çok kere sabit yerlere kurulur. Dinleme ve kayıt oralardan
yapılır. Bunlar çok özel cihazlar olup ithal edilirler. İthalleri v
denetimleri hükümetin iznine tabi
cihazlardır.
Emniyetin elindekiler hükümetin iznine tabi
olarak ithal ediliyor. Dolayısıyla bunların kullanımları da devletin
denetimindedir. Görülüyor ki devlet içinde belli güçler bunları özel hizmet
sunmak için kullanıyorlar.
-Bir de yine özellikle
gazeteci Fehmi Koru ve Nazlı Ilıcak’ın konuşmaları ile Cep telefonlarının
dinlenmesi gündeme geldi. Bunların dinlenmesi veya kaydı nasıl oluyor?
-GSM denen cep telefonların
dinlenmesi için şifresinin çözülmesi gerekiyor. Bunun için de “decoder” denen
şifre çözücüye ihtiyaç var. Şu bir gerçektir ki dünyada çözülmeyecek şifre
yoktur.
Yapılmışsa kesinlikle çözülecektir.
Bu cihazlar kapalı ve siz konuşmazken de sizin konuşmalarınız GSM’lerdeki
akıllı kartların şifresine girerek bir şekilde alınabilir. O nedenle cep
telefonları kapalı ilken şayet bataryası veya enerjisi kesilmemişse
dinlenebilir.
ABD’de Ulusal Güvenlik Kuruluşu denen (NCE)’de her türlü dinlemeye girecek aygıtlar mevcuttur. Yeni geliştirilen tekniklerle her türlü konuşma ve resim elde edilebilmektedir. Bunlara misal olması için anlatıyorum. Bir CIA görevlisinin duble ajan olduğu tesbit edildi. CIA ve FBI bu görevliyi takibe alarak FBI bu adamın bilgisayarına girdi. Bilgisayarından yayılan enerjiyi özel bir aygıtla çekerek, bu elektromanyetik dalgalar analiz edilerek kelimeler haline getirilip karakterize edildi. FBI bu ajanın bilgisayarına depolayarak karşıya verdiği tüm bilgileri alabildi.
::::::::::::::::::::::
GÖKDENIZ “ IDDİALAR SAÇMA”
Emniyet
İstihbaratın Kurucusu Mardin eski
Valisi Ergun Gökdeniz , internette site açarak
Aydınlık gazetesi ve Hanefi Avcı hakında açıklamalarda bulunduğu iddia
edilen MİT Kontrterör Dairesi Eski Başkanı Mehmet Eymür’ün söz konusu
iddialarını “saçma bulduğunu” söyledi.
YA
PERİNÇEK KULLANIYOR YADA
Doğu
Perinçek için, Eymür’e ait olduğu söylenen “
Türk Hizbullah terör örgütünü kuranların
yayın organlığını yapan Aydınlık
gurubunun başı Doğu Perinçek..”
iddialarını Gökdeniz “saçma” olarak
niteledi. Gökdeniz ”Doğu Perinçek kim?
Dün Marksist ve Maocu idi. Şimdi
Kemalist olduğunu söylüyor ve sanki ülkede iktidardakiler Kemalist
değilmiş gibi. O nedemekse “Kemalist devrim güçlerinin iktidarını “ istiyor.
Doğu Perinçek yazdığı yazıları ve kullandığı belgeleri kimden alıyor? Bu adama bunları birisi veriyor. Perinçek
bunları nereden alacak ya Emniyet ya da MİT
verecek. Kim kimi kullanıyor belli değil.Ya Perinçek MİT’i kullanıyor,
ya da MİT , Perinçek’i kullanıyor”dedi.
HİZBULVAHŞETTE POLİS YOK
Gökdeniz,Hizbullah’ın
PKK’ya karşı emniyetin kurdurduğu konusundaki iddiaları ise” Hizbullahı Hanifi Avcının kurduğu konusundaki iddiaları saçma buluyorum. Hizbullah
konusunda komplo teorileri üretiyorlar.Ancak teorileri tersine çalıştırıyorlar.
Hizbulvahşet konusunda Polis ‘Bunu
ortaya çıkarmanın bütün şerefi bize ait ‘diyor. Öyleyse kendisinin kurup
geliştirdiği şeyi emniyet niçin
kendi ortaya çıkarsın?
Eğer olayı MİT ortaya çıkarsaydı bu yaklaşımın bir
mantığı olurdu.Ancak şu andaki gelişmeler bu düşünce ile çelişiyor.”diyerek
“Hizbullalhın ortaya çıkması iç güdüsel
olarak gelişmiştir. PKK’ya karşı savunma
duygusuyla ortaya çıkan bu hareket bölgedeki PKK ile mücadele edenler tarafından önce
hoşgörü ile karşılanmış olabilir. Nasıl olsa PKK ‘ya karşılar diye dokunulmamış olabilir.
Zaten bölgede legal korucu sistemi
varken niçin emniyet illegal bir koruculuk sistemi geliştirsin?
Bunlar PKK
ile mücadele etlilerde Karayılanı’ımı öldürdüler. Şemdin Sakık’ı mı getirdiler.
Bunların hiç biri PKKlıları öldürmemiştir.”diyerek örgütün PKK’ya karşı bir
faaliyeti olmadığını söyledi.
HİZBULVAHŞETİN
GAYESİ PARA
Gökdeniz
”Hizbullah daha doğru ifade ile
Hizbulvahşeti örgütlü suç amaçlı
faaliyetler olarak değerlendirmek gerekir.
Bu örgüt mafyalaşmanın bir başka adıdır. Örgütün lideri Velioğlu hicret edin diyor. Hiçret nedir? Göç demektir... Peki göç edenler nereye gidiyor? İstanbul, İzmir, Ankara, Antalya gibi rantı yüksek ve paranın olduğu illere...Velioğlu’nun konuşmak için İstanbul’a geldiği düşünülemez. Mafyalaşmanın geleneği vardır. Doğu’da biraz palazlananlar hep batıya gelir ve buralarda rant kaynaklarını ele geçirmeye çalışırlar. Velioğlu ve tayfasının hedefleri de hep galericiler vs .Neden galericileri seçiliyor. Bunlar Almanya’dan falan hırsızlık arabaların parçalarını satıyorlar. Kara para ile uğraşıyorlar onun için de bu mafyacalar onun peşine düşüyorlar. Yani hedefleri para ve paralı şahıslar. Hiç PKK’ lı olduğunu söyleyenleri öldürdükleri var mı? Onlar rant peşindeler.”diyerek Hizbulvahşetin gayesini ortaya koydu.
ONU
ANLATAMAM
Hizbulvahşet
olaylarının lideri olduğu öne sürülen
Hüseyin Velioğlu’nun ailesini
eski Mardin valisi olması nedeni ile yakından tanıdığını söyleyen Gökdeniz”Bu
insanların sülalesini tanırım. Bazılarının akrabaları ile tanışırım. Ben Mardin
valisi iken içlerinde il genel meclisi
üyeleri olanlar vardı. Bu süklüm püklüm insanlara ne oldu da o kadar büyüdüler. Soruyorum ne olmuşta bu insanlar büyümüş? d Hizbullahı
Hanifi Avcının kurduğu konusundaki
iddiaları saçma buluyorum.
iye orarak
arkasındaki güce dikkat çekti. Zaten medya olarak Hizbulvahşeti büyüten
gücün aydınlığa çıkması için
soruyoruz.Peki efendim ne oldu da
büyüdüler? Şeklindeki sorumuza ise Gökdeniz”Onu burada anlatamam.”diyerek cevapladı.
Necati Çavdar-ANKARA
//////////////////////////////////
Çorum Belediye Başkanı Prof. Dr. Arif Ersoy , Fazilet Partisi’nin 18 Nisan seçimlerinden önce ve sonrasında takip ettiği politikalar konusunda Yeni Dönem’e şok açıklamalar yaptı.
OY KAYBINDA PARTİNİN KENDİ HATALARI ÇOK OLDU
Arif ERSOY : Milletvekili seçimlerinde Fazilet Partisi’nin aldığı olumsuz neticeyi oransal olarak söylersek; benim kanaatime göre dış etkilerden çok iç etkenlerin payı daha fazladır.
Tahmin ediyorduk ki; parti bu 28 Şubat
sürecini lehte kullanır. Konjonktür bu
duruma çok çok müsaitti. 28 Şubat süreci iyi değerlendirilse
idi olumlu neticeler alabilirdi.
Bu düşük neticenin alınmasında ben
dış etkenleri % 20 olarak sayıyorum. % 80’i ise partinin kendi içinden
kaynaklanan etkilerdir.
Her şeyden önce partinin
söylemlerinde sıkıntı oldu. Geçmişteki söylemler bir tarafa atıldı. Ama onun
yerine yenileri konamadı. Tabanın alışık olduğu söylemler terk edildi. Fakat
yerine de yenileri geliştirilip konulmadığı için partinin tabanı ve yerel
bazdaki yöneticileri halka ne söyleyeceklerini tam olarak ortaya koyamadılar.
Siz bir denbire onların önüne hiç çözüm getirmeyen sloganları korsunuz.
Bunlarla onları tatmin etmemiş olursunuz ve o kitlenin kendilerine güvenlerini
sarsmış olursunuz. Özellikle partinin öncü kısmı, yönetici kısmı bu konuda
yeteri kadar güvence veremedi. Halkı harekete getiremedi. Biliyorsunuz.
Seçimlerden önceki heyecan, güven ve geleceğe olan ümitle orantılı olarak
artar.
PARTİ YÖNETİMİ “GÜVEN VE ÜMİD VEREMEDİ”
Yeni parti proğramı gereken “güveni,
çözümü ve geleceğe olan ümidi” veremedi. Mutlaka seçimden önce heyecan olması
gerekir. Heyecanda “güven, çözüm ve ümide” bağlıdır. Bu üç konuda yeterli
davranılamadı.
Hep ne olmadıklarını anlatmaya
çalıştılar. Ne olduklarını anlatmalı idiler.
FP nedir? FP hareketi ne istiyor,
nasıl bir Türkiye istiyor, nasıl bir demokrasi istiyor? Bu soruların cevapları
net, açık bir şekilde ortaya konması gerekir.
PARTİDE PARTİ İÇ
İDEMOKRASİ YOK
FP’nin tabanı ile tavanı arasında
yeterince bir diyalog sağlanamadı bu önemli idi. Bu parti içi demokrasidir.
Taban ne istiyor, tavan ne söylemek istiyor. Bu anlatılamadı ve partinin üst
düzey yöneticileri tabanın genel eğilimlerini listelerine yansıtamadı.
Yansıtamayınca kendileri de tabana anlatmak istediklerini yansıtamadılar.
Necati Çavdar / ANKARA
Yeni Dönem: Kamuoyu yoklamalarında FP’nin % 25’in üzerinde bir netice alacağı görülüyordu. Ancak beklenen neticenin yerel yönetimlerde alındığı ve genel yönetimlerde alınamadığı ortaya çıktı. Siz bu sonucu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Arif ERSOY : FP yeni bir parti.
Yalnız, FP’nin dayandığı dünya görüşü ve hareket yeni değildir. Son otuz yıllık
bir hareketin ve anlayışın devamıdır. Yani Türkiye Cumhuriyeti yeni bir
devlettir, ama Osmanlı devletine dayanmıyor demek yanlış olur. Bu nedenle FP de geçmişteki birikime dayanıyor. Parti
olarak yeni bir partidir.
Doğrusu FP’nin bu seçimlerde % 23-24
dolayında oy alacağını tahmin ediyorduk. 98 sonları ve 99’un ilk aylarında
yapılan anketler bunu gösteriyordu. Bu tahmin, mahalli seçimlerde doğru çıktı.
Mahalli seçimlerde % 23 küsür oy alındı. Bunun sebebi de şudur: Halk, mahalli
düzeyde FP anlayışını denedi, yapılanları gördü. Aşağı yukarı tahminlere yakın
bir sonucu aldık.
Genel seçimlerdeki düşüşü biz dahili
ve harici nedenlere bağlıyoruz. Yani parti içinden ve dışından kaynaklanan
nedenler var.
OY KAYBINDA PARTİNİN KENDİ HATALARI ÇOK OLDU
Yeni Dönem: Sizce nedir
bunlar?
Arif ERSOY : Milletvekili
seçimlerinde alınan olumsuz neticeyi
oransal olarak söylersek; benim
kanaatime göre dış etkilerden çok iç
etkenlerin payı daha fazla. Dış etken olarak, 28 Şubat sürecinin yaşanması
etkili oldu. FP, 28 Şubat sürecini lehte kullanabilirdi. Bu tarihimizde böyle
olmuştur. Toplumumuzun kültürel yapısı böyledir. Yani, CHP’nin 1946’daki
baskıcı zihniyetine karşı 14 Mayıs
1950 tepkisi ortaya çıkmıştır. Halk,
dayatmalara karşı bir reaksiyon ortaya koymuştu. 1960’dan sonra Adalet Partisi’nin,
80’den sonra ANAP’ın ortaya çıkması da
böyledir. Tahmin ediyorduk ki; parti bu 28 Şubat sürecini lehte kullanır. Konjonktür bu duruma çok çok
müsaitti.
Seçimlerden önce yolsuzluklar
nedeniyle düşmüş bir hükümet sözkonusu idi. Ülkede uygulanan antidemokratik
uygulamaların toplum üzerindeki olumsuz etkileri vardı. Nitekim CHP, 28 Şubat
sürecinin gereği olarak barajın altına
düşmüştür. Dolayısıyla 28 Şubat süreci
iyi değerlendirilse idi olumlu neticeler alabilirdi.
Genel seçimlerde düşük oy almamızın
bir diğer nedeni de partinin sürekli kapatılma tehdidi altında bulunmasıdır.
Bu düşük neticenin alınmasında ben
dış etkenleri % 20 olarak sayıyorum. % 80’i ise partinin kendi içinden
kaynaklanan etkilerdir.
Yeni Dönem : FP’nin kendi içinde hangi faktörler, seçimlerde
düşük netice almanıza neden oldu?
Arif ERSOY : Parti, 28 Şubat
sürecinin getirdiği konjonktürü iyi değerlendiremediği için, yeni duruma
kendini adapte edemedi.
Her şeyden önce partinin
söylemlerinde sıkıntı oldu. Geçmişteki söylemler bir tarafa atıldı. Ama onun
yerine yenileri konamadı. Tabanın alışık olduğu söylemler terk edildi. Fakat
yerine de yenileri geliştirilip konulmadığı için partinin tabanı ve yerel
bazdaki yöneticileri halka ne söyleyeceklerini tam olarak ortaya koyamadılar.
Bir de, 28 Şubat süreci çözümsüzlüğü
ortaya koydu. Bir bakıma geriye gidişti. Toplumların ileriye gidişi özgürlük ve
demokrasiyle orantılıdır. Toplum ne kadar özgürleşirse, ne kadar
demokratikleşirse, ne kadar katılımı artarsa topluma yeni gelişme ve dinamizm
getirir. Sanayi inkılabından beri tüm toplumlarda bu böyle olmuştur.
Eğer toplum daha özgürleşiyor, daha
üretken ve atılımcı oluyorsa bunda gelişme olur. Baskı ve dayatma toplumları
durdurur, statikleştirir, geriye götürür. Dolayısıyla 28 Şubat süreci bir
bakıma Türk toplumunu geriye götüren bir süreçtir.
Bu süreçten en olumsuz etkilenen
parti FP oldu. Dolayısıyla partinin demokrasi, katılımcılık , ekonomik ve
sosyal sorunların çözümünde daha net ve açık görüşlerinin olması gerekirdi.
Parti, belki kısa zaman içinde kendini toparlayarak çözümler üretemedi. Halbuki
bizim tabanımız diğer partilerin mevcut çözümlerini bilen ve o çözümlerin
çözümsüzlük olduğunu anlayan bir tabandır.
Siz birden bire onların önüne hiç
çözüm getirmeyen sloganları korsunuz. Bunlarla onları tatmin etmemiş olursunuz
ve o kitlenin kendilerine güvenlerini sarsmış olursunuz. Özellikle partinin
öncü kısmı, yönetici kısmı bu konuda yeteri kadar güvence veremedi. Halkı
harekete getiremedi. Biliyorsunuz. Seçimlerden önceki heyecan, güven ve
geleceğe olan ümitle orantılı olarak artar.
PARTİ YÖNETİMİ “GÜVEN VE ÜMİD VEREMEDİ”
Yeni Dönem: Tabanın arzu ve
isteklerini genel merkez ve parti yönetimi karşılayamadı mı?
Arif ERSOY : Yeni parti proğramı
gereken “güveni, çözümü ve geleceğe olan ümidi” veremedi. Mutlaka seçimden önce
heyecan olması gerekir. Heyecanda “güven, çözüm ve ümide” bağlıdır. Bu üç
konuda yeterli davranılamadı.
Bir de bunu FP hareketinin geneli
olarak düşünmek gerekiyor. Hep ne olmadıklarını anlatmaya çalıştılar. Ne
olduklarını anlatmalı idiler.
FP nedir? FP hareketi ne istiyor,
nasıl bir Türkiye istiyor, nasıl bir demokrasi istiyor? Bu soruların cevapları
net, açık bir şekilde ortaya konması gerekir.
Parti içi Demokrasi Yok
Yeni Dönem: FP’de parti içi
demokrasinin olmadığını söyleyebilir miyiz? Bununda seçim neticelerine
yansıması olmadı mı?
Arif ERSOY : FP’nin tabanı ile tavanı
arasında yeterince bir diyalog sağlanamadı bu önemli idi. Bu parti içi
demokrasidir.
Biz bilgi çağına girdik. Bilgi
çağının özelliklerinden birisi şudur. Artık bilgi saklanan, bir karara
bırakılan, korunan bir şey değil. Bir nevi bütün insanlığın ortak malı haline
gelmiştir. Sürekli olmak elektronik hızla dünyaya kitle iletişim araçları, tv,
radyo, bilgisayar, internet sürekli bilgi aktarıyor. Dolayısıyla tabanla tavan
arasında bilgi akışkanlığında tıkanma oldu.
Taban ne istiyor, tavan ne söylemek
istiyor. Bu anlatılamadı ve partinin üst düzey yöneticileri tabanın genel
eğilimlerini listelerine yansıtamadı. Yansıtamayınca kendilerini de tabana
anlatmak istediklerini yansıtamadılar.
Diyelim ki bu küskünler hareketi,
seçimden çok az bir dönem içinde ortaya çıkmıştı. Burada parti üst düzey
yöneticilerinin amacı ve bu hareketi desteklemekteki gayeleri anlatılamadı.
Hatta partiye karşı olan medyanın
anlattıkları taban tarafından yankı buldu. Yansıdı ama partinin de dediği
ortaya konmadı. Dolayısıyla burada partinin üst düzey yöneticileri ile taban
arasında bilgi akışkanlığında kopukluk oldu. Tabandaki istekler yukarı
yansıtılamadı.
Parti Aşırı Merkeziyetçilik
Sergiledi
Parti ayrıca aşırı bir
merkeziyetçilik sergiledi. Bu fevkalade yanlıştı. Aşırı merkeziyetçilik sanayi
inkılabı öncesi sistemdir. Aşırı merkeziyetçi sistem demode olmuştu. Bu sistem
belki askeriyede uygulanabilir. Bu sistem sivil hayatta uygulanması fevkalade
yanlışlığa yol açar. Ve bilgi akışındaki olumsuzlukları ortaya çıkarır. Merkeze
yakın olanlar, merkezden çıkan bilgileri kendi anladıkları gibi tabana
yayarlar. Tabandaki arzuyu da, istemediklerini merkeze yansıtmazlar. Tabandaki şikayetleri,
olumsuzlukları merkeze olmuş gibi yansıtırlar. Bu da merkezi yanlış karar
almalarına yol açar. Dolayısıyla hem merkeziyetçi sistem partinin kitlelere
ulaşmasını hem de heyecanını azaltır.
Antidemokratik diyebileceğim belki
kendi partisine yönelik böyle insafsız bir eleştiri yapmış olurum ama,
merkeziyetçi sistem demokrasiyle zıttır. Aşırı merkeziyetçi sistemde demokrasi
gelişemez.
Türkiye’nin de bu gün en büyük
çıkmazı dünya üzerinde benzeri olmayan katı kurallı merkeziyetçi bir sistem
olmasıdır Ülke bunun için uluslar arası yarışta özlenen yeri alamamaktadır.
Özellikle düşünce ve demokrasi alanında geri sıralarda kalmıştır. Rahmetli
Özal, % 80’lerde ekonomide belli ölçülerde adem-i merkeziyetçiliği ön plana
çıkarmakta idi. Türkiye bugün dünya üzerinde ekonomide de çok geri kalmış bir
ülke olurdu. Ekonomide serbestlik, ekonomide dinamizme yol açtı. Ana tercihe
siyasette merkeziyetçilik çelişkileri ve çıkmazları artırdı.
Türkiye’de genel sistemdeki
merkeziyetçilik benzer şekilde bütün partilerde olduğu gibi bizim partimizde de
vardır.
Yeni Dönem: Partide lider
sultası mı var demek istiyorsunuz?
Arif ERSOY : Partide tek bir lidere, tek bir kişiye
yüklememek lazım. Bu merkeziyetçi yapının kendisi böyledir.
Parti Yönetimleri Polit Büro
gibi
Yeni Dönem: Yani sanki partilerin üst
yönetimleri tabiri caiz ise herşeye hakim bir “polit büro” olarak ortaya
çıkıyor.
Arif ERSOY : Belki o sert eleştiri de
bizim üslubumuza ters düşebilir ama Türkiye dünyanın en merkeziyetçi
ülkelerinden biridir. Bizim partimizde de diğer partilerde de, bizim partimiz
dersek haksızlık yapmış oluruz. Partilerimizde dünyanın en merkeziyetçi
partileridir.
Bizim tabanımız bilgi bakımından da
belli düzeye gelmiştir. Sorunların yerinde çözülmesini istiyor. Mesela burada
aday yoklamaları yapıldı. Ben o zaman yurt dışında idim. Taban diyor ki bizi
dinleyen sorunları eğilen insanları öne çıkaralım. Genel Merkez de tabii bu
doğaldır diyor. Ama geliniyor burada yoklama yapılıyor. Yoklamanın neticesi o
yörede açıklanmıyor, Genel Merkez’de açıklanıyor. Taban diyor ki; biz Genel
Merkeze güveniyoruz Ama neden sonuçlar burada açıklanmıyor. Genel Merkezin
dediği doğru idi ama burada açıklansa idi biz buna sahip çıkardık diyorlar.
Gerçi bu yoklama tarzı da tam demokratik
değildi ama olsun, neticeler burada açıklansın isteniyor.
Partimizin kaybetmesinin nedenlerini
şöyle açıklayabiliriz:
1- Partideki aşırı merkeziyetçilik.
2- Taban tavan arasında iletişim
eksikliği
Yeni Dönem: Peki burada
sormadan geçemeyeceğim. Taban il tavan arasında bir güvensizlik var mı?
Arif ERSOY : Merkeziyetçilikte
güvensizlik herzaman vardır. Yani merkeziyetçilik iknadan çok korkuya dayanır.
Halbuki demokrasi korkudan çok iknaya dayanır.
Türkiye Cumhuriyeti devletinde de bu
vardır. Vatandaşa güvenmiyor, vatandaşı serbest bırakırsak yanlış yapar diyor.
Bu fevkalade yanlıştır. Sosyolojik bir kuraldır. Toplum ne kadar serbest
bırakılırsa toplumun doğruyu ve makula gitme şansı daha artar. Toplumun ne
kadar merkezileştirilirse toplumun yanıltılma şansı daha da artar. Devletin
kendini güvende hissetmesi adem-i merkeziyetçiliğe bağlıdır.
Bunu ABD ikiyüz sene önce
keşfetmiştir. 1776 Anayasasında vardır. İngiltere’ye karşı devleti güçlendirmek
için adem-i merkeziyetçilik sistemini getirmişlerdir. Dolayısıyla bir devletin
gücü topluma güvenmekle olur. Devletin gücü silah ve askere bağlı değildir.
Öyle olsa idi dünyanın en güçlü devleti Sovyetler Birliği olurdu. Dünyanın en
güçlü ordusuna ve silahına sahipti, her taraftan kaleler gibi çöktü. Öyle
istihbarat teşkilatı var idi ki heryeri kontrol edebiliyordu. Kartondan
aslanlar gibi çöküşünün nedeni devlet hiçbir zaman halka güvenmemiştir.
Dolayısıyla güçlü devlet halkla bütünleşen devlettir.
Güçlü parti de tabana dayanan
partidir. Partinin heryerde teşkilatı olabilir, ama tabanla bütünleşmemişse
ufak bir sadme ile, sarsıntı ile gücü sarsılır.
Aslında biz geçmişte bu tabana çok
güveniyorduk. Partimizin kuruluşunda bir hata yaptık. Hatanın kaynağını tam
bulmuş değiliz. Şunu savunduk belki de “tabanın dediğini yaparsak sıkıntı olur”
Tabanın dediğini yapaydık ben inanıyorum ki % 27 oranında en az oy alırdık.
Yeni Dönem: Özellikle seçimlerden
önce bir kanaat dile getiriliyordu. Parti kendi büyüklüğünden çekiniyor. Daha
az sayıda milletvekili ile temsil parti için faydalı olur gibi bir düşünce
gerçekten var mıydı?
Arif ERSOY : Ben bir parti mensubu
olarak ve konuya iyimser bakan biri olarak benim bunu kabul etmem mümkün değil.
Hiçbir makul ve mantıki düşünen hiçbir parti yönetimi kendi partisinin
küçülmesini istemez.
Yeni Dönem: 28 Şubat sürecinin
getirdiği bazı sıkıntılar üzerimizde. Biz seçimlere ........... belirsiz
girelim de oy oranımız düşerse lehimize olur şeklinde bir düşünce olabilir mi?
Arif ERSOY : Bu söyleniyordu ben buna
şahsen katılmıyorum. Böyle bir şey yoktur. Varsa bu fahiş bir hatadır. Partiler
eğer iktidarı hedefliyorlarsa her an büyümeyi gaye edinmelidirler. İktidar
demek kitleler tarafından desteğinin artması demektir. Esas iktidar budur.
Efendim ben bir gurup insanlarla işbirliği yapayım, dolaylı yoldan iktidara
gelemim. Bu çok yanlıştır. İktidar, esas iktidar, halkın desteğidir.
Türkiye’de egemen güçler var.
Görünmeyen güçler var. Bence bunlar fazla bir anlam ifade etmiyor. Bunların
karşısında halkın desteği olmadığı için anlam ifade ediyor. Halkın desteğine
mazhar olursanız esas iktidarın kaynağı, güç sahibi halktır. Halk arasında ne
kadar çok taraftarınız olur ise o kadar iktidara yanaşırsınız. Türkiye’de böyle
bir halk desteği olmadığı için gizli güçlerden bahsediliyor. Yer altı
dünyasından başka şeylerden bahsediliyor. Şahsen ben böyle komplo teorilerine
fazla itibar etmiyorum.
Benim bakışım şudur. Eğer halkın
gücüne iktidarı dayandıramıyorsanız mutlaka o iktidar belli bir gurubun
denetimi altındadır. Bu gurup belki 500 belki 300 belki daha azdır. Buna
karşılık ülkeyi demokratikleştirmenin tek yolu geniş kitlelere dayandırmalı.
Geniş kitleler tarafından desteklenmenin yolu; fazla teorik de değil net, açık
v esamimi olarak söylemlerinizi ortaya koymaktır. Yani kitleler hiçbir zaman “Doğru” kitleleri
harekete geçirmek için en büyük güçtür. Onun için peygamberlerin ne parası
vardır, ne orduları vardır., ne organize güçleri vardır, ama peygamberler
yaşadıkları çağın doğrularını “yalın, net ve açık” bir şekilde kitlelere
anlatmışlardır. Önce bu gerçekler alay konusu olur. Sonra o gerçekler ambargoya
tabi tutulur. Sonra pazarlıklar konusu, sonrada tehdit konusu olmuştu. Ama
hiçbir zaman doğrudan taviz vermemişlerdi. Sonra da kitleler fevç fevç
peygamberleri takip etmişlerdir. Filozoflarda böyle olmuştu. Dolayısıyla benim
kanaatim bizim en büyük eksikliklerimizden birisi de söylemlerimizi net, açık
ve samimi bir şekilde ortaya koymamamızdır.
Yeni Dönem : FP kitlelerle
buluşamaması ve onlara yeniden ümit olmanın siz FP’nin ne yapmak istediğini
kararlı bir şekilde ortaya koymasına mı bağlıyorsunuz?
Arif ERSOY : Sadece FP için
demiyorum. Türkiye çok sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Tarih içinde bir çok
devlet kurulmuş,bir çokları çökmüştü.
Devletlerin çöküş belirtileri vardır.
Bu çöküş belirtilerinden ders alınarak gerekli dersler alınmazsa, devletin
çöküşü kaçınılmazdır. Bunlar sosyolojik tarihi olaylardır.
Türkiye’de yaşanan bugünkü hadiseler
adeta bir çözülme ve çöküş belirtileridir. Dolayısıyla bu meseleler a veya b
partisinin meselesi değil. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurtuluş
meselesidir. Hepimiz bu geminin
içindeyiz. Türkiye’de bu baskı, dayatma, haksızlık ve yolsuzluk bir çöküp
alametidir. Hangi parti olursa olsun bu gidişi durdurmalıdır. Bununda yolu
“net, açık, şeffaf” çözümler; kitlelere benimsetmektir. Yani Türkiye’yi
önümüzdeki 10 yıl içinde kurtuluşa götürmenin yolu Türkiye’nin
demokratikleşmesidir. Türkiye’de şeffaf, katılımcı bir demokratikleşme
sürecinin ortaya konmasıdır. Benim kanaatim 18 Nisan seçimlerinden sonra bunu
ortaya koyacak görüntüde hiçbir parti yoktur. Ancak bunu sağlayacak en büyük
potansiyel FP'’e vardır.
FP Yeniden Yapılanmalıdır
Yeni Dönem: FP bunu nasıl
başarabilir?
Arif ERSOY : FP şu noktada bir defa
kendisi yeniden yapılanmalıdır. Türkiye’nin yeniden yapılanmaya ihtiyacı var
ama. Bunu gündeme getirmek için bir siyasi parti ve hareketin kendisinden
başlaması lazım. Onun için Tansu hanımın bir ara II. Demokrasi hareketini
heyecanla işlemek istedik ama gördük ki konuşulanla yapılan aynı değil. Bülent
Ecevit’in savunduğu demokrasi ile uyguladığı aynı değil.
Mutlaka kitleler eylemleri il düşünceleri birbirini bütünleyen, önderlerin peşinden giderler. Kitlelerin tümünü kandırmanız mümkün değildir.
18 Nisan seçimlerinden sonra ortaya
çıkan tablo bir tehlikeyi ilan ediyor. Diyor ki ülkede tehlike var. Bu
tehlikeyi gidermek için proğramı net olan eylemi ile söylemi birbirini
tamamlayan bir harekete ihtiyaç vardır. Bunu kim çıkartırsa bu ilerde kârlı
çıkacaktır.
DSP’nin MHP’nin oylarındaki artış
diğer partilerin eylem ve söylemlerindeki çelişkilerden kaynaklanıyor. Kitleler
DSP ve MHP’ye belli ölçüde kredi verdiler ama bu yeterli bir kredi değildir.
Hala diğer partilere şu ikazda bulunuyor.
CHP’nin bu şansı kaybettiğine
inanıyorum. CHP’yi devre dışı bıraktı.
Ama diğer partilere özellikle FP’ye
şu mesajı veriyor. Sana bir şans daha veriyorum. Toparlan söylem ve eylemini
bütünleştir. Kendini yeniden yapılandır. Eğer öyle yaparsan gelecekte seni
tekrar işbaşına getiririm. Bunun bir belirtisi de bak merkez kendini düzeltmedi
ama, belediyeler bu konuda belli ölçülerde başarılı belediyeleri destekliyorum
ama, merkezi de ikaz ediyorum. Zira biz demokratikleşme açısından eylem ve söylemimizi
bütünleştiremezsek CHP gibi oluruz. CHP’nin en büyük sıkıntısı, söylemi çok
güzel, eylemi çok kötü. Dinlerken CHP’lilere hayran oluyorsun, ama yaptıklarına
bakıyorsunuz, sıkıntı duyuyorsunuz. Eğer eylem ve sözlerimizi
bütünleştiremezsek FP’ye verilen bu krediyi kaybederiz. Ben bu endişeyi hala
taşıyorum. Bunun içindeki bu parti disiplinine aykırı değildir. Bu
görüşlerimizi her platformda söylüyorum.
Ülkemizin ve partimizin çıkarları
için özellikle partinin yönetim kadrosunda bu görüşleri dile getirmeliyiz.
Mevcudu değerlendirmeliyiz. Türkiye’nin son 150 yıllık, Fazilet hareketinin 30
yıllık tarihini iyi analiz etmeliyiz. 11 aylık 54. Hükümet dönemini ve 28 Şubat
sürecinin bu güne kadar olan bölümünü iyi tahlil etmeliyiz. Bu tahliller bugün
nerede olduğumuzu ortaya koyacaktır. Bu tahlillere dayanarak bir paket program
hazırlamamız gerekir. Bu paket programı demokratik olarak şeffaf olacak,
katılımcı ve kalıcı olacak.
Yeni Dönem: Partide çok başlılık,
partinin yönetimi ile bir üstün çatışmanın bu başarısızlıkta payı nedir?
Arif ERSOY : Burada şunu itiraf
edeyim. Eğer bu konuda bir açıklama yaparsam duyumlardan hareket etmiş olurum.
Ben taşrada bir belediye başkanıyım. Partinin üst yönetiminde görevim yok.
Müsaade ederseniz. Bu konuda birşey söylemeyeyim. Net bilgiler olmadığı için
fazla konuşmak istemiyorum. Ama bu tür söylentiler halk arasında söyleniyor.
Fakat benim kanaatime göre buda doğru değildir. Kim yönetici ise sorumluluk
onda olmalıdır. Sorumluluğu kime veriyorsan yetki ona ait olmalıdır. Yani
sorumluluğu Ahmed’e veriyorsan yetkiyi ona vermiyorsan bu yanlıştır. Bu hem
bizim dünya görüşümüze göre yanlıştı. Hem de demokrasi açısından yanlıştır.
Yeni Dönem: Zaman zaman zikzaklar
görülüyor. Mesela milletvekilleri listeleri oluşturulurken, seçilecek yerlerden
başörtülü aday konmayacak dendi. Ama sonar listelerde yer aldı. Bu tür
çelişkilerin genel merkezden kaynaklanmadığı ve başka odakların devrede olduğu
yönünde geniş kanaat var
Arif ERSOY : Yani sorumlu kim ise
yetki de onda olmalıdır. Davul kimde ise tokmakta onda olması gerekir. Aksini
savunursak mevcut çelişkileri eleştirme hakkımız olmaz. Biz diyoruz ki TBMM
milli iradenin tecelligahıdır. Öyle de olmalıdır diyoruz. Sonra da çıkıp diyoruz ki meclis iş
yapamıyor. Peki kim iş yapıyor? Meclisin dışındaki çevreler iş yapıyor. Bunu
böyle yaparsak eleştiremeyiz ve çözüm getiremeyiz.
Mutlaka çözüm getirenler önerdikleri
çözüme göre kendilerinin hareket etmesi gerekir.
Yeni Dönem : FP 18 Nisan
seçimlerinden önce mecliste en büyük guruba sahip bir parti idi. FP o dönemde
Ana muhalefet partisi olduğu zaman bunun sorumluluğunu yeterince yerine
getirebildi mi? Yine Ana muhalefet Partisi bu kez de görevlerini yerine
getirmesi için önerileriniz nelerdir?
Arif ERSOY : FP seçimlerden önce
program ve prensiplerini tam ortaya koyamadığı için 55. Hükümetin yaptığı
çelişkileri için dezavantaj olarak görülmesine rağmen, hem bu süreç hem de 55.
Hükümet FP için bir avantaj idi.
Çünkü 55. Hükümet adeta uzaktan
kumanda ile kurulmuştu ve birçok yolsuzluklara karışmıştı. T.C. tarihinde ilk
defa bu hükümet meclis tarafından yolsuzluklardan dolayı düşürülmüştü. Onun
yerine de dünya demokrasi tarihinde 61 kişilik bir parti ile iktidar oldu.
Adeta emanetçi bir iktidar.
FP bir program ve çözüm ortaya
koyarak bir seçime gidemedi. Bunları değerlendiremedi. Ana muhalefet partisi
idi. Ana muhalefet partisi görevini tam yerine getirse idi, demokratikleşme
konusunda söylemlerini net ortaya koysa idi, farklı netice elde edecekti. FP
hep savunmada geçti. Halbuki FP’nin kendini savunacak bir şeyi yoktu. 55.
Hükümetin ortakları kendisi savunması gerekirdi. Yapılan ithamların çoğu da
FP’nin kendisine değil hayali bir tehlike oluşturulmuş o tehlikeye yönelik
eleştiriler idi. O tehlikelerin FP ile özdeşleştirilmemesi gerekirdi.
Ama FP kendisini adeta o tehlike imiş
gibi görerek sürekli savunmada bulundu.
Savunmada bulunan insanlar alternatif
koymaya vakit bulamazlar.
Yeni Dönem: Yani kapatılma
psikolojisi içinde kendini ifade edemedi mi?
Arif ERSOY : Evet. Kapatılma
psikolojisi içerisinde idi. Dolayısıyla ana muhalefet partisi olarak yeterince
performansı ortaya koyamadı. Bunun nedenleri arasında yeni kurulması, tam
toparlanmasının yanında yeni eski diye bir durumda oldu. Yani parti üst düzey
yöneticilerinin hepsini mi yenilemeli idi. Diğer milletvekillerinden ne kadar
almalı idi. Bu konuda sıkıntılar yaşandı. Tam bir entegre parti olarak
parlamentodaki gurubu ile uyumlu götüremedi. Seçimlere bu şekilde girildi. Bu
durumda güven ve heyecanı veremedi, güven ve heyecanı üretemedi.
18 Nisan seçim sonuçları vakit
kaybetmeden değişik platformlarda tahlil edilmeli. Yine vakit kaybetmeden
partinin programı, söylemleri geleceğe yönelik demokratikleşme ve ekonomik
modelini ortaya koyması gerekir.
Bu konularda diğer partilerden öne
çıkmalıdır. Türkiye’de çözümsüzlük talihsizlik olarak Türkiye’nin önünde
durmaktadır. Bunu hangi parti ortaya koyarsa öne çıkar. Tekrar ediyorum. FP’nin
bunu ortaya koymaya güven daha fazla yeterlidir. Müktesabatı elverişlidir.
Kitleler hala bunu FP’den beklemektedir.
Yeni Dönem: Seçim mitinglerinde
gördüğümüz kadarı ile halk ekonomik meselelerden çok düşünce ve inanç hürriyeti
gibi konularda daha heyecanlı tepkiler veriyordu. Siz bu bağlamda 312 den dolayı
mağdur olan Tayyip Erdoğan ve inancı gereği başını mecliste de örtmek isteyen
Merve hanıma FP yeterince sahip çıktığını düşünüyor musunuz?
Arif ERSOY : Meseleyi
kişiselleştirmemek gerekir. Tayyip beyin uğradığı sıkıntı hepimizi üzmüştür.
Ama mesele Tayyip beyin meselesi değildir. Mesele Türkiye’de baskı, dayatma ve
insan haklarının ihlali vardır. Bir çok insanlar bu ihlallerle karşı
karşıyadır. Anadolu halkı içinde yavaş işleyen, işlemeyen adalet
mekanizmasından dolayı zulme ve haksızlığa uğrayan bir çok insan vardır. Biz
sadece Tayyip beyi alırsak meseleyi daraltmış oluruz. O zaman Tayyip bey bir
partinin elemanı olarak görülür. O partiyi sevmeyen ve o partiye antipatisi
olanlar sanki Tayyip beye iyi olmuş gibi davranırlar.
Diğer
partiler açısından özellikle FP açısından da öteden beri belki geçmişten
ta RP ve daha önceden bizim dünya görüşümüz, diğer ölçülerimiz insan hakları
merkezli bir dünya görüşü vardır. Dolayısıyla haksızlığın hepsine karşı tavır
koymalıyız. Tayyip beye yapılan bu haksızlık öncelikle Türkiye’de anti
demokratik baskıların dayatmaların ulaştığı boyutları ortaya koymuştur.
Parti bunu önce genelde tam ortaya
koyması gerekirdi. Yasal düzenlemeler, anayasada anti demokratik hükümlerin
kaldırılması hususunda ta baştan beri bunu herkes için savunmalıdır. Eşber
Yağmurdereli’ye bu haksızlık yapılırken o günde savunmalı idi. Bu da yeterince
ortaya konmadı. Tayyip beyin olayı sadece FP’nin meselesi gibi yansıtıldı.
Halbuki Tayyip beyin meselesi devletimize karşı işlenmiş bir hatanın göstergesidir.
Devletlerin çöküş alametlerinden birisi de şudur. Suçluların meydanlarda
dolaşıp alkışlanması, suçsuzlarında cezalandırılmasıdır. Tarihte birçok düşünür
bunu devletlerin iflah olmaz çöküşünün belirtisi olarak ortaya koymaktadırlar.
Tayyip beyin uğradığı mağduriyet T.C. devletinin tehlike içinde olduğunu
gösterir. Tayyip beye bunu reva görenler devletin temeline dinamit
koymaktadırlar .Yani devletin temeli adalettir. Tayyip beye bu cezayı verenler
T.C. devletini adeta tahrip ediyorlar. Bu şekilde bu olay partinin her
kademesinde ve her platformda ortaya konması gerekir. Aslında bu sadece FP’nin
değil diğer partilerinde bu konuda, hissiz kalması bence Türk demokrasi
tarihinde bir utanç meselesidir. Sadece Tayyip bey için değil tüm 312 mağduru
düşünce suçluları içinde öyledir. Sadece Tayyip bey için çalışıldı ama onunla
da bir yere varılmaz.
Hala bugün bile telefon dinleniyor.
Erbakan hocamız ile Yasin beyin olayı hiç dile getirilmiyor. Bu çifte standart
hemfikirde var hem karşı da var.
Çifte standartta devletin çöküş
belirtisidir. Devleti yönetenler kendi
tebaları veya yakınlarına ayrı konuşurlar, halka döner ayrı konuşurlarsa bu
devletin çöküş belirtisidir. Çifte standartta bir toplumun çürümüşlüğünün
belirtisidir. Tele kulaklar için bir yandan soruşturma açıyorlar, bir yandan
bazılarını görevden alıyorlar ama kimse demiyor ki bunlar suçlu da Yargıtay
Başsavcısı nedir? Kimse onu söylemiyor. Sanki onun yapması doğal hak, küçük
memurların yapması yanlıştır.
Güçlüler haksızlık yaparsa
alkışlanır. Sokaktaki adamlar haksızlık yaparsa cezalandırılırlar. Bu da
çelişkidir. Biz bunları ortaya koyamadık.
Aynı şekilde demokrasimizin
çelişkilerinden biri de Merve hanım olayıdır. Merve hanım aday olsa veya olmasa
mı idi veya Merve hanım ABD vatandaşı olup olmaması ayrı olaydır. Hele hele
aday olduktan sonra yemin etmesi büyük bir çelişkidir. Bunu kabul etmemiz
mümkün değildir. T.C. mer’i yasalarına göre de gerekenin yapılması gerekir.
Yasa varsa uygulanır. Yasa benim lehime ise iyi, değilse kötü diyemeyiz.
Ama oraya kadar gelmiş bir hanımın
başörtüsüyle yemin etmesine engel hiçbir hukuki mesnet yoktur. Bir de başörtüsü
inanç özgürlüğünün ötesinde bir insan hakkı meselesidir. Yani yeme, içme,
barınma ve giyinme temel insan hakkıdır. Bu hakkın yapay hukuk kuralına bağlı olamaz.
Bunlar yapay hukukla sınırlanamaz.
Siz düşünebiliyormusunuz ben ne
yiyeceğim, ne giyineceğim, nerede barınacağım, başkası karışamaz. Evimin içine
başkası karışacak bu olamaz. Bu açıdan savunulamadı.
İnanç nedir, inancın gereği nedir?
Bunu hala anlamayan insanlar var. Az
gelişmiş insanlar var. Bütün yeryüzünde inanç meselesinin baskı altında
tutulmasının fevkalade az gelişmişlik olduğu kabul edilirken biz de hala
mantalite olarak gelişmemiş insanlar var Bizde hala inançla Mustafa Kemal
Atatürk’le kanunu karşı karşıya getirmeye çalışan insanlar var. İnanç ve kanun
karşı karşıya gelmez ki inancın ayrı alanı var, kanunun ayrı alanı var. Kaldı
ki Merve hanımın başörtüsüyle yeminini engelleyen hiçbir kanun yoktur. Bu
yeterince ve etraflıcı anlatılamadı.
Artık bu vatandaşlık olayı ile sona
erdi. Merve hanım yemin etsin mi etmesin mi diye tartışmanın manası yok. Çünkü
artık Merve hanım T.C. vatandaşı değil.
Yeni Dönem: Sizce partinin aday
listelerinin hazırlanmasındaki sıralamaların ki bazı insanlar ya hiçbir yere
konmadı veya bazıları da uygun yere getirilmedi. Bunun seçim sonucuna sizce
etkisi nasıl oldu?
Arif ERSOY : Demokrasinin temel
esprisi halkın arzu ve isteklerinin yönetime yansımasıdır. Dolayısıyla aday
belirlemesi sırasında tabanın arzuları listelere yansımadı. Yansımasının da
taban desteğini çekti veya herkes destekledi. Belli ölçüde de küstü. Tekrar
ediyorum, bu aldığımız kredi sürekli kredi değildir. Artık bilgi çağına geçtik,
ben buradayım. Dedem bu partide idi çocuklarımda bu partide olacak şeklindeki
partizanlık yok.
Yeni Dönem: Veya şahsım
emretti, o ne derse olur mantığı.
Arif ERSOY : İşte bu
değişti. Dolayısıyla bazı arkadaşlar biz yeni partiyiz % 16 iyidir diyor. Ben
bu görüşte değilim. % 16 bir kredidir.
Önümüzdeki dönemde demokratikleşmeye yeterince yer vermez. Tabanın istek
ve arzularını yapılanmaya yansıtmazsak daha büyük sıkıntılar olur.
Parti bunu yapmaz ise marjinalleşmek
ile Anaplaşmak arasında bir tehlike ile karşı karşıya kalır.
………..
Çorum’a giderek yaptığımız Bu
KONUŞTUR’MA /KONUŞ’MA - (Enver Fatih
Karakoç’un sahibi olduğu) Yeni Dönem gazetesinde yayınlandı..
Arif Ersoy; -Çorum’a gönderilmekle- “Beni Menfaya attılar “demişti..
//////////////////////////////
ONLAR
MİLLETİN SEÇTİKLERİNE, MİLLETE ONLARI TASVİP
ETMEDİ
Bir
dönemin Koca Reisi Sadettin Bilgiç’le milli hakimiyet maceramızı konuştuk....
NECATİ ÇAVDAR..ncavdar@hotmail.com.
·
Mecliste “Kayıtsız şartsız milli egemenlik
milletindir” yazmasına rağmen,bu ilkenin yazılı olduğu 24 Anayasası Atatürk
adına ortadan kaldırıldı.Türkiye’de milli iradenin ülke yönetimine yansımadığı, batılı manada
bir demokrasi tatbikatı olmadığı herkes tarafından dile getiriliyor. Meclisin üzerinde bir iradenin
olduğu iddiaları var . Sizce bu noktaya geliş sebebimiz
·
Türkiye’de bu gün yaşanan sıkıntılar yepyeni bir mesele değildir. Şöyle
ki Türkiye’ de milli mücadele yapılırken Amasya
tamimini neşreden Mustafa Kemal ve arkadaşları orada şunu açıkça
belirtmişlerdir. Milli iradenin emrinde silahlı kuvvetler milli mücadeleyi
yürütecektir. Onlar milli iradenin
emrinde her işi yürüteceklerini, bunun için Erzurum, Sivas kongrelerinin
ve TBMM’nin toplanacağını belirtmişler ve arkası arkasına bunları fikir
planından eyleme dönüştürerek gerçekleştirmişlerdir. Bununla HAKİMİYET KAYITSIZ
ŞARTSIZ MİLLLETİNDİR denen TBMM’si meydana getirmişlerdir. Mustafa
Kemal’de “Benim en büyük eserim TBMM
‘dir “demiştir. Milli mücadele yapılarak Misak-ı Milli sınırları içinde bir
vatan meydana getirilmiştir. Bu başarıda o günkü silahlı kuvvetlerle, TBMM’sinin beraber
çalışmasının ve birbirlerine büyük destek olarak milli mücadeleyi
başarmalarının rolü vardır..
AMASYA TAMİMİNE UYULMADI
• Vatan kurtulduktan sonra neden
demokratik hayata geçilmedi?
·
CHP yi
bizzat Mustafa Kemal kurdurmuş, 1924 yılında da Amasya Tamimini
yayınlarken beraber olduğu arkadaşların ki Kazım Karabekir ve Rauf Orbaylar’a
Cumhuriyetçi Terakki Perver Fırkasını kurdurmuşlardır. Bu parti bir süre sonra kapatılmıştır. Daha sonra yine
Mustafa Kemal’in çok yakın arkadaşı bulunan Ali Fethi Okyar bu defa Serbest
Fırkayı kurmuş. Oda sekiz ay sonra kapattırılmış. Padişahlığın kaldırılması,
Tevhid-i Tedrisat kanununun çıkarılması, cumhuriyetin ilanı gibi peş peşe gelen
değişikliklerle o zaman buna karşı
çıkanlar olmuş bunları önlemek içinde
1924 Anayasası ile İstiklal mahkemeleri kurulmuştur. Bu istiklal mahkemeleri
ile de inkılapların yapılmasına karşı reaksiyonların önlenmesi düşünülmüş. 1946 ya kadar açılan kapanan partilere rağmen
Türkiye demokratik hayata geçememiştir. Demokratikleşmenin cumhuriyetten öncede
denemeleri var. Türkiye’de 1946 da başlayan çok partili demokratik hayat üç
askeri müdahale ile üç defa kesintiye uğramış, ikisinde siyasiler toptan
tasfiye edilmiştir. Üçünde de seçim kanunlarında yapılan değişikliklerle bir
noktaya varılmak istenmiştir.
14 MAYIS 1950
DE MİLLET İKTİDARA GELDİ
• 14
Mayısta DP’nin iktidara gelmesini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Demokratikleşme
çabalarının en uzun ömürlüsünü Demokratlar gerçekleştirebilmiştir. Onlar da
1946 seçimlerinden sonra bölünmek zorunda kaldılar. Fakat buna rağmen 1950 de
de Türkiye’de ilk defa seçimle işbaşına geldiler. Bana göre 14 Mayıs 1950 bir
partinin iktidara gelmesi, diğer partinin iktidardan gitmesi değil. Kansız kavgasız milletin iradesi ile
iktidar değişikliğinin yapılmasıdır.Burda parti meselesi ikinci plandadır.
Ondan sonraki seçimlerde partiler denebilir. Fakat 14 Mayısta Türkiye de ilk defa milli irade değişikliğini kansız ve kavgasız
fikirden eylem planına çıkarmış olmasıdır.
SİYASİ
HESAPLAŞMA MAHKEME İLE OLMAZ
Demokratlar
%53,3 oranında oy almışlar ve büyük bir
çoğunlukla iktidara gelmişlerdir. Bu gün o oranda bir oyu hayal etmek bile
mümkün değildir. Ancak orada çok iyi bir davranışları olmuştur. “Devri sabık
meydana getirmeyeceğiz”demişlerdir. Yani eski dönemin hesabını sormayacağız
sözünü vermişlerdir. Mahkemeler kurarak
eski devrin hırsızlık ve yolsuzluklarını sorgulamamıştır. Bu da isabetli
olmuştur. Gerçi demokratların bu tavrı garipsenmiştir.Sonradan bu anlaşıldı ki
bu hareket doğru bir harekettir. Ne olursa olsun her hangi bir siyasi
hareketle istediğiniz kadar tarafsız
mahkemelerde olsa hesaplaşmasını
yaptığınız zaman o siyasi tarafların
çıkan kararları benimseyip kabul etmesi mümkün olmuyor. Çünkü her şeye rağmen o
mahkemelerden çıkan kararlar saf hukuki kararlardan çok siyasi maksatlarla
anlaşılacağı için Demokratların böyle bir şeye gerisin geri dönmemeleri çok iyi olmuş idi.
AYDINLAR VE
CHP HALKI YOK KABUL EDİYOR
·
DP’nin bu tavrına karşı CHP olaya
nasıl baktı?
·
Ama ne yazık ki Halk partisi bu büyük
ekseriyetle iktidarı devretmiş olmasına rağmen bunu hazmedemedi .O günden
itibaren Türkiye’nin münevverleri o
%53,3 oyu kırsal kesimin, cahillerin oyu şeklinde mütalâa ederek
demokrasinin fakir memleketlerde
gerçekleşmeyeceğini iddia etmeye başladılar.
CEMAL KUTAY
GERİDE KALMIŞ
·
Cemal Kutay’da “Bir köylünün oyu ile bir
profesörün oyu eşit olamaz bu yöntemle
kazanılan seçimler demokratik değildir ve böyle demokrasi olamaz.”diyor. Ne
dersiniz?
·
İşte
bize nazaran o dönemden yetişip
geldiği içindir ki hala aynı teranede
bulunmaktadır. Halbuki milli
iradenin tecellisi ancak milleti farklı
müptelâya tabi tutmamaktır. Cemal Kutay, şunu bilmemektedir: Türkiye’de yapılan
seçimlerde onun cahil dediği halk seçimlerden
seçimlere demokrasiye çok daha sahip çıkmıştır. Ama münevver dediği
kimseler çok daha lakayt davranmıştır. Mahalli idarelerde değişik renkteki
seçim pusulalarını değişik zarflara atıldığı halde büyük şehirlerde bu
oylar hatalı kullanıldığı halde köylerde
umumiyetle bu hata yapılmamıştır. Çünkü köylü
oylarına sahip çıkmıştır. Sandığa sahip çıkmıştır.
AYDINLAR
ÇİFTE STANDART İÇİNDE
Nedense
hep böyle söylenir aslında böyle değildir. Buna
karşılık 1966dan beri benim bir teklifim vardı. Oda serbest adaylık daraltılmış seçim çevreleri ki altı
milletvekilliğinden fazla olmamak şartı ile ve tercihli aday. Bu defada o
aydınlar siz cahil vatandaşların oy hakkını elinden
alıyorsunuz diye karşı çıktılar.
Halbuki
nispî temsilerde sandık başına gelen her seçmen evet damgasını vurmak suretiyle
oy kullanır. Burada cahille aydının oyu
aynıdır. Ama mademki tercihte aydın olduğunu iddia eden adam cahil kullanamıyor da kendi seçmek istiyorsa
o hakkın kullanımını ona verecektir. Türkiye de aydınlar hangi seçimin milletin
bünyesine uygun olup olmayacağını ve bu şekilde ayrımlar yaparak daima şaşırtma
yolunu tercih etmişlerdir. Bu yanlıştır.
Türkiye’de vatandaş hele 1946 dan beri göstermiştir ki oyunu gayet
bilinçli kullanmıştır. Hele bu son
seçimlerde mahalli idarelerle genel seçimler beraber yapıldı gördük ki
milletvekili seçimlerinde kullandığı
oyunun istikameti ile belediye ve il genel meclisinde kullandığı oyun
istikameti birbirinden farklı olmuştur. Buda vatandaşın iddia edildiği gibi
bilinçsizliğinin değil bilincinin işareti ve örneğidir.
CHP EZANIN
ASLINA DÖNMESİ İÇİN OY VERDİ
·
CHP ve bazı kesimler DP iktidara gelir gelmez Ezanı aslına çevirdi
irticaya pirim verdi diye eleştiri getiriyor. Gerçek ne idi?
·
Demokrat Parti Türkiye’de ilk defa işe Ezan-Muhammedi’yi aslına
çevirmekle başladı. Fakat halk partisi
gurubunda demokrat parti ile beraber
Ezanın aslına dönmesi için oy kullandı. Ezana evet dedi. Ama ne yazık ki
bu yönde oy kullanmasına rağmen hale bütün basın demokratları irtica kapı
açmakla itam ederler. Halk Partisinin de onlarla bir olarak beraber olduğunu
unutarak mesele eder. Beraber olduğunu
bildikleri halde bilmezden gelirler.
Sadece irtica deseler neyse..DP dönemi Türkiye’de ürettiğinin değerini
alabilmesinin vatandaşa sağlandığı bir dönemdir o. İşte alt yatırımlara
başlanmıştır. Yani bugünkü adıyla altyapılara yol baraj elektrik
üretimlerine.... başlandığı dönem
öylesine ki Türkiye’nin aydınları bu alt yatırımlara karşı çıkmış, Türkiye de
çimento sanayinin karşısına çıkmış, şeker sanayinin karşısına çıkmış, elektrik
üretilmesinin karşısına çıkmış Türkiye’nin bu
kadar çok elektriği nerede kullanılacağını hesabını yapmaya
çalışmıştır. Türkiye’nin büyüyeceğinin hesabını yapmayı hiçbir zaman düşünmemiştir. Yinede1954 seçimlerine gidildi. Demokrat
Parti o seçimlerde de %56 oyla çıktı. 4 sene sonra 1954 seçimlerinde %56 oyla
çıktı. Yani bir milli iradenin bundan daha mühim ölçüsü olamaz. Milli irade ama
gene de bunu da hazmetmediler. O günkü basını tetkik edecek olursanız. Bunu
hala kırsal kesimin oyları ve cahil
halkın oyları şeklinde muteala etmeye kakmışlardır ki bu tamamıyla yanlıştır.
1957 seçimlerinde bir erken seçime gidilmiş 57 seçimlerinde de gene Demokrat
parti %47oyla dönmüştür.
DP MERKEZDEN
ADAY GÖSTRMENİN CEZASINI ÇEKTİ
·
Bu düşüşü CHP ve bazı aydınlar “halk
artık DP’den yüz çevirdi”şeklinde değerlendirmiştir. Asıl sebep ne idi?
·
Bu düşüşte hatayı başka yerde aramaktan daha çok DP’nin
kendinde aranması lazım gelirdi. 7 seneden beri beraber çalıştığı bakan ve
genel idare kurulu azası grup başkanı arkadaşlarından seçim çevrelerinde seçimi
kazanamamış arkadaşlarını bu defa merkez yoklaması yapacağı 25 vilayete
dağıtmıştır. Onlarında 19 nda DP seçim
kaybetmiştir.
·
Seçim stratejisinin yanlışlığından
mı oy kaybetti diyorsunuz?
·
Yani millet parti içi demokraside de
partinin kendisine tabanına karşı gereken kıymeti, hassasiyeti göstermemiş
olmasından ötürü ona tepki olarak bu tezahürü ortaya koymuş ve merkez
yoklamasına hazmedememiş 25 vilayetin 19unda
seçimleri kaybetmiştir. Onun için 1957 seçimlerinden %47,3 oyla çıkmıştır.
CHP ve AYDINLARIN TAHRİKİ MEMLEKETİ İHTİLALE
GÖTÜRDÜ
Milli iradeyle Demokrat Partiyi iktidardan uzaklaştıramayacağını
anlayan Halk Partisi ve
bu memleketin aydınları memlekette
meseleyi artık
neticelendirmek için
askeri tahrikte aramışlar ve mütemadiyen bütün müspet
hareketlerin karşısına geçerek onları kötülemeye
başlamışlardır. Tahrik şöyle
dursun belli kesimler itile itile 27 mayıs 1960 da ki askeri müdahalenin
yapılmasına
zemin hazırlanmıştır.
DARBE CHP EKKİLİ İDİ
·
O zamanın Genel Kurmay Başkanı da içeri
alınmış vaziyette idi.Bu bir askeri müdahalemidir yoksa askeri kışkırtan çevrelerle asker içinde yapılanan cunta hareketimidir?
·
İşte şimdi bu öyle bir şey ki mutlaka
askeri müdahale kumanda konseyi içinde olmaz.
Bu hareket askerin müdahalesidir ve asker içinde yapılmış bir
müdahaledir. Ancak halk partisinin içinde olduğu ve onu tutan bir müdahaledir. 27 Mayıs harekatı asker kumanda konseyi
içinde yapılmamıştır. 12 Eylül ile 12 mart askeri hiyerarşi içinde yapılan bir
harekettir.27 Mayıs öyle değildir. 27
Mayıs alt kademeden çünkü ihtilal komitesinin içinde üsteğmen ,yüzbaşı yarbay
ve albaylar vardı. İhtilalcilerin içlerinde en büyük rütbeli olanı Cemal
Madanoğlu idi. O da tüm general idi. Onunla işi götüremeyecekleri için müdahale
sonrası Cemal gürsel paşa zaten Ankara’dan İzmir’e giderek
emekliliğini bekleyen biri idi.
Onu alıp geldiler. 1960 sonrasında Genel Kurmay başkanı Erdalhun Paşayı da idama
mahkum ettikleri için Komuta Konseyi içerisinde müdahaleleri tercih eder hale
gelmişlerdir.
·
Yani meşru hale getirdiler.
·
Evet l960-61 de Erdalhun ve arkadaşları
bu şekilde mahkeme ve mahkum edilince l972 ve 1980 hareketinde komuta konseyi şeklinde hareketi tercih
etmişlerdir.
·
Birde 12 Mart öncesi 9 Mart hadisesi var.
Buda emir-komuta zinciri içinde mi idi?
·
O hareketin içinde bulunan komutanların
sonradan yazdıkları hatıratlara göre,1972 de sonradan cumhurbaşkanı seçilmek
isteyen Faruk Gürler Paşa da, Muhsin Batur Paşa da hepsi olaydan haberdarlar. Ama en son anda Genel
Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç paşa karşılarına çıkıp ta hadiseyi gerçekleştiremedikleri için bu defa
9 Marttaki hareketi 12 Marta ertelediler.12 Martı yaptıktan sonra beraber
oldukları yıllarca hazırlık yaptırdıkları, bu hadise için beraber teşriki mesai
yaptıkları arkadaşlarını bu defa ordu
içinden tasfiye ettiler
·
Yani
aynı adamlar beraber getirdikleri adamları tasfiye ettiler?
·
Evet BU KABİL HAREKETLER ÖNCE
YAVRULARINI YER Her türlü gayri
hukuki hareket önce kendi yavrularını yer. Nitekim o hareketle de kendi
adamlarını harcamışlardır.12 Mart ile 9 Mart ayrı hareketler değil. 12 Mart 9
Marttakileri bir kenara iterek olayın komuta konseyi eliyle ortaya çıkmasıdır.
27
Mayıs CHP’nin tahriki ile olmuştur. Bu bir halk hareketi değildir. Her ne kadar
halk 27 Mayıs’ı büyük bir coşku ile alkışlamış ve tasvip etmiştir deseler de
bizim insanımız bir yerde sevdiğine değil korktuğuna hizmet eder .O gün korku
dağları beklediği için böyle hareketler içine girenler olmuştur ama ona
inanmadıklarını tasvip etmediğini ilk gizli oy açık tasnif şeklindeki
seçimlerde meydana çıkmıştır.
KURUCU MECLİS
CHP’İN EMRİNDE
·
CHP’ninde içinde olduğu ve onnu tarafını
tutan bir müdahale dediniz.
Bunun
açık belirtileri nedir?
·
İşte kurucu meclis. Darbeden sonra yapılan 150 kişilik kurucu mecliste 125
kişiyle hakim kadro olan Halk Partisidir. Şimdi diyeceklerdi ki neden böyle?
CHP, 75 kişiyle kurucu meclise girdi.
Millet partisi o zaman 25 kişiyle girdi geri kalan 50 kişide bürokrasiden veya
değişik çevrelerden getirilmiş olmasına rağmen halk partisi tandaslı kişilerdi. Bunu zaman zaman -kendi gazetelerinde okunursa görülecektir-itiraf
etmişlerdir. Halk partisi kahir ekseriyette
kurucu meclisine hakimdir diye yazılmıştır. Şimdi halk partilerinin
hakim olduğu kurucu mecliste seçim kanunları onlar zamanında yapılmış, anayasa
onlar zamanında yapılmıştır. Bu şekilde yapılan kanunlarla ve kanunun
anayasanın dibacesine şu hüküm konulmuştur: “Hukuka ve anayasaya aykırı tutum ve
davranışı ile meşrutiyetini kaybetmiş
iktidara karşı direnme hakkını
kullanarak Türk milleti adına 27 Mayıs
devrimi yapılmıştır.”diye yazılarak 60
devrimi yapılmıştır.
ONLAR
MİLLETİN SEÇTİKLERİNE, MİLLETE ONLARI TASVİP
ETMEDİ
·
Gerçek bu mu?
·
Eğer hakikaten milletin adına yapılmış ve
millet bunun böyle olmasını istiyor idiyse anayasayı da bunlar yaptıklarına
göre seçim kanunlarını da kendileri oluşturduklarına göre telaşlanmalarına
mahal yoktu. Ama ne yazık ki 1961 seçimlerinde millet Anayasanın
dibacesindeki(girişindeki)bu hükmü benimsememiş, Halk Partisinin karşısında
Adalet partisi,Yeni Türkiye Partisi,Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisiden 277
milletvekili,114 senatörün gelmesini imkan dahiline sokmuştur. Hem de ekseriyet
sistemli bir kanununa göre değil barajlı
nispi temsil ve senatoda dar bölge ekseriyet sistemine
rağmen. Demek ki millete mal olmuş olsaydı millet onlarla beraber olacaktı. Demek ki millet bu istikamette olduğuna göre
millet onlarla beraber değildir ve anayasanın başlangıcına konan bu hüküm
yanlıştır.
DEMOKRATİK
SİSTEMİ BOZDULAR
·
Sizce başka yanlış nedir?
·
1961 Anayasası askeri müdahalenin
arkasından yapılmış olduğu içindir ki Türk Silahlı Kuvvetlerinin lehine bazı
hükümler anayasaya girmiştir.
1.Milli
Birlik Komitesi üyelerinin tabii senatör
olması
2. Milli Güvenlik Kurumunun(MGK)
kurulması
3. Genel kurmayın başkanının Milli Savunma Bakanlığından alınıp
başbakanlığa bağlanması
4. Milli Birlik Komitesi
işlemler hakkında herhangi bir
anayasaya
aykırılık iddiasında bulunulamayacağı, kanunlarda ve
uygulamalarda da suç
duyurusunda bulunulmayacağı hükmü getirilmiştir ki bu 1980’den
sonra da bu
hükümler aynen muhafaza edilmiş yalnız tabi senatörlük
ve kadameli
senetörlük yerine yerine cumhurbaşkanının anayasa referandumuyla seçilmiş
olması ve konseyin
diğer üyelerinin de cumhurbaşkanı muavini olmaları
referandumla bağlanmıştır ki bu da hiçbir demokratik
memlekette görülmesi
mümkün olmayan bir
seçim şeklidir. Bunlarda yeri gelmiş alkışlanmıştır ama
tamamıyla yanlış bir harekettir ki
kendilerinin yaptıkları 82 anayasasındaki
hükmede rıza
gösterip mecliste seçilmeye dahi
razı olamamışlardır. Ve
%92..... ile de
cumhurbaşkanı seçildim diye
Kenan Evren Paşa
övünebilmiştir bu memlekette. Anayasanın referandumda kabulü
başka şeydir ama cumhurbaşkanı seçilmek
meselesi tamamıyla farklı bir
muameledir. Ama ne yazık ki zaman zaman
inanlar bunu yalnız onlar yapmıyor başkaları da yapıyor.
DEMİREL
SÖZLERİNDEN VAZ GEÇTİ
·
Örnek verir misiniz?
Mesela
1989 da Özal’ın cumhurbaşkanı olmasına
itiraz ederek, “Cumhurbaşkanını halk seçsin” diyerek Anayasa
değişikliğini imzaya açan Demirel 1993 de Turgut Özal vefat edince bu sefer o iddiasından tamamen
vaz geçti. Seçimlerden geleli henüz iki sene olmuş ve daha üç yılı bulunan bir
mecliste bu defa dördüncü turda salt çoğunlukla Cumhurbaşkanı seçilemezse
meclis seçimlere gider şeklindeki
anayasa hükmünden istifade ile ve SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’n ünde
sırtına binerek köşke çıkmıştır. Maalesef yalnız askerler değil sivillerde ellerine geçen fırsatı istedikleri gibi
kullanmak ve o gün kullandıkları fırsat bu gün ihtiyaçlarını
karşılamıyorsa bu defa onun aleyhine olmaktan insanlar uzak kalamıyorlar. İşin
tuaf tarafı da budur buna dikkat etmek
lazım.
ANAYASAYI
YAPANLAR ÖNCE KENDİLERİ UYMADI
27
Mayıstan sonra seçimler yapılıp toplo
ortaya çıkınca bu defa şaşırdılar. Askeri
cuntalar yeniden ortaya çıktı .Eğer Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı
seçilmezse ve İsmet Paşanın
başbakanlığında hükümetler kurulmazsa
meclisin kapısının açılmayacağı iddiaları ortaya çıktı. Kendi yaptıkları
anayasaya rağmen karşı çıktılar. Kendi yaptıkları anayasada böyle bir hüküm
olmamasına rağmen bağlayıcı iddialarla ortaya çıktılar. Halbuki o anayasaya
göre bir meclis oluşmuş o meclis Cumhurbaşkanını da seçebilir ve bir hükümet çıkarabilirdi. Vesayete
ihtiyaç yoktu ama bunlar bu tazyikleri yaptılar. Bu tazyiklere(dayatmalara )
parti genel merkezleri o günün şartları içinde rıza gösterdikleri içinde bunlar
oldu .Bununla da yetinmeyerek AP listelerinden bağımsız senatör seçilen Ali
Fuat Başgil Hocanın adaylıktan zorla istifa ettirilerek gerisin geri
gönderilmesinden sonra Cemal Gürsel tek aday bırakılması üzerine birinci turda
434 oyla 3de iki çoğunlukla seçilmiştir.
·
Bildiğim kadarı ile hükümette
dayatmalarla kuruludu değil mi?
·
Evet milletin beklentisinin aksine İsmet
Paşa’nın başkanlığında Adalet Partisi
ile hükümet kurulmuştur. Adalet partisiyle kurulan hükümet 6 ay
sürebilmiştir. İsmet Paşa istifa edip Adalet partisi
hükümetten ayrıldıktan
sonra 6 aylık
hükümetle Adalet Partisi’nin 11 bakanı vardı. 6 bakan Halk
Partisinde
kalmıştır.
·
Halk partisi, Cumhuriyet Halk Partisi ve Yeni Türkiye Partisi ile bir
koalisyon kurdu, evvela bekledi Adalet Partisi’nde bölünme olacak
onlarla kuracağım diye. Adalet
Partisi’nde bölünme olmayınca aradan uzun müddet geçti sonunda mecbur kaldı onlarla hükümeti
kurmaya ve kurdular bu hükümette
1963 mahalli idareler
seçimlerinin sonuna kadar devam
etti.
MİLLET
DAYATMALARA PAYANDA OLANLARI
CEZALANDIRDI
Bu izdivaçtan sonra gerek
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi
gerekse Yeni Türkiye Partisi 1963 mahalli idareler seçimlerinde oy kaybetti. 1961’de ki %14’lik oyları uğruna
( 13 küsür birinin 13.9 birinin 13.8
birinin.) oyları ki; birisi üç
buçuğa birisi iki buçuğa düştü. Bunun üzerine onlar, millet bizlere itimadını
esirgedi dediler koalisyondan çekildiler
ve mahalli idareler seçimlerinde Adalet
Partisi’nin oyları da %46 buçuğa
çıktı. Senato seçimleri
ertelendiği için 1963 de yapılması lazım
gelen senato seçimleri 1964’ün Haziran
ayına kaldı. Adalet Partisi için
mütemadiyen aleyhte kampanyalar açılıyor ve sözler
söyleniyordu. Ama buna rağmen 12 Şubat
1962’de askeri bir hareket meydana
geldi. İsmet İnönü başkanlığındaki
hükümet,bu hareketi yapan albay
“Talat AYDEMİR” ve arkadaşları
hakkında takibat yapmama kararı aldı.
TALAT
AYDEMİR’E KARŞI DEMOKRATLARDA AF EDİLDİ.
Bu
karardan maksat takibat yapılacak mahkum
olacak olurlarsa o
zaman Demokrat Partililer gibi mahkum alacaklar ve affedilmeleri gerekirse
de Demokrat Partililerle onları
ayıramayacaklardı onun için takibat
yapmama kararı alındı,takibat yapılmadı
ve 50 sayılı kararla onlar takip edilirken bu defa 78
sayılı kanunla da Demokratların 10
seneliklerin affı mümkün hale geldi.
İsmet
Paşa düşürüldükten sonra kurulan Suat
Hayri Ürgüplü
koalisyonuna;
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi,Yeni
Türkiye Partisi ve
Adalet partisi iştirak etti. Adalet partisinin
bu hükümet kurul bundaki
maksadımızda “Adalet
partisi seçimle gelse bile İktidar verilmeyecek
“şeklindeki
söylentileri ortadan kaldırmak içindi. ortadan
TEK BAŞINA DEMİREL’İN OYU NEKİ?
Netice
itibariyle muaffak olduk.1965
seçimlerinde Adalet partisi %52,9
milli bakiye ile seçim kanunuyla
iktidar oldu. Gene basınımız arkasında %50,30’luk oy oranıyla siyasi parti varken onu o siyasi partiye mal etmeyip Demirel
geliverdi Adalet partisinin başına Genel Başkan oldu. İsmet Paşayı düşürüverdi,
seçimleri de kazanıverdi gibi
vasıflandırdılar. Halbuki aynı Demirel 1987 siyasi yasaklar kakmasından sonra
15 yıllık Adalet Partisi Genel Başkanlığı, 7,5 senelikte başvekilliği bulmasına rağmen gitti Doğru yol Partisinin başına oturdu zannetti ki Adalet
Partisindeki gibi olacak, basın onları
tahrik ediyordu. Ama Doğru Yol Partisinde aldığı oy %19’un üzerine çıkmadı.
DEMOKRASİ KİŞİLERE BAĞLI OLMAZ
·
Bu izahtan ne anlamamız gerekiyor?
Demek ki meseleleri şahıslara bağlamaya
devam ettiğiniz gün
memlekette
demokrasi oturtmak imkanına sahip olamazsınız. Demokrasiyi oturtmak istiyor
iseniz meselede organların ve organlardaki
görevlilerin yerini kabul edeceksiniz. İşte 965’te Adalet Partisi bu
şekilde iktidar oldu.
1965 den sonra Adalet partisi büyük alt yapı yatırımlarına
başlamıştı.
Hidroelektrik santraller artık megavatla ölçülen
elektrik santralları ,Keban,Karakaya,
Kralkızı, Atatürk barajlarının
hazırlıkları bütün bu çalışmalar Türkiye’de başlanmış vaziyetteydi.
Termik santraller aynı şekilde o dönemlerde otomotiv sanayi değerli tüketim malları sanayi ve Türkiye’de inşa sektörü sanayi
teksilde bitik ve bilhassa konfeksiyon sanayi o dönemde kuruldu. Enflasyon
%5’ti. Kalkınma hızı plan hedefinin üzerinde takip etti 7.8’di. işsizlik yok
anarşi yok buna rağmen Türkiye’de o
günde hep söylüyorsunuz aydınlar nerdeydi?
·
AYDINLAR NE YAPIYORDU?
·
Bakın aydınlar nerdeydi Adalet Partisi 1965’in 10 Kasımı’Nda
güvenoyu aldı. 29 Kasımda 20 gün sonra
Siyasal Bilgiler ve Ortadoğu Teknik Ünüvürsitesi’nde 40 öğretim görevlisi bir
denklansyon yayınladı. Bunlar
denklasyonda; Adalet
Partisi NATO’dan çekilmeyi, efendim emperyalizme
karşı çıkmaıy,Wietnamaı
sahip çıkmaya ve 3. Dünyada yerini almayı yeğliyor.
Ve bu yapılmadığı takdirde Adalet Partisi iktarları emperyalizmin uşağı
olmakla itam ediliyor.
·
Bunu yapan isimler kimlerdi?
·
Bunu yapan isimlerde CAHİT TALAS, BÜLENT
NURİ ESEN ,
FARUK EREM
MUAMMER
AKSOY, MÜMTAZ SOYSAL bütün bu grub onun içerisindelerdi. Yani şimdi mühim olan
bir tarafı:
27 Mayıs hareketine başlarken
radyoda ilk anons da”NATOYA ve
CENTOYA”bağlıyız diye başlanmıştı.
ve onların desteklediği
hükümetleri döneminde ikili
anlaşmalar 10-15
tane yapılmış, emperyalizm ve NATO ‘dan çekilme düşünülmemiş. AP
gelince düşünmeye başlamış. Çünkü %52,9 oy ile iktidara gelmiş
olsa da
gelenlerin hazmedilememiş olması milli iradeye inanmamasıdır.
Bu nedenle
karşı çıkılmıştır
fakat ikili anlaşmaları
yapmışlardır. Birinci Milli Birlik
hükümeti ve sonra
gelen İsmet Paşa koalisyonları döneminde de yapılmış
ama 20 günlük hükümet
NATO ile
ikili bir anlaşma yapmamışlardır.
NATO
ise Demokrat Parti
zamanında 1951 de bir savunma paktı
olarak kurulmuş
ve Ruslar Kars
,Ardahan ,Erzurum’u ve Boğazlarda üst
hakkı isterken
girilmiş bir pakttır 951’de .
Şimdi bütün bunlardan sonra hazımsızlık, münevverin
hazımsızlığı milli
iradeyle seçilen iktidarlara karşı her zaman ortaya çıkmıştır
. Bu defa 1969
‘da da seçim kanunlarında değişiklik yaptık. Seçim
kanunlarını 1961’de
uygulanan şekle çevirdik , 61’de Halk partisinin kurucu mecliste
hakimiyetinin olduğu 27
Mayıs devriminin kanunu dedikleri kanuna
dönmüş
olmamıza rağmen bu defa bunun karşısına çıktılar ve bunu
yapmakla Adalet
Partisi anayasayı değiştirecek güçte meclise girmek istiyor ve
anayasayı
değiştirmek suretiyle de
memleketi yeni badirelere
sürükleyeceği iddia
edilmiştir. Bunlar
tamamı ile kendilerinin her
devirde yeni bir yalan veya
yeni
bir iftira yapmayı kendileri için mubah saymışlardır. Başkaları
için masum hareketler dahi suç saymışlardır karşı koymaları bundandır. Şimdi olduğu gibi. Bugün de devam eden hareket
bundan farklı değildir. Nerede kaldık?
Nereye geldiğimizi iyi bilmekte
fayda var.
DEMOKRASİ
DIŞI GÜÇLERİN ETKİSİ VE MİLLİ İRADE
%80 DESTEKLE BİLE DEMOKRATİKLEŞME
GERÇEKLEŞTİRİLEMEDİ
AP 1969 seçimlerine bu atmosferde girdi ve girmeden evvelde asıl
sıkıntısı şu oldu. Adalet partisi
demokratların siyasi hakları ile
ilgili anayasa değişikliğini
HALK partisi de kendisi ile beraber olduğu halde 1960’da Mayısta çıkan .......şimdi Halk
partisinin %27 oyu var 1965’de, Adalet
partisinin %52,9 oyu var , ikisini topladığınız zaman millet nezdinde
yüzde seksenin üzerinde oy demektir. Meclis desteği ise yine yüzde seksenin üzerinde idi. Bu oy
oranı ile Anayasa değişikliğini yapacak güç var
ama demin ismini verdiğimi kadrolar bu defa yeni bir deklârasyon
yayınladılar.”27 Mayıs Devrimi elden gidiyor” dediler. Yirmi yedi mayıs hangi
devrimse.. Hangi ekonomik meseleyi
çözmüş ve hangi iyi hareketi memlekette gerçekleştirmişse. Oysa ortada gerçekleştirdiği hiçbir ciddi bir şey
yok. Memleketin geriye gitmesine sebep
oldu. Anayasa ile tabi senatörlük
müessesesini getirdi. MGK’yı kurmaktan başka ve kendi idare zamanındaki
tasarruflarından dolayı takibat yapılamayacağı,bu dönemde çıkardıkları
kanunların anayasaya aykırılığı idia edilemeyeceği konularından başka bir şey
getirmiş değildir.
AYDIN İHANETİ
O
Anayasanın 48 maddesi 12 Marttan sonra değiştirilmiş ve 12 Eylülden sonrada o
anayasa tamamen rafa kaldırılmıştır. Peki kaldırılınca da memleket elden
gitmemiş. 1980 Anayasasında referandumla Cumhurbaşkanı seçildiği halde onu bile
alkışlamışlar. Sonra gelip ona da karşı çıkmışlardır. Yani aydınların hangi
hareketi var ki ciddi bir şekilde memlekete
iş yapılmıştır.
DARBECİLER
İŞLERİNE GELENİ YAPTI
Burada
12 Marttan sonra anayasa değişikliği yapıldığı halde MGK’nın,tabi senatörlüğün
kaldırılması gibi her hangi bir şey yok. 12 Eylülden sonra yapılan 82 Anayasasında 1961 Anayasası tamamen
ortadan kaldırılmış ama buna mukabil kendilerine lazım geldiğini kabul
ettikleri bazı müesseseler devam ettirilmiştir. Yani 1960 Anayasasını tamamen
ortadan kaldırmış değiller.
Onun
için kuvvetler ayrılığında, memur tayin ve terfilerinde bazı değişikliler
getirilerek toplu sözleşme, grev ve lokavt kanunlarında,sendikalar kanununda
bazı devletin hakimiyetini artıran
yasalar çıkarılmıştır. Oda 1960 dan sonra 80 ne kadar yapılan uygulamalarla
gördükleri sıkıntılardan ötürü bunları
engeller miyiz, devleti güçlendirebilir miyiz endişesiyle o gün konseyin ortaya
koyduğu hareketlerdir. Bu gün hala onların karşısına çıkılıyor hem de aradan 18 sene geçtiği halde
hala Anayasada ciddi bir değişiklik de yapılamamıştır. Yapılamamaktadır. Tüm
bunları bu şekilde düşünmediğiniz takdirde bir yere gitmek imkanına sahip
değilsiniz.
KARTEL
PATRONLARI İSTİYOR ONLAR YAZIYOR
·
Sizce Türkiye’de basının durumu nedir?
Basın
işine geleni yazıyor ve karşı tarafa
düşman gözüyle bakıyor.Ben bunu filen yaşadım. Siyasi, şartlanmalardan
dolayı aleyhimde yayınlara çok şahit
oldum. Hiç biri bir esassa dayanmadığı
halde adam at izi kalır diyerek yazabiliyor. Hakkınızı aradığınız zamanda adam
fikir özgürlüğün elden gidiyor diyor.
KARTEL PATRONLARI İSTİYOR ONLAR YAZIYOR
Ben
bunu filen yaşadım. Siyasi, şartlanmalardan dolayı aleyhimde yayınlara çok şahit oldum. Hiç biri bir esassa dayanmadığı halde adam at izi
kalır diyerek yazabiliyor. Hakkınızı aradığınız zamanda adam fikir özgürlüğün
elden gidiyor diyor.
BASIN
PATRONLARIN HİZMETİNDE
Basın hür olsun elbette. Bu gün basın devletin filan değil basın basın
patronunun sansüründe. Çünkü basın da basın
çalışanlarının sendikasının olmadığı bir memlekette basının hür olmasının
imkanı yok. Efendim çalışanlar istemiyor
bunu kimse söyleyemez.
Basın
çalışanlarına sendika kurdurmadığınız, kuramadıkları gün o zaman demek ki
patronların hakimiyeti bahis konusudur orda basın hürriyetinden bahsetmek
mümkün değildir siz basının patronunun arzu ve temayüllerine uygun neşiyat yapmadığınız gün ayakta kalmanız mümkün
değil. Basın patronları öyle bir hale geldiler ki basın işçilerini bir yerde
değil sendikalarda değişik iş çevrelerinde
gösteriyorlar ve kendi kadrolarında göstermiyorlar.
..............................
İRTİCA
·
Önüne gelini mürteci diye
yargılıyorlar yani Türkiye’de başımıza
musallat olan irtica nedir?
·
Evet
bir nevi dini iddialar konularına geleceğiz .Çünkü bu tür konuları ben
şahsen kendimde de yaşadım. 1964 Adalet partisi genel başkanlık mücadelesine
girdiğim zamanda beni gerici
,ırkçı,Turancı,takunyalı diye itam etti.
·
Şimdi çok suçunuz var bir girici oldunuz,
ırkçı oldunuz, Turancı oldunuz,takunyalı oldunuz?
·
Birçok şeyler ile itam ettiler,onun
için bu Türkiye’de devamlı söylenen muayyen bir grubun kendileri gibi düşünmeyenlere karşı
yaptıkları belli başlı iftiralardır.
Onların kafalarındaki şey bizim zamanımızda
ihtilalci sosyalizmi ön plana çıkarmış
olmalarıdır. 27 Mayıstan
sonra YÖN dergisini kurmuşlar
·
zamandan başlamışlardır. şimdi yeni değil devrim hareketleri ve
ajitasyonlar. Türkiyede organize bir irtica hareketi yoktur. Mürteci olabilir.
ASKER
DARBELERDEN SONRA İCRAYI BIRAKMAK İSTEMEDİĞİ İÇİN
MGK DOĞDU
·
Kısaca
millet iradesine karşı oluşan bu hareketlerin kaynağı 1960 darbesi
ve 61
Anayasası ile getirilen düzenlemelerin eseri denilebilir mi?
·
Şu var .Bütün dünyada her askeri
müdahalelerden sonra askerler icranın
işine daha çok müdahale eder hale gelmişlerdir. Yalnız bizde değil dünyanın her
yerinde böyle. Bizde de bunun somut örnekleri işte ortada 61 Anayasası ile de ve 82 Anayasası ile de bunlar ortada.
Artık asker müdahale ettikten sonra tamamı ile bırakıp ta gitmiyor. Mutlaka
icranın içinde belli noktalarda
kalıyor. Yalnız bunun sıkıntısı şu. MGK
bu gün her şeye rağmen anayasaya girmiş bir müessesedir.
28 ŞUBAT’I UYGULAMAK İÇİN GELDİLER
·
Efendim 28 şubat devam ediyor diyorlar.
Ediyor çünkü .O günkü MGK’ya iştirak
eden hükümet üyeleri o kararın altına imza atıyor .O hükümet gidiyor. Gelen
hükümet zaten o kararları uygulamak
taahhüdü ile geliyor. Bu belli olmayan bir şey değil. Efendim ben
gelirim ama uygulamam yok öyle bir şey. Sen zaten o şartla geliyorsun.
Bu
bakımdan bunları birbirinden farklı düşünmemek gerekir. Ancak birbirlerinden
metod farkı var,Eğer anayasada meçlis var. Bu meclis eğer askeri
hükümet işlerine müdahale dışına çıkarmak istiyorsa oturur anayasanın ilgili maddesini
değiştirir. Hatta referanduma götürür. Milletinde tasvibini alır. Buna göre uygular. Bunu yapmayacaksın.
Müessese anayasa içinde yasal olarak duracak. Bu yaptığın yasal uygulama değildir. Komuta konseyi
içinde müdahaledir diyerek vasıflandırırsanız bir yere gidemezsiniz.
HEM ŞİKAYET
ETMEK HEMDE O MECLİSTE KALMAK OLMAZ
·
Nasıl yani?
O
zaman niçin o mecliste kalıyorsunuz? Bazı meseleler var ki karşılığında külfet
olmaması mümkün değil. Hem mecliste duruyor ve nimetlerinden istifade
ediyorsunuz. Veya sine-i millete dönersiniz. Seçimleri erken yaptırma imkanı
sağlayabilirsiniz. Ondan sonra şudur
budur diyerek devamlı sistemi kötüleyeceksiniz. Buna hakkınız yok . O zaman
gelecek sistem daha iyisi olmaz daha kötüsü gelir.İşte maalesef bunu da Türkiye’nin münevverlerine
anlatamadık.
HALK ASKERİ İDAREDEN
BİR AN ÖNCE KURTULMAK İÇİN ANAYASAYA
‘EVET’ DEDİ
·
Şimdi Her kesimden anayasa eleştirildiği
halde neden yüksek oylarla onaylandı?
1961
ve 1982 anayasaları referandumuna giderken anayasanın büyük çoğunlukla
onaylanması bir vatan perverlik, anayasanın reddi vatan hayinliği şeklinde
yazılmıştır. Akis mecmuasının l961 Haziran-Temmuz sayılarını, Ulus gazetesini
ve diğerlerini okuyun. Oralarda açıkça göreceksiniz. Buna rağmen o günkü
anayasa oylaması %45 ve %55 oranında çıkmış. Buna mukabilde 67 vilayetin
20 –25 kadarında hayırlar evetlerden fazla. Fakat sonuç itibari ile bir şeye
yaramamış . 1980 de de millet şunu
bekledi. Ben anayasaya hayır desem komuta konseyi ve devlet başkanı olarak
devam edecekler. Aynı zamanda askeri idare devam edecek. Halbuki referandumla
ben bunu geçirirsem sadece cumhurbaşkanı olarak gelecek. Hiç olmazsa bir meclis seçeceğim. Meclis bir
hükümet çıkaracak ve hükümet sivil bir idare olacak ve o bana muhatap olacak. Onun için referandumda anayasa bu kadar çok
oyla oylandı.
YA MGK’YI
KALDIRIN YADA SUSUN
Aslında
MGK demokratik hukuk devletinde yanlış
ise burada yapılacak olan iş anayasayı değiştirerek bu müsseseyi ortadan
kaldırmaktır. Türkiye hep bu ikili düşüncelerin esiri ve sıkıntısını
çekmektedir.Madem ki MGK demokratik hukuk
devletlerinde yoktur diye açık oturumlar yapıyorsun. Bu hususta görüş beyan
ediyorsun artık bunun kararının bağlayıcılığındanda öteye geçerek bir nevi MGK
kumanda konseyinin muhtırası şeklinde MGK kararını değerlendirdiğin zaman
yanlıştır. İki taraf içinde yanlış.Birisi aleyhe bulunduğu için bu karara karşıyım demesi
birininde bu karar lazımdır uygulanması
gerekir diyerek yanlışlık yapıyor.
ASKERIN
SAPLANTIARI VARDIR.
Halbuki
bu karar alınıyor ve anayasada “dikkate alınır “diyor.Eskiden bağlayıcı
değildi. İstişari kararlardı. 82 anayasasında tavsiye eder diyordu.Daha sonra
Özal zamanında işin garip tarafı
bunu siviller değiştirerek yetkiyi
artırmışlar.
Birisinde
dorudan doğruya hiç habersiz Muhtıra veriyor.Ya şunları şunları yapacaksın
yoksa çekileçeksin. Biri filili müdahaledir. Birinde gelip meclisi fesh
ediyor.birinde ise meseleleri münakaşa imkanları vardır. Orada dersiniz ki biz
hükümetsek, hükümette kaldığımız müddetçe bizide bu anayasa gereği ancak TBMM güvensizlikle düşürebilir.Güvensizlikle düşürmediği
müddetçe biz görevimize devam eder ve bu şekildeki sekiz yıllık kesintisiz
eğtimi uygulamayız.Neden uygulamayız.Ülkenin
sekiz yılık eğtime ihtiyacı var ama kesintisiz olmamak şartı ile.Beş
yıllık eğtim bittikten sonra hem
çocuklar eğtime devam edecektir. Hemde meslek seçmeye başlayacaktır. Hangi
mesleği sececeklerse o meslek gurubuna yavaş yavaş geçeceklerdir. Bunlar
söylenir ve bunların münükaşası yapılırdı.Çünkü askerin saplantıları vardır.
·
Bunu biraz açar mısınız?
·
1971 muhtırasından sonrada asker toprak
reformu diye tutturmuştu.Toprak reformu ile ne alakası var
askerin.Toprakreformunun ne olduğunu ne bilir?Toprak reformu ayrı tarım reformu
ayrı şeydir. Herkes kendi sahasında kalmasını bilmeli.Uzmanlık alanında
kalmalı. Bizde adet haline gelmiş herkes
yarım yamalak bilgisiyle kendine göre bir istikamet vermeye çalışıyor.Eğitimi
eğitimciler, askerliği askerler bilir.Eğitimcilerin hepside iyi bilemez ve ayrı
ayrı uzmanlı amanı vardır.Bir fiilen içnde bulunanlar iki ilköğretim,orta
öğretim ve yüksek okullar da yarı şeylerdir.Filien içinde olmak gerekir.
ASKERİ MÜDAHALELER OLMASA İDİ
·
Demokrasinin yerleşmesi için ne yapmalı?
·
Siyasi meselelerde tahammüle ihtiyaç
vardır eğer 1946 da çıktığımız yoldan bu
günlere kadar kesintiler olmadan devam etmiş olsa idik hem parti içi
demokrasileri hem de partiler arası demokrasiler ve diğer müesseseler otururdu.
Artık bir kartel medyası düşünülemezdi. Kartel medyasında çalışanlarında biz
sendika istemiyoruz diyebilmeleri mümkün olmazdı. Bunun içindir ki Türkiye’de
her kim ki askeri müdahale davet ediyor o demokratik parlâmenter sisteme
inanmıyor demektir eğer inanıyorsa bunun kendi
ihtiyaçlarına göre ıslah ederek
götürmesi lazım değildir. ABD’nni
ABD olmasına esas sebeb iki yüz yıldan fazla olmasına rağmen askeri müdahaleler
olmadığı için değişmemiş iki yüz senelik
şartlar içerisinde ABD bünyesine ve dünyaya uyacak şartlara bazı değişiklikler yapılarak getirilmiş.
Bunu da ihtiyaçlar ortaya çıkarmış bu ihtiyaçlara göre değişikliği de ABD
parlâmentosu yapmış. Kendisi
değiştirmiş. Anayasa aynen duruyor.
ÇARE
ANAYASA ve SEÇİM SİSTEMİNDE
Bizde
ne zaman anayasa yapılmışsa mutlaka askeri müdahaleden sonra asker anayasa
yapmıştır. 1961 anayasası askerlerin hazırladığı anayasadır.1972 tarihli
değişiklik yine 12 Mart müdahalesinden sonra yapılan değişikliklerdir. Yine 1982 anayasasını da askerler
yapmışlardır. Bunun dışındaki yapılan değişikliklerde ihtiyaçlardan çok
taraftarların bir birleri ile yaptığı pazarlık sonucunda gerçekleşmiştir. Böyle
pazarlıklarla çıkan anayasalardan bir şey çıkmaz.
Sandık
başına gelen vatandaş hem partisini hem de milletvekilini seçmeli. Bu şekilde
seçilmiş milletvekili de parti genel merkezinin emir ve komutasına uymaz.
Gerçekten milletvekili olur. Ama ne yazı ki gün geçtikçe Türkiye’de sistem
şahıs hakimiyetine döndü.1983 seçimlerinde başlayarak bütün genel merkezler 5
seçimdir tüm aday gösterme yetkilerini
kendi üstlerine aldılar. Durumda meydanda.
//////////////////////////////
UFUK TURU
YILDIRIM GÜRSES’İN
ÇIĞLIĞI
Türk sanat müziğinin yaşayan en büyük Üstadı Yıldırım Gürses ile milli kültürümüze ve Türk müziğine
karşı yapılan “Tasallutları “konuştuk. Yıldırım bey tüm açık kalplilikle
ve bu konulara bir ömür vakfetmiş olmanın
verdiği vukufiyetle ve
adeta bir” Çığlık “olarak
sorularımızı samimi bir şekilde cevapladı.
GÜRSES:
****Türk musikisi şuanda muayyen çevreler tarafından yok edilmek
istenmektedir..Şu son beş senede Osmanlıya karşı son derece büyük bir kin ve
nefret görmekteyim. Klasik
musikimizi Osmanlının bir ucu olarak
kabul ediyorlar. Dolayısıyla bu musikiyi ortadan kaldırmakla Osmanlının son
izlerini ve eserlerini silmek istiyorlar.Osmanlı tarihini örttükten sonra
geriye Türk olarak hangi tarih kalacaktır ,onu merak ediyorum.
MEHMET AKİF’İN
MİLLİYETÇİLİĞİNDEN ŞÜPHE ETMEK İHANETTİR
****Bu milletin
şehit olmuş askerinin başına “Bu taşındır diyerek Kabe’yi diksem başına”diyecek
kadar yüceltecek bir insanın
milliyetçiliğini tartışmak çok zor ve son derece yanlış bir
olaydır.Akif’in milliyetçiliğinden şüphe
etmek ihanettir.Osmanlı Türkünü ve Osmanlıyı
ve Türkü ayakta tutacak her şeye
karşı hucumlar başlamıştır.
Çocuklarımız doğuyor .Doğduğu vakit Ezan- ı
Muhammedi ile teşerrüf ediyorlar.
Arkasından dünyanın en güzel annesinin ninnisiyle büyüyor. Dünyanın en iyi ninnisini Türk annesi okur..Fakat o çocuklar yedi yaşına gelince; ilk okula
gider gitmez Yohan sabastianbah’ın tam perme
sistemiyle tanıştırılır. Ve kulaklarından doğumundan
okula başlayana kadar edindiği bu sesler silinmeye uğraşılır.
İSRAİL DOSTU
ÇAĞDAŞLAR ! DUYSUN.........
İsrail’de
Parlementosunda bakanların da,başbakanında ,devlet başkanının da üzerinde
bir Hahamlar gurubu vardır. Bu devletin
her tarafından kanunlar geçse dahi o dört kişilik hamalar gurubu eğer kabul
etmezse İsrail parlâmentosundan hiçbir kanun geçmez.Adamlar kendi milli kültürüne
aykırı gelecek olan her türlü mali, her türlü maddi ve her türlü manevi
olaya karşı yukarıya bu dört hahamdan
oluşan bir süzgeç koymuşlardır.
***ENTERNASYONALİST
KÜLTÜR YÜZÜNDEN -SATANİSTLER TÜREMİŞTİR
Bizde milli
kültür politikası bir türlü kurulamamıştır. Bu uygulanan “enternasyonalist politika
“bizi buralara getirmiştir.satanistler türemiştir. Bu piyasada akan kepazelik
türemiştir. Bu pop müziği türemiştir. Belli bir ciddi kültür politikası
olamadıktan sonra,bir ülkenin ekonomisi de bozulur,maliyesi de bozulur.Bence Türkiye’nin
bütün bozukluğunun altında insan
sorununu aramak gerekir.
****SATANİST
YETİŞTİRMEYE ;MEDENİYET DİYORLAR
Dünyanın en tehlikeli silahı bilimdir. İlk önce
çocuklarımıza bu bilimi kullanacak aklı selimi vermemiz lazım. İşte bu bilimi
verirken çocuklarımız Üniversite bitiriyorlar ama o akli selim olmadığı için
“satanist “oluyorlar Etilere,eğlence gidin,dolaşın da üzülün,oturun ağlayın. on
beş on altı yaşlarındaki kız çocukları zeril sefil beline kadar etekler
sokaklarda geziyorlar ve bunun ismine de MEDENİYET diyorlar.Rüzgar ektik bora biçtik....
halk devletine güvenini kaybetti
Yani bu gün Türkiye’de yanlış bir
politika ,yanlış bir çocuk eğitimi bizi bu hale getirmiştir.Halk kendi
devletine karşı güvenini kaybeti.
****RADYO VE TV : Bize kapalı sadece Batıya açılan bir pencere.
****MUSUKİMİZ CAMİDEN DOĞDU
Batının musikisi
nasıl ki kiliseden doğdu ise benim musikimde camilerden ve tekkelerden doğmuştur.Batının tem perman sistemi Johhansabastiyan Bah’ın kiliseden çıkartmış
olduğu bir sistemdir. Hatta kullanmış olduğumuz nota bir papazın yazmış olduğu notadır. Hatta bu
papazın yazmış olduğu notanın ilk harflerinde bir Hıristiyan ayinin baş hecelerini alarak
kullanmıştır. te, mi, fa, sol, la, si,
do diye sonra ud kelimesi ajiliteye ters geldiği için “do”ya çevrilmiştir.
Yani şuanda kullandığımız nota bir Hıristiyan olayıdır ve tenperman sistem
dediğimiz piyano sistemi bir kilise düzenidir.
****İSTİKLALMARŞININ GÜFTESİ
VALS OLARAK YAZILDI
Melodisiyle
güftesi arasında bir tenakuz vardır. Zeki
Üngör besteyi yazdığı zaman ilk
önce bunu vals olarak yazmıştır.
****TÜRK
ÇOCUĞUNUN KULAĞINDAN ÖNCE TEKBİRİ SİLİYORLAR
Çocuklarımız
küçük yaşta iken kendi özümüzü ,güzelliğimizi anlatıyoruz,kendi milli
musikimizi veriyoruz ama ilk okula giderken çocuklarımıza tenparmen sistem
denen piyano sistemi ile çalıştırıyoruz.Tanpermen sistemi bizim Türk musikisini
çalmaya yeterli değildir...Demek ki
çocuk piyano ile tanıştıktan sonra
yüzlerce Türk musikisi makamını kulağından siliyor.
Milletin
müşterek zevkini kaybettirdiler ki
parçalaya bilsinler.
***SEÇİM
SONUÇLARI ;TÜRKÜN KENDİNİ GERİYE İSTEMESİDİR. İNANCINI KÜLTÜRÜNÜ GERİYE
İSTEMESİDİR
Yıldırım Gürses-Necati Çavdar
Son zamanlarda kültürümüz ve müziğimiz üzerinde oluşturulan “tasallutlar”
diyebileceğimiz gelişmeler var.
Dolayısıyla bu gelişmelerle beraber Türk sanat müziği de dahil
öz müziğimiz biraz geride kaldığı
,batı müziği ve arebeks müziğinin öne çıkarıldığı görülüyor. Sizin gibi değerli sanatçı ve bestekarlarımızın el
atmadığı zamlar kısır kalıyor. Bir şey vermiyor.
-Yıldırım
Gürsess bu nokta da ne yapıyor. Ne yapabiliriz?
-Bir defa üzülerek
şunu açıklamak istiyorum. Bir defa Yıldırım Gürses ömrü
boyunca hep ideali üzerine
savaştı. Ama hiçbir zaman sırtını dayayacağı bir güvence yeri olmadı. Hep
yaptı. Hiçbir zaman benim yerimde olan
,benim yaptığımı destekleyen, bana ışık açacak ,bana yol gösterecek hiçbiri
olmadı. ,Hiçbir zaman yardım eli ,hiçbir dost eli sırtımı sıvazlamadı.
Hep yalnız ve
tek başıma savaştım.
Musikiyi
başından buyana bir kazanç
vasıtası değil,bir hizmet vasıtası olarak gördüm. İnsanoğlu bazen Allah
tarafından mükafatlandırılır ki bazen da
doğarken mükafatlandırılmış olarak doğar.
Allah bana
çok iyi bir ses ,bunun yanında iyi bir karizma ,iyi bir bestekarlık
kabiliyeti ,okuma öğrenme ve konuşma-belagat- kabiliyeti verdi. Biz bunları
hiçbir zaman bir gurur vasıtası yapmadık
,bir şükür vasıtası yaptık. Dolayısıyla bu kadar yük üzerinde taşıyan bir insanın yapmak
mecburiyetinde olduğu bazı vazifeler
vardı.
Bu vazifelerin
başında da: bir defa kendi mesleğinin güzelliklerini ,Allah’ın vermiş olduğu bu
üstün yetenekleri hayra değil şerre
kullananlara karşı bir duvar çekmek ve hayırlı şeyler yapmaktı. Benim
yapmış olduğum bütün şarkılarımda her ne
kadar etrafımda bir şeker sarılıysa da için de mutlaka muayyen mesajlar
gizlidir. Şuanda Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi şairlerin eserlerini
bestelemek istiyorum. Bunun çabası
içindeyim. Sanki bunu mutlaka yapmam
için ben zorlanıyorum gibi bir his var
çimde.
Ben inancımın ve milli kültürümün devamlı surette
bayraktarı oldum,hizmetine amade oldum.
Çünkü alt yapı olarak çok mütedeyyin inançlı ve
milliyetçi bir camiadan geldim. Ve kendi
genimin vermiş olduğu insiyakla da daimi surette bu yolda hizmet verdim.
Türk musikisi
korkunç bir tasallut altındadır.Bunu şöyle açıklamak istiyorum Türk musikisi
korkunç bir tasallut altındadır.
Türk musikisi şuanda muayyen çevreler tarafından yok edilmek
istenmektedir. Çünkü bunu burada açıklamak istiyorum.
Şu son beş senede Osmanlıya
karşı son derece büyük bir kin ve nefret
görmekteyim.
Osmanlı her ne
olursa olsun kim olursa olsun hangi kimlikte olursa olsun bizim atamızdır. İyisi de
vardır. Güzeli de vardır. Kötüsü de vardır. Ama bunlar bizim
atalarımızdır .Bizim geçmişimizdir. Bizim kanımızdır. Bizim ırkımızdır.
Genimizdir. Dolayısıyla Osmanlıyı iyice
tanıyıp Osmanlının kültürünü iyice
öğrendikten sonra onlara karşı olan hayranlığım kat be kat arttı. Bunu
da burada zikretmek isterim. Ben ırkımın
devamıyım. Ve dolayısıyla şu anda görüyorum ki Türkiye’de Osmanlıya
karşı inanılmaz bir kin ve nefret büyümektedir. Hulki Cevizoğlunun programında
o kadar ileri gitmişlerdir ki Türk tarihini açıklarken Osmanlı tarihine “kara bir tül “bile örtmeye
kalkmışlardır.
Osmanlı tarihini
örttükten sonra geriye Türk olarak hangi tarih kalacaktır ,onu merak ediyorum.
Osmanlı tarihini örttükten sonra geriye Türk olarak
hangi tarih kalacaktır ,onu merak ediyorum.
AKİF’E DİL
UZATMAK İHANETTİR
-Burada yakın bir zamanda Paşa rütbesi verilmiş bir
şahsın Mehmet Akif dolayısıyla ,İstiklal
Maşında ifadesini bulan milli ruha da
bir saldırısı söz konusu oldu. Bu milli
kültür eksikliği,milli kültüre yakınlık duymamanın tesiri midir?
-Efendim
şuanda Türkiye de çok değişik şeyler oluyor. Özellikle Osmanlı
denilen,Osmanlıdan ürkmek başladı farkında iseniz. ve bizim klasik musikimizi Osmanlının bir ucu olarak kabul ediyorlar.
Dolayısıyla bu musikiyi ortadan kaldırmakla Osmanlının son izlerini ve
eserlerini silmek istiyorlar.
TBMM ÇAĞRI:
Esasında
TBMM’de,DSP,MHP,FP,DYP VE ANAP ‘tan
hangi partiden olursa olsun
esasında benim tanıdığım çok değerli ,memleketini ,milletini seven,Türk milli musikisine, kültürüne amade
yüzlerce tanıdığım dostlarım var. Ben onlara buradan çağrı yaparak milli kimliğimize ve değerlerimize saldırılara karşı birleşmeye ve ortak tavır
almaya davet ediyorum.
Bunun için Bir
üst komisyon kurmalıyız.
Bu musiki
,bu easar,bu mimari,bu edebiyat bu hüsnü güzellikler bizim geçmişimizin
mirasıdır ve bizim öz be öz malımızdır.
Nasıl ki Mimar Sinan’ı bir kenara atamazsak, kalkıp
Şeyh Hamdullah’ın üzerine bir çizgi çizemezsek, Dede Efendi ve Buhurizade
Itri’yı bir kenara atamazsak; benim
şahsi kanaatime göre bu gün Türk musikisinin zamanımıza getirmiş olduğu
güzellilikleri de yok edemeyiz. Ve şunu söyleyeyim hiçbir kuvvet bizim geçmişimizin mirası
olan kültürümüzü silmeye gücü yetmeyecektir.
MEHMET AKİF’İN
MİLLİYETÇİLİĞİNDEN ŞÜPHE ETMEK İHANETTİR
Mehmet Akif’e
dil uzatmaya gelince ... Mehmet
Akifi bestelemek şerefini kazanmış nadir
bestekarlardan bir tanesiyim. Bütün Safahatı satır satır okudum. Mehmet Akif’i gönlümde ve ruhumda
yaşatıyorum.Onu bestelerken on beş gün yirmi gün acaba o büyük ustaya,Türk milletine Allah’ın lütfetmiş olduğu o büyük şaire
yanlış bir şey yapacağım mı ,yapmayacağım mı diye sabahlara kadar uykusuz
kaldım. Besteledikten sonra arkadaşlarıma
okudum. Ancak onların tasvibini alıp, hocalarım yakışır dedikten sonra
yayınladım.
“Yılmam ölümden
,yaradan , askerim
Orduma gazi dedi
Peygamberim.
Bir dileğim var; ölürüm isterim
Yurduma tek
düşman ayak basmasın”
diyen adamın
milliyetçiliğinden şüphe etmek
ihanettir.
Yani ben Mehmet Akif’i imanı
bütün,inancı bütün,ama Allah’ına kadar milliyetçi, Allah’ına kadar Türk
oğlu türk olarak tanıyorum.
Bu milletin şehit olmuş askerinin başına “Bu taşındır diyerek Kabe’yi diksem
başına”diyecek kadar yüceltecek bir insanın
milliyetçiliğini tartışmak çok zor ve son derece yanlış bir olaydır.
Bence şöyle
bir şey var :
Osmanlı Türkünü
ve Osmanlıyı ve Türkü ayakta
tutacak her şeye karşı hucumlar
başlamıştır.
-Bu hücumların
özellikle müzik kanalıyla geldiği görülüyor?
-Tabii tabi başta müziği kullanıyorlar.
-Müziği
kullanarak mesaj verme,insanları etkileme
metodunu son zamanlarda “Satanistlerin” resmen de söyledikleri gibi ,
”biz müzikle ayin yapıyoruz, gençler
üzerinde müziğin etkisini kullanıyoruz” şeklindeki ifadeleri ile
iyice su yüzüne çıkıyor. Sizce müziğin gençlik üzerinde tasallutların aracı olmasına takip edilen
kültür politikası mı sebep oluyor?
-Enine boyuna müziği incelemiş,beş yaşından beri
musikinin içinde büyümüş,önce tekkede,sonra camilerde,sonrada musiki
derneklerinde ömrünü tüketmiş bir müzisyenim. Müzik çalışmaları ile ömrümü
tükettim. Beş yaşımdan buyana 340 tanede şarkı yazdım.
Bir zamanlar on beş yirmi sene gibi uzun bir zaman
hatta ve hala bir milletin müzik zevkini temsil etmiş bir insanım. Müziğe
ömrümü verdim. Şunu öğrendim:Bu pedagoglarında araştırma sonuçlarıdır.
İnsan doğar doğmaz iki yaşına kadar araştırma dönemidir. Yani iki yaşına kadar
çocuk araştırır. Bir mum görür parmağını uzatır. Mum yakar. Fakat ikinci bir
defa parmağını muma götürdüğü vakit hemen
beyin der ki;” bir daha
elini değersen yanar”. Çocuk “ cız
..”der çeker. Bu araştırma dönemidir.
İkinci dönem : İki ila beş yaş arası tasnif
dönemidir.
Ondan
sonra çocukta tatbikat dönemi
başlar.
Çocuklar
sadece yaşadıkları olayı değil,yaşadıkları ortamın kokusunu, yemeğini,
kültürünü,örfünü ,muhitin düşüncelerini ve aynı zamanda oranın aksını,
lehçelerinde öğrenirler. Yani iki
yaşında bir zenci çocuğunu Karadeniz’e götürür beş sene bırakırsanız o zenci
çocuk on yaşına gelince aynı Karadeniz
aksanı ile konuşur. Gene bir Karadenizli
bir çocuğu Amerika’ya götürür bir zenci mahallesine bırakırsanız oda
aynı zenci aksanı ile konuşmaya başlayacak ve Zenci şarkıları
söylemeye başlayacaktır.
Yanlış bir kültür
politikamız var
Ben şunu söylemek istiyorum:Yanlış bir kültür politikamız var.
Çocuklarımız doğuyor. Doğduğu vakit Ezan- ı
Muhammedi ile teşerrüf ediyorlar.
Arkasından dünyanın en güzel annesinin ninnisiyle büyüyor. Dünyanın en iyi ninnisini Türk annesi okur.
Bizim Hicaz ve Uşşak
makamındaki ninnilerin üzerine
dünyadaki hiçbir devlet bu kadar ifadeli
içinden gelen, gönülden gelen melodilerle
ninni okuyamaz. Nasıl Buhurizade Itrî, tekbiri bütün dünyada yapılmış olan ayinlerin
üzerinde bir hülasa çıkarmışsa Allah’a
giden yolda bizim annelerimizde gönülden
kopan fırtınaları,sevgileri o güzel ninni
ile ifade ederler.
Fakat o çocuklar
yedi yaşına gelince; ilk okula gider gitmez
Yohan Sabastianbah’ın tam
perme sistemiyle tanıştırılır. Ve
kulaklarından doğumundan okula başlayana kadar edindiği bu sesler
silinmeye uğraşılır.
İSRAİL DOSTU
ÇAĞDAŞLAR ! DUYSUN.........
Bu gün beğenmediğimiz İsrail’de Parlementosunda bakanların da, başbakanında, devlet
başkanının da üzerinde bir Hahamlar
gurubu vardır. Kültür bakanlığı gurubu
derler buna. Bu devletin her tarafından kararlar - kanunlar gelse dahi o dört kişilik hamalar gurubu eğer
kabul etmezse İsrail Parlâmentosu’ndan hiçbir kanun geçmez.
-Bizimkilerin
baş örtüsünde bile Diyanetin görüşüne laiklik
nedeni ile itibar etmezken bizdeki çağdaşların! baştacı ettiği İsrail de mi oluyor? Aman Çağdaşlar duymasın...!
-Gayet tabii ..Ve şöyle bir şey var. Adamlar kendi milli kültürüne aykırı
gelecek olan her türlü mali, her türlü maddi ve her türlü manevi olaya karşı yukarıya bu dört hahamdan oluşan bir
süzgeç koymuşlardır.
Bakın bizim Kültür Bakanlığımıza, Kültür
Bakanlığımız her bakanlığın altında kalmış ezilmiş bir bakanlıktır. Bütçesi
milli gelirin binde bilmem kaçı. Çevre bakanlığından sonra bütçeden en az pay alan bir bakanlık.
ENTERNASYONALİST
KÜLTÜR YÜZÜNDEN -SATANİSTLER TÜREMİŞTİR
Bizde milli
kültür politikası bir türlü kurulamamıştır. Bu uygulanan “enternasyonalist
politika “bizi buralara getirmiştir.
İşte- uygulanan
kültür politikası yüzünden -satanistler
türemiştir. Bu piyasada akan kepazelik türemiştir. Bu pop müziği türemiştir.
Bunların hepsi milli kültür
politikasından kaynaklanan olaylardır. Ben
şunu söylemek istiyorum: Dünyada kendi milli kültürüne sırtını çeviren
nadir devletlerden bir tanesi olduk.
DEVLET
SANATÇILIĞI:”BÖYLE BİR ŞEY OLMAZ”
İspanyol kendi müziğini çalar, kendi milli musikisinin kıyametini koparır. İsrail
kendi müziğini çalar. Yunanlı kendi müziğini
çalar. Fransız kendi müziğini çalar. Rus
kendi müziğini çalar, Japon kendi müziğini çalar.
Biz niye Avrupa’nın müziğini çalıyoruz
ki........?
Ben buna akıl
erdiremiyorum. Bu nasıl bir kültür politikasıdır? Arapları açın bakın.
Araplarda hiçbir taviz yoktur. Beğenmediğimiz ,bu gün vah vah dediğimiz
Arapların televizyonunu açın bakın.
Adamlar her türlü olaylarını Cemal Abdül
Nasır’ındediği gibi”Bizim atom bombamız yok ama
bizim musikimiz ve milli kültürümüz var”dedi. Yani adam o kadar
kendi milli kültürüne güveniyor ki... Adamlar devlet sanatçılığı koydu.
Kimi koydu ? Ümmi Gülsüm’ü koydu. Abdül
Vahhab’ı koydu .Üçüncü bir insan yoktur.
Ama bizde şu anda devlet sanatçılarını şöyle bir yan yana dizin bakalım. Yok öyle.......Böyle bir şey olmaz.
Belli bir ciddi
kültür politikası olamadıktan sonra,bir ülkenin ekonomisi de bozulur,maliyesi
de bozulur.
Bence Türkiye’nin
bütün bozukluğunun altında insan sorununu
aramak gerekir.
SATANİST
YETİŞTİRMEYE ; MEDENİYET DİYORLAR
Merak ediyorum okullarda çocuklarımızı bu kadar
üzerek bir kompütür gibi üzerlerine çok
şeyler yıkarak yetiştiriyoruz ama hangi evsafta çocuk yetiştiriyoruz.
evsafı Milli Eğitim Bakanlığı ve Kültür bakanlığı
tavsif etmiş mi dir?
Ben Milli
Eğitim Şurasına katıldığım zaman”Efendim
biz çocuklarımıza Türkçe’yi şöyle
yapalım,Coğrafyada şunu birleştirelim. Bunu bunla yapalım “diye kültür ve eğitim kavgası yapıyorlardı. Benşunu
söyledim.”Yapacağınız ilk kavga şu:Siz
bir eğitim müessesesiniz. Bir imalathanesiniz. Siz ne imal ediyorsunuz Türk
çocuklarını imal ediyorsunuz. Bu çocukların evsafı nedir?Bir standart çizin.
İlk defa bu çocuk geçmişine saygılı
olması lazım. İnançlı olması lazım. Bilimle teçhiz edilmiş olması lazım. Bütün
insanları sevmesi lazım. Ondan
sonra kalkıp bunları bütün dünyanın
lehine sarf edecek şekilde kullanması
lazım.”
Ben size şunu söyleyeyim dünyanın en tehlikeli silahı bilimdir. İlk önce çocuklarımıza bu
bilimi kullanacak aklı selimi vermemiz lazım. İşte bu bilimi verirken
çocuklarımız Üniversite bitiriyorlar ama o akli selim olmadığı için
“satanist “oluyorlar. Ankara’yı bilmiyorum ama saat beşten sonra siz gelin
bizim Etilere,eğlence yerlerine –Satanistlerin bol olduğu yerler
olarak adı geçen Akmerkez vs.bu bölgede-dolaşın da üzülün,oturun ağlayın. on beş on altı yaşlarındaki kız
çocukları zeril sefil beline kadar etekler sokaklarda geziyorlar ve bunun
ismine de MEDENİYET diyorlar.
Rüzgar ektik bora biçtik
Yani
bu gün Türkiye’de yanlış bir politika ,yanlış bir çocuk eğitimi bizi bu hale
getirmiştir. Senelerdir
rüzgar ektik bora biçtik. Hala kendimize gelemedik. Milli kültürümüze hep
sırt çevirdik.
Bence
depremle Türkiye çok büyük bir sınav atlatmıştır. Bu deprem korkunç bir
olaydır. Büyük bir felakettir. Bu
felakette ancak ve ancak gördük ki halk kendi kendisinin yarasını sarmaya
başladı. Niye en kötü şey oldu. Halk kendi devletine karşı güvenini
kaybetti.
Ve şuna inandık ki, ancak biz sivil örgütler olarak yaralı
olabiliriz. Biz, özel hayatımızı musiki
ile birleştirmiş nadir devletlerden bir tanesiyiz.
Biz Türk
milleti , Osmanlıdan kalan bir miras olarak özel hayatımızı musiki ile birleştirmiş nadir
devletlerden bir tanesiyiz. Ve Allah’ın
lafzı ile dünyada en çok iş yapan tek millet var oda Türk milletidir. Her lafının başında
Allah vardır. Allah nasip ederse...Allah’a ısmarladık ...gibi,Binlerce Allah’la
başlayan kelime ve cümleler vardır.
Allah kelimesi
ve musiki ile kendi dünyamızı özdeşleştirmiş,pekleştirmiş nadir ülkelerden bir
tanesiyiz.
Her şeyimizde musiki vardır.
Çocuklarımız
doğar Ezan_ı Muhammedi de musiki vardır.
Bunların yanında ninnilerimizde,
eğlencelerimizde,nişan ve düğünlerimizde,kına gecelerimizde
,ağıtlarımızda,peştamal kuşanmalarda ve hasta tedavisinde musiki vardır. Bakın
mesela Farabi,her hastalığa tedavi ,rehabilite olayı olarak kullanmış. Bunun
yanı da Ahilikte mesleki olayda peştamal
giymelerde kullanılmış. Yani her olayımızda musiki bizim hemen yanımızdadır. Dolayısıyla Türk
milleti musikiyle doğumdan ölümüne
kadar iç içe yaşamıştır.
RADYO VE TV
: Bize kapalı sadece batıya açılan bir
pencere.
Bizim musikimizin batıdan bir farkı vardır. Biz
öyle bir hale geldi ki bundan elli sene evel her evde bir kemençe.
tambur, ud varken evlerimizde sadece bir radyo ve televizyon kaldı. Oda
sadece batıya açılan bir pencere. Sadece batının propagandasını bize
duyuran,hatta kendi kanallarımızı da kast ediyorum batının
düşüncesini,tefekkürünü, mananın felsefesini beklerken maddenin felsefesini
veren ve bizim inanç anlayışımıza ters düşen felsefeleri çocuklarımıza ileten ve ailenin dördüncü ferdi olarak giren
bir televizyonlarımız var.
MUSUKİMİZ
CAMİDEN DOĞDU
YANİ ŞUANDA KULLANDIĞIMIZ NOTA BİR HIRİSTİYAN OLAYIDIR VE TENPERMAN SİSTEM DEDİĞİMİZ
PİYANO SİSTEMİ BİR KİLİSE DÜZENİDİR.
Bunun yanında en mühimi batının musikisi nasıl ki kiliseden doğdu ise benim musikimde
camilerden ve tekkelerden doğmuştur.
-Bundan tabi bir
şey olamaz değil mi?
Tabii...Bakın Mevlevilere çok şey borçluyuz
-Neden?
-Çünkü çok mutaassıplardır. Musikilerinde bir tek
notanın dahi silinmesine tahammül edemezler. Bu gün eğer dini musikimiz
varsa, klasik musikimiz varsa bunu bir tarik olarak Mevlevilere borçluyuz. Allah razı olsun bunu
yapanlardan.
Batının tem perman
sistemi Johhan Sabastiyan Bah’ın kiliseden çıkartmış olduğu bir sistemdir.
Hatta kullanmış olduğumuz nota, bir Guy Dervezo isimli papazın yazmış olduğu
notadır. Hatta bu papazın yazmış olduğu
notanın ilk harflerinde bir
Hıristiyan ayinin baş hecelerini alarak kullanmıştır. te, mi, fa, sol, la, si, do diye sonra ud
kelimesi ajiliteye ters geldiği için “do”ya çevrilmiştir. Yani şu anda kullandığımız nota bir Hıristiyan olayıdır ve tenperman sistem
dediğimiz piyano sistemi bir kilise düzenidir.
İSTİKLAL MARŞI’NIN GÜFTESİ
VALS OLARAK YAZILDI
-İstiklal Marşı’nın bestesi içinde böyle bir şey söylemiştiniz?
- Melodisiyle
güftesi arasında bir tenakuz vardır.
İstiklal
Marşı zaten iki ayrı yaşayan insanın yanlış izdivacı olmuştur.Yani bir tanesi
fevkalade Osmanlı ve bize uygun olan hanımefendinin bir Avrupalı
ile evlendirilmesi gibi yanlış bir olaydır.
Başından
yanlış yapılmış. Basit bir müzisyenin dahi prozedi olarak uygun
bulamayacağı yanlış bir çizgi içindedir. Ama artık millet kabul etmiştir. Bunun
bir dönüşümü olur mu olmaz mı ? Bu bir
devlet sorunudur. Hatta benim şahsi kanaatime göre bir referandum, anket
sorunudur. Halka birkaç tane yapılarak bunlardan birini mi seçersiniz
yoksa böyle mi kalmalıdır diye sormak
gereklidir. Ama bana müzisyen olarak sorarsanız eserin
metik denen bir olayı vardır. Yani -
Melodisiyle güftesi arasında bir tenakuz vardır. Zaten biliyorsunuz ki beste bağlanmak demektir. “Dilbestenim”
dendiği zaman gönülden bağlanmışsın manası
gelir.
-İstikllal
Marşında nasıl bir bağlantı vardır?
-Melodi ile
güfte birbirine yanlış izdivaç yapmıştır. Zaten derler ki bu
parçayı Zeki Üngör yazdığı zaman ilk
önce bunu vals olarak yazmıştır. Fakat sonra yarışma olunca onun üzerine marşın güftesini yerleştirmiş.
Yerleştirirken de zaten farkında iseniz kelimelerin prozedisinde büyük
yanlışlıklar vardır. Okunurken kelimeler bölünüyor ve insan zorlanıyor. Birde
zaten son nötürale çıkan yani bizim Türk
musikimizde tiz çağrı yaptığımız yere çıkan interval yani oktav farkı da
vardır.
Yani İstiklal
Marşımızın bestesindeki hata dolayısıyla
tartışılır. Bir ara Eski Kültür bakanlarımızdan Namık Kemal Zeybek böyle
bir çalışma içine girmişti. Hatta bana
da” İstiklal Marşını bir besteleyip bir
deneyebilir miyiz” diye bir şeyler çıtlatmıştı.
Bize böyle bir vazife verilirse şeref duyar yaparız. Bu böyle kabul edilmiş
derlerse de halkın isteğidir bu. Bana
sorarsanız yanlış bir izdivaçtır.
-Denemeyi
düşünür müsünüz?
-Şeref duyarım.Yani Mehmet Akifin her eserini bestelemekten gurur
duyarım.Benimiçin byük bir şereftir.Böyle
bir vazife verilirse her zaman amadeyim.
-Yozlaşma ve kendini beğenmeme daha çocuktan başlatılıyor diyorsunuz?
-Evet..
Çocuklarımız küçük yaşta iken kendi özümüzü, güzelliğimizi anlatıyoruz, kendi
milli musikimizi veriyoruz ama ilk okula giderken çocuklarımıza tenparmen
sistem denen piyano sistemi ile çalıştırıyoruz.Tanpermen sistemi bizim Türk
musikisini çalmaya yeterli değildir.. Batı musikisinde bir oktav ses yapı olarak on iki
eşit parçaya bölünmüştür. Ama Türk musikisinde bu aralıklar yirmi dört gayri
musevî-eşit olmayan- parçaya bölünmüştür. Demek ki bizim musikimizde
paletin üstündeki delikler Batı’dan bir
misli fazladır.
Bizim Segah makamımız bizim Uşşak makamımsımız ve
uşşak akrabaları bizim Rast makamımız, bizim hüzzam makamımsımız, bizim Karciar
makamımız, muhayyer makamımız bunların hepsi sikoma bemolü alan
makamlardır ki bunlar piyano ile içra edilmez. Demek ki çocuk piyano ile
tanıştıktan sonra yüzlerce Türk musikisi
makamını kulağından siliyor.
TÜRK ÇOCUĞUNUN
KULAĞINDAN ÖNCE TEKBİRİ SİLİYORLAR
Başından tekbiri
siliyor. Tekbir Segah makamında
yapılmıştır. Çocuk bunları okula gidince
öğrenemiyor.
Misal vermek gerekirse Ben oğlumu radyoya çok sesli
koroya gönderdim. Çocuğa uşşak
makamında bir türkü vermişler çocuk
Türkü yi buselik gibi okuyordu . Çünkü çocuk orda ki si komu basamıyordu. Kulağından silinmişti. Hemen
radyodaki çok sesli korodan aldım.
Dolayısıyla Türkiye’de başka bir hucumda var.
-Bu hucum nedir ?
-Türk çocuklarına
batının tampermen sistemini öğretip Türk musikisi sistemini
kulaklarından silmek.
Bakın bizim
camiaya bir serzenişte bulunuyorum.
Hep tek başıma savaştım ve hep tek başıma dayak yedim. Benim bilgim mi eksik. Benim konuşmam mı düzgün değil. Benim musiki
bilgim mi yok. Ben bestekar mı değilim. Bu gün Türkiye de diğer kanallar abur cubur, konuşma özürlü insanlara program
yaptırırken bu gün bizim camiamızın televizyonları kapımı dahi çalıp “Ya hu Yıldırım Gürses gel.
Sen bu kadar umman bir kavga verdin.
Bizim kavgamız buraya kadar geldi. Lütfen ne yapabiliriz, gel bir program yap.
Politik standardını koy gel mücadeleyi beraber yapalım” demedi. Ne bir
televizyon kanalı geldi nede bir kişi... Çünkü bizim camiamız öyle bir camiadır
ki musikiyi daimi surette belden aşağı olayı ve eğlence olarak görmektedir. Ama
öyle gördüğü için zaten mahkum
olduk,yıkıldık.
MUSİKİ ALLAH’A YAKARMADAN ÇIKMIŞ
-Bu tavır kompleksten mi kaynaklanıyor?
-Efendim hala
musikiyi helal olarak, hayır olarak görmüyorlar. Hala şer olarak görüyorlar.
Eğer öyle olsa idi benim sevgili ve aziz Peygamberim “gel Bilal Çık Ezan_ı
Muhammedi’yi o güzel sesinle oku “ demezdi. Yoksa birisi bağırırdı”Allahü ekber
“diye , yada teneke çaldırırdı. Haaa
demek ki musiki teyittir. Neyin teyididir? Söz yetmediği yerde musiki başlar.
-Gönüllere
girmenin bir metodu mudur?
-Evet...
Musiki Allah’a yalvarışla başlamış. Adam Allah’ı seviyorum demiş. Yetmemiş daha
çok seviyorum diye bağırmış. Yetmemiş
Seeee-viiiii-yoooo-rummmmmmmm- dediği vakit insan tatmin olmuş. Musiki bundan
çıkmış.
Çocuğumda
Cugili gibi okusun ........!
-Müziğin yozlaşması çocuk eğitiminden başlıyor diyorsunuz. Bunun için bir çalışma
olmadı mı?
-Boş
durmadık yaptık tabii.. Bu konuları gidip sevgili Cemil Çicek’e anlattım.
“Allah razı olsun inandım nasıl yapalım dedi. Dedim ki ;” Çocuk şarkılarının
bir repertuarı olması lazım. Çünkü ‘Ben
nereden sevdim o zalim kadını’ yedi yaşındaki bir çocuğa okutamam. Yahut ‘Çeşmi
bezminun canan döndürür’ü okutamam. Lafını anlamaz manasını anlamaz. Hep uyutmuşlar. Ne çocuk şarkıları repertuarı yapmışlar nede
gençlik şarkıları repartuarı yapmışlar.
Musikiyi bir
ara çingenelere mahkum etmişler. Bir ara
belden aşağı insanlara mahkum etmişler.
-Şimdide
Cuguli’ye taktık
-Ne olacak...her
sefer böyle. Bunlar sistematik organizasyonlar. Ama ben onlara acımıyor ve
onlara üzülmüyorum. Ben buna kanan çocuklarına öğreten, benim camiamdaki aslan gibi delikanlılara ve hanımefendilere
üzülüyorum. Uyanamıyorlar hala. Musiki elden gidiyor. İnanç elden gidiyor hala
oturuyorlar evlerinde. “Aman
çocuğumda Cuguli gibi okusun” diyor. Suç
bizde. Suç bunu kabul edenlerde. Bunu çıkaranlarda değil.
HEMEN KARŞIMIZA MİSYONER TEŞKİLATLARI DİKİLDİ
Bakın ben bu şarkıları yaptım. Büyük masraflarla
Türkiye’de çocuk şarkıları yarışmaları
yapıldı. Bu yapılan çocuk şarkıları yarışmasındahakikaten son derece güzel şarkılar, bizim makamımıza, bizim
ahkamımıza, bizim inancımıza uygun
şarkılar çıkarıldı. Bu şarkılar
repertuar olarak bizim elimizde oldu. Bu şarkıları bant yapıp binlerce okula gönderdik. Binlerce
kasetler yapıldı. Notaları basıldı –Sonuç
ne oldu?
-Hemen karşısına
misyoner teşkilatları dikiliverdi.
Beni paraladılar. Bunu yapanları paraladılar. Cemil Çicek’e hucum ettiler
paraladılar.
-Ne idi bunlar
da karşınıza dikildiler?
-Bakın mesela
bunlardan birinde ne diyor .Cocuk Ayşe
nineye , Anadolu’yu soruyor oda cevap veriyor.
“Ayşe nine söyle
bana ;
Neresi Anadolu’
dur?
İnsan onun bir
köşesine,
özlem duymaz
gayrısına
Şükrederse tanrısına
Orası Anadolu’dur”
Hasan dede
anlatsana ;
Neresi Anadolu
dur?
Deresinde sazan varsa
Beş vaktinde
ezan varsa
Her köyünde ozan
varsa
Orası Anadolu’dur” diyor,
İşte bunlar
tehlike arz etti. Yıldırım gürses
tehlikeli bir adam. Çoçuk şarkıda ; Ne diyor sevgili Anadolu’m diyor. Bunlar
tehlike görüldü.
Bakın çocuk şarkısında Nasretin Hoca nasıl anlatılıyor. Allah razı olsun. Muharrem Kubat sözlerini yazmış. Hüseyin Soysal bestelemiş. Demin okumuş olduğum şarkının bestekarı da sevgili talebem Engin Çır ve söz
yazarı da Sadettin Kaplan. Bakın Nasrettin Hoca’yı nasıl tarif ediyor ve çocuk
onu nasıl belleğine alıyor.
“Hortulu
Abdullah onun babası
Güldürü dünyayı Nasrettin hoca
Akşehir de açık
durur türbesi
Güldürür Dünyayı
Nasrettin hoca”
Bununla çocuk kolayca Hoca’nın babasının Hortulu Abdullah , türbesinin Akşehir’de ve açık olduğunu öğrendi.
“Hep yalın
söylemiş herkes anlamış
Bilginler ders
almış köylü dinlemiş
Denizler
ses vermiş dağlar inlemiş
Güldürür dünyayı
Nasrettin Hoca
Binmiş eşeğine
düşmüş yollara
Maya atmış yoğurt çalmış göllere
Destan
olmuş sanki adı dillere
Güldürürdü
dünyayı Nasrettin hoca”
Şimdi kuşlar çik cik ötüyor, eşek aa ii bağırıyor”
ya da bebeğim faak fak bilmem ne yapar. Bunlar şarkı değil. Bunlar mesaj
vermeyen çocuklarımızı boşluğa götüren ve başı boş bir takım uydurma şeylerdir.
Hazırladığımız çocuk şarkıları repertuarında bunun
gibi yüzlerce şarkı var. Bunlar Türkiye’
ye tehlike sinyali olarak bildirildi ve yok edildi.
YILDIRIM
GÜRSES’İN ÇIĞLIĞI:
Nerede benim
camiam...gazetelerim...televizyornlarım.....! verin bir yer. Bu pisliği Türkiye’den söküp atayım.
-Gerçekten de
bunlar tehlike! Çocuklar müzik yolu ile
kendini öğrenirse maazallah..!
Benim
gazetelerim… Hani benim televizyonlarım.? Bunları yayın. Yıldırım Gürses’in
çırpınması ile bu iş olmuyor. Ben bitiriyorum artık. Yarın eleğimi asacağım.
Cenabı Allah’ın verdiği karara göre bu gün varım yarın yokum. Hepimiz
Müslüman’ız. Teslim olduk. Elhamdülillah biz her şeye inanan,her şeyi kabul
eden insanlarız. Ama ben neyin üzüntüsünü taşıyorum.
Ne demiş Arşimet
bana bir yer verin dünyayı kaldırırım demiş. Yahu verin bir yer. Bu
pisliği Türkiye’den söküp atayım.
Çünkü ben
fırının fırıncısı,hamurkarı
değilim.Ekmeğin bizzat kendisiyim
ateşin içinde yaşıyorum. Bütün kavgayı
,her şeyi ben gördüm öğrendim.
Milletin müşterek zevkini kaybettirdiler ki parçalaya
bilsinler.
Benim kanaatime göre Türkiye kargaşaya gidiyorsa, en
mühim dönemlerinden birini yaşıyorsa musikiyi kullanmalıdır. Musiki birleştirici , barıştırıcı, sevgi
verecek olan mühim bir mesaj olayıdır.
Türkiye’de
insanların bazı birleştiği noktalar
vardır. Kimdir bunlar Aşık
Veysel’dir. Kimdir…? Yunus Emre’ dir. Kimdir bunlar.. ? Şeyh Hamdullah’tır. Mevla’na Celalettin-i
Rum-i dir. Kimdir bunlar..? Dede
Efendi’dir. Bakar mısınız bunların hangisi var televizyonlarda.? İşte katalizörleri çıkartılar. Milletin
müşterek zevkini kaybettirdiler ki
parçalaya bilsinler. Artık Mevlana Celalettin-i Rum-i ‘yi ancak muayyen kimseler seviyor.
Radyolarda artık bölgesel programlar yapılmaya başlandı.
Karadeniz ayrı program yapıyor. Güney doğu ayrı. Bir şeye dikkatinizi çekerim.
Türkiye doğu müziğinin baskısı ve tamamen işgali altında kaldı. Herkes ibrahim Tatlises’in bir kalıbı
-Onun versiyonu
-Evet..Her çıkana
bir bakın İbrahim’in başka bir
şeyi. Hani Akdeniz müziği ? Hani Rumeli,
Hani Ege.. Ne oldu yahu..? Hani Türk
müziği ? Hani benim Dede Efendim. Şevki beyim. Ne oldu bunlar ?
Ama bunların
günahı vebali onlarda değil ki ..
Benim halkımda. Artık
ben Türk halkına buluyorum bu hatayı. Bir ara kalkıp “Türk milletinin %60’ı aptal demişti.”Ben bunu söylemeye dilim
varmıyor ama bilinçsiz diyeceğim. Lütfen kendimize gelelim. Bu baskıyı kendimiz
hak ediyoruz.
SEÇİM SONUÇLARI
;TÜRKÜN KENDİNİ GERİYE İSTEMESİDİR. İNANCINI ,KÜLTÜRÜNÜ GERİYE İSTEMESİDİR
Bu gün”
Cuguliler” çıkıyorsa, “neremi neremi “ çıkıyorsa, Türkiye’de bu gün binlerce
iğrenç müstehcen kelimeler
çıkarıp lanse ediliyorsa ve biz çocuklarımızı masa üstüne çıkarıp bunları dinleyerek elimizi çırparsak olacağı bu. Her
programda iğrenç şarkılarla, tesettür
kıyafetli kadınların göbek altlarını görüyorum. Ne biçim iştir yahu.
Ben bir şey daha söylemek istiyorum. İslam kafaya örtülen başörtü ve giyilen etekte
değil beynin içindedir. Artık Türk
kadınının Türk milletinin kendine gelmesinin zamanı gelmiştir.
- Sizi bu inanca götüren nedir?
-Yapılan seçimde
Türk milleti özünü istemiştir.. İstemiştir ama...Bakın önümüzdeki seçimde MHP
gereken reyi alacaktır.
Bu dediğimi
buraya çiziyorum.
-Milletteki bu
arzu ,siyasi tercih sizce nedir?
-Bu arzu,istek ;Türk’ün kendini geriye
istemesidir. İnancını ,kültürünü geriye istemesidir.
Biz
çırpınıyoruz. Türkiye’de lanetli adam oldum .Başından bu yana niye
lanetli adam oldum? Bana Refah Partili dediler. Bana MHP’li dediler. Beni
Sultan Abdülaziz’e benzettiler. Benzetmedikleri kisve kalmadı. Elhamdülillah.
Eğer benzettikleri Abdülaziz ise başımın
üstünde. Daha ne isterim ki. Yani bütün isteğim şu: Türkiye eğer bu kargaşa
içerisinde iyi bir insan yetiştiremiyorsa, problemi insansa bunun yetiştirilme
nedenlerinde sebebi aranmak icap eder. Biz kendimize gelmeliyiz.
-Bu nasıl
olmalı?
_Birbirimizi sevmeliyiz.Düşmanlık yok.Ne oldu ilk
önce tarikler bir birine girdi. Irkçılık çıktı. Şimdi irtica bilmem ne diye bölüyorlar. Türkiye doğusundan batısına birlik içinde
olmalıdır. Türkiye’de bu vahdeti kuracak
en önemli unsurların başında
müzik gelir.
Bu birleştiriciliği bizzat yaşayarak görüyoruz.
ABD’ye gittim. Oradaki Türklere hep sanat adına
göbek altı ile gitmişler. Oradaki Türk çocuklarına “Başbakan kim?”
diyorum. “Atatürk “diyorlar. “Türkiye’nin en büyük şehri ?”diyorum:”
Konstantinopol “diyorlar.
Ama ben mesaj
vermeye geldim.
Çıktım
sahneye önce
“İzmir benim Van
benim
............
Türküm ne mutlu
benim” şarkısını okudum
hüngür hüngür ağladılar.
“Ordunun
destanını “okudum.
Orada Allahü
ekberlerle yeri göğü inlettik.
Bizi dinleyenler dediler ki” biz çocuklarımızı buraya yarı
Türk getirdik şimdi Türk olarak götürüyoruz.”İşte birleştirme
aracı.
Müzik mesajdır.
Eğer çocuklarımıza sahip çıkarsak bizimdir. Sahip çıkmazsak sahip çıkarlar.
Devlet, batı müziği sanatçılarını göndermiş. Bir
salonda sadece atmış kişi dinledi. Ama
Kanuni sergisini yüzbinler gezdi. Birisi orijinal biri taklit adam takliti ne
yapsın.
ABD ‘de
meşhur bir salonu konser
için istedik. Vermediler.”Türk müziği demi var? “diye.Ama Osmanlı
deyince kem küm ettiler. Ben
ilgililere sizin devlet başkanlarınızdan
kaçı kompozitördür dedim Şaşırdılar. Benim sadece makam tertip etmiş şu kadar
padişahım var. Sadece 3. Selim 5000
tane beste yapmış deyince adamların
gözleri fal taşı gibi açıldı. Salonu verdiler. Orada binlerce kişiye Türk musikisinden örnekler verdik.
Büyük takdir ve beğeni aldık.Bunu geçmişimizle ve günümüzle aldık.Biz kendimiz olduğumuz için aldık. Onlarda
dinledi.Bizi adamlar bizimle tanırlarsa memun
oluyor, ilgileniyor ve etkileniyor. Ama kendi kopyaları olarak değer bile vermiyorlar.
Biz aslımız ve
ecdadımızla beraber varız. Bunun için biz bir yanlışlık yaptık ecdadımızla
irtibatı kesip atmak için Latin alfabesine geçmişiz.Ecdadımızı tanıdıkça daha
çok kendimizi buluyoruz.
Doğunun yerini
bilmeyen batının istikametini bilmez. O
yüzden biz ecdadımızla irtibatı koparmamalıyız.
Konservatuarlarımızda
öce insana sevgi ve saygı öğretilmelidir.
Milli kültürle
yetişmeyen gençlerimiz batıcı ve popçu
oldular.Pop........
Bir gün bana Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel dedi ki “Türk musikisi konservatuarını açmak için çıkardığımız yasa için zorlandığım
kadar TBMM’de başka bir kanun için zorlanmadım” Çünkü hemen birileri bir
yerlerden engel olmaya çalışıyor. Gençler Türk musikisini tanırsa onlara tesir edemeyeceklerini biliyorlar.
-Kaç
eseriniz var?
-Bilinen 350
-Bunun kaç
tanesi Hit oldu?
-Tahminen 50 tanesi hit oldu.
-Bu sesinizi
hala iyi bir şekilde muhafaza etmenizi
neye bağlıyorsunuz?
-Ben hayatımda hiç içki ve sigara içmedim. İşim
gereği içkili yerlerde şarkı söyledim ama
kendim içki içmedim.
-Sizin en çok
üzüldüğünüz olay nedir?
-İsmi lazım değil. Bir İstanbul belediye başkanı
benim için şunu söylemiş.”Ben o hainle
konuşmam”demiş buna çok üzüldüm.Bunu
söyleyen İstanbula belediye başkanı olan biri..
-Niçin öyle
söylemiş?
-Bunu da bir sanatçı arkadaşın şu sözleri ile
açıklamak mümkündür.”Siz bazı
çevrelerde neden ikinci sınıf kaldığını
biliyor musun çünkü siz milliyetçi ve
inançlısınız” demişti. Ama buna rağmen çalışıyorum. Biliyorum ki kaset
yapsam almazlar. Ama ben her şeyin
zekatı olduğuna inanıyorum. Bu çalışmalarım ve didinmelerim de bilgimin ,tecrübelerimin Türk müziğine
zekatım olsun.Ben bu noktaya tırmanmalarımla
kazarak geldim. Kimseden destek görmedim.1966 tarihinden bu yana 34
senedir ayaktayım.Kimseden bir şey
istemiyorum. Hep sırtımı dönüyorum ki
yaptığım inşaat yıkılmış.
Her şeyin bir hayrı ve şerri vardır. Kainat bir
dengede durmaktadır. Sıcak var,soğuk var. Artı var eksi var. Musikinin de hayrı
ve şerri vardır. Hayra kullanırsanız hayır ,şere kullanırsanız şer olur.Buna
bir misal verirsek Yine ABD ‘de bir dini
musiki icra edelim dedik. Önce sizde dini musiki yok diye itiraz ettiler. Ama
bizimde var dedik yer verdiler.
..Tekbir...Tekbir nedir ki?
Ekip arkadaşlarımda iyi çok şükür. Biz tabii müzik
aralarında Tekbirleri de getirdik.Orada
verdiğimiz konserden sonra bazı
papazlar yanaşıp “sanki gökler yarılıp Allah yere iniyor sandık”dediler.
Çok etkilendiler. İşte müziğin iyi yerde kullanılması halinde iyi neticeler
alınır.
Şeyh Hamdullah’ın
bir ayet el kürsü çalışmasını inceleyen batılı ressam Dante ‘nin
biz soyut resim üzerinde yıllardır çılışıyoruz.
Yazıyı resme bu şekilde dönüştüremiyoruz diyerek Şeyh Hamdullah’ın eseri önünde
bayıldığını biliyoruz.
Selimiye’de Japonlar akustik testleri yaptılar, Mimar Sinan’ın kurduğu
sistemde akustiği nereden ölçseler o noktada
kusursuz buldular. Biz bilimi
sanatla içi içe işlemiş bir geçmişe sahibiz. Biz onlarla daha
büyük oluyoruz.
-Size
teşekkür ederek , hayra hizmette daha uzun bir ömür diliyorum.
-Ben de sizlere
teşekkür ediyor ve hayırlı hizmetler
niyz ediyorum.
……….
Not.Röportaj fotoğrafı diskete
Necati Çavdar.
0542.724 20 97
Tel
–fax:490 71 43
NOT: Bu KONUŞTURMA/KONUŞMA; Tutanak
Gazetesinde yayınlandı.
Vefatından sonra da Vakit/Anayurt
gazetesinde tekrarlandı
//////////////////////////////
SON OSMANLI
Üstad Yıldırım Gürses Hakka yürüdü.
O gittikçe azalan son
Osmanlılardan biri idi. Bunu her halinde ve anlayışında görmek mümkündü.
Konuşması,duruşu Osmanlı hayranlığı üzerine idi. Kütüphanesindeki kitapları
hakeza ..
Onu Osmanlı ile tarif etmek belki de hafif kalır.
O bir büyük medeniyetin aşağı, o medeniyet ürürünlerini yeni nesle
ulaştırmanın gayreti içinde idi.
Bir Osmanlı başşehiri olan Bursa’da doğmuş olması, doğduğu zamanki
Bursa’nın her köşesinde Osmanılı’yı
hatırlatan fiziki yapısı ve teneffüs
edilen manevi ikliminden nasiplenmesi
ona doğuştan gelen yeteneğinin
yanında büyük ufuklar açtığını
düşünüyorum.
Bir süre önce evinde kendisini ziyaret ederek röportaj yapmıştım. Belki de son dönemlerinde kendisi ile yapılmış en kapsamlı söyleşi idi.
Tam bir yıl önce İstanbul’a
gittiğimde; İstanbul’da olduğumu
bildirdim. Memnuniyetle karşıladı. Nezaketle istediğim görüşmekten memnun olacağını
söyledi. Saat konusunda sözleştik.
Etilerdeki evinin ,”Aylam Apartmanı’nın kapısını çıtı pıtı bir Anadolu kızı açtı.
Bizi çalışma odası olarak kullandığı, aynı
zamanda her yerde Osmanlı’yı hatırlatan,
müzeyi andıran ve ince bir zevkle
döşenmiş, salona aldı.
Yıldırım bey, bilindiği gibi çok
kilolu idi. Kendisine üst katlara inip çıkmak için olsa gerek asansör yaptırmış
olmalı ki, asansörle indi. Ayağında terlik dikkatimi çekti. Yeğenim Mehmet’le
birlikte; girdiğimiz yeri çalışma odası, normal büro olarak addedip
ayakkabılarımızı çıkarmamıştık. Yıldırım beyin terlikle gelmesi hata
yaptığımızı anlamama yetti ancak, yapılacak bir şeyde kalmamıştı. Rahmetli en
ufak bir imada bile bulunmadı. Röportaj
uzayınca akşam namazı kılmak
durumunda idik. “Benim durumum malum,
siz buyurun” diyerek kilolarını ima etti. Namaz için kullandığımız aynı salonun
her yerinin namaz kılmaya uygun
olduğunu anlayınca;”modernite “ ile karşılaşmak iç güdüsü ile girişte yaptığım
hatayı daha da iyi kavradım. Yinede
hizmetinde bulunan kızımız seccade getirdi. Ama olsun. Biz ayakkabısız girilen
mekana, Yıldırım beyin bizim değerlerimize olan hassasiyetini çalışma mekanında
da gösterdiğini bilmediğimizden ayakkabı
ile girmiştik.
Üstad, yaptığımız röportajda, adeta
geleceğimiz için çığlık atıyordu. Üstad, çığlığının; parası, imkanı ve yetkisi
olanlar tarafından duyulmadığını söylüyordu. Medyanın kendisine
kapandığı belirterek üzülüyordu.
Üstad nelerle ilgili değildi ki ..
Bize dair ne varsa onunla ilgili idi. Şu cümleler onun:
*“Son beş senede Osmanlıya karşı son derece büyük bir kin ve
nefret görmekteyim. Osmanlı tarihini örttükten
sonra geriye Türk olarak hangi tarih kalacaktır, onu merak ediyorum.
*Mehmet Akif’in milliyetçiliğinden
şüphe etmek ihanettir.
*Osmanlı Türkünü ve Osmanlıyı ve Türkü ayakta tutacak her şeye karşı hucumlar başlamıştır.
*İsrail’de Parlâmentosunda
bakanlarında, başbakanında ,devlet başkanının da üzerinde bir Hahamlar gurubu vardır.
Uygulanan “enternasyonalist
politika “satanistler türemiştir.
*RADYO VE TV; Bize kapalı sadece Batıya açılan bir pencere.
*Türk çocuğunun kulağından önce tekbiri siliyorlar. “
Yıldırım beyin özellikle çocuklarımızın kültürümüzü teneffüs ederek yetişmesi için
yaptığı çalışmayı, Mamak Belediye Başkanı Gazi Şahin’e anlattım. “O çalışmaları bulalım, tüm
okullarımıza gönderelim” dedi. Ama araya
iş güç girdi. Bu gün yarın diyerek “Milletimizin geleceği için her hizmete
amadeyim” diyen Yıldırım beye
iletemedim.
Ancak Yıldırım beyin söylediği
çalışmaları zamanın Devlet Bakanı Cemil Çiçek’e sordum. Öyle bir çalışma
yapıldığını doğruladı. Çalışmaların
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme
Kurumu Genel Müdürlüğü’nde
(SHÇEK) yada TRT’nin tozlu raflarına kaldırılmış olabileceğini belirti. O
dönemde SHÇEK ‘de Genel Müdür olan Melih Gökçek’in bilgisi ve
ilgisi vardır. Keşke Melih bey el atarak, elindeki müzik toplulukları aracılığı
ile yapılan güzel hizmeti çocuklarımızın eğitimine sunabilse .. Haydi kolları
sıvayın Melih ve Gazi Başkan
İnşallah tümü bir yerlerde
yayınlanırda okursunuz.
Yıldırım Beyin ailesine, hizmetindeki
o Anadolu kızına ve milletimize
başsağlığı dileyerek;
Rahmetler niyaz ediyorum sana
her türlü pisliğin içinde açan
gül, büyük Osmanlı...
ncavdar@hotmail.com.
20.11.2000
NECATİ ÇAVDAR
Medet Ünlü –Necati Çavdar
Medet ünlü Ççenistandaki Rus
işgalinin perde arkasını anlattı.
-Şuanda karadeniz ile Hazar denizi arasında kalan ve
Kafkas Dağlarının kuzeyinde kalan
bölgenin genel adı Kuzey Kafkasyadır.,Bu kafkasya diye bilinenn çoğrafyada yaşayan muhtelif
Kafkas topluluklarınınbir,arada yaşayan ve dünyanınn bilinir ortalama
normlarına uygun olarak devletler ailesinin bir üyesi olarak ifade
edilebilecek devlet olma ve
ösgürlüt talepleri şimdilerde ortaya
çıkmaya başlayınca kıyama kalkan insanların ciddi yaklaşımlarındarn rahatsız
olan Rusya Federasyonu diye bilinen devletin bu hazımsızlığı ve bağımsızlık
taleplerini durdurabilmek adına o coğrafyaya bir şekilde askeri müdahale
yaparak gidip o insanların bu
taleplerini boğmaya yönelik başlatılan bir savaş var.
-Bu savaş neyi ifade ediyor?
-Bu savaş çok yönlü ve bir çok şeyi
ifade ediyor
Bir defa Ruslar ,Dağılan Sovyetler
birliği egemenliği dönemindeki Sovyet
hinterlandını yaşatabilmek için bir gayret içerisinde.
İkinci olarak da uluslararası emperyalizmin bu çoğrafya üzerindeki
egemenliğini tesis edebilme noktasında Rusya
federasyonuna verilmiş olan bir görev var.Bu görev çerçevesinde Moskova
merkezli güçlendirilmesi istenen Rusya Fedarasyonu ,emperyalalizim tarafından bu
bölgede bir şekilde denetim dışı diye ifade edilir.Bu tür bağımsızlık
yolunda harekete geçmiş olan toplumları
dünyannın en büyük kara ordularına sahip
olduğu bilinen Rusya eliyle sindirmeye yönelik ve onlara yapılabilecek
en ağır cezalarda vermek adına böyle bir
savaşı başlattı.
Bu savaşın çokboyutlarından biride ,bu bölgedeki petrol ve doğalgaz gibi
stratejik enerjinin dağıtımı ve
dışpazarlara sunulması noktasındaki odak noktası olan Kafkasyayı mutlaka elinden
çıkarmamak gibi bir niyet içerisindedir.
Ancak Rusyanın böyle bir tealep ve
pozisyonu varken,Kafkas milletlerinin de yüz yıllala dayanan bir mücadele ve bu
mücadele ile ortaya koydukları bir gelenek var.Kafkaslarda verilen bu mücadele bir bağımsızlık mücadelesidir ve
bu mücadelenin tarih içinde öteden
beri verile gelen mücadelenin verilmiş adı da GAZAVAT’tır.Yani
CİHAT’tır.İlahi Kelimetullah tır.
Bu anlamda Ruslar bu bölgeyi
ellerinden çıkarmamak adına diye koydukları
bir gerekçe ile emperyalist
düşüncelerinin gereği olarak buraya askeri müdahalede bulundular.Ancak bu askeri
müdahaleleri güçsüz zayıf ve parçalı gibi gözüken kafkas insanı üzerinde etkili
değil.Tarihte belki ikincisi olmak üzere ilk defa Kafkas insanları artık bir araya geldiler ve Kafkasya Dağlılar
Konfederasyonu diye ifade edilen 11 Mayıs 1918 de tarihinde kurulup ve dünyacada kabul edilen
devletin tekrar kurulması noktasında bir mücadelenin içindeler.
Kafkasya dendiği zaman kafkas insanının o çoğrafyada
ayaklarını sabit bir yere basacak ve bağımsızlığı bir şekilde kabuil edilmiş
veya ona yakın hiçbir devlet
yoktu.Kafkas insanı şunu der :Ruslar Kafkasyayya bir kere geldiler çeçenistan
kurtuldu.Ruslar Kafkasyaya ikinci defa geldiler İnşaallah bütün Kafkasya kurtulacak.Bu sonucuda
göreceğiz.Kafkasya coğrafyasında Çeçenistan stratejik önemi asla
tartışılmayan merkezi bir yerdir.Petrol
yatakları ve jeo enerji bakımından verimli
bir coğrafya ve her tarafı yemyeşil cennetten bir parça diye ifade
edilebilecek kadar da verimli bir
arazidir.
Siyasi anlam olarakta Kafkasyanın
merkezindeki Çeçen istan Kafkasya için ne kadar önemli ise aynı derecede belki
başka faktörler itibari ilede önemli
olan Dağistan Kafkasyanın ayrılmaz bir parçası Kafkasya iuçin o denli önemli
bir çoğrafyadır.
Daistan kafkaslar için önemli ikin
bir taraftanda Ruslar de için
önemlidir.Hazar denizine sınırıbulunan ülkeler
Kazakistan.Türkmenistan,İran,Azarbaycan ve Daistandır.Burasıda genel anlamı ile
Hazar enerji havzasını oluşturur.Eğer Daistan Kafkaslar lehine Rusyanın
elindren çıkarsa Rusyanın Hazar denizine sahili kalmayacak.Ve Hazar Denizi
Rusya için kapalı bir göl haline dönüşerek .
-Budurumda stratejik
olarakRuslar hem hazar enerji havzasını
kontrol her bakımdan kontrol edemeyecekler hemde bölge devletleri yeni birer
güç olarak ortaya çıkacaktır.?
-Tabi tamamen.Veya fiziki olarak bir
bağı kalmayacak.
-Peki Rusların bölgedeki askeri,ekonomik ve stratejik çıkar ve
hakimiyet mücadelesi bir noktada anlamak mmükün.Kominizm yönetiminde eline
geçirdiği bölgeyi sovyetlerir dağılmasıyla
birlikte hukuki bir mesnedi olmasada
elinde tuktmak istiyor.peki bu haçzar
enerji bölgesini Rusların kontrol etmesine göz yuman ve destekleyen batılıların
veya Türkiye gibi fili statünün
korunmasından yana olanların çıkarı ne?
-Dünya şekil vermeye çabaylayan veya
dünyada kendi proğramlarına uygun bir şekillendirme yapmak isteyen emperyalist
güçlerin glabolleşme yada
küreselleşme noktasından hareketle yeni
bir dizayn vermek istedikleri
dünyada,kendi denetim ve istemleri
dışında gelişen hadiselere karşı bir şekilde tavır koyacakları açık.Çeçenistan
ve kafkasyada yaşanan hadiselerde onların beklentilerinin dışında gelişen
hadiselerdir.Bu anlamda Rusyanın
kafkasyaya olan saldırısı ,işgali ve işgal girişimi ve orda Ruslar
aracılığı ile yaşanabilecek bütün insan hakları ihlalleri ve bütün
zulümler,sıkıntılar ve mültecilerin yaşadıkları dramları dünya görmezden
gelecektir.Yani tabiri caizse Kafkasları dünya Rusların kucağına atacaktır.
-Neden dünyayı harekete geçiren
güçler buna böyle bakıyor?
-Bunnu bir çok sabeb ve gerekçeleri
var.Bunlardan bir tanesi kendi planlarına uygurn olmayan bir çıkışın denetim
altına alınmasına yönelik niyettir.
İkincisi emperyalistler paylaşma
noktasında adil olmayı bir tarafa bırakarak,lehlerinin dışında olan bir şeyede
kabul vermezler.Dolayısıyla Kafkasya
coğrafyası hem siyasi olarak hem ekonomik olarak ,hemde iktisadî ve stratejik olarak her yönden
önemli bir coğrafyadır. Dünyanın önem atfettiği bir çoğrafyadır.Çünkü sadace
Türkiye açısından hadiseye baktığımızda
ortaasya tük cumhuriyetlerine giden yol
üzerinde stratejik önemi tartışılmıyor.ikincisi Rusya tarih boyunca kendisine
yakın olan coğrafyalar üzerinde tehdit unsunru olmuştur.Bu yönüylede bölge
ülkelerini Rusyanın tehdidi söz konusudur.Şu üanda Kafkasyada verilen savaşı
bidr nevi Türkiye nin güvenliği çin verilen bir savaş olarak ifade edebiliriz.Çünkü
her ülkenin olduğu gibi Türkiyenin de geleceğe yönelik stratejik hedefleri
vardır ve bu hedefler noktasında Rusya asla faktör olarak tartışılmayacak
önemde bir çoğrafyadır.Ora ile olan
münasebetlerinde bir şekilde Türkiye menfaatlerine düzenlenmesi
açısından Kafkasyada verilen savaş bir
nevi Türkiyenin lehine olsun diye verilen bir savaştır.
-Bu gerçeğe rağmen Türk milletinin
kalbi desteklerini biliyoruz ama
devletin resmi yaklaşımı nasıl?
-Şuana kadar maalesef TC devleti
dünyadaki diğer devletler gibi hadiseyi
sadece diplomatik olarak ve diplomatik
yaklaşımları ile ancak geçiştirmeye çalışıyor.sadece Türkiye değil bu arada Avrupa devletleri ,ABD
vediğer devletlerle İslam ülkeleri içinde bu geçerlidir.Şu cümle ile başlayan
açıklamalara biz çok aşina olduk. Denilirki “Rusyanın toprak bütünlüğü içerisinde proplemin siyasi
müzakerelerle çözümünden yanayız”En yumuşak ve iyimser olan
açıklamalardır.Türkiyenin yaptığıda bu.
Bu arada bazı hadiseler vardır ki Rusya kafkasyaya
yapmış olduğu bu işgal eylemi ile bir anda
bir macara olsun diye gelmediler.Önceden hazırlıklar ve bir senaryo
vardı.Bu senaryolara bağlı birtakım altyapı hazırlıklarını yaptıktan sonra
geldiler.Bu nedemek Kafkasyada bir şekilde işgal eylemi başlayınca ve işgal
eylemlerini haklı çıkarmak adına Kafkasya da verilecek direnişi
farklımecralarda algılamaya ş,imaj oluşturmaya yönelik olarak oranın
lekelenmesi gerekiyordu.Lekelenme
hadisesi içinde “uluslar arası terörizm bütün toplumların ve bütün
devletlerin birinci elden karşı olduğu
hadisedir.Dolayısıyla Kafkasyaa yarın bir gün oluşacak direnişin uluslar arası
terörizmin bir boyutu olduğu konusunda bir imaj yerleştirmeye çalıştılar.Bu
bağımsızlık ve özgürlük tabebinde bulunan insanlara Vahhabi
dediler,fundamantalist dediler.Kökten
dinci dediler...Dedilede dediler.
-Halkımız bu konuda yeterli bilgiye sahip değil.Türk kamu oyuna
da bu imajla verilmeye çalışıldığı gibi hadise hakikaten bir vahhabi,veya başka
birhareket mi.?
-Tabiiiki öylediğildir.Halbu ki burada yaşayan insanlar
ateizimin,kominizmin sosyalizmin ve dinsizliğin eğtim potasından geçirilerek
dinsizleştirilmek istenmelerine rağmen Müslüman kimliklerini ön plana
çıkarabilen insanlardır. Yani bütün
dünyanın olmasını istediklerinin tersine olarak sonuç gösteren insanlardı. Dini
ile ,İslam’ı ile kitabı ile ümmete bağlılığı ile ayakta kalabilmemin kavgasını
çok uzun yıllardan seri vererek ve bunda da rüştünü ispat eden toplumlardır.
Kökten dinci diyorlar.....Eğer bir insan
köküne kadar dinci oluyorsa bunda bir
suç olmaz. Çünkü Müslüman iyi Müslüman olmak zorundadır. Fundamantalist Latin kökenli bir kelime olduğu için doğrusu
bunun ne manaya geldiğini ben dahil kimse bilmiyor. Ama bilinir ki bu kelime
kullanılırken Müslümanların lehinde
ve müspet anlamda kullanılmıyor. Biz
fundamantalist filan değiliz. Biz Müslüman’ız elhamdülillah. Bizim
atalarımızdan gelen ve tarih içerisinde verdiğimiz adı ile belli Kafkasya’da
gazavat diye ifade edilen ve müridizim hareketi diye kendini
çok net sbir şekilde gösteren bir mücadele geleneğimiz var. Şuan da
verilen mücadelede o geleneğin son halkası
ve güzel bir halkasıdır inşaallah.
-1994 yılında Rusların Çenistanı
işgali ile başlayan mücadeleye Türkiye ve özellikle Türk halkı farklı
bakıyordu. Şuanda ise Çeçen mücahitlere
direkt Moskova ağızı kullanan medyanında
tesiri ile vahhabi teröristlerin
Rusya’ya karşı saldırıları olarak
taktım edildi. Bunun da bizim halkımız
üzerinde muazzam bir gölgeleme meydana getirdiğini görüyoruz.1994 den 1999’a
geldiğimizde vatanlarını ve
bağımsızlıklarını Rus işgaline karşı savunma durumundaki Müslüman Kafkas milletlerinin yapılarında, dini
inanışlarında ve düşüncelerinde bir
değişiklik mi oldu veya mezhep mi değiştirdiler?
-Şimdi şunu açıkça ifade edelim
ki1994-96 arasında 21 ay ve 636 gün süren savaşta Türkiyede
kafkasyada ki mücahit kardeşlerine muhabbet besleyen ,kalbi desteğini
,dualarını maddi ve manevi yardımını
eksik etmeyen insanlar müslüman insanlardı.Bu kaygıdan dolayı orada ki
kardeşlerini yalnız bırakmammanın gereğine inanıyorlardı.Şimdi şu halde dahi
yine aynı desteği veren,yine aynı kaygıyı duyan ve yine aynı yüreğini yakan
insanlar müslüman insanlar.Ben kafirlerin oraya farklı imaj olsun diye ortaya koydukları
bu kavramlardan dolayı müslümanların
bundan olumsuz anlamada etkileneceği
düşüncesinde değilim.Böyle bir sonucuda doğrusunu isterseniz
göremedim.Dolayısıyla Türkiye toplumunda
medyanın önemi asla tartışılmaz.Medya deyincede kim anlaşılır.Bu ortadadır.Mevcut Medyanın kendi çabaları ile oluşturmaya
başladığı rus ağzı ile yapmış oldukları yayınlar ve bu yayınların etkisini
toplum noktasında tabiki bir gölgeleme olabilir buna itiraz etmiyorum.
Bu durum aynı zamanda Rusyanın kendi
politikaları doğrultusunda oluşturmak istedikleri şeyin burdaki yardakçıları aracılığı ile dile getirilmesi
ve bunun olumsuz etkileri bu topluma yansımıştır.Buna itirazım yok ama
Müslümanlar haberin kimlden ve neşekilde geldiği noktasında titiz davranmaları sonucunda ortada var diye ifade edilen ve gücü
tartışılmayan medyadan gelen haberlerin üstelik Rus ağzı ile geldiği
tartışılmayan haberlerin ne anlama geldiğini çok iyi bilirler.Dolayısıyla
Kafkasyada ki mücahit kardeşlerini asla yalnız bırakmazlar.Biz öyle inanıyoruz.
-Şu anda ki Rusların Çeçenistan işgali ,Mücahit komutan
Şamil Baseyev’in emrindeki güçlerin Daistana girerek bir çok yerde kontrolleri
ele geçirmesinden sonra başladığı
görülüyor.Bunun üzerine harekete geçen
Rusya önce dediki Daistan topraklarında
Çenistandan sızmaları önlemek üzere
sırın boyu güvenlik şeridi oluşturacağım.Sonra bu şeridi Ççen topraklarında
oluşturmak istediğini açıkladı.Ancak şuanda böyle bir niyet görülmeyerek fiilen Çeçenistan başkentine kadar işgal
eylemine devam ettikleri şeklinde
haberler geliyor.Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
-
O haberlerin
Türkiye kamuoyuna ulaşmayan yönleri ile
birlikte ele aldığımızda sizin söylediğiniz şeylerde tamamlayıcı kısmı olacaktır.Birincisi Şamil bir gün önce haydi macara yaşayalım diye Daistana girmiş değildir.Önce onu net olarak ortaya koymamız gerekiyor.Aynı çeçen kardeşleri gibi yiğit olan ve dinlerine imanlarına bağlı olan,özgürlük aşığı olan ve Hz.Şeyh Şamil’in müntesibi bulunduğu toplumun fertleri olan Daistanlı kardeşlerimiz kendi ülkelerinin de –Dağistan’nın-bağımsız olması için ciddi hazırlıklar içerisinde idi.Bu anlamdada Daistan resmi kominist yönetimine rağmen kimi bölgeleride ellerinde tutuyorlardı.Dağistan’ın bağımsızlığını isteyen halkı kendi iradeleri ile kıyama kalkma kararını aldılar.Kıyama kalkma kararından sonra da faaliyete geçtiler.Bu faaliyetleri esnasında yardıma ihtiyaç duydukları bir noktada yardım talep ettiler ve Şamil Baseyev o yardım talebine binaen Daistan’a girdi.
Tabiki uluslar arası siyaset
oyunları ve entrikaları konusunda moskova bir çok insanlardan ve devletlerden başarılıdır.Bu
anlamda Şamilin Dağistana girişini gerekçe göstererek hem kafkasyada silahlı
güçlerini yoğunlaştırda.Hemde Akka’yı -Avrupa konvensiyonel silah sınırlaması
anlaşmasını –delerek gereğinden çok fazla oraya zırhlı ve konvensiyonel silahları yığdı.
-Rusyanın bu işgali sadece Kuzey kafkasya ile mi
sınırlı.Yoksa başka hedefleridemi var.Bmelela petrol boru hatlarının kendi topraklarından geçmesi için olamaz mı?
-Aslında Rusyanın tüm planı bir şekilde
Kafkasyaya girmesi yönnüde idi.Bence
hedef sadece Daistanın güvenliği ve Çeçenistan değildi. Nedenlerden bir
tanesi; Güney Kafkasya da bulunan Azarbeycan ve Gürcistanın Rusya
hinterlandının dışına çıkma istidadı göstermesidir.Çünkü çok uzun
yıllardan beri bu adını bahsettiğiniz
petrol nakil hatları Rus ‘ya tezine uygun olarak Bakü-Nevarosozki ‘mi yoksa
Bakü _Ceyhan’mı olsunmu diye tartışılırken Bakü-Ceyhan tercih edilir hale
gelmişti.Eğer Bakü Ceyhan gerçekleşirse hem ,Azarbeycan,hem türkiye hem
gürcistan kazanacaktı.Kaybedecek olan ise Rusya idi.
Rusya kendi tezinin işlevsiz olmaya
başladığını gördükten sonra batı ile daha çok entegre olmaya başlayan
Azarbeycan ve gürcistana da bir göz dağı vermek
noktasında”Ben hala ölmedim.Dişlerimde
sağlam” demek adına Kafkasyaya
silahlı müdahale etti.Ama inşallah
Allah onlara istediklerini
göstermez.Kafkasya düşmeyecektir.Düşmediği sürecede Rusya güney Kafkasyadaki
devletlere ki Azarbeycan ve Gürcistan’a bir tehdit unsuru olmayacaktır.Bu savaş
Türkiye için ne kadar anlam ifade ediyorsa Bu devletler içinde çok büyük önem ifade ediyor.
Kafkasyaya Rusların gelerek ortaya
koydukları mizansen tektaraflı olaerak gerçekleştirilen bir mizansendir. Onun
da Allah’ın izni ile çok fazla işlerlik bulma şansı yoktur.
-Şuandaki durum nedir?
-Şuandaki durum
..Birincisi..Kafkasyada Birleşik
Kafkasya Cumhuriyeti idaeline uygun olarak hem Dağistan,hem Kabartay-Balkar,hem
Karaçay-Çerkes’te hem Adıgey’de hem Abhazya’da hem Osetya’da hem İnguşet’yada
Rus işgaline karşı bu zikredilen toplumlar nezdinde topyekün bir mücadele verme noktasında ciddi
hazırlıklar var.ikincisi:Şuanda savaşın
objesi olan Çeçenistanda Devlet başkanımız
aslan gibi Aslan Mashadov’umuz var.Çeçen
liderliği noktasında tüm
komutanlar onun emirlerine harfiyen uyma
şeklinde ona biat etmiş
durumdadırlar.Önceki günlerde de Aslan Mashadov’dan önceki devlet
Cumhurbaşkanımız olan-Cahar Dudayev’den
sonraki iknici devlet başkanı-Zelimhan Yandarbiyev Aslan Mashadov’un İslam
ülkeleri ile ilgili temsilcisi olarak atanmıştır.Bu bir şereftir.Sen yukarda
ben aşağıdayım,aramızda siyasi çekişme olmak zorundadır gibi bir mantığa asla
sahip olmadılar.Herkesin bir görevi
var ve kendi görevlerine Allahrızası,kendi vatan ve milletleri için ve bağımsızlık duyguları
için ve geleceğin Çecen İslam cumhuriyetinin
sağlam durması için iş bölümü
yaparlar ve bundada asla gocunmazlar.Bu tür işleri nefis konusu
yapmazlar.Çeçenistandaki liderlik noktasında böyle bir pozisyon varken topyekün
bir çeçen halkı Rusyadan yada çok açık
bilinen adıyla gavurdan,kafirden gelen
her türlü saldırılara karşı koymak için elinden geleni esirgemeyecek kadar
birlik ve beraberlik içerisindeler.
Cephelerden her gün değişen haberler
geliyor.Bunların arasında öncelikle
Ruslar sınırları aşarak
Çeçenistana girdiler.Trek nehri diye ifade edilen ve Çeçenistanı doğu batı ekseninde bölennehrin kuzey kesiminede
yerleştiler.Orası düzlük olduğu için savunma imkanlara rahat olur düşüncesi ile
orayı tuttular.Sözde şöyle bir senaryo hazırlanmış.Denmiş ki “.Egemenlik
altında tuttuğumuz bu Çeçen
topraklarında mültecileri dışarı çıkartmadan buraya toplayacağız,onların
geçinme ,barınma ,Sağlık ve eğtim ihtiyaçlarını karşılayacağız. Burası güzel
Çeçenistan olacak.Karşı tarafta bomba yağan ve kimsenin hoşnut olmaması gereken
bir bölge olacak.Dolayısı ile Çecen halkı tercihini Rusyanın egemenliği altındaki bölgeden yana
koyacak....!”Afedersiniz..Hangi toplumdan bahsediyoruz.Eğer sözü edilen halk
Ççen halkı ise Rus’un ortaya koyduğu bu mizansen asla tutmaz.Çünkü çeçen halkı
Rusların taa çarlık döneminde nasıl Rus olduklarını iyi bilirler.Sovyetler
birliği döneminde nasıl Rus olduklarını
iyi bilirler.Çağdaş Çarlık diye ifade edilen Rusya federasyonun dönemindede
Rus’un ne olduğunu çok iyi bilirler.Bu anlamdada Ruslar avuçlarını
yalayacaklardır.Bu işgali bükün bir millet olarak ordusu ile başkomutanı ile
halkı ile yediden yetmişe büyük –küçük bütün çeçen milletinin nasıl mücadele
verdiklerine önceki dönemde dünya şahittir.Şimdi inşaallah onun çok daha
fevkinde çok daha güzel örnekler vererek
Kafirlerin bir daha Kafkasyaya bakmamasını sağlayacak şekildede güzel sonuçlarırn
geleceği ümidindeyiz .İnşaallah......
-1917 Sovyet ihtilallinden sonra
oluşan Sovyet sosyalist Cumhuriyetler birliği
tüm halkların gönüllü katılımı şeklinde
oluşturulduğu lanse edilmişti.Aslında
kominist idareyi isötemeyen tüm bölgeler zorla işgal edilmişti.Bunun
yanındada eski sovyet anayasasında da bu
sovyetler birliğin oluşturan devlet veya özerk bölgelerin isterse halkları
bağımsız olabilecekleri hüküm altına alınmıştı.Ancak
Sovyetlerin daığılması ile bu işgalin sona ermesi gerekmez miydi.Dolayısıyla
dağılan bir devletin sözleşmesi bittiğine göre yeni devlete ki Rusya
Federasyonu bu bölgedeki devletler miras
olarak kalmaması ve bu özerk
Cumhuriyetlerde kendi iradesi ile
bağımsız olması gerkmezmiydi? Genelde durum bu iken özelde Kafkasyanında
içirnde bulunduğu fiili durum ki Türkiye dahil bir çok ülkenin Rusyannı toprak
bütünlüğü dedeği statüko aslında bir işgalin devamı
değilmidir?
-Aynen öyledir ve eksiktirde.Çünkü
Dünya tarihinde Rusya fedarasyonu diye
bir devlet henüz yokken,yani Sovyetler birliği henüz dağılmamışken Çeçenistan
cumhuriyetide tüm dünyaya bağımsızlığını
ilan etmiştir.Bu bağımsızmlığı korumak noktasında her hangi normal bir ülkenin
yapması gereken bütün sorumlulukları
yerine getirmiştir.Bu bağımsızlığa kast etmek düşüncesi ile gelebilecek her
türlü prokatif hareketlere,her türlü askeri müdahale ve işgale karşı savunma
yeteneklerinin var olduğunu dünyaya ilan etmişlerdir.Sovyetler birliği
yıkıldıktan sonra sovyet anayasasına bağlı olarak özerk cumhuriyet statüsünde iken
bağımsızlığını ilan eden Ççen cumhurieti Sovyet anayasası ortadan kalkınca yani
ilga olarak Sovyetler birliği tarih sahnesinden silindikten sonra Rusya
anayasasına asla bağımlılık göstermemiştir.Bu
anlamda ortada hiçbir imza yoktur.Rusya ile herhangi bir ilişkiye girilmemiştir.Onunla
bir entekrasyona girilmemiştir.Rusyaya bağımlılığı ifade eden bir tektane kağıt üzerine imza atılmamıştır.
Dolayısıyla Çeçenistan’ı uluslar arası meşru şartlar
itibari ile ve uluslar arası hukuk
ve usular arası kamuoyunun dikkat
çektiği kimli normlar açısından Çeçenistan’ı Rusya’nın içi olarak
gösterebilecek hiçbir belge ,hiçbir yapı
veya işaret yoktur. Ama buna
rağmen dünyayı yeniden şekillendirmek
iddiasında olan devletlerin ifadesine bağlı olarak bu kavramlar şu anda
tartışılmaktadır. Bu işin çeçen toplumu nezrinde çok net olarak iki cümle ile
özeti vardır. Bunu biz Allah Rahmet eylesin Şehidimiz Cahar Dudayev’den de duyduk,Yandarbiyev
Zelimhan’dan da duyduk,Mashadov Aslan’danda duyduk.Çeçen toplumu adına her üçününde
söylediği şey:”Bizi Allah bağımsız
olarak kabul ediyor.Kendimizi bizde bağımsız olarak kabul ediyoruz.Dünya er
yada geç bağımsızlığımızı kabul edeçektir.Bundada acele etmiyoruz.”demişler
idi. Halada bu yapı devam etemektedir.
Bunu şunun için söyledim.1990 yılnda
Ççenistan tek yanlı olarak egemenliğini ilan etti.6 Eylül 1991 de
bağımsızlığını ilan ederek tüm dünyaya duyurdu.Kendi anayasasını
hazırladı.Kendi idari yapılanmasını tamamladı.Bir meşru devletin tüm organları
neyi gerektiriyorsa onu tamamladı.Dünyanın karşısına bu şekli ile çıktı.Bundan
sonra o devletin kendi bağımsız yapısını koruyabilme noktasında hazır olan
devlete hayat hakkı tanımammak için
dünyanın en büyük ordusu diye tabir edilen gücü saldırarak Rusya Çeçenistana
girdi ve çıktı.Çıkarıldı.Oradan beli kırılarak çıkarıldı.
Bütün açılardan bakıldığında
Ççenistanın bağımsızlığı asla tartışılamaz ve
Çeçenistanın bağımsızlığını resmi ve diplomatik olarakdeklare etmesede
ilk tanıyan devlet Rusya Federasyonudur.Tanıma biçimi de defaktödür.Yani ilk
tanıyan Rusyadır .Rusya Ççenlerle iki
ayrı taraf olarak muhtelif zamanlarda
masaya oturmuştur.Muhtelif zamanlarda anlaşmalar imzaladılar.Bu
anlaşmalarda uluslar arası gözlemciler
nezdinde yapıldı.Bu anlamdada bu
konularda meşruiyet tartışmaları yapılmadı.Ancak
şimdi Rusya Fedarasyonunnu başındaki ayyaş Yeltsin,Abdal birtane adamı
getirnmiş başbakan yapmış.O Putin Ççenistanın bağımsızlığını tartışmaya
başlamış,Meşru Çeçen yönetimini tartışmaya açmış vekendince Ççenistanı küçük
görüp kendilerini büyük görmek gibi bir iddia ile Ççenistana askeri müdahale
yapmış.Rusyanın yıl sonu itibari ile
yapılacak Duma seçimleri,gelecek yılda yapılacak başkanlık seçimlerinde
Çeçenistan konusunu iç politik malzemesi olarak kullanmak istemelerini anlarız.Güçleri yetiyorsa yapsınlar deriz.
Fakat Ruslar kendi halkı ve kendi
çocukları adına ciddi bir kumar oynadı.Bu kumarı kaybedeceklerdir.Çünkü onlar
bu tür hadiselere kumar olarak bakarlarr.Çeçenler için bu hadiseye bakış Allah için
savaştır.Yani Gazavattır.Onun için 1994-1996 savaşından sonra 1999 yılına kadar ki geçen üç yıl içerisin de
Allahü Teala o çok güzel teçhiz ettiği
çeçen toplumuna onların donanımlarını daha güçlü kılmak adına ikiyüz bin tane çocuk hediye etti.Yani Çeçen toplumu
ikiyüzbin çoçuk yaptıki bunlar savaş veren insanların çocuklarıdır.Onlar biraz
emeklemeye başlayarak ayağa dikilmeye başladıktan sonra görecekleri şey daha
dün yaşanmış olan savaşın izleridir.Allahü Teala onların kalplerini
elhamdülilllah okadar güçlü kılıyor ki o çocuklar daha şimdiden savaşçı olarak yetişiyorlar.Biz
üç günlük beş günlük,sadece hangi cephede savaşın ne tür sonuçlar
getireceğinideğil
Ama yirmi yıl otuzyıl ve elli yıl
sonrasının dünyanın en mükemmel ve en
güzel ama adaletin Allah adına en güzel
yaşanacağı bir ülke olarak Ççenistanı biz şimdiden görüyoruz.Ama onlarkumar
oynuyorlar ve kaybedeceklerdir.
-Şuanda orda mültecilerin durumları nedir?
-Savaş asla sevilebilecek bir şey
değil.Savaşın farklı yapıları itibari ile
mülteciler diye bir olgusu vardır ve dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi
drama dönüşmüştür.Şuanda 155 bini geçkin
Çeçen insanı evlerinden yurtlarından ve köylerinden normal sosyal hayatlarını terk ederek
yuvalarını bırakıp bir başka çoğrafyalara gitmek zorunda kalmıştır.Bu insanlar
her şeye muhtaç oldukları halde yer yüzünü şekilendirme iddiasında bulunan devletlerin bu tür işleri
yapmak üzere ortaya koyduğu kurum ve kuruluşlar ki bu insanlara güya
bakmak zorundadır ama hala hiç birinden bir tek ses çıkmamaktadır.Buda batının
Çeçen insanını Rusyanın kucağına atma noktasında ne kadar gözünün kara olduğunu
göstermek içinde iyi bir örnektir.
Şuanda Çeçenistanda yaşanan Rusyanın
İşgalci zihniyeti ve emperyalist yapılarının gereği olarak Çeçenistana
girmektir.Şuanda çeçenistan daki savaş
önceki savaşta olduğu gibi ahlaki bir savaş değildir. Buna bir örnek verirsek
Rusya savunma bakanı Şamanev gelerek yerel bölge yetkililerini ve belediye
başkanlarını yanına “Sizinle görüşmek istiyorum “deye çağırmış ve askerlerine emrederek onlara işkence yaptırıp şehit etmiştir.Bu
dünyanın hiçbir yerinde askeri kurallar çerçevesinde izah edilecek bir durum
değildir.Biz şehit verdik.Üstelikte bu bir musibet vari bir şehadet,yani Rusa
güven olmayacağı noktasında toplumun bir kere daha diri ve teyakkuz
halinde olsun diye Allahü tealanın böyle bir sonucu verdiğine
inanıyoruz.Ruslar savaşın askeri ahlak kurallarına uysalar çeçen askerleri
karşısında asla varlık gösteremezler.Gösteremeyeceklerinin çok çok örnekleri
yaşandı ve şimdi yaşanacçaktır.İnşaallah.
Eğer RuslarÇeçenistana gelmekteki niyetleri ile inşaallah sonuç
alamayacaklar ve bir şekilde
kafkasyanın bağımsızlığını sağlayarak bir dahada gelmemeyi düşünerek
gideceklerdir.İnşaallah.
-Putinden önceki azledilen Rus
başbakanı Daistan olaylarını halletmek için bölgeye gönderildiğinde Moskovadaki
görünüşünün aksine belki bölgedeki fiili
durumu izah etmek bakımından”Daistanı kaybekmek üzereyiz “demişti.Ama şimdiki
başbakan Putinde ne pahasına olursa olsun Ççenistanı dize getirme yönünde bir
niyeti var.Bu olaydaRusya fedarasyonunun meydrana getren diğer devletlerin resmen fedaral yapı içinde merkezde Ççenistana
siyasi anlamda bir desteği var
mı?
-Halkların isteklerinin hilafına bu
mümkün değil.Çünkü orada temsil edilen resmi sıfatlı kişiler Rusyanın
.......k,,dır.Rusyanın atadığı insanların yönettiği çoğrafyada ki resmi
görevliler Kafkasyadaki insanlar
nezdinde Ruslardan daha beterdir.Rus rdostluğu ile kendi halkına düşmanlık
yapmaktadırlar.Rusyaya sırtlarını dayayarak Rusyadan aldıkları güçle toplumlarına
tahakküm eden yöneticiler eğer sağ
kalırlarsa er veya geç Ruslar def olup giderken onlarla birlikte onlarda çekip
gitmek zorundadırlar.Şuanda yapılan
bağımsızlık hareketine kafkas halkalarının isteğinin aksine kafkas
çoğrafyasındaki devletlerin yöneticilerinin hiçbir olumlu katkıları olmadığı
gibi çok açık bir biçimde bu hareketin aleyhinde ve Rusyanın yanında
bir tavırları vardır.
- Şuanda çeçenistanda yaşanan
hadiselerin dialektik açısından adı konmuştur.Ççenistanda bütün Müslümanların ortak düşünce ve
inançları odur ki bu işlere teori
hastalığına bulaşmadanda adını korlar..
Derlerki “yer yüzünde hiçbir hareket
yoktur ki Allah’ın takdiri dışında geççekleşmez.Biz ona teslim olduk. Biz onun
adına biz mücadeleyi vcreceğiz.bize düşen kulluktur.Şehadet ise biz ona dünden razıyız.Ama diğer çoğrafyada
yaşayan Müslüman kardeşlerimiz hiç değilse duaları ile bizi yalnız
bırakmasınlar ve kardeşlik hukukunun gerketirdiği busormluluğu yerine
getirsinler..”derler.Türkiyedeki müslümünlürü özelikle çok büyük güvenleri
vardır.İnançları ve beklentileri vardır.Bu en azından bir duadır.
-
Tabi
Rusyanında özellikle bu çağda zorla
güzellik
olamayacağını bilerek hareket etmesi
gerekir.Benim çıkarım var diyerekte bir halk artık süngü nezaretinde
tutulmaması gerekir.İnşallah
muzaferiyetle sonuçlanır.Kısa zamanda orada akan kan durur.O insanlar
normal hayatlarını sürdürür.
-İnşaallah
::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
Bir Mücahit daha göç eyledi.
Allah’u Ekber ,“Allah; en büyüktür.. ” diyerek her türlü güç ve
entrikalara meydan okuyarak, mazlumların sesi olan..
Bir Mücahit (MEDET ÜNLÜ) daha göç eyledi.
Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti Türkiye Fahri Konsolosu Medet Ünlü, yolcu
edildi.
"Memleketimize sığınan onlarca Çeçen misafir, korunamadı. Suikastlara
kurban verildi.
Fakat ilk defa TC vatandaşı bir mücahit, Türkiye Cumhuriyeti
devletinin resmi Başkentinin ortasında Suikasta kurban ediliyor.
Bu suikastın Reyhanlı katliamından farkı ne?
Bence biri CİA diğeri KGB kalıntısı FSB kontrollü bir
eylem. Yani Reyhanlı CİA , Angara'nın göbeğindeki ise KGB ( FSB )
damgalı.
Her ikisi de anlamlı olmalı.
Angara'ya "Bak dediğimiz olmaz ise başına yıkarız
mesajı"
Türkiye'nin uyumadığını biliyoruz da..
Ancak hala ayaklarındaki pukağnın da güçlü olduğu görülüyor.
Ayaklarında pukağı olmasa ne kimse göz göre göre Reyhanlıda katliam
yapıp, savaş senaryosunu sahneye koyar.
Ne de Angara'nın göbeğinde bilinen bir insana suikast yapabilir..
Maalesef ülke (Türkiye) Rus ve Amerikan ajan ve
bağlantılılarının cirit attığı, elini kolunu sallayarak dolaştığı,
cinayeti işledikten sonra üstünün kapatıldığı da çıkıp gittiği bir ülke haline
gelmiştir.
……
Diğer yandan da
Rahmetli Yazıcıoğlu’da Medet’de .. Recep
Tayyip Erdoğan’nın BAŞBAKAN sıfatını taşıdığı dönemde ŞEHİT
ediliyor. Birsi Göksun Dağlarından Angara’ya. Diğeri Angara’dan Göksun
yaylalarına yolcu ediliyor..
…..
Geçtiğimiz aylarda Rus gazetecilerin, “Sizin bir infaz listeniz bulunduğu
söyleniyor. Bu doğru mu?” sorusuna “Savaştan sonra Çeçenistan’da genel af
ilan edildi. Ülkede kalan militanlar için bildiğiniz gibi af edildi.
Yurtdışında yaşamlarını sürdürenler ise kendilerini ‘Ben şuyum, buyum’ diye
tanıtıp duruyor. Bu kişilerle ilgili benim de Çeçenistan yönetiminin de gizli
bir infaz listesi yoktur” diye cevaplayan Rusya’nın işgal altında
tuttuğu Çeçenistan’da ki kuklası Ramazan Kadirov , “tanımıyoruz. Öyle bir
temsilcimiz de yok” demiş.
Zaten mesele de burada Medet ve Mücahitler de Kadirov’u
tanımıyordu.
Çünkü,Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti Türkiye Fahri Konsolosu unvanını
Medet, Rahmetli Cahar Dudayev’den almıştı
O nedenledir ki
Çeçenistan’da yönetim Rus yanlısı Kadirov’un eline geçmesine rağmen Medet o
eski unvanını kullanmaya devam ediyordu.
……….
Allah rahmet eylesin..
Milletin başı sağ ola..
Güya kardeşlerinin iktidarında " veliler", yönetiminde Medet'i
koruyamayan yetkilileri Rabbim bildiği gibi yapsın...
Makamın cennet ola kardeşim.. Yer yüzü zindanından zalim eşkıyanın
hüküm sürdüğü mekanlardan güzel, çok güzel makamlara Güle güle...
………..
http://sairinyeri.blogspot.com/2006/09/dudayev-ehit.html
:::::::::::::::::::::::::::::
CEMİL ÇİÇEK: Türkiye yol
ağzında.
http://necaticavdar.blogcu.com/cemil-cicek-turkiye-yol-agzinda/16910639
CEMİL ÇİÇEK:
Türkiye yol ağzında.
Dünyada üç çeşit ülke var. Birincisi dünyaya şekil veren güçler. Eskiden
Osmanlı, yakın geçmişte de ABD ile Rusya böyle idi. Şimdi ABD ve Çin bu
konumda. İngiltere,Almanya ve Fransa gibi ülkeler ise büyüklerle politika
üreten ülkelerdir. Diğerleri ise üretilen politikalara uyan ülkeler.
Türkiye tam bu noktada önem kazanıyor. Bunun da düğümü Kafkasya. Türkiye
duygusal argümanların dışında kendi geleceği ve sınıf atlaması için mutlaka
Kafkasya’da etkili olmalı. Burada yarışan iki devlet var. Biri yeniden süper
güç olmak isteyen Rusya diğeri ise her şeye rağmen yıldızı parlayan
Türkiye ..
RUSYANIN SON ŞANSI
Rusya, Çeçenistan’da yenilirse Rusya federasyonu içindeki
diğer halklarında bağımsızlığına kavuşarak Rusya’nın dağılmasından korkuyor.
Eğer arka bahçesi olarak gören Rusya bu bölgede yeniden hakimiyetini
kuramaz ise ebediyen süper güç olma vasfını kaybedecek. Türkiye
ise sınıf atlayarak kendisine danışılarak politika
belirlenen ülkeler konumuna geçecek. Yoksa, kendisine politika dikte edilen
üçüncü ülkeler konumundan kurtulamayacak.
ENERJİ ANAHTAR
Rusya ayrıca bu bölgedeki stratejik petrol rezervi dolayısıyla vananın
başında bulunan Çeçenistan’ı elinden çıkarmak istemeyerek ne
pahasına olursa olsun Çeçenistan’a hakim olmak istiyor. Rusya
Çeçenistan’da yenilirse bir daha Kafkas ve Ortaasya’da ebediyen
süper güç rolü oynayamaz.
Bu nedenle Rusya, Polonya, Litvanya, Estonya gibi ülkelerin elinden
çıkmasına hemen hiç ses çıkarmayarak razı oldu. Ancak Çeçenistan da Petrol
anahtar.
Çeçenistan bu manada kavşak ve geçit bölgesidir.
Çeçenistan’a Rusya hakim olursa Türki Cumhuriyetler
tamamen Rusya’nın hegemonyası altına girecektir. Rusya bu bölgelerde
başarı sağlaması halinde bizim Hazar politikamız iflas edecek, Bakû-
Ceyhan projesi hayal olacaktır.
Türkiye’nin büyük devlet olma şansı Çeçenistan ‘ı desteklemesinden geçer.
Kafkasya’nın kilidi Çeçenistan
dır. Türkiye Kafkaslarda ki rolünü oynayamaz
dünyanın ilgisini Çeçenistan’a çekemezse küçük devlet olarak
kalır.
HÜKÜMETİN İRTİCA PANAROYASI
Rusya Türkiye’yi PKK ile tehdit ediyor. Türkiye Çeçenistan ‘da yaşanan
vahşetle ilgilenmiyor. İçerde de sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerini
İRTİCA PANAROYASI nedeniyle engelliyor.
ABD, RUSYA İLE İTTİFAK EDİYOR
ABD, kendisine Avrupa Birliği ve Çin’i rakip gördüğünden arada
tampon bölge olarak Rusya’yı tutmak istiyor ve Rusya’yı
gücendirmemek için Çeçenistan dramına seyirci kalıyor.
Türkiye, batı ve özellikle ABD ile beraber ortak çıkarlarla
bölgede mutlaka söz sahibi olmalıdır. Aksi halde bu
ülkeler Rusya ile çıkarlarını birleştirerek Türkiye’yi saf dışı yaparlar ve
Türkiye’nin sınıf atlaması mümkün olamaz. Bu yüzden Rusya var gücü
ile aynı zamanda Ortaasya’nın da anahtarı konumundaki Kafkasya’ya yükleniyor.
Bir yandan Çeçenistan da soy kırım yaparak bölgeyi kontrol edemediği güçlerden
temizlerken diğer yandan da yanına Ermenistan’ı alarak bağımsız
devletler üzerindeki baskısını artırıyor ve Türkiye’yi tehdit
etmeye devam ediyor. Rusya adeta Ermenistan’la, Rumlarla, PKK ile
müttefiklikler kurarak Türkiye’yi kıpırdayamaz hale getiriyor.
Türkiye’nin bu sarmaldan çıkması ve Ortaasya’ya uzanarak
sınıf atlaması için Kafkasya’da uygulayacağı politikaya bağlı...Kısaca Türkiye
Kafkasya ile duygusal bağların ötesinde kendi güvenliği
ve stratejik çıkarları bakımından ilgilenmesi ve uyanık durması
gerekiyor. Rusya’nın tarihi emellerini hiçbir zaman göz ardı etmemeli.
Eğer Allah korusun Ruslar Çeçenistan’da başarı kazanırlarsa
Türkiye’nin zaten tehdit altındaki güvenliği iyice zora girer.
Çeçenistan’ın kaybı nedeniyle Gürcistan’da Azerbaycan’da sıkıntıya girer.Bir
yanda Balkanlar diğer yönde Kafkaslar üzerinden Türkiye kıpırdayamaz
hale geliyor.
Şuanda hükümetin Cumhurbaşkanı meselesine kilitlenerek üzerinde durmadığı
bir başka husus var.ABD İran ile anlaştı.ABD’nin İran ile anlaşması demek Bakü
– Ceyhan’ın suya düşmesi demektir.
Eğer Ruslar Çeçenistan’da başarı kazanırlarsa Hazar Petrollerinin bir
kısmı Karadeniz üzerinden taşınır kalanı da zaten var olan İran
üzerinden Basra körfezine iner. O zaman Bakü, Ceyhan’dan taşınan petrol
de daha ucuz olan o iki hat üzerinden
taşınır.Türkiye iki taraftan da sarmala alınmış durumdadır.
23.3.2000
http://www.benimblog.com/NecatiCavdar/22972/CEM%DDL++%C7%DD%C7EK%3AT%FCrkiye++yol+a%F0z%FDnda..html
//////////////////////////////////////////
HAYATI KİTAP OLAN LÜTTFİYE ERGENOKON’DAN ÇAĞRI : HER TÜRLÜ KİTABI OKUYUN”
·
KÜLTÜR OLMADIKTAN SONRA HİÇBİR ŞEY
OLMAZ.. MEMLEKETLERİ AYAKTA TUTAN
KÜLTÜRDÜR
·
SAHAFLAR, “AİLE YERİ”
·
ALTIN GÜMÜŞ BİZİM İŞİN BİR ŞEY İFADE
ETMİYOR.. BİZİM HAYATIMIZ KİTAP.. YEMEMİZ İÇMEMİZ KİTAP. HALA DAHA KİTAP ALINIR. BİZ KİTAP
HASTASIYIIIIIIIIIIZZZZZZZZ.. ÇOCUKLARIM KİTAP HASTASI...
·
ŞİMDİKİ İNSANLAR; BULDUKLARIMIZI O GÜN
YİYELİM. TEKRAR ÇALALIM
DİYORLAR.YANİ YEMEK İÇİN ÇALMIYORLAR Kİ....
EĞLENMEK, GEZMEK İÇİN..
KİTAP BİLE ÇALIYORLAR..
·
ÜNİVERSİTE TALEBELERİ DE KİTAP ÇALIYOR
Ankara’da 70’li yıllarda Hacıbayram Camii etrafındaki kalenin yıkık dökük burçlarının içinde ya da derme çatma sözde dükkancıklar oluşturulmuş mekanlarda kitapçılar bulurdunuz. Sonra el ya yada küçük dikiş makinaları ile bez ve kumaşlardan giyecek yapma dönemi büyük atölyelerden çıkma konfeksiyona dönüşünce tuhafiye dükkanları raflarında kitaplara da yer açmaya başladılar.. Çarşısı daha bir moderndi ve bir bölümü gerçekten kitapçılarla dolmuştu. Ulus civarında bir iki sahaf bulmak mümkündü.
Tabi ki okul kitapları satan kırtasiyelerde vardı.Ve de gittiğinizde de çok kere kapalı olan, mesaiye tabi, yüzü soğuk Milli Eğitim gibi devlet kitapçıları.. Ve Ankara kültüre yönelik kitap açısından İstanbul’a mahkumdu..
Daha sonra Kızılay’a mesken kurdu kitapçılar. Zafer Çarşısı yetmedi.Türk-İş pasajına. Oradan Adil İş merkezine sükun ettiler. Yeni kitapların servise konduğu görkemli kitap Saraylarına şahit olduk.Ancak hiç biri sahafların yerini tutmuyor. Öbürlerinden kitap alıyorsunuz.Fakat sahaflarda hem kitap hem başka bir şey..
Kimi buralarda kültürünü paylaşıyor, kimi geliştiriyor.. Kimi hayatını, kimi fikrini bölüşüyor.Kimileride hiçbir şey almasa bile bu mekanlarda buluşuyor..
Meşhur Kocabeyoğlu çarşısı artık bez, terlik, don - gömlek satış alanı değil.Aynı zamanda kitap sarayı dense yeri.
Bayındır Sokak’da .. Sakarya’daki SSK iş merkezine bakan Aksoy Çarşısı da kitapçılara dönüşmek üzere.. Aksoy Çarşısı’ndaki KERVAN YAYIN – DAĞITIM’ın sahibi dostumuz Musa Çağlar’a zaman zaman uğrarız..Kitap almasak bile alınacak mutlaka bir şey buluruz..
Bir seferinde hemen üst kattaki eski kitap satan (Sahaf) dikkatimi çekti. Dükkana girdim. bazıları konularına göre tasnif edilmiş. İki katlı dükkanda çoğu karışık kitap kitap...kitap..
Masada gönlü genç bir hanım efendi.Dikkatimizi çekiyor. Hal hatır soruyoruz. Muhabbet koyulaşınca dur bunu okuyucucularımızla paylaşalım diye teklif götürüyoruz. Biraz nazlanıyor.. Zira yeni kaza geçirmiş. Onun verdiği sancılar içinde ama işinin başında..Sizlerle paylaşmak üzere sohbet etmeye sözleşiyoruz.. Biz size bu sohbeti sunacağız. Fakat şunu itiraf edeyim ki mikrofonla ile olmuyor. Zira mikrofon muhabbetin tadını bozuyor.Biz bunu tecrübe ile denedik. Eğer bir imkan bulurda Fırat Kitapevi’ne uğrarsanız bize hak vereceğizi düşünüyoruz..
Peki neden Lütfiye Ergenokon..?
Bir Arap bilginin karısı kocasına şöyle demiş: “Eğer senin bu kitaplarla hayat geçireceğini bilseydim.Dokuz karılı bir adama varır. Sekiz kumanın kahrını çekerdim.”
Eğer kitaptan zevk almıyorsanız okumayı dünyanın en zor işi olarak görürsünüz., yükünü de..
Yine bir profesör dostum anlatıyor:
Hayatımızda bu güne kadar tam dokuz yer değiştirdik. En son aşınacağımız yere giderken hanım “Bu kitaplarından bıktım...Ne yapacaksan yap götürmeyeceğim..”diye dikildi..
Baktım iş zor..Hanım “ Eğer imkan varsa bu evi içinde ben olmak kaydıyla satarsın.Öyle kurulursun.Aksi halde benden kurtulmadıkça bu kitaplardan da kurtulman zor. Zira bu kitaplar benim hayatım..” dedim de beni götürmek zorunda kalan hanım kitaplarıma razı oldu.
Böylesine bir zorluğa katlanan ve hayatı kitap olan Bozkurt Ergenekon ve eşi Lütfiye hamım evde yer kalmayınca, hem meşgale olsun hem kitaplardan kurtulmamış hem de evde biraz alan açarız diye Ulusa, şimdiki Merkez Bankası ek binasının yerinde sahaf dükkanı açmışlar.. Orası yıkılmış bir ara Cinnah’a yönelmişler. Orası da kapanmış. Ev bark kitapları almaz olmuş .Hırsızlar gelip çalmışlar yine bitmemiş. Hayatları kitap olan ana –oğullar, yeniden geçmişler dükkan başına.
Günün büyük ir bölümünü geçirdiği sahaf dükkanındaki televizyonu açmayı hiç istemeyen Lütfiye ana, “Açsam ne olacak..?” diyerek televizyon kanallarındaki moda programların “ülkeye ve insanımıza bir şey kazandırmadığını” vurgulayarak insanlara “çok okumalarını, kültürlü olmalarını” öğütlüyor.
O yaşında hala hayat dolu Lütfiye ana ile kitabı, kitapçıları, kültürü, çok zor şartlara sahip eski ve bugünkü hayat şartlarına sahip yeni insanımızı konuştuk..
...........
-Bu kadar çok ve çeşitli kitapları neden buldunuz?
- Yavrucuğum bu kitapları eşim buldu..
-Beyefendi (Bozkurt Ergenokon) ne iş yapardı.
-Kendisi öğretmendi.
-Öğretmen maaşı ile nasıl
biriktirebildi?
-Şöyle ki Varık’ta yazı yazıyordu. Dershanelere gidiyordu.Ek ücretlerle o şekilde hayatımızı.. Beraber.. Ve karı-koca öğretmendik. Aynı okulda idik. O benim müdürümdü.
-Bu kitapları siz satmak için
mi biriktirdiniz?
-Esasında bu kitaplar kendimizin özel kitapları idi.
-Şahsi kitaplardı.
-Evet şahsi kitaplardı.
- Çoğunu okudunuz?..
- Tabii. Varlık..Türk dili. Türk düşüncesi biz bunlara abone edik. Ve eşim bunarı alır.. Hatta Cumhuriyet gazetesinin diyebilirim ki talebeliğinden.. Adana’nın (Öğretmen Okulu’unun) ilk mezunlarındandır. O zamanlardan bütün Cumhuriyet gazeteleri bizim evde alınmıştır.
-
O zaman sizin yükünüz epey ağırdır.
- Tabii. Bir tatilde. O Cumhuriyet gazeteleri .. Tatil girdiği zaman toplanır. Salonda oturur. Onları keser ... Yazarlarına göre hepsi ayrılır. Üzerlerine numarası yazılır.Bazen tarihi, hangi zamanda çıktı ise bunlar yazılır.Bunlar yazılmış olarak dosyalara zımbalanarak konur. Ve bu işler senelerce devam etmiştir.
-
Tatil yapmadınız yani..
- Hayır hiç tatil yapmadık.. Kendisi şiirlerini yazar. Bir çok şiirleri vardır. Ve öğretmen aşığıdır. O talebelerine o kadar bağlanmıştır ki; benim eşim veya –Oğlum’da öğretmendir.- Bir kere izin alıp da doktora dahi gitmemiştir.
-
-İzin şöyle dursun. Doktora dahi gitmedi?
- Doktora dahi gitmemiştir.. Gitmez yani.. Çocuklarına tapar.Çocuklarından başka hiçbir şey görmez..
-
Kaç çocuğunuz var?
- Benim üç oğlum var.Birisi siyasal mezunu.. Diğerleri ... öğretmen..
-
Siz kitaplara mı baktınız Çocuklara mı?
- -Ben mi?.. Annem de yardımcı idi...
- Çocukların süt parasını kitaplara mı ödediniz?
- .(Gülüyor). Bak ne diyeceğim.Biz kitap hastasıyız.. Hala devam ediyoooor.. Babalarından kalma bu hastalık hala devam ediyoroor..
-
-Kaç kitabınız vardır?
- Kitapların sayısını bilmek imkansız.. Bak burayı aldık..Burayı doldurduk. Bunun kadar yeri dolduracak yerimiz daha var. Düşünebiliyor musunuz?
-
ALTIN GÜMÜŞ ÖNEMLİ DEĞİL.
-
Çaldırdığınız ne kadardı?
- Çaldırdığımızda en kıymetli kitaplarımız gitti tabi. .Hakim bile şaşırdı. Dedi ki “Yav .. Ben böyle şey hiç görmedim hayatımda.Her türlü hırsızlığı duymuştum da kitap hırsızlığına ilk defa sizde rastlıyorum dedi. Her ikisine de birer buçuk sene hapis cezası verdi.Her ikisi de yattılar..
-
Kitaplarınızı çaldıkları için çocukların ceza
almasından üzüntü duydunuz mu?
- Yani şöyle ki kitap hırsızlığı çok şey değil. Para ihtiyacı için değil. Ama bunlar bizim kitap aldığımız yerlere gelen giden insanlardı.
-
Tanıdık insanlardı.
- Tabi orya gelen giden, tanıdık insanlardı. Nelerini çalıyor biliyor musunuz?
-
Nelerini?
- En kıymetlilerini..
-
Mesela neleri?
- Mesela...Kur’an tefsirlerini.. Mevlana’nın hayatları.. Bilmem çok eski kitapları...Ve bunları da ne yapmışlar. Kamyonla kitabı götürmüşler, benim aşağımda –depodan-gece..Ve bunları Rus pazarında satmışlar.
-
Okumak için çalmamışlar?
- Hayır hayır.Rus pazarında satıyorlar.. Sonra kitap ararken oğlumun öğretmenin yazdığı bir hediye kitaptan oradaki kitapların yerini bulduk. Tesadüfen.. Ve bulduktan sonra emniyet amirleri filan yeri tespit ettiler, adamları o şekilde yakalattık.
- Sonuçta kitap, altın değil, gümüş değil.. Çocukları yakalattığınız için vicdan azabı duydunuz mu?
- Yavrucuğum, kitap bizim en kıymetli şeyimiz. Belki eşyalarımızı götürse o kadar üzülmezdim.
-
Altınınızı götürse üzülmez miydiniz?
-
Üzülmezdik.Götürmüşte .. Bazı bakırları, şunu bunu.. Onlar bizim işin
bir şey ifade etmiyor.. Bizim
hayatımız kitap.. yememiz içmemiz kitap.
Hala daha kitap alınır. Biz kitap
hastasıyıııııııııızzzzzzzz..Çocuklarım kitap hastası...
-
Çocuklarınıza asıl aşıladınız bu
hastalığı?
-
Babalarından gelen bir şey.
-
Yani
kızmadılar mı “Uf ana bu ne? .Her yer kitap” diye..
-
En küçük
oğlum; “Allah aşkına .. Ben bu evde yaşamak istemiyorum. Sağım solum kitap “
dedi..O isyan etti. O özel hayatına devam etti. Bunlar(diğer iki oğlu) hala
kitap hastası. Hala alıyorlar çocuğum... Hala beş yüz bir milyar .. neyse.. Bak Kitaba
dayanamıyorlar.Alıyorlar.. İşte bizim hayatımız bu..Yani yemek içmek....
Bak...Yemek içmek bizim için mevzubahis değil.. Evin içi fevkalade döşenmiş
bilmem ne yapmış bu da mühim değil.. Bizim
varsa yoksa kitabımız.. Hayatta kitap başka bir şeyi tanımıyoruz..
-
Peki kitapsız kalırsanız ne olacağını
düşünüyorsunuz. Temizliğiniz daha iyi olur.Rahat edersiniz?
-
Tabiii. Tabi..Bak. Evi
ben o vaziyetten kurtarabilmek için
gene burada bunun (mevcut iki katlı dükkan) kadar büyük bir dükkan aldım. Özel.. Kendimize ait
kitapları orada saklayacağız..
-
Gün yüzüne çıkar mayacaksınız?
- Yani çok mühim oldukça.. O.. İçinde röportaj yapılır.. Bilmem ne yapılır. Fakat bunları satmak niyetindede değiliz.
-
KUŞADASINDA KÜTÜPHANA İÇİN YER VERMEDİLER
-
Kütüphane açmayı düşünüyorsunuz?
-
Eşim Kuşadalı idi.. Sana ismiyle söyleyeyim.Yazabilirsin bunu.İsmi..
Fırat!... Kuş adasındaki belediye
reisinin ismi? ( Oğlu Fırat eyden yarım alıyor) Engin Berberoğlu.. Buna
gittim.Eşim Kuşadalı.. Daha bu
dükkanları açmazdan önce.. Dedim ki “Engin..” dedim. “Sen burada bize
bir kütüphanelik yer ver. Biz buraya bir
kütüphane bırakalım. Ama bu kütüphanenin üzerinde benim eşimin
adı olacak..” Beni senelerce oyaladı. “Vereceğim hocam,yapacağız yaptık diyerekten..”
-
Kütüphane yeri vermediler
-
Kütüphane yeri bana Kuşadası’nda verilmedi..
-
Hala
kütüphane yeri bekliyor musunuz?
- Hayır.Artık beklemiyoruz.. Tabii bu dükkanları açtık..Ondan sonra velhasıl-ı kelam.O zamanlar eğer ki bana verilmiş olsa idi. Ben böyle dükkana falan gitmeyecektim. Doğrudan doğruya eşimin adına kütüphane açılacak.. Ve benim adım orda devam edecekti. Ve bunu vermemesi - Kuşadasında yer gösterilmemesi- neticesi burası açıldı. Yani çok orijinal bir hayatımız var işte.. Doksan yaşındaki insan kitap okur mu?
-Doksan yaşında kim kitap
okuyor, anneciğim?
-Eşim..
-Eşiniz 90 yaşında
okuyordu?
Hala okuyordu. Ölene kadar kitap elinden düşmedi çocuğum..
ERGENEKON SOYADI
-Ergenokon sayadı ile ilgisi
ne?
-Ha Ergenokon soyadı şöyle..
Bozkurt’un Ergenekonlara karşı büyük duygusu vardı, severdi. Biliyorsunuz eski
Ergenokonları.. Türklüğün ilerleyişi.. Merhameti... Onlara davranışı...Fakat bu..
Onun için Ergenokon soyadını aldılar.
-Sonradan mı aldı?
-Sonradan aldı.
-Bilerek aldı?
Mesela bunlar Kuşadalılar..
Kuşadası havalisindendirler. Bunlar
Ergenokon soyadını aldılar..
Fakaaat. Sonradan yapılan
bazı şeyler var ya.... hareketler. adam öldürmeler..
O Erenokon soyadından..
-Vaz geçirdi.
-Vazgeçmedi devam etti..Ama onların yaptıklarını hiçbir zaman tasvip etmedi.
BENİ ADAK ADAYARAK ALDI
-Peki diyorlar ki Bozkurt
bey seni kaçırmış?
-Beni mi?
-Evet..
-Bene kaçırmadı.Aynı okulda idik. Beraberdik..Hakikaten..Çok...On beş yaş aramızda farkımız vardı.. Beni adaklarla aldı.Konya’ya adak adayarak beni aldı.. Ve ölene kadar da beni o mutlulukla yaşattı. 52 sene..
-Peki adağı yerine getirdi mi?
-Getirttik.
-“Bozkurt bey adağını yerine
getirip kesmedi.. Bozkurt bey öbür
tarafta sıkıntı çekmesin diye Lütfiye ana
kesecek, bizlerde yiyeceğiz “ diyorlar
-Hehh heh ...Yani Konya’ya o şekilde bir gidişimiz oldu. Beraber gittik zaten.
-Çok gezer miydiniz..?
-O birinci askerliğini şeyde
yapmış..
-Nasıl birinci askerliğini?
Yedek subay.
-İkinci ney?
-İkincisi alman harbinde tekrar
yedek subay oldular ya.. Ve Ordu emrinde
Iğdır’da hudutta öğretmen.Ruslarla daima
temas ediyor. Yılanlarla filan uğraşıyor. Muzafer Sarısözen ile köylere derlemelere gidiyor. Deryani diye
bir şair buluyor.Onun şiirlerini mum
ışıklarında not ediyor.. Velhasıl epey şiirleri var.Birinci yedek
subaylığını orda yapıyor. İkinci Yedeksubaylığını yine Iğdır’da yapıyor.Bambaşka
şeylerimiz..Anılarımız var yani..
ÜNİVERSİTE TALEBELERİ KİTAP
ÇALIYOR
-
Kitaplarınızı talebelerde çalar mı?
-
-Tabii..
-
Üniversite talebeleri.
-
Üniversite talebeleri.. Ben onlara
şurada diyorum ki. “Edebiyat kitapları filan var. Oğlum, kızım al.”
“Biz bunları alamayız... Paramız yok.” Tamam al götür oku getir..”
.Alıp gidiyor bir daha getirme
yok. Ben çocukları yukarı çıkarıyordum. Geliyorlar çantaları ile yukarı
çıkıyorlar.. Meğerse onlar çantaları doldurup gidiyorlarmış.Benim aklıma
gelmiyor ki onların öyle bir şey yapacağı...
Kültürlü insan bunlar..
Sonra bir gün (oğu)yukarı çıktı
dedi ki “Anne yukarda kitaplar eksik..
Sen sattın mı, birine mi verdin?” dedi.
“Yok yav bir şey yapmadım..” Bir
öğrendik ki ne diyorlarmış biliyor musun?... “Bu gün gene hocalardan epey kitap yürüttük.” diyorlarmış..
Profesör geldi buraya.. Şikayet ettim.”Talebeler böyle şey yapar mı? Ben onlara
emniyet ediyorum, yukarı çıkarıyorum.Okuyun diyorum.Ben onlara yardımcı
oluyorum.Onlar bana böyle yaptı” dedim.
“Hocam” dedi “Bizde talebeliğimizde çalıyorduk “dedi. Bana Profesör böyle dedi yav..Vallahi böyle
dedi.
-
Çalın da diyor muymuş?
-
“Ama” dedi.”Biz diyoruz ki
Yani. Adamına göre yapın.Fazla zorlamayın diyoruz” dedi. Keh keh..
-
Peki
ne kadar çalarlarsa zorlamış olurlar. Bir kamyon gitti bir şey olmadı?..
- Kamyonla giden en güzeli idi.. Belimizi büktü.
- Ama bitmedi.. Şimdi ne kadar çalarlarsa biter?
- Artık pek dikkat ediyoruz.”Çalmayan etmeyin, yazık bize” diyoruz. Hahh hah.. İşte hayatımız böyle.
BURASI KAYNAŞMA YERİ
-
Anne, kaç yaşındasınız?
- 79..
- Sizde mesai nasıl?
-
Buraya mı?
-
Fırat bey(öğretmen olan ) okula gitti..
Yavrucuğum ben 12’de buraya geliyorum.7’dede kapatıyorum. Fırat
emekli olunca ancak devam edeceğiz. Yani mümkün olduğu kadar
burası öyle bir yer ki aile yeri.
-
Nasıl..?
- Tabii.Bütün insanlar burada kaynaşıyor.. İcabında siyasi tartışmalarda yapılıyor.Hangi taraf haklı hangi taraf haksız..
-
Siz hakem mi oluyorsunuz?
- Tabii. Burada bunun tartışmasını da..Haklıyı haksızı ayırmak içinde uğraşıyoruz.Memleketin meseleleri de konuşuluyor. Yani.. Burası bir nevi insanların buluşma yeri. Bana hiç işi olmayan biri de geliyor. Anacığım seni sormaya geldim.Hayatın nasıl geçiyor?..
-
Buda size mutluluk veriyor?
- Tabii ya.. Benim halimi hatırımı soruyor.
-
Ama bu kitaplar olmasaydı, evde sıkıntı içinde yaşayacaktınız?
-
Yani biz iyi insanlarla beraberiz. Çünkü
burası kültür yeri olduğu için iyi insanlar içindeyiz. Benim için sağı da solu da fark etmez. Her
iki taraf tada pırlanta gibi insanlar vardır... Öyle insanlar gelir ki hayret
edersiniz?
- Bu kitapları okuyanlar için sağı oku solu oku diye bir tavsiyeniz olur mu?
- Hayır.Benim tavsiyem nedir biliyor musunuz? Her türlü kitabı okuyun.
-
İnsanların kafaları karışmaz mı?
- Karışmaz.. O . Hatta İncil’ide oku.Kur’anı da okuyun. Ama kafanızı ona göre verin.Yani benim için hiç birisi değişmez.. Bizim ne ... Düşüncelerimiz, fikirlerimiz böyle.. Değişmez yani..
-
Bu pasajda aşağıdaki katlardan bir dükkan daha mı tuttunuz?
- Alttan bunun kadar bir yer daha tuttuk.
-
Orası ne olacak?
- Orası özel kitaplar olacak..Orayı emniyette olsun diye tuttuk.Oradakileri satmayacağız..
-
Şimdi yerini gazetede yayınlarsak insanlar yerini
öğrenirler, çalar giderler ne
yapacağız?
- Yok artık orası kilitli olacak..Yani mobilyası gelecek onu bekliyoruz.Böyle raflar yapılacak..
-
O zaman daha mı garanti olacak?
-
Tabii. Bura da gece bekçisi var.. Buranın.
-
Bunların tümü evde miydi?
- Ne diyorum sana? Sannnndıklar dolu... Halaaaaa ev dolu oğlum..
- Sen yıkarı çıktın değil mi?
-
Gördüm gördüm..
- Daha nesini..
- Yani daha evde kaldı mı diye düşünüyorum?
- Ha.. İşte bunun kadar evde var...
-
Bütün ömrünüzü bununu temizliğine verdiniz o zaman.siz..
Ne diyorum.Gece camlar açılır havalandırılır. Edilir.Temizlenir.. Bu (Fırat
öğretmen ) var ya, bunun canı çıkar en
çok budur. Temizler, silkeler eder,
yerleştirir.
-
Eviniz sabit olmalı.Yoksa taşınırken bunları nasıl götürecektiniz..?
-
Sana
gülecek bir şey daha söyleyeyim
mi?
- Söyle
- Esat’taki evimizin bodrum katında da daha böyle bir hayli kitabımızda kapalı duruyor.Orayı hiç açmadık. Ne olduğunu bile bilmiyoruz..
-
Ne kadar olduğun da?
-
Bilmiyoruz..Oraya sağlık durumundan
gidemedik.Eşim hastalanınca ben hastalanınca oralarla boğuşamadık. Bir hayli de orada var. Bodrumda var yani.. O da yine evimin altı
-
Son
günlerin moda imtihan kitaplarına
da yer vermişsiniz?
-
Hangisi?..
-
KPS, LES gibi
- Biz uzun zaman kapalı kaldığımız için, yani bizimle nadir kimseler alışveriş yapıyor. Çünkü biz (saat) bire doğru gelip (akşam) yedi de kapatıyoruz..
- Siparişleri nasıl alıyorsunuz?..İnsanlar geldi.Ankara’da da bulamadılar.. Bir ikitap soruyorlar.Bu kadar karışıklık içinde nasıl temin ediyorsunuz?..
- -O (Fırat bey) biliyor yerini..Çünkü tasnifi o yaptığı için nerde ne olduğun biliyor.. zaten adam dior ki ..Öyle birisi geldi bize. Siyasalda bulamamış kitapları.. Listeyle geldi. Bendeki kitapları aradı.Yedi sekiz kitap çıktı.Yunnaistan mı, Bulgarıstan mı , uçakla gönderdi. Sofya’ya mı gönderdi. Ben dedi .Altüst ettim her tarafı, bu kitapları bulamadım.Allah senden razı olsun diyerekten buradaki kitapları aldı.Sofaya’ya gönderdi.
-
Artık uluslararası serviste yapıyorsunuz.
- Yaptık ona yaptık.. Ataşemiymiş neymiş.. bir hanıma..
MEMLEKETLERİ AYAKTA TUTAN KÜLTÜRDÜR
- Bozkurt bey İsmet paşa ile kavga etmiş?
- Yok. Bozkurt çok koyu halk partilidir. Ama Türklüğünden hiçbir şey kaybetmemiştir.
-
Her halde İsmet Paşa da etmemiştir?
- Hayır. Tabi.İsmet Paşa’yı da sever Atatürk’ü de..
-
Hangisini daha çok severdi?
- Atatürk’ü daha çok severiz.. Hepimiz öyle... Fakat İsmet Paşa’yıda şey yapmayız.. Onunda.Az çok.. Çok fazla..Şimdikilere göre binlerce fazla.. şeyi vardır.
-
Şimdi kitap bile çalındığına göre sizin
döneminizdeki insanlarla şimdiki
insanları mukayese eder misiniz?
- Yav.. Şimdi nedeyim?... Hırsızlık bambaşka.. Bi.. sanat ya..Artık bunlar yokluktan değil.
-
Eskiden sanat sahipleri yok muydu?
-
Bak ama.. Şimdiki insanlar nasıl biliyor
musun?.. Bulduklarımızı o gün yiyelim. Tekrar çalalım diyorlar.Yani yemek için çalmıyorlar
ki.... Eğlenmek, gezmek..
- Yemek için çalsa haydi neyse diyeceksin.. Ama bunu yemek için yapmıyor ki.
-
Zevk için mi yapıyor?..
- Zevk için yapıyor yav.. yiyo.. o parayı dışarıda ya...Ondan sonra gene gidiyor hırsızlığa... Buna hırsızlık mı denir?
-
Eskiden de hırsızlık yaparlardı, koyun keçi
çalıp zevkine yerlerdi..
- Yok yav eskiden bir dükkana girdiler mi.Annemin babamın bana anlattığı.. Dermiş ki” Ben bu gün satışımı yaptım.. Yanımdaki arkadaşımdan al dermiş..”
-
Peki sizde de oluyor mu? “Aşağıda da kitapçı
var, bu gün işimiz oldu,
nasıl olsa emekli öğretenim “ diyor musunuz?
- Doldu diye değil de.. Mesela bende arayıp bulamadığı zaman “Aşağıda da kitapçılar var arkadaşım. İn aşağıda da ara”diyoruz.Veya bize çok samimi gelen varsa onları alıp aşağı götürüyoruz.Bunlara lütfen yardımcı olun.Bunlar falancadır.İyi insanlardır diye götürüyoruz. O şekilde götürüyoruz.
-
Yani o eski meziyetler bizde kaldı
diyorsunuz.
- Kalması lazım.Zaten her yer öyle olması lazım..İnsanların böyle olması lazım..
-
Olması değil olmaması ananormal diyorsunuz?
- Tabi.tabi..Bunu ben böyle düşünüyorum.. Hata dükkan benim dükkanım.Ben burada kar etmesem de beni sarsmaz. Fakat aşağıdaki adamcağız kira veriyor. Onu bir hayli sarsıyor. O beni üzüyor yani..
-
Kitaplara ilgi artı galiba. Eskiden bir Zafer
Çarşısındaki kitapçılar vardı. Adil İş merkezi doldu. Bu pasaj öylesine Kocabeyoğlu çarşısının altı da kitapçı
olmuş.. Bu durum sizce güzel bir gelişmemidir?
- Tabi güzel bir gelişme..
-
Yoksa nüfusla orantılı bir değişiklik mi?
- Yok.. İyi gelişmedir.. Gayet güzel oldu ama. İyi kitabı onların eline düşürmüyorlar.. patronlar kapışıyor evladım.Bazı kitapçılar var. Onlar iyi kitapları kitap satanların ellerinden alıyorlar..
-
Yani onu okumak için değil.Servet için
alıyorlar?
- Tabi tabi.. Satmak için alıyorlar.Satmak için alıyorlar ve büyük kitapçılar yapıyor ekseriyette. Onları alıyor kökünden temizliyor.Kalanını ancak onlara getiriyor. Veya bize getiriyor..
-
Demek istediğim şu.Ankara’da eskiden bir bölgede kitapçılar vardı. Şimdi hem bölge
olarak yaygılaştı hem de çoğaldı.Türkiye de
okuma oranı düşüyor deniyor ama kitapçı sayısı artıyor.
- Fakat bunların çoğu satamıyor.Yani dükkan kirasını belki zor çıkarıyorlar.
-
Kitap okunmuyor mu?
- İhtiyacı oluğu zaman okuyorlar.İhtiyaç yokken ben bunu da okuyayım diye alan çok nadir. Anladın mı?
-
Ama insanlar, “Kitaplar çok pahalı olduğu
için alamıyoruz” diyor..
- O bana kalırsa biraz şey. İnsanlar sigarasını içiyor. Kebabını yiyor. Bilmem nesini yiyor. Ona kitap ikinci üçüncü planda...Kültür edinelim demiyor. Kültürü ihtiyaç olarak görmüyor.
-
Kültürlü insanlarla kültürsüz insan arasında fark nedir?
- Kültür olmadıktan sonra hiçbir şey olmaz.. Memleketleri ayakta tutan kültürdür.
-
Peki okumak mı kültürdür. Yoksa kültür farklı bir şeyimidir? Mesela adam
okuyor.Hemde iyi okuyor ama banka soyuyor. Hortumluyor.. Kimi paşalar askerin
karavanasına gireni, kimi öğretmenler okulu, kimi banka sahipleri kendilerine
emanet edilen parayı soyuyor.. Bunların
hepsi de okumuş kişiler..
- Ama okumak ... Kültür değil. Bambaşka bir kültür.. Ben onu kültürden saymam. O dolandırıcılık sahtekarlık.. Bilmem neliktir.. Kültürlü insansa.. Memleketini düşünüyorsa. Ailesini üşünüyorsa. Bunu yapamaz.. Kültür başka bir şeydir..
...........
NOT:
Rafta kitap gösteren resim altı..
“Babam öğretmendi. Annem öğretmen, bende öretmenim.. Yakında emekli olacağım..” diyen Fırat Ergenokon annesinin en büyük yardımcısı...
Birde anısını anlatarak Türkiye’nin nerden nereye geldiğini ortaya koyuyor..
Dükkanlarında 1980 Şubatında Lord Kinros’un Atatürk’le ilgil kitabı bulununca Fırat Ergenokon’u alıp götürüyorlar. Ancak 11 gün sonra Hakim karşısına çıkarılıyor.Ve serbest kalıyor..
“Hakim karşısına çıkana kadar sorgusuz sualsiz yatardınız. Mahkeme hic bir ceza vermese dahi eğer üç ay sonra hakim karşısına çıkarsalardı üç ay yatacaktık. “ diyerek kitap yüzünden hapis bile yattığını söyleyen Ergenokon, “Ama bu ün olsa aynısı olmaz.Çünkü iki gün içinde hakim karşısına çıkıyorsun.Artık yatıp yatmayacağına o karar veriyor.İşler keyfi olmuyor” şeklinde konuşuyor..
…………………..
NOT: Mayıs 2005 de “Ufuk turu “nda Anayurt gazetesinde yayınlandı.
////////////////////////////
Bir zamanlar "Solun
harika Çocuğu" nitelemesi yapılan Gökhan Çapoğlu ile Armada da bir
kitapçıda röportaj yaptık
Gökhan Çapoğlu,
"Metal fırtana ilginç konaları işlemiş" diyor
Bir
dönem Ecevitlerin gözdesi ve "Sol'un Harika Çocuğu " nitelemesi
yapılan
Gökhan Çapoğlu, Necati Çavdar'la Armada'da ki kitapçıda röportaj
yaparken
ÇAPOĞLU:
D?NYAYI FİNANSAL KIRILGANLIKLAR TEHDİT ED?YOR
2000?li y?llarda ABD?de buna uygun ideolojik de?i?iklikler oldu. Ekonomik
?st?nl?k yerine askeri ?st?nl??? tercih eden yeni muhafazakar-Siyonist ideoloji
egemen olmaya ba?lad?. 11 Eyl?l olay? ile Bush, g??lendi. Kendisine ?ilahi bir
g?rev verildi?ini? s?yl?yor. Amerika tasarruf etmeyen s?rekli t?ketimi artt?ran
bir toplumdur. Bunun b?yle devam etmesi m?mk?n de?ildir. ABD?de devlet i?inde
ciddi bir b?l?nme s?z konusu. Giderek ekonomisini g??lendiren Rusya bu oyunun
i?inde bende var?m diyor.
??N PATLAMAYA HAZIR BOMBA G?B?
Finansal ter?r dengesi s?z konusu. E?er ABD?nin verdi?i ka??tlar ?ok de?er
kaybederse o zaman b?y?k bir ??k?? ya?anacakt?r. ABD?de ekonomi bu boyutta a??k
vererek giderse d?nya ekonomisi ??ker ve 1929 bunal?m?na benzer ekenomik,
siyasal bunal?mlar ya?an?r. AKP sisteme kar?? duruyor diye iktidara geldi. ??
ve d?? egemen g??lerin, sistemin partisi oldu. T?rkiye ile ABD ve ?srail?in
??karlar? b?lgede 1990?dan bu yana ?at???yor. B?lgede ve d?nyada geli?meleri
T?rk menfaatine uygun, T?rkiye lehine geli?tirecek g??l? bir devlet yap?m?z yok.
Necati ?avdar?la ufuk turu.... Bu hafta sizler i?in eski siyaset?i, bilim adam?
At?l?m ?niversitesi ??letme Fak?ltesi Dekan? Prof.Dr. G?khan ?apo?lu ile d?nya
dengelerini ve T?rkiye?yi konu?tuk. Prof.?apo?lu, sorular?m?z? i?tenlikle
cevaplayarak d?nyay? ?ekillendiren siyasal ve ekonomik dengeleri
de?erlendirerek ?lkemiz i?inde bulundu?u durumu ve gelece?i ile ilgili
a??l?mlar? ortaya koydu. -Gerek siyasal tecr?beleriniz, gerek bilim adam?
ki?ili?iniz gerekse ?lkemizin ?nde gelen az say?da fikir ?reten insanlar?ndan
olman?z dolay?s?yla d?nya dengeleri ve bunu etkileyen olaylar? sorgulamak
istiyorum.Sizin pencerenizden d?nya nerede, nereye gidiyor? -D?nya?da yeni bir
d?zen kurulmaktad?r. ll. D?nya Sava??n?da sonra ABD?nin ?ne ??kt??? d?zen
y?k?lmaya ba?lam??t?r. Avrupa 1950?lilerde kalk?nmaya ba?lad?. 1960?l? y?llarla
birlikte ?zellikle Almanya ve Japonya yeni ekonomik g?? olarak ortaya ??kt?lar.
1980?li y?llarda G?ney Asya ?lkeleri dikkat ?ektiler. ABD siyasi olarak iki
kutuplu d?nyada liderli?ini s?rd?rmeye devam etti. 1990?lar ba??nda Sovyet
Blo?unun ??kmesiyle ?ABD s?per g??? olmaktan ?teye ?hiper g?? ?olarak ?ne
??kmaya ?aba g?sterdi. 1991 y?l?ndaki Irak Sava??n? kendi g?c?n?n bir
g?sterisine d?n??t?rd?. 1990?l? y?llarda b?t?esini kontrol alt?na almaya ?al??an
ABD, gittik?e b?y?yen d?? a??klar vermeye ba?lad?. Yani ABD giderek
?retti?inden fazlas?n? t?keten bir ?lkeye d?n??t?. 2000 Y?l?nda borsa balonu
patlay?nca i? ????r?ndan ??kmaya ba?lad?. ??nk? borsa balonun patlamas? yan?nda
Enron, World Com gibi ?irketlerinin hissedarlar? doland?rd??? ortaya ??kt?.
Yani, kuruldu?undan beri sermaye piyasalar?na dayal? geli?me g?steren ABD?de
sermaye piyasalar?na olan g?ven kaybolmu?tu. ?ktidarda bulunan yeni
muhafazakarlar (neo-conlar) dikkati farkl? y?ne ?ekerek, ABD?nin ?st?nl???n?
rekabet etmekte zorluk ?ekti?i ekonomik alandan, ?st?n oldu?u askeri alana
?ekmeyi planlad?. Ve 11 eyl?l olaylar?yla bu f?rsat? yakalad?. ABD ilk?nce
Afganistan?? i?gal ederek ?in?i ve Orta Asya enerji yollar?n? kontrol alt?na
almaya ?al??t?. Sonra da Irak?a sald?rarak Ortado?u kaynaklar?n? kontrol
niyetini g?sterdi. Bu ?ekilde AB, ?in ve Rusya?ya kar?? ekonomik a??dan
kaybetmeye ba?lad??? ?st?nl???n? askeri ve stratejik olarak kurmaya
?al??maktad?r. ABD?de cari a??k 2004 rakamlar?na g?re 600 milyar dolard?r. Yani
GSMH?s?n?n %5?inin ?st?ndedir. B?t?e a???? ise GSMH?n?n %4?? civar?ndad?r. ABD
tasarruf etmiyor, ?retti?inden giderek ?ok daha fazlas?n? t?ketmektedir. 600
milyar dolar? bulan d?? a????n? dolar basarak ??zmeye ?al???yor. Bu dolarlar?
ve ABD hazine ka??tlar?n? alan ?lkeler bu oyunun sa?mal???n?n fark?na varmaya
ba?lad?lar. Yani, ABD?nin enerji kaynaklar?n? kontrol edebilmesi kendilerinin
Amerikan dolar? ve hazine ka??tlar? tutmas? sayesinde olabilmektedir. ABD
pervazs?zl???n? her alanda g?stermektedir. K?resel ?s?nmaya kar?? Kyoto
S?zle?mesini, Uluslararas? Ceza Mahkemesi Anla?mas?n? imzalamamaktad?r. D?nya
n?fusu i?indeki %5lik pay?na kar?? k?resel ?s?nman?n %30?undan ABD sorumludur.
ABD?DE ?DEOLOJ?K A?IRILIKLAR EGEMEN OLDU
ABD, ekonomisini sava? ekonomisi haline getirdi. Zorbal?kla petrol ?reten
b?lgeleri ele ge?irmeye ?al???yor. Hedefledikleri ?lkeler Afganistan, Irak gibi
askeri a??dan g??s?z ?lkeler. Sava? ekonomisine dayanan ?lke olarak ABD
kar??s?nda d??man bulmak ya da g?stermek zorunlulu?unu hissediyor. Samuel
Huntington??n medeniyetler ?at??mas? tezi ideolojik ?er?eve olu?tururken, 11
Eyl?l olaylar? ?at??man?n di?er taraf?n?, d??man? belirledi. Sovyetler
Birli?inin da??lmas?ndan sonra ?kom?nist? d??man yok olmu?tu. D??man kalmam??t?.
11 Eyl?l??n arkas?ndan nihayet beklenen d??man bulundu: M?sl?manlar. M?sl?man
?lkeler de ikiye ayr?lm??t?r. ABD?nin g?d?m?nde olan, ta?aronlu?unu yapan iyi
M?sl?man ?lkeler; Kuveyt, M?s?r, T?rkiye gibi. ABD?nin ??karlar?na hizmet
etmeyen k?t? M?sl?man ?lkeler; Afganistan, Irak, ?ran, Suriye gibi. K?t?
m?sl?man ?lkeler adam edilmeliydi. Bu da ABD?nin askeri i?gali ve kendi
g?d?m?nde y?netimleri ba?a getirmesiyle m?mk?n olabilirdi. 2000?li y?llarda
ABD?de buna uygun ideolojik de?i?iklikler oldu. Ekonomik ?st?nl?k yerine askeri
?st?nl??? tercih eden yeni muhafazakar-Siyonist ideoloji egemen olmaya ba?lad?.
ABD askeri harcamalar? h?zla artt?. Bu g?n askeri harcamalar? 500 milyar dolara
yakla??yor. Bu d?nyadaki toplam askeri harcamalar?n yar?s?n? olu?turuyor. 2000
se?imlerinde Demokrat Al Gore, Cumhuriyet?i George Bush kar??s?nda se?imi
kazand?. Ancak ?e?itli hilelerle se?imi Al Gore? a kaybettirdiler.ABD?nin
ba??na G. Bush?u ge?irdiler. George W.Bush, 11 Eyl?l?e kadar ge?en s?rede
ABD?nin en ba?ar?s?z Ba?kan? konumunda idi.11 Eyl?l olay? ile Bush, g??lendi.
Kendisine ?ilahi bir g?rev verildi?ini? s?yl?yor. 2000 se?imlerinde 500 bin
oyla kaybetti?i halde, farkl? operasyonlarla iktidar? ele ge?iren Bush, 2004 de
?? milyon daha fazla oy alarak se?imi kazand?. Se?imlerde G. Bush , ABD?nin
orta kesimlerinden oy ald?. Bu b?lgeler daha dindar, daha fakir ve d?? d?nyaya
kapal? kesimlerdir. Do?u ve bat? k?y?lar? ABD?nin daha e?itimli, d?? d?nyayla
rekabet edebilen, zengin kesimleridir. Bu kesimlerden Demokrat aday John Kerry
oy ald?. ABD?yi asl?nda Ba?kan Yard?mc?s? Dick Cheney y?netmektedir. G.Bush
semboliktir. G. Bush?un ge?mi?i ABD?yi y?netmeye yeterli de?ildir. K?rkl?
ya?lar?na kadar alkolik olan G. Bush Teksas valisi se?ildikten sonra t?vbekar
olmaktan ?teye kensinin ilahi bir g?revle g?revlendirildi?ine inanmaya
ba?lam??t?r. ?imdi etraf?ndakilerde fanatik muhafazkar-siyonist insanlard?r.
-ABD ekonomisinin bu hale gelmesinin sizce sebebi nedir? Bilgisayar, internet
ve ileti?im alanlar?ndaki h?zl? geli?meler d?nyada rekabet h?zla
artt?rmaktad?r. Almanya, Japonya, G. Kore, G?ney Asya ?lkelerinin yan? s?ra
?in?in teknolojiyi h?zla ?retime uygulamalar? ABD zor duruma d???rmektedir.
Bunun yan?nda ABD?de savunma harcamalar? h?zla artarken, G.Bush ideolojik bir
yakla??m ?st d?zey gelir gruplar? i?in vergileri d???rm?? b?t?e a??klar?n?n
2000 y?l?nda 235 milyar dolar fazladan, 2004 y?l?nda 450 milyar dolar a???a
gitmesine neden olmu?tur. ABD merkez Bankas?n?n faiz oranlar? son 50 y?l?n en
d???k d?zeyi %1?e ?ekmesi t?ketimi kam??lam??, tasarruflar? s?f?rlam??t?r.
Amerika tasarruf etmeyen s?rekli t?ketimi artt?ran bir toplumdur. Bunun b?yle
devam etmesi m?mk?n de?ildir. ?nsanlar dolar yerine ba?ka bir para birimini
?rne?in Euro tutmaya ba?larlarsa durum ?ok ciddi hale gelecektir. -ABD bu arada
?ran?a sald?rabilir mi? ?ran tehdidi bence laftan ?teye gidemeyecektir. ?yle
bir ??lg?nl??? uygulamaya koyabileceklerini zannetmiyorum. Bu ABD?nin ??k???n?
h?zland?rabilir. Askeri i?gal Irak?da ba?ar? sa?layamad?. Belki ?srail?i kullanarak
?ran ?zerinde bask? olu?turabilirler. ?srail, ?ran?da birka? yere sald?rabilir.
Daha ilerisini olabilece?ine ihtimal vermiyorum. ABD?de devlet i?inde ciddi bir
b?l?nme s?z konusu. Bir kesim askeri g??le i?leri halledelim derken bir kesimi
de demokrasi g?r?nt?s?yle yol almak istiyor. George Soros gibi d???nenler gerek
G?rcistan?da gerekse Ukranya?da bu metod ile ba?ar? kazand?lar. Kaybettikleri
se?imleri kendi ?rg?tledikleri ve finansal destek sa?lad?klar? s?zde sivil
toplum ?rg?tleri ve kitle hareketleriyiyle yenilenmeye zorlad?lar. Kazan?ncaya
kadar m?cadle edeceklerini belirttiler. Kendi taraftarlar? kazan?nca olaylar
s?kun buldu. Bunun bir anlam? olmas? gerekmez mi? ?te yandan biraz ?nce
belirtti?im gibi Bush y?netimi ?evre ile ilgilenmiyor. K?resel ?s?nma artt???
halde Kyoto s?zle?mesini imzalamamakta direniyor. ABD?de sosyal g?venlik uzun
y?llar sonra 2042?de zorlanmaya ba?layacak Bush ve ekibi bunu bahane ederek
sosyal g?venli?i ?zelle?tirmeye, borsaya destek vermeye ?al???yor.
RUSYA BU OYUNDA BENDE VARIM D?YOR
-Peki d?nyay? ?ekillendirme , y?netme oyununda Rusya?n?n konumu ne?
Sovyetler da??ld?ktan sonra Rusya?da ekonomiye Yahudi k?kenliler, ABD?li
dan??manlar, proflar, akademisyenler y?n vermeye ba?lad?. Ekonominin kontrol?
giderek uluslararas? sermayenin denetimine girerken, Rusya ekonomisinde sermaye
mafyala?t?. Putin?in i? ba??na ge?mesiyle i?ler de?i?ti. Rus derin devleti
hareket ge?ti. Putin St.Petersburg belediyesinde ba?kan yard?mc?s?, ?nemsiz bir
gizli servis , memur konumunda iken al?n?p halk?n ?n?ne ??kar?ld?. Putin?in
?ahs?nda verilen mesajla ?biz bu oyunun i?indeyiz? dendi. Rus derin devleti
yabanc?lar?n eline ge?en ekonomik kaynaklar? ve mafyala?m?? sermayeyi
dizginlemek istedi. Putin , Rusya?y? yeniden yap?land?r?yor. Mafya ve
yabanc?lar?n eline ge?mi? dev ekonomik kurulu?lar? tekrar devletin hakimiyetine
al?yor. Giderek ekonomisini g??lendiren Rusya bu oyunun i?inde bende var?m
diyor. Gerek ABD?nin Irak?taki ba?ar?s?zl??? gerekse G?rcistan ?daki ?Kadife?,
Ukrayna?daki ?Turuncu? devrimlerle Rusya?n?n ?evresinin daralt?lmas? da
Rusya?y? harekete ge?irdi. ?zellikle Ukranya?n?n ABD ya da genel anlam? ile
Bat? blo?u i?inde yer almas?yla Sivastopol gibi ?nemli bir liman? kaybetmek
Rusya i?in ?ok b?y?k bedel demektir. Ancak Irak sava?? Rusya?y? bir taraftan da
zenginle?tirdi. Rusya artan petrol ve gaz fiyatlar? sayesinde ekonomisini
g??lendiriyor. Daha ?nce bor?lar?m? ?deyemiyorum diyerek moratoryum ilan eden
Rusya ?imdi IMF?ye ??ekil? diyebildi.
??N PATLAMAYA HAZIR BOMBA G?B?
-D?nya dengelerinde ?in?de var dediniz. Kimilerinin ?sar? dev? diye tarif
etti?i ?in?in durumu ne? ?in patlamaya haz?r bir bomba. Y?lda %9 b?y?yor.
Ekonomik alanda ?ok b?y?k mesafeler kaydediyor. Ancak, insanlar?n? ac?mas?zca
s?m?rerek bunu ger?ekle?tiriyor.?in?de insanlar?n hi?bir sosyal g?vencesi
yok.?cretler ?ok d???k. B?y?k ?o?unluk g?nde bir dolara ?al???yor. ?in, elde
etti?i cari fazlas?n? ABD ekonomisine aktar?yor. ?in, ABD?ye mal sat?yor.
Kazand??? paralar? yine ABD?ye yat?r?yor. ABD?nin hazine bonolar?n? ?in ve
Japonya al?yor. Bu anlamda finansal ter?r dengesi s?z konusu. E?er ABD?nin
verdi?i ka??tlar ?ok de?er kaybederse o zaman b?y?k bir ??k?? ya?anacakt?r. ?in
ve Japonya rezervlerini dolarda tutuyor. ABD dolar?n?n d??mesi bu ?lkeleri
milyar dolarlarla zarara sokmaktad?r. Finansal ter?r dengesinin bozulmas? riski
?in ve Japonya?y? yak?ndan ilgilendiriyor. E?er ABD?de ekonomi bu boyutta a??k
vererek giderse d?nya ekonomisi ??ker ve 1929 bunal?m?na benzer ekenomik,
siyasal bunal?mlar ya?an?r. -Bu oyunda Avrupa Birli?i nerde duruyor? Avrupa
Birli?i (AB), bu oyunda ABD?ye mesafeli duruyor. AB cari a??k fazlas? veriyor,
?ok ?retiyor. Az t?ketiyor. Bu anlamda AB ekonomisi ABD ekonomisinden daha
sa?lam. Ancak, AB?nin savunma g?c? ve ortak savunma politikas? yok. G??lenen
Euro ile, AB a??rl???n? hissettiriyor. ?nsanlar ve ?lkeler paralar?n? dolardan
Euro?ya d?n??t?r?yor. Buda AB?ni ekonomik alanda daha da g??lenece?i i?aretini
veriyor.
?EVREM?ZDE C?DDi OPERASYONLAR YAPILIYOR
-Bu belirleyici g??ler kar??s?nda T?rkiye ve ekonomisi ne halde? ?u anda
bor?lar ?evriliyor gibi g?r?l?yor ama bu y?l cari a??k miktar? 15.6 milyar
dolar olarak ger?ekle?ti. TL?nin %40 de?erli olmas?n?n bu unsurlarda etkisi ?ok
fazla. Yurt d???nda faiz %2, T?rkiye?de faizden net %15 kazan?l?yor. Bu da
T?rkiye?ye s?cak para giri?ini czaip k?l?yor. Bor?lar bor?la rahat?a
?evrilebiliyor. Asl?nda s?cak paran?n birk?sm?n?n kayna?? belli de de?il. Bu
anlamda T?rkiye?nin ekonomik olarak tehlikeyi atlatt??? s?ylenemez. Ekonomi %9
b?y?yor ancak i?sizlik azalm?yor, art?yor. ?hracat art?yor g?r?lmesine ra?men
fazla getirisi yok.??nk? imalat sanayi ara mallar?n? ithal ediyor, yerliyan
sanayi k???l?yor. ?hracat yerli ara mallar?yla ?retilmiyor, ucuz ithal mal
kullan?l?yor.?thal edilen mallar, ?lkemizde ambalajlanarak ihra? ediliyor.
?hracatta yerli ?retim pay? giderek d???yor. ?hracat artarken, ithalat daha
fazla art?yor. 62.7 milyar dolarl?k ihracata kar??l?k 97 milyar dolarl?k
ithalat s?z konusu. ?te yandan ?evremizde ?ok ciddi operasyonlar yap?l?yor. ABD
bu operasyonlar i?in ?ncirlik?i daha fazla kullanmak istiyor. D??i?leri Bakan?
Abdullah G?l, ?ABD- T?rkiye ili?kileri her ?eyden ?st?n? diyebiliyor.Bu durumda
t?m pazarl?k g?c?n?z? yitiriyorsunuz. ?of?rlerimizin Irak?da ?ld?r?lmesini
elbette kimse istemez, kabulde etmeyiz. Ancak Irak?tan bak?l?rsa.Irak?da
direnenler; ? ABD ile sava?tay?z, i?gal alt?nday?z? diyor. T?rklerin orada i?
yapmalar?n? ? T?rkiye i?gale yard?m ediyor? diye alg?l?yor. Sava??n par?as?
olarak g?r?yorlar. Irak meselesine bakt???m?z zaman ABD devleti i?inde bir
?at??man?n oldu?u ortaya ??k?yor. ABD Irak?ta ve di?er operasyonlarda
hukuksuzlu?u me?ru olarak g?r?yor .Afganistan?dan K?ba?daki Guantanema
kamplar?na g?t?rd??? esirlere, delil olmasa da ?m?r boy hapis cezas? verilecek
demeleri tam bir ??lg?nl?k. Tam bir hukuksuzluk. ABD hi? bir hukuk tan?m?yor.
T?rkiye b?yle bir anlay??la yan yana olmamal? ve destek oluyor g?r?lmemeli,
?yle alg?lanacak geli?melere meydan vermemelidir. T?rkiye?de iktidara gelenler
s?ylediklerini unutuyorlar. Ancak o iktidarlar tasfiye ediliyorlar. G?mr?k
Birli?i i?in her ?d?n? veren Tansu ?iller yeri gelmi? saf d??? edilmi?tir. Ayn?
ak?bet Ecevit?in ba??na gelmi?tir. IMF?nin her de?ine evet diyen Ecevit
gitmi?tir. MHP; ?Apo?yu asaca??m ? diye yola ??km??, Apo?yu besler hale
getirerek halk taraf?ndan tasfiye edilmi?tir. Emperyalist g??ler i?in i?levini
yerine getirdi?inde bu h?k?met de yolcudur. Erbakan, kar?? oldu?u ?srail?le
anla?ma imzalad? da ne oldu? AKP sisteme kar?? duruyor diye iktidara geldi. ??
ve d?? egemen g??lerin, sistemin partisi oldu. 1989?dan sonra dikkat ederseniz
t?m iktidarlar se?imlerde ala?a?? edildi. Halk, s?zlerinde durmayan iktidarlara
tepki veriyor, cezay? toptan kesiyor. -T?rkiye-AB ili?kileri konusunda ne
dersiniz? 17 Aral?k karar? T?rkiye i?in 6 sayfad?r. Ancak ayn? metinde hakk?nda
karar al?nan H?rvatistan i?in sadece bir paragraft?r. Bu durum kendi ba??na
AB?nin T?rkiye?ye bak???n? ortaya koymaya yetiyor. 17 Aral?k karar? ne diyor?
K?br?s? ver.Yunanistan, Ermenistan?la meseleni hallet. Dicle -F?rat sular? i?in
komisyon kurulsun, biz kontrol edelim. Bunlar ne demek? AB yetkileri
a??klad?lar. 3 Ekim 2005 m?zakere tarihi de?il, tarama s?recinin ba?lang?c?d?r
dediler. Peki m?zakere tarihi ne zaman? En iyimser bak??la 2006 Ekiminde ba?lar.
17 Aral?k karar? T?rkiye i?in hezimetti. Bu h?k?met bu karar? b?y?k ba?ar? diye
K?z?lay Meydan?nda kutlad?. ?lkesini seven hi? bir insan?n anlayabilece?i bir
durum de?il. 2005?de Avrupa anayasams?n?n oylanmas? ve referandumu var. 2006?da
Alman se?imleri var. B?y?k ihtimalle T?rkiye?nin AB ?yeli?ine kar?? olan kesim
se?imlerde galip gelecektir. T?rkiye?de kamusal alan s?k?nt?s? ?eken
muhafazakar kesim, AB ile ??zece?ini d???nerek AB?ye girmeyi savunuyordu. Ancak
kamusal alan?n fazlas?yla AB?de de oldu?unu A?HM, Frans?z ve Alman Parlamentosu
kararlar?yla ??rendiler. ??renmeye devam edecekler, ama en ?ok onlar?n can?
yanacak. T?rkiye?de medya AB?ci, b?y?k patronlar AB?ci. Patronlar AB
sermayesinin ta?eronu olmak istiyorlar. H?k?met kraldan kralc? kesildi. Her
t?rl? ?d?n? vermeye haz?r oldu?unu a??kl?yor. AB?ye yalvaran t?m kesimlerin
zavall??? ortaya ??k?yor. Halk ger?ekleri anlad???nda hi? birine ge?it
vermeyecektir.
T?RK?YE ?LE ABD?N?N ?IKARLARI UYU?MUYOR.
-B?lgemizde operasyonlar yap?l?yor diyorsunuz. Bunun T?rkiye?ye getirisi
ne? T?rkiye ile ABD ve ?srail?in ??karlar? b?lgede 1990?dan bu yana ?at???yor.
B?lgede ve d?nyada geli?meleri T?rk menfaatine uygun, T?rkiye lehine
geli?tirecek g??l? bir devlet yap?m?z yok. -Derin devlet var ama?.. ?ayet var
olsayd? 1990?dan beri T?rkiye aleyhine geli?en olaylar? g?rerek, ona g?re
?nlemler al?n?r, politikalar geli?tiril idi. ?srail ve ABD ile bu kadar s?k?
f?k? olunmazd?. -Siz b?yle s?yl?yorsunuz ama.Bir d?nem ?unlar? ?srail ile
imzalamazsan?z darbe yap?l?r diye iktidarlar tehdit edilmedi mi? Hi?bir darbede
T?rkiye?nin ??kar? olmam??t?r. Darbelerde d?? y?nlendirmelerin etkisi s?z
konusudur. -O zaman d?? y?nlendirmeler niye izin verildi? T?rkiye?nin iki temel
d?? ba??ml?l??? s?z konusudur. Birincisi ekonomiktir. IMF?ye ba??ml? hale
gelmi?siniz. IMF 2 g?n i?inde ekonominizi ??kertebilecek etlkiye sahiptir.
?kinci temel d?? ba??ml?l?k askeri gere? ve teknoloji a??s?ndand?r. Siz
silahlar? nerden al?yorsan?z o kayna??n etkisinde kal?rs?n?z. -ABDve ?srail
eksenine kar?? T?rkiye ne yapabilir? Her?eyden ?nce ekonominin dizginlerini
IMF?den almak gerekmektedir. B?lge ?lkeleriyle i?birli?ini geli?tirebilirsiniz.
Rusya ile i?birli?i yapabilir. ??nk? Rusya t?ketim mal? ?retemiyor.T?rkiye
?retiyor. T?rkiye ileri teknoloji ?r?n? ?retemiyor, Rusya ?retiyor. Bir
birlerinin a??klar?n? kapatarak i?birli?i dengelenebilir. Kafkaslar, Orta Asya
ve Orta Do?u yan?nda AB ile ili?kilerin kesilmesine de?il dengeli hale
getirilmesine ihtiya? vard?r. ABD ile hangi konuda kar??l?kl? oturacaks?n?z.
ABD kom?ular?m?za sald?r?yor, slad?rmay? planl?yor. E?er topraklar?n? ?s olarak
kulland?r?san sana daha fazla bor? verece?im diyor. Bu ahlaks?z teklifi ve
ili?kiyi bu h?k?met bile kabul edemez. -T?rkiye krize d??me sarmal?ndan nas?l
kurtulur? T?rkiye?nin birikimli, y?rekli, vatansever ve d?r?st y?neticilere
ihtiyac? vard?r. Ancak bu nitelikte y?neticiler ile ekonominin dizginleri IMF
elinden, d?? politikas? ABD?nin g?d?m?nden, i? politikas? AB?nin
y?nlendirmesinden kurtar?labilir. Son elli y?lda bunu ger?ekle?tiremedik.
Bundan sonra ger?ekle?tirebilmemiz halk?m?z?n se?imine ba?l?d?r.
................00000000000...............
G?khan ?APO?LU K?MD?R?
Prof.Dr. G?khan ?APO?LU- 1979 y?l?nda Ankara ?niversitesi Siyasal Bilgiler
Fak?ltesini birincilikle bitirdikten sonra ABD?de Denver ?niversitesi?nden
Uluslararas? ?li?kiler dal?nda Y?ksek Lisans, Kaliforniya ?niversitesi
Berkeley?den ekonomi dal?nda doktora ald?. 1988 y?l?nda Bilkent ?niversitesinde
?al??maya ba?lad?. ?apo?lu, DSP?den 1995 Se?imlerinde Ankara Milletvekili
se?ildi. Siyasette iken bile akademik ?evrelerin yak?ndan tan?y?p takdir
etti?i, bir d?nem 'solun harika ?ocu?u' diye adland?r?lm??t?. Ancak
Ecevitler'le ?at???p DSP?yi terk etmek zorunda kald?. G?khan ?apo?lu 24 ?ubat
1998?de DEPAR'? kurdu. Daha sonra siyaseti terk ederek Anadolu Stratejik
Arastirmalar Vakfi (ANSAV) kanal?yla fikri ?al??malar?n? s?rd?r?yor.Halen
Anadolu Stratejik Ara?t?rmalar Vakf? Ba?kan??d?r. ?apo?lu, 2003 y?l?ndan beri
At?l?m ?niversitesi ??letme Fak?ltesi Dekan?d?r. Yurtd??? ve yurt i?inde
yay?nlanm?? bir ?ok kitap ve makalesi vard?r. Cuma ak?amlar? Avrasya TV?de
Ekonomi-Politik program?n? yapmaktad?r.
…………………………
https://necaticavdar.blogspot.com/2005/
///////////////////////////////////
Türkmen
Partisi Irak Milli Türkmen Cephesi Türkiye Temsilcisi Mustafa Ziyai
bey ile Irakta Neler olup
bittiğini. Kuzey Iraktaki Güvenli
Bölgenin ne anlama geldiğini. Bölgede oynanan oyunları, Türkiye üzerindeki hesapları konuştuk...........
NECATİ ÇAVDAR/ ncavdar@hotmail.com.
- Sayın Mustafa Ziyaii bey, IKDP Ankara temsilcisi Dızai’nin resepsiyonundan sonra Türk kamuoyu Kuzey Irak’ta yeni bir yapılanmamı söz konusu diye sormaya başladı. Kuzey Irakta ne oluyor, son durum nedir?
-
Kuzey Irakta 1991 den beri devam eden
bir “Güvenli Bölge “ uygulaması var. Bu bölgenin yönetimi iki Kürt gurubun elindedir. Bu bölgenin
güneyinde Süleymaniye merkezli bölgede Celal Talabani’nin lideri olduğu KYB,
Kuzeyinde ise Erbil merkezli Mesut Barzani’nin liderliğindeki KDP yönetimindedir. Bu yapı böyle devam
ediyor. Bunların yanında bir takım NGO’ lar var. NGO’larında01 Nisan 2000
Cumartesi Hizmetler ve altyapı açısından bölgeye bayağı destekleri oldu. Bunlar
parasal ve teknik olarak yardımcı oldular. Şu anda yeni bir gelişme yok. Ancak
KDP bölgesinde özellikle dünya tarafından desteklenen yeni
bir yapılanma ortaya çıkıyor. Bu
da bizim şüphelerimizi ve endişelerimizi
artırıyor. Bu konuda biz imle
beraber bölge devletleri çok dikkatli
olmak zorundadır.
-Sizin
durumunuz nedir?
-Biz
Türkmen Cephesi olarak merkezimiz
Erbil’dedir. Bunun yanında bütün bölgelerde irtibat bürolarımız var.
Yaklaşık kırk büromuz bölgeye dağılmıştır. Bizim amacımız orda bulunan
Türkmenlere yardımcı olmak hizmet
götürmek,sıkıntılarını gidermek, bunun yanında Irak’ın genelinde bulunan
Türkmen toplumumuzun sorunlarını dile
getirmek, uluslararası araneda çözümü için arayış içinde olmaktır.
-Bu günkü
yapı içinde Türkmenler sorunlarını dile
getiriyorlar mı? Uluslararası arenada muhatap kabul ediliyor mu? Edilmesi için
ne gerekli?
TÜRKMENLER
DENGE UNSURU
-Irak
Türkmen Cephesi uluslar arası arenada muhatap kabul ediliyor. Bu özellikle Ankara sürecinden beri böyle. Biliyorsunuz
kendi arasında çatışan iki Kürt gurubun yanı sıra birde Türkmen cephesi bir
masaya oturdu. Bir barış tesis edildi. Şuana kadar ki 1,5 yıldır aralarında ki
barışı bizim katkılarımızla sağlanmış durumdadır. Barış izleme gücüne
verdiğimiz destekle barışın devamı için önemli katkılar yapıyoruz. Tabi ki biz iki taraf arasında tarafsızız .. Onun
için Irak Türkmen Cephesi Dünya
tarafından Irak Türkmenlerinin meşru temsilcisi olarak kabul ediliyor. İlgili
devletler bu şekilde kabul ediyorlar ve Ankara süreci devamınca da onlarla
temas içindeler.
ORADA
ÇIKARLAR KONUŞUYOR
-Ankara
Sürecinden sonra ABD’ye iki Kürt lider çağırıldı. Bunun içinde Türkmenler
yoktu. Bu durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
-Türkmenlerin
olmadığı ve dışlandığı her hangi bir yapıda, Irak genelinde olsun güvenli
bölgede olsun bölgeye barışın ve istikrarın geleceğini zannetmiyorum. Ve
düşünmüyoruz. Çünkü Türkmenler Irak’ın üçüncü milliyeti. Türkmenler Irak’ta buçuk milyonluk bir nüfusa
sahiptir. Bu nedenle Türkmen varlığını göz ardı eden her hangi bir çözümün
sağlıklı bir çözüm olamayacağı ortada. Bu düşünülemez bile. Bu gerçeği Dünya
bile anlamıştır. Fakat özellikle güvenli
bölge uluslar arası bir meydan haline gelmiştir.
Orada çıkarlar konuşuyor. Bizim de bizimde batılı güçler yönünden çıkarlarına
bir durumumuz yok. Batılı güçlerin
çıkarlarına hizmet etmediğimiz için desteklerini daha çok diğer
guruplara veriyorlar.
-Türkmen Cephesi ne anlama geliyor?
-Irak
Türkmen Cephesi meşruiyetini 1997 de Erbil’de toplanan 1. Türkmen Kurultayından
alıyor. 4-7 Ekim 1997 tarihinde Erbil’de 1. Türkmen kurultayını düzenledik.
Kurultaya tüm Türkmen siyasi ve diğer güçleri davet ettik. Kurultaydan 30
kişilik bir şura meclisi çıktı. Bu şura meclisi de Türkmen dava ve mücadelesinin uygulama ve
icrasını Türkmen Cephesine verdi. Türkmen cephesi Dört kuruluştan
müteşekkildir. Irak Milli Türkmen Partisi, Türkmeneli Partisi, Türkmen
Bağımsızlar Hareketi ve Türkmen Kardeşlik Ocağı. Bunların yanında da Merkezi bölgede bulunmayan, yurt dışında
bulunan iki kuruluşumuz var. Bunların yanında yer almaktadır. Ancak bunların
bölgede icraatları yoktur.Daha çok destek mahiyetinde çalışmaları mevcuttur.
KENDİLERİ
ÇALIP KENDİLERİ OYNUYOR
-Kuzey
Irak’ta bir meclis ve hükümet
oluşturuldu. Bunun yapısı nedir ve siz içinde yer alıyor musunuz? Daha doğrusu
kimi temsil ediyor bu meclis?
– Bazılarının bildiği gibi orada bir
değil iki meclis var. Bizim de Türkmen kuruluş ve şahsiyetlerinin oluşturduğu
Türkmen Kurultayından çıkan şura meclisimiz var. Kürt guruplarının da iki meclisi
ki birisi Güneyde Talabani bölgesinde diğeri de Kuzeyde
Barzani bölgesindedir.
1993 den
sonra bölgenin Uluslar arası güçler tarafından güvenli bölge ilan edilmesinden
sonra orda ki güçlerin kendi içinde bir seçim yapıldı. Biz o seçimlere Irak
Türkmen Cephesi olarak katılmadık. Çünkü seçim
komisyonunda varlığımız bulunmadığı için kabul etmedik. Varlığımızın
kabul edilmediği bir seçimi boykot ederek katılmadık. O seçimin neticesinde
Erbil’de yerel parlâmento teşkil edildi. Parlâmentoyu Barzani ve Talabani güçleri yarı yarıya bölüştüler. Bu şekilde
oranın mahalli meclisi olarak 1994’dün sonlarına kadar devam etti. O parlâmentodan bir yerel
hükümet çıkardılar. Başbakan, bakan, meclis başkanı filan bunları aralarında
bölüştüler. Orada Türkmenlerin varlığı
ve temsilcisi yoktu.
ÖNCE
HAKLARIMIZI KABUL ETMELERİ GEREKİR
Bize “şu kadar bakan veririz siz de katılın”
dediler. Biz “bakanla filan olmaz önce prensipler üzerinde anlaşalım” dedik.
Orada ki hakim guruplarla prensipler üzerinde anlaşmamız gerekiyordu. Bunun
içinde Türkmen halkının haklarını açıkça deklare etmeleri gerekiyordu. Orda
hepimizin toprağı var. Onun için oradaki hakkımızı kabul
etmeleri gerekiyor. Bu esasları şart koştuk onlarda kabul
etmeyince,bizim şeklen bulunacağımız bir sistem içinde seçimlere katılmayarak boykot ettik.
1994 den
sonra tekrar aralarında çatışmalar başladı. 94
sonlarında Barzani Güçleri, Talabani güçlerini Erbil’den çıkardı.
Dolayısıyla birleşik meclis dağılarak
her kesin kendi bölgesinde yarı meclis olarak devam ediyor.
Seçimlerden
sonra kurulan meclis böylece yarı katılımlı olarak devam etti ancak hiç
müşterek karar alamadı. Talabani bölgesinde onun, Barzani bölgesinde de
Barzani’nni meclisi var.
31 Ağustos
1997 de Irak rejimi güçleri yardımı ile
Barzani tekrar Erbil’e girerek kontrolü ela aldı. Talabani
Süleymaniye’ye çekildi. Orada kendi meclis temsilcileri ile yeni bir meclis oluşturdular. Böylece
Kürt güçlerinin iki meclisi oldu ve
kendi bölgelerinde yeniden hükümet kurarak birer başbakanları ve bakanları var.
KÜRT
MECLİSLERİ MEŞRU DEĞİL
-Bir
hükümet iki meclis mi var? Yoksa her meclisin çıkardığı ayrı hükümet mi var?
-Her
meclisin kendi hükümeti var. Yani iki meclis iki hükümet var. Meclislerin her
biri meşru değildir. Çünkü mevcut
meclislerin %50 si seçilmiş, geri kalan %50 side atama ile meydana gelmiştir.
Ayrıca orada bulunan diğer siyasi güçler meclislerde temsil
edilmiyor. Orada bu iki gurubun dışında da güçler var ve en büyük güçte Türkmen cephesidir. Bizim zaten meclis
seçimine katılmadığımız için hiç bir temsilcimiz yok. Hükümetlerde de yokuz.
Kendi kendilerine meclis ve hükümet kurmuşlar. Ancak biz bunları geçici yerel
idareler olarak değerlendiriyoruz. Bunun dışında başka bir şekilde bakmıyoruz.
BARZANİ HATA ETTİ
-IKDP Ankara Temsilcisinin verdiği son resepsiyona gelirsek bunu nasıl
değerlendiriyorsunuz. Sanki bir büyük elçilik görüntüsü verilmeye çalışıldı?
-O konuda
bende fazla bir yorum yapmak
istemiyorum. Ama bu bir hata idi.
Hatalarının da farkına vardılar. Nevruz başta Türk aleminin bayramıdır. Şark
dünyasında kutlanıyor. Hindistan’da da kutlanmaktadır. Kürt kardeşlerimiz de
kutluyor. Ben Kerküklüyüm .Kerkük Türk şehridir. Biz onu kutlardık. çocukken
bile biz kutlardık. Türkiye dede kutlanıyor. Ama resmi bir şekilde kutlanmıyor.
Çünkü devletlerin değil de halkın bayramı olduğu için halk kutluyor. Devlet idarecileri kutlasa da resmi resepsiyon şeklinde
kutlanmıyor. Onun için IKDP’nin Türkiye’de resepsiyon vererek kutladığı şekilde
olması gerekmiyor.
BİZİ UNUTMASINLAR
-Türkiye
Kuzey Irak’a nasıl bakmalı? Kamuoyundan
ve yönetimden beklentileriniz nedir?
-1959
kadar Irakta resmen
bize Türk diyorlardı. Bu tarihten sonra Türkiye ile irtibatımızın
kesilmesi için Türkmen dediler. Halada ister Arap, ister Kürt kardeşlerimiz
arasında bize Türk diye hitap ediliyor. Halk Türkmen diye hitap etmezler ve
Türk diye hitap ediyorlar.
Biz 1918 kadar büyük Türk milletinin bir
parçasıydık. Ve hala da öyleyiz. Şimdi bulunduğumuz topraklar binlerce yıldır
bizim toprağımızdır. Biz orada misafir değiliz. Bizim Türk kamuoyundan
talebimiz bizi unutmasınlar. Bizde Çanakkale’de savaşanların torunlarıyız.
Benim dayımda Çanakkale’de şehit olmuş.
Annemin dayısı da Kafkas cephesinde yıllarca savaşmış. Savaştan sonra yedi yıl
esir kalmıştır. Biz meseleye o şekilde bakıyoruz. Bizim Türkiye’deki
insanlardan bir farkımız yok. Aynı acıları
ve sevinçleri paylaşıyoruz. Dolayısıyla
Türk kamuoyundan bizi unutmamaları oradaki kardeşlerinin şu anda
maalesef haksızlıklara maruz kaldıklarını
unutmasınlar.
TÜRKMENLERİN MESELESİ
MİLLİ POLİTİKA HALINE GETİRİLMELİDİR.
Türk
kamuoyundan başta Meclisimizde bir baskı unsuru olmalarını istiyoruz. Bizim
meselelerimizin meclis tarafından ele alınmasını gündeme getirilmesini
istiyoruz. Bizim meselemiz Kıbrıs meselesinden çok farklı bir şey değil. Kıbrıs
meselesi nasıl bir milli mesele ise
başta Meclis olarak hükümetten ve devletten de talebimiz meselemizi bir milli
politika haline getirmesidir.
Bu da bizim
doğal bir hakkımız olarak görüyoruz. Bu gün
Anadolu Türk ile arabalık dahil her türlü bağlantımız var.
Her şeyin
başında bölgenin toprak sahipleri biziz. İkincisi kültürel bağlarımız var. Türkülerimiz
bile birdir. Bu gün Kerkük’te, Erbil’de
söylenen türkülerimiz aynısı Urfa’da ,Diyarbakır’da, hatta Gümüşhane’de söyleniyor.Türkiler aynı türkü, soy aynı soy.
Kan aynı kan, dil aynı dil. Bütün bunlar varken bizi Anadolu Türkü nasıl
unutabilir?
Amerika
dünyanın en ücra köşesindeki bir vatandaşını unutmazken, onu savunuyorsa
Türkiye’nin millet olarak ta devlet
olarak ta bizim haklarımızı savunmaları
çok doğaldır.
Anacak her devletin kendine has politikaları vardır. Biz
Türkiye’nin Türkmen sorununu da bir politika unsuru olarak kabul
etmesini istiyoruz.
IRAK ‘TAN
TALEBİMİZ BİRİNCİ SINIF VATANDAŞ KABUL ETMESİDİR
-Irak’tan
beklentiniz nedir?
-Bizim Irak
devletinden de istediğimiz bizim orada bire bir vatandaş olarak kabul edilmemizdir. Birinci sınıf bir
vatandaş olarak görülmemiz gerekir. Onun
haricinde bizim Irak’ı bölelim paralayalım gibi bir düşüncemiz yok.
Böyle bir talebimiz hiç bir zamanda olmamıştır. Ama bana o hakkı vermiyorsa
bunun içinde mücadele edeceğim. Bu mücadelemizde de başta Anavatan Türkiye’den
destek bekliyoruz. Ona güveneceğiz. Ondan sonrada bütün Türk milletine
güveneceğiz.
İNGİLİZLER
KARIŞTIRDI. İNGİLİZİN KURDUĞU SİSTEM İŞLİYOR
-Musul vilayeti
Misaki-ı Milli sırınları içinde
idi.M asada kaybettik. Niçin Musul ve
Kerkük meselesi bu noktaya geldi?
-Evet Musul
vilayeti Misak-ı Milli sınırları içinde
idi. Meclis-i Mebusan da Türkiye’nin milli şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul,
Musul milletvekili idi. Meclis-i Mebusan Musul ve Kerkük’ü Misak-ı Milli
sınırları içinde kabul ederek o zor
şartlarda vatkanın bölünmezliği içinde değerlendirdi. Bunu İstiklal
harbini yaparak kazanan birinci Mecliste kabul etti.
Ancak İngilizlerin ayak oyunları ile Musul meselesi Lozan’dan sonraya bırakıldı. Ve Türkiye’nin iç meseleleri ile Musul
İngilizler’ce Türkiye’den koparıldı. Irak Türkleri’ni Anadolu insanından koparan güçler aynı
güçlerdir. Şimdi Dünyanın patronu ABD o zamanda İngiltere idi. O zamanlar Irak filanda yoktu. İngilizler hakim
oldu o bölgeye. Irak kurulduktan sonra
İngilizlerin açıklanmamış bir sistemleri vardır. Oda şu Irakta
Bağdat’a hakim olan şahıs veya güç Orta Fırat denen bölgeden olacak ve öyle devam edecektir. Bu
güne kadar da böyle devam etmiştir.
BÖLGEDE
İNGİLİZ PLANI HALA SÜRÜYOR
- Orta
Fırat nedir ?
-Orta
Fırat...Irak’taki Arapların Sünni
kesimidir. İngilizlerin hesaplarına göre yönetim buradan olacaktır. İdare şekli
Irakta ne olursa olsun,ister krallık ,ister sosyalizm,ister cumhuriyet ama
yönetim illa orta Fırat’ta olacaktır. İngiliz planına göre ne olursa olsun
oradan olacaktır ve Irak’taki yönetim bir kaç esaslar üzerinde
şekillendirilmiştir. Birincisi budur. İkincisi Türkmen ve Şii guruplar
dışlanacaktır. Bu düşünce ile tasfiyeye
girdiler. İlk günden İngilizler bunu
uygulamaya başladılar. Irak Osmanlı
vilayetlerinden olduğu için Türkler oradaki idari yapıya hakimdiler. Önce Türkleri idareden
dışladılar. Bu hemen kolay olmadı ama
tasfiye ettiler. Osmanlıdan beri askeriyede bir çok Türk subaylar vardı. 1948 birinci Filistin savaşında Irak genel
kurmay başkanı Türk’tü. Arap ordularının başkomutanı Türkmen idi.1967ikinci
Filistin savaşında yine Arap ordularının
başkomutanı Türkmen idi. Ama Türkmenler hem ordudan hem de idari yapıdan
çıkarıldı.
Yine Türkmenlerin yaşadığı bölgenin demografik yapısı değiştirildi. Bu konuda ilk çalışmayı
başlatan yine İngilizler oldu. 1920 ve 1924deki katliamlar, sonra Ğavurdağı katliamı,
sonra sürgünler başlatıldı. 1932 de okulları
kapatarak, öğretmenleri güneydeki Arab bölgelerine sürdüler.
Öğretmenlerin yanında Türk aydınlarını
da güneye sürerek Türkleri dayanaktan yoksun hale getirmeye çalıştılar.
Sürekli sürgünler katliamla,tedhişlerle Türkler yıldırılmaya ve bölgeden kaçırılmaya çalışıldı. Özellikle
Kerkük ve Musul’da yapı bozularak
karışık ve Türklerden arındırılmış bölge haline getirilmeye çalışıldı. 1970 den
sonra Araplaştırma politikasıyla bu güne
kadar devam etti. Esas maksat Irakta Türk varlığını silmek. Her türlü varlığını
silmek. Eserleri ile kültürü ele Türk izlerini silmek. Saddam rejimi son
yıllarda Buram buram Türk kokan Kerkük Kalasını yıkarak buldozerlerle yerle bir
ettiler. Bunu gizli kapaklı yapmadılar. Açıkça ve pervasızca yaptılar. Bunun
görüntü ve resimleri elimizde mevcut ve yayınlandı. Üç dört yıldır devam eden
bir eylemle önce kaleyi yok ettiler sonrada bütün Türk izlerini silmeye devam ediyorlar.
Türkçe
okulları kapattılar. Türkçe’yi yasakladılar. Ancak Arap kardeşlerimizin bizden
en ufak bir şikayetleri yoktur. Bizimde onlarla bir geçimsizliğimiz yok. Ancak
yönetim buna rağmen bölgedeki Türk varlığını silmek adına tam bir sindirme
politikası uyguluyor. Biz gene Arap kardeşlerimizle beraber
yaşamaya devam ettik. Anacak belli güçler araya belli problemler
çıkararak barışı bozmaya ve bizi Irakta asimile etmeye çalışıyorlar.
Esassında geçmişteki hakim güç şu andaki hakim gücün
aynısıdır. Bu İngiltere’dir. İngiltere sadece Irak’ın değil tüm Ortadoğu’nun
politikasını ele geçirmiş ve elinde tutmak istiyor. Şu anda bölgede ABD ve
İsrail var. Ancak yinede onların arkasında İngiltere var.
Bizim
üzerimizdeki baskıların nedeni de bizi kullanamadıkları içindir. Biz onların
politikalarına alet olmadık. Onun için sürgünler başladı. Katliamlar oldu. Bir
çok aile Türk bölgesinden Güneyde ki Arap nufusun bulunduğu yere zorla göç
ettirildiler. Orada da barınamayan Türkler yurt dışına gitmek zorunda kaldılar.
Şu anda
bile Türkmenler çok zor durumdalar.
Bizim gücümüz sınırlı fazla yardımcı olamıyoruz. Bölgeye akan yardımlarda
iki büyük Kürt guruba gidiyor.
-Sebeb?
Sebeb ..
Bölgeye yardım eden devletler diyor ki biz bunları bölgedeki yönetimlere
veririz. Bölgedeki yönetimler zaten Kürt. Onlarda kendi kontrolündeki kendi
insanlarına veriyor. Bizimkilere
vermiyor. Bölgedeki NGO’lar da Türkmenlere yardım etmiyorlar. Tüm
bunların ötesinde başka hesaplar var.
HAPSEDİLMEYE
ÇALIŞILIYOR
TÜRKİYE
BÜYÜMESİN İSTENİYOR. TÜRKİYE
-Nedir bu
hesaplar?
-Her
devletin siyasi sınırlarının dışında birde güvenlik sınırı vardır. Mesela
ABD’nin sınırı bütün dünyadır. Türkiye’nin belli bir güvenlik sınırı vardır. Bu
güvenlik sınırının her tarafında Türkler vardır. Buralarda ki Türk varlıkları
yok edilmektedir. İki güvenlik sınırı en azından siyaset sınırına çekilmek
istenmektedir. Yani güvenlik sınırını fili sınıra çekmek istiyorlar. Buda o devletin büyümemesine her zaman tehdit
altında kalmasına çalışılmaktadır. Yani
bir açık kapı bırakmak istememektedirler. Türkiye’de bu durumda kendi
politikasını kendisi çizmek
durumundadır. Güvenlik sınıra sadece Türk toplulukları için değil hatta akraba
topluluklar içine alacak bir şekilde bir güvenlik sınırı çizmelidir.
Bu da
karşıda ki devletlerle düşmanlık anlamına gelmez. Tam aksine bir dostluk
köprüsü anlamına gelir. Şu anda devletlerin sınırları çizilmiş belirlenmiş.
Irak bir devlet olarak mevcuttur. Bizde her zaman iyi bir vatandaş olmak istemişizdir. Türk her
zaman bulunduğu devlette iyi vatandaş olmak gayretini gütmüştür. Bulundukları
devlete saygıları olmuştur. Onun için çalışmışlardır.
O nedenle
bizi bitirme pahasına değil. Onu da kabul etmeniz gerekir. Biz her zaman Türk
toplumu ile Arap toplumu arasında bir köprü vazifesi görmek isteriz. İnsanları
bir birlerine yakınlaştırmak isteriz. En azından bölgedeki halkların hepsi Müslüman alemine
aittir. İnsanlar bütün bir insanlık alemini teşkil ediyor. Biz bu vazifeyi
yüzlerce binlerce sene görmüşüzdür. Ve bunu devam ettirmek istiyoruz. Bu bizim
özelliğimizdir. Türk milletinin özelliğidir. Başka devletler,uygar
insanlar,uygar toplumlar başka toplumların
kendi ülkesinde bulunmasından övünür. Bunu bir tehdit unsuru olarak almaz.
Biliyorsunuz ABD’de Her türlü milletten
insanlar vardır. Hiç biri ABD devleti
için tehdit teşkil etmiyor. Tam aksine esas mensup oldukları milletlerle
ABD’nin bağlarını güçlendiriyor. Bizim her halde şanssızlığımızdan
mıdır nedir. Bu şekilde olumlu düşünen yönetimlerle karşılaşamadık.
KDP İLE PROPLEMLERİMİZ VARDIR
-
Bizim KDP ile bir çok problemlerimiz vardır.
-
Özet olarak bunlar nedir?
-
Özet olarak KDP bizim Erbil’ de ki siyasi varlığımızı kabul etmiyor.
Siz yoksunuz diyor. Saddam varlığımızı kabul ediyor amma yok etmeye çalışıyor.
Bizim oradaki parti başkanlarımızı ve siyasilerimizi sürekli takip ettiriyor.
Bölgeyi terk etmelerini sağlamaya çalışıyor. O böylece Türkmen gücünü belli bir
şekilde hacimlendirmeye çalışıyor.
-
KDP’de Kuzey Irak’ta de aynısını yapıyor. Biz bunları müzakerelerle
çözmeye çalışıyoruz ..
GÜVENLİ BÖLGE
ORADAKİ HAKİM GÜÇ İÇİN GÜVENLİ
-
Yani Güvenli bölge aslında
güvenli değil diyorsunuz.?
-
Aynen öyle Güvenli Bölge sadece Türk nüfus için değil. Tüm bölgedeki
insanlar için güvenli değil. Sadece oradaki hakim iki Kürt gurup için güvenli.
Diğer Kürtler içinde güvenli değil.
-
Güney Irakta son durum ne şekildedir?
-
Güney de.... Irak biliyorsunuz tamamı ile ekonomik çöküntüdedir. Bir
insanın maaşı ancak üç dört dolar kadar. Her türlü rüşvet ve bozulma
tabiatıyla başlamıştır. Saddam her türlü
baskısını her kes üzerinde kuruyor. Bizim Türkmen rufusun iki milyonu güney bölgededir. Kuzeyde beş yüz bin nüfusumuz var. Bu baskı sadece
Türkmenler için değil herkes için geçerli. Saddam,Türkmenler üzerindeki
asimilasyonu hızla devam ettiriyor. En son okullarda Türkçe’yi yasakladı.
Çocukların kendi aralarında Türkçe konuşmasını da yasakladı. Geçenlerde
yapılan sözde seçim son seçimlerde açıkça gösteriyor ki her zaman olduğu
gibi hiç bir muhalife hayat hakkı tanınmadığının bir göstergesidir.
Kuzeydeki bütün guruplarla ,Güneydeki guruplar seçimlere katılmadılar. Sadece
Bağdat bölgesindeki yani orta Irakta
yapılabildi seçim. O da Saddam’ın
tam kontrolünde.. Adı seçim tabii..
-
Saddam hep böyle mi kazanıyor?
-
Evet..Saddam hep böyle kazanır. Dikta rejimlerinin özelliği böyledir.
-
Saddam’ın
%99.9 ile seçimi kazanması da o seçimin
ne kadar gerçekçi olduğunu gösteriyor. Oğlu Uday’ın büyük bir ittifakla seçimi kazandığı
açıklandı. Bu durumda Uday büyük ihtimal meclis başkanı olur.
-
Son
olarak Irak’a uygulanan ambargo Iraktaki
bütün halkın belini büküyor ama Saddam’ın iktidarını pekiştiriyor. Başka bir
işe yaramıyor.
01 Nisan 2000
Cumartesi
///////////////////////////////////////////////////////////////////
Necati Çavdar’la Ufuk turu... Dr. Ahmet Zeki Bulunç 2 Mayıs 2005 wwww.anayurtgazetesi.com 9 Mayıs 2005
|
|
Kıbrıs, Akdeniz’de “batmayan uçak gemisi “diye anılır. Her dönemde güçler ve güçlüler arasında ele geçirme mücadelesi olmuştur. Zira Akdeniz’in doğusunu, güneyini, kuzeyini kontrol
eder bir noktadadır. Dünde öyle idi, bu günde. Şayet Anadolu’ya hakim olacaksanız Kıbrıs ya sizde ya
da stabil olmalıdır. Şayet Ortadoğu’da, Süveyş kanalı ile Uzakdoğu’da,
Karadeniz’de işleriniz varsa Kıbrıs elinizin altında olmalı. Eğer Kıbrıs yad
elerde olursa gün gelir Anadolu’ya hançer gibi saplanıverir. Anadolu’ yu en yakından vururlar. O nedenle
Anadolu’da olanlar içinde Anadolu da emelleri olan içinde Kıbrıs
önemlidir. Yüz yıllarca bunun savaşları verilmiştir. İstanbul’u kuşatmak isteyen önce Kıbrıs’a çıkmış sonra
Anadolu’yu denizden ablukaya alarak İstanbul’a demir atmışlardır. Dünya dün bu
gün dengeleri içinde hep oyun masasında olan Kıbrıs ne yazık ki böyle bir
masada gücümüze güç katsın diye “kiraya” verdik. Hukuken bizde idi, ama filen başkaları kullanıyordu. Lozan’a gelince Anadolu’yu ve elde kalan bir avuç kara parçasını
kurtarmak için Kıbrıs’a “el veda”
dedik. İkinci cihan
harbinde “Batmayan imparatorluk” sömürgelerden çekilmek zorunda kalınca
Kıbrıs yine bizim gündemimize girdi. İtalyanlar giderken 12 Adaları biz istemedik. Yunan’a kaptırdık. Yunan aşka gelip 13. ada olarak Kıbrıs’ı da almak
istiyordu. Tek parti diktatoryasından kurtulan Türkiye,
demokratik ve sivil yönetime de
kavuşmuştu. O yönetimin çabaları ile Kıbrıs tamamen Yunan adası olmaktan
kurtarıldı. Milletin
şereflerine emanet ettiği
silahları millete dayamak
suretiyle ve “En Atatürkçü biziz. Cumhuriyeti koruyoruz” iddiaları NATO’ya ve
CENTO’ya bağlılık yeminleri ile
milletin seçtiği iktidarı devirerek iddialarının aksine Mustafa Kemal Atatürk’ün koyduğu anayasayı
rafa kaldırıp, bu gün bile içinden çıkılamaz hale gelen, içerde birbirimizi
yiyerek ve kısır tartışmalara yol açacak olan
Millet hakimiyetini meclisten alarak milletin seçtiklerini öcülerle
korkutarak boşa enerjimizi harcamamıza
neden olan sistemi kurarak milli hakimiyetin kullanılmasını kimin ne şekilde kullanacağını ortaya
koymadan kurumlara devredenler;
dışarıda da haklarımızı savunamaz konumda idi. Zira içerde zor kullanarak ve dışarının desteğine
muhtaç olarak darbe yapmışlardı. Makarios idaresindeki
Rumlar adayı tamamen ilhak etmek üzere harekete geçtiler.. Ordumuz, Türkiye’ye sağlanan uluslar arası müdahale hakkını kullanmak
üzere iken “milli şef” İsmet İnönü’
ye ABD Başkanı Jonson gözdağı veren
bir mektup gönderdi. İstiklal harbinin muzaffer komutanı ikinci adam, Milli
şef, milletin seçtiği iktidarın kanla
devrilmesine neden olan ama
hayatında serbest seçimlerle hiçbir
zaman iktidar yüzü görmeyen büyük
demokrat( ! ) İnönü bu ABD postasını
sineye çekti. Rumlar daha da azgınlaşarak “ Bekledim de gelmedin”
diyerek Türkiye ile dalga geçmeye orada kalan bir avuç savunmasız Türklerin
moralini bozmaya, Rum’a tam teslime
zorlamaya başladılar. “Bekledim de gelmedin. Aman yar.. “ türküsünü bizim gençlik dönemlerimizde
geceleri çekebilen orta dalga
radyolardan az dinletmediler. Kıbrıs burnumuzun dibinde idi.. Bizim
içinde bulunduğumuz
denizlerimizin suları kıyılarını yalardı. Ama bir şey yapılamıyordu. Türkiye’nin müdahalesine karşı çıkanlar, Kıbrıs adasına yerleştirilen iki İngiliz askeri üssünü o günde görmüyor bugünde ne işe yaradığını
düşünmüyorlar bile .. Fakat
yapılacakları yine Rum – Yunan ikilisi yaptı. Darbecilerin
astığı Menderes, onun Dışişleri
Bakanının büyük çabaları sonucu
oluşturulan ve Türkiye’nin haklarının garanti edildiği Londra ve Zürih antlaşmaları ile
kurulan Rum- Yunan ikilisi, bozduğu
ve çeşitli oyunlarla ele
geçirdiği Kıbrıs Cumhuriyetini darbe
yaparak tamamen ortadan kaldırdılar. Dünyanın Kıbrıs Cumhurbaşkanı olarak tanıdığı Makarios bile canını Ada dışına kaçmakta buldu. Sonuçta Türkiye müdahale kararı verdi. Müdahaleden sonra
ele geçirilen askeri teçhizattan bir kısmını görmüştüm. Hiç ambalajı bile açılamayan Fransız malı askeri malzemeler... Bunların içinde bizde ABD eskisi ve hurda olmuş telem cihazlarına karşılık pırıl pırıl Sagem marka telem cihazlarını hala unutamam.. Tüm bunlar
Batının şımarık çocuğu Rum
idaresinin sahip olduğu askeri teknoloji ile bizim elimizdeki demode malzemelerin farkını ortaya koyuyordu. Fakat Mehmetçik, hangi teknolojik üstünlüklere sahip
olursa olsun iman ve azimle Batı destekli palikaryalara üstün gelmeyi
bilmiş, Kıbrıs’ta belli bir düzeni
süngü ile kurmuştu. Kıbrıs o gün bu gün uluslararası arenada o masadan bu masaya nazlı ve masum bir gelin edasıyla dolaştırılıyor.. Nazlı gelin, son olarak AB masasında .. Kıbrıs meselesini
Ağustos 1999 –Ekim 2004 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
Büyükelçisi olarak görev yapan halen T.C. Başkent Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesinde Siyaset Bilimi ve
Usullararası İlişkiler bölümü
ile Stratejik Araştırmalar Merkezi7nde
Öğretim Görevlisi olarak çalışan Dr. Ahmet Zeki Bulunç ile konuştuk.. Bilindiği gibi
4 ayı aşkın bir süredir huzurlarınıza
farklı konular ve toplumun
çeşitli katmanlarından kişilerle yaptığımız uzun
sohbetlerle geliyordum. Anayurttan ayrılmıyorum. Köşe yazılarına devam
edeceğim ancak bu dönem için Kıbrıs
konusunda yaptığım sohbetle sizlere bu alanda veda ediyorum.. İnşallah
uluslararası güç oyununda uyanık
yöneticiler ve gerek Türkiye’deki
gerekse Kıbrıs’taki beynini ve gönlünü ABD ve AB gibi Batı sermayesine
ve çıkarına kiralamamış halkın
sayesinde yavru Vatan Kıbrıs’a veda etmeyiz.. Ettirmeyiz.. Ama durum
gerçekten vahim ve takvim milletimiz
adına işlemiyor... İşlemediğinde bu konuda en çok söz söyleyebilecek bir kişilerden
biri olan değerli insan Dr. Ahmet Zeki
Bey’in söylediklerine kulak verecek
olursanız anlarsınız.. Ahmet Zeki bey sıradan insan değil.. O 1945’de
sömürge yönetiminde Lefkoşe’de doğmuş.
Sömürge yönetimini, EOKA çetelerinin saldırılarını, Akritas
planlarını, katil Nikos Sapson darbelerini aşarak gelmiş, uluslararası güç
oyunlarında işin ne kadar çetrefil olduğunu yakinen görmüş bir insan.. Kendisiyle yaptığımız özel bir röportajdan vereceğim aşağıdaki satırların kendisine
neden özel insan dediğimi ortaya
koyacağı düşüncesiyle ve sabrınıza
teşekkür ederek veda ediyorum.. .........
Sömürge yönetiminde doğmuş, büyümüş..Daha sonra gençlik
dönemlerinde bağımsızlık
hareketini yaşamış insansınız.
.. Sizdeki duyguları Türkiye gibi
bağımsız bir ülkede olanlar düşünemeyebilir.. Böyle bir ülkede doğmanın, büyümenin sizde ne gibi
bir izler bıraktığını duymak
istiyorum... - Bir kere şunu... Eziklikle başladık. Birinci ve ikinci sınıflarda iken yani 1950- 51-52 yılları arasında okula gittiğimiz zaman
Cumartesi günleri tatil olduğu zaman
bayrak direğine İngiliz
bayrağı çekilirdi. “Yaşa Kraliçe maşını” okurduk. Pazartesileri de yine İngiliz bayrağını İngiliz marşı ile
indirirdik.. Fakat bizde bir kimlik
özlemi, Türk kimliğini yaşatma duygusu
ve Türkiye’ye müthiş bir özlem... Ve dolayısıyla kendi vatanımızı yaratma
duygusu vermişti. Ondan sonraki yıllarda
özellikle 1955’ ler den sonra
EOKA’nın yeniden ENOSİS amaçlı olarak başlattığı önce kısa bir süre İngiliz askerlerine saldırıları daha
sonraları Türklere karşı yoğunlaşan
saldırıları ile birlikte bu kez
Rumlara karşı mücadele duygularımız güçlendi. O dönemde önce İngilizlere
karışı olan tepkimiz ve mücadelemiz , daha sonra Rumlarla fiilen çatışmaya kadar varan mücadelemiz bizde o dönemin sloganı haline gelmiş “Ya
Taksim Ya ölüm” sloganı ile başlattığımız mücadelede ve bu doğrultuda patates üzerine Kıbrıs’ yapıp, orta
yerinden Kıbrıs’ı ikiye bölüp
kağıtların üzerine kırmızı
mürekkeple baskı yapmak suretiyle
çeşitli maçların, toplu etkinliklerin olduğu yerlerde gidip o kağıtları küçük küçük kareler
şeklinde kesilmiş ve üzerinde taksim
edilmiş Kıbrıs görüntüsünü
savuruyorduk. Dolayısıyla bu bizde önce ilk
okul sonlardan itibaren olan o söylediğimiz duygularla birlikte
ortaokulda bu fiili taksim tezini
savunulması mücadelesi... Ve lisede
liseye girdiğimizde 1960
antlaşmaları gerçekleştiği için Kıbrıs cumhuriyetini korunması .. Dolayısıyla bizde o dönemde
hala etkilerini yaşadığımız bir Türkiye’ye bağlılık , Anavatan dediğimiz,
Anavatana gelmek, Anavatanda okumak
duygularımız giderek güçlenmiş durumda idi. ....... Biz
ortaokulda iken, ilk okulda iken özellikle ilk okul son sınıflarda Türk
filmleri görmeye başlamıştık Kıbrıs’ta .. Ve o Türk filmlerinde örneğin İstanbul’da boğazda geçen gemilerin, feribotların ,
motorları gördüğümüzde arkadaki Türk
bayrağını gördüğümüzde orada duygulanırdık. Ayağa kalkar o bayrak
görüntüsü gidinceye kadar alkışlardık. Ve ağlardık.
......... -Ben şu an 50 yaşındayım. Bizim hayatımızla birlikte var olan, çözüm aranan bir “mesele” Demin “Ya taksim ya ölüm” şeklinde formüle edilen isteğimizden bahsettiniz. Bu slogan aynı zamanda Türk tarafının Rumların haklarını da koruyan ama karlılık gösteren bir slogan mıydı, Kıbrıs meselemiz nedir?.. “Ya ölüm.. Ya taksim”den 1974 Barış Harekatından sonra sağlanan iki kesimli devletten şimdiki ortaklık kurma noktasına niçin geldik? -Önce bir şeyi düzelterek başlamak istiyorum. “Ya taksim , Ya ölüm” sloganı bir kararlılık ifade etmiyor. Ve Türk tarafı olarak tezlerimizde kararlılık göstermedik. Çünkü; Rumlar özellikle 1947’de “On iki adaları” Yunanistan’a vermesiyle birlikte Megola İdea’larını ( Meola İdea:Önasya denen Anadolu’nun da Kıbrıs dahil tüm adalarıyla birlikte Yunanistan’ın eline geçerek İstanbul başkent olacak şekilde büyük Yunanistan kurma ideali) düşünceleriyle Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasıyla ENOSİS’i ( ENOSİ: Büyük Yunanistan giden yolda Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması hayali) talep ettiler. Böyle olunca da Kıbrıs Türk halkı da Kıbrıs Yunanistan’a verilemez “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak” mücadelesini başlatmıştır. Ama ondan sonra ki gelişmeler sonucu Türk tarafının tezi; “Ya Taksim.. Ya ölüm” tezine dönüştü. “Ya Taksim. Ya ölüm” tezi de 1959 Antlaşmaları ile birlikte bu kez Kıbrıs’ta bir yeni Cumhuriyet, yeni bir devlet kurulması ve bu devlette Türk ve Rum tarafının eşit kurucu ortak olarak Türklerin Rumlarla birlikte ortak devletin kurulmasını kabul ettik. AKRİTAS PLANI : “GİRİTTE UYGULANAN MODELİN KIBRIS’A UYGULANMASIDIR” Ondan sonra 1963 Olaylarının başlamasıyla birlikte yeni gelişmeler oldu. Çünkü Rumlar Türklerin Adadan tamamen yok edilmesine yönelik “AKRİTAS Planı” çerçevesinde Kıbrıs Türk halkının imhasına yönelik hareketleri başlattılar. Bu palan bir soykırım planıdır. Türklerin tamamen imha ederek Ada’nın Yunanistan’a bağlanması planıdır. Bu soykırım planı aynen Makarios’un ifadesiyle “Girit’te uygulanan modelin Kıbrıs’a uygulanmasıdır” Nasıl ki Girit’te bir Türk kalmayacak şekilde Türkler ya öldürülerek ya da göçe zorlanarak Girit bir “Helen adası” olarak Yunan toprağı haline dönüştürülmüşse Kıbrıs’ta da aynı model uygulanıyordu.. Biz bu çatışma ortamında kendi bölgelerimizde toplandık kendi öz yönetimlerimizi kurduk. Ve bu süreçte “federasyon” tezi savulmaya başlandı. Federasyon tevzi zaman içinde özellikle 1997 yılında “Avrupa Birliğine Türkiye’nin aday adaylığı “ statüsü vermemesi Güney Kıbrıs Rum yönetimin tek yanlı olarak Avrupa Birliği üyeliğine götürme kararının alınması sonucunda bu kez biz Avrupa Birliği çatısı altında olarak Kıbrıs’ta düşündüğümüz tarzda bir federasyonun artık olamayacağını dolayısıyla iki kurucu devlet temelinde yeni bir ortaklık, yani iki konfederal devletin oluşturacağı bir konfederal devlet tezini ortaya koyduk. Ve o tezlerle Annan Planı öncesinde 2004 yılında başlayan Kleridis’le sayın Cumhurbaşkanı Denktaş arasındaki yüz yüze görüşmelerde “Konfederal “yapının dışında iki kurucu devletin oluşturacakları yeni bir ortaklık devleti ifadesi kullanıldı. Yani Konfederal devletin tanınması ve ondan sonra konfederal yapıya gidilmesi açık teziimiz den bir bakıma kapalı iki kurucu devletin, iki kurucu halkın oluşturacağı “yeni ortaklık”devleti tezini işledik. TEZLERİMİZDE ÇOK ISRARCIOLAMADIK -Yani biz tezlerimizde kararlı bir duruş sergilemedik? -Evet .. Bu bakımdan biz nezlelerimizde çok ısrarcı olamadık. Ve nitekim bu tezimizi de Anan Planı gündeme geldikten sonra da koruyamadık. Bu kez Anan Planı’nda ön örülen merkezi hükümetin güçlü olduğu Türklere özünde azınlık hakları veren ve Rumların 1963 yılında yıktıkları cumhuriyeti devam ettiği felsefesi üzerine hazırlanmış olan yeni kurulan değil de eski devlette ki anayasada Türklere güçlendirilmiş, koruma altına alınmış bir takım azınlık hakları şeklinde haklar verilmesiyle oluşacak olan devlet yapısı içinde bir devlet.. Yani eyaletler düzeyinde bize yetkiler verilip bununda belirli süre içinde ortadan kaldırılmasını sağlayacak olan Anan Planı’nı kabul ettik dolayısıyla Türk tarafı olarak biz maalesef tezlerimizde ısrarlı bir şekilde sonuna kadar diretemedik. -Rumlar Anan Planını kabul etmediler, Türk tarafı etti. Geline noktada gümrük Birliği Anlaşmasını tüm Üye ülkeler için bu arada Güney Kıbrıs Rum Yönetimini de senin düşündüğün değil benim kabul ettiğim tarzda, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak kabul edeceksin diyorlar. Bunun anlamı nedir? -Bu gün geldiğimiz noktada özellikle 17 Aralık zirvesiyle birlikte gündeme gelen “ek protokolün” ya da “uyum protokolünün” imzalanmasını kabul etmekle birlikte biz Rum tarafını bir süre içinde resmen tanıyacak, Türkleri de 1963 yılında Rumların silah zoru ile kurdukları bu günkü mevcut Rum yönetiminin meşrulaştırılarak içine dahil edileceğimiz Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında sürdürülecek bir yapıya gelmiş durumdayız.. RUMLARIN ENOSİS HEDEFİ HİÇ DEĞİŞMEMİŞTİR -Dolayısıyla biz tezlerimizde ısrarı gösteremedik. Ama Rumlar adım adım ilerlediler.. -Az önce sormuştunuz “Kıbrıs meselesi nedir?” diye.. İşte bu noktadan başlıyor. -Yani Avrupa Birliği kanalıyla mı diyorsunuz? - Hayır.Avrupa birliği yok. -Şu anda.. -Ama öncesini de almamız lazım. Daha Avrupa Birliği filan olmadan Rumların koyduğu bir ENOSİS hedefi vardı. Ben onu anlatmaya çalışıyorum ki Rumların bu hedefi hiç değişmemiştir. Megola İdea çerçevesinde daha önceki isyanlarla ki örneğin en ağır isyan 1931 yılında olmuştur. İngiliz Valisinin konağını yakmışlardır. Bir sömürge idaresi idi. Kıbrıs, o dönemde İngiltere’ye bağlı Valilikti.. Dolayısıyla Rumlar ENOSİS’le Kıbrıs’a hakim olmak istiyorlardı. Sonra 1 Nisan !955 yılında EOKA, ENOSİS hedefine varmak için silahlı mücadeleye, Yunan İstan’a Kıbrıs’ın tamamının ilhakına yönelik mücadeleye başlamıştır. Ama İşbu ENOSİS mücadelesi bu gün dahi ortadan kaldırılmamıştır. Halen Yunanlılar ve Rumlar Kıbrıs’ı bir Helen adası yapabilecek Türkleri orada azınlık statüsüne düşürecekleri ve asimile ederek, göç ettirerek ortadan kaldıracakları bir politikayı ta başından beri sürdürmüşler, bu günde aynı hedeflerinden bir milim dahi sapmamışlardır. KÖRÜ KÖRÜNE BATIYA BAĞIMLIKIK POLİTİKASI - Bunu bizim devlet adamlarımız bilmez mi? - Biliyorlar tabii.. - Biliyoruz ama niçin savunamıyoruz? Kıbrıs’taki devleti silah zoru ile kaldırdılar. Devlet başkanını bile sürdüler.Türkiye müdahale etti. Kan durdu.Sınırlar çizildi.Türklerin güvenlikleri sağlandı. Her ki tarafta da işleyen bir devlet yapısı söz konusu.. -Benim kişisel değerlendirmeme göre, çok basit bir değerlendirme. Bu gün niye Türkiye kendi politikalarında ısrarlı olamamıştır?.. Çünkü özellikle Türkiye 1950’lerden sonra tek yanlı bir Batı politikasını, batıya bağımlı politikayı .. O zaman Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki istek ve tehditlerini biliyorsunuz... Gerek NATO’ya giriş gerekse NATO çerçevesinde ABD politikalarına tek yönlü bağımlılıkla birlikte sürekli Türkiye Batı’nın etkisi altında politikalar sürdürmüştür ve bu politikalar çerçevesinde tezlerini istikrarlı bir şekilde götürememiştir. Tabi bunun yan etkileri de vardır: Ekonomik sorunlarla zaman zaman boğuşması vardır. Kendine güvenenin getirdiği güç vardır. Devletin kendine güvenmesi sayesinde “istediğim zaman bu meseleyi çözerim^” anlayışının etkisi vardır. En önemli etkisi Batının Yunan yandaşı politikaları karşısında Türkiye’nin bir bakıma Tek yanlı gözü kapılı Batı yanlısı, özellikle Amerikan merkezli politikalarının üzerinde yarattığı etkilerin sonucu olarak kendi tezlerini istikrarlı bir şekilde sürdürüp savunamamıştır. -Sizce Türkiye, bu açmazdan kurtulabilmesi için ne yapması lazım? -Türkiye bu gün geldiğimiz noktada aslında açmaz olarak duran süreci maalesef Avrupa Birliği hedefi yahut projesi kapsamında bazı şeyleri kabul ederek kendi kendini getirdiği bir çıkmaz sokak gibi görünüyor.. Bu açmazdan kurtulabilmesi için bir kere öncelikle bu güne kadar izlediği ve sürekli esnek politikaların hakim olduğu yapıyı radikal bir şekilde değiştirerek özellikle 1959 antlaşmalarının -Zürih ve Londra antlaşmalarının - Türkiye’ye Kıbrıs üzerinde tanıdığı hak ve statülere vardır.Garanti anlaşmaları vardır.Yani uluslararası antlaşmaların, uluslararası hukukun Türkiye’ye verdiği hakların çok net, kararlı bir şekilde koruyacak radikal bir dönüşle birlikte, köklü bir dönüşle ortaya çıkarmazsı lazım. Bu süreçte eğer bu gerektirirse Avrupa Birliği sürecindeki gelişmeleri de askıya alabileceğini ortaya koyması lazım. Aksi halde bu günkü süreç devam eder. Türkiye bu açmazdan kurtulamaz ve “ek protokolü”imzalaması halinde veya “uyum protokolünü” imzalaması halinde de çok geçmeden birkaç yıl içinde Kıbrıs’sın tümünü fiilen Kıbrıs Rum yönetimini “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak kuzeydeki emenliğini de kabul edercesine tanıması sonucunu da getirecektir ki o zaman kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması ortadan kalkacak, Kıbrıs’ta Türkler azınlık statüsüne düşecek.. Çünkü Türk askeri adadan çıkmak zorunda kalacak . Ve Türkiye’den Kıbrıs’a yerleştirilmiş olan ve Rumların ‘’ yerleşikler’’ dedikleri veya “sömürgeciler” dedikleri vatandaşlarımızın tekrar Türkiye’ye dönmesi ve Kıbrıs cumhuriyetinin Türklerin orda azınlık oldukları bir göç süreci ve asimilasyon sürecini yaşayacakları hükmen kabul edilecektir. “TALAT’IN ÖDÜN VERME MARJININ SINIRI YOKTUR.” -“ Rauf Denktaş orada sütotükoyu temsil ediyor.O orada kaldığı mürtetçe problemler çözülemez. “ deniyordu. Şimdi Cumhurbaşkanı değişti. Rauf bey yetkili anlamında yok.. Mehmet Ali bey Cumhurbaşkanı... Sayın Talat’ın ödün verme marjı nereye kadardır? -Sayın Talat’ın ödün verme marjının sınırı yoktur. Kendi iradesine kalsa sayın Talat’ın ve Sayın Talat’ın partisinin ve temsilcilerinin, yetkililerinin, bu günkü Başbakanları dahil ödün verme sınırları yoktur.Tamamen “birleşik Kıbrıs “için yani onun daha başka ismi Türkiye’den kopup Rumlarla birlikte yaşayabilmek için her türlü ödünü verecek durumdadırlar. Ama bu sınırı belirleyecek olan Türkiye’dir. -Sınırları Türkiye belirler..? -Evet.. Türkiye’nin neyi kabul edip neyi kabul etmeyeceğine bağlıdır nihai taviz sınırı.. Buda Türk halkına bağlıdır. -Hükümetimiz bir adım önde olacağız diyor? Zaten bir adım önde olacağız denilen politika bu çıkmaza götürmüştür.. Ve bundan sonraki bir adım önde olacağızın anlamı şudur: Ve diyor ki; sen beni, önce insan Haklarını Bütün Kıbrıslıların kullanacağı şekilde sınırsız, kısıtsız ve kayıtsız bir şekilde kullanmasına izin vereceksin..Bu ortamı yaratacaksın. Bunun içinde işgale son vereceksin..Yani Türk askerini adadan çekeceksin. Garanti anlaşmasın tek yanlı müdahale hakkını ortadan kaldıracaksın.Yani bu anlaşmayı da kaldıracaksın. Beni diyor “Kıbrıs Cumhuriyeti “olarak tanıyacaksın ve buraya getirdiğin “sömürgecileri” de geri çekeceksin. Şimdi Rum’un istediği bu.. Ha bunu belki birkaç yıl içinde yapacaksın diye düşünebilir. Eğer bir adım önde olunacaksa süratle Türkiye’nin bunları yapması lazım. Ve şunu da demesi lazım: “ Ben zaten bir azınlık olarak Kıbrıs’ta Türkleri’de görüyorum. Tümü Kıbrıs halkı diye bakması” gerekiyor. Kıbrıs meselesine getirir bizi. Dolayısıyla bir adım önde olma politikası son derece bizi olumsuzluklara sürükleyen politikadır. Ve bu politikanın da bir an önce durdurulması terk edilmesi gerekir. Çünkü bir şeyi karıştırmamak gerekir. -Bir adım önde olmak derken ne kast ediliyordu? -“Türkler uzlaşmazdırlar.. Rumlar çözüm istiyor ama Türkler engellediği için bu çözüm sağlanmıyor.Özellikle Denktaş bey engellediği için sağlanmıyor.” Dünya kamuoyunun böyle bir imajı vardı. “Ben bu imajı değiştirmek için diplomatik bir atak yapacağım ve daima Rum’dan önde olacağım” denmişti. Fakat gözden kaçırılan bir şey vardı.Türkiye hangi adımı atarsa atsın uluslar arası alanda ve BM’de AB’de Rum yönetimi Kıbrıs Cumhuriyetinin meşru hükümeti kabul edildiği sürece bu hükümetin vermek istemediği ve sizinde almak istediğiniz her görüşme maratonunda veya sürecinde siz Rum önerilerin kabul etmediğiniz sürece uzlaşmaz olmak zorundasınız. Nitekim devlet olarak kabul edildikleri için -bunu işitiyorlar- Önce Dünya kamuoyunda moral güç bulduk. Anna planı aleyhimizde olmakla birlikte biz “evet” dedik. Rumlar “hayır” dedi. Zannedildi ki biz “evet” dediğimiz için bir takım sorunları aşacağız ve “ bak işte dünya Rumları böyle gördü” diyeceğiz. Ama bu gün geldiğimiz noktada Papadapulos, Rum yönetiminin Cumhurbaşkanı olarak istediklerini Avrupa Birliği kanalı ya da ABD kanalıyla da BM kananlıyla da Türk tarafına ve Türkiye’ye dikte ettirmektedir ve 17 aralık tarihinde ilk kez bu güne kadar zımmı olan, kapalı şekilde olan Kıbrıs koşulu Türkiye’nin önüne 17 Aralık 2004 Bürüksel kararı ile açık ön koşul haline getirilmiştir.. Ha bu gün o ön koşul önce kabul edilirken “ gümrük protokolü, uyum protokolü “ olarak adlandırılarak imzalanmasının tanıma anlamına gelmediği o gün söylenmişti. Ama bu gün Avrupa Birliği “Hayır sen bu anlaşmayı imzalarsan o antlaşmanın uygulamasında yapacaksın.Yani bu devletle ilişkilerini iyileştirdiğin sürece Senin 3 Ekim 2005 tarihindeki müzakere sürecinin yolu açılacaktır.İyileştirmediğin sürece açılmayacaktır. Ve bunun içinde öncelikle bu protokolü imzaladıktan sonra Rum gemilerinin, Rum uçaklarının deniz ve hava limanlarına inmesini - kalkmasını sağlayacaksın. Dolayısıyla dikkat ederseniz her isteneni verdikten sonra bir başkası arkasından gelmektedir. Çünkü öncelikle bu Rum yönetiminin adanın tamamını temsil eden meşru hükümet olmadığını kabul ettirememiştir. Ve bu tezi de zayıflatan bir takım uygulamalar yapmıştır. - Daha öncede AB lerleme raporlarında Kıbrıs maddesi vardı.. Hatta Kıbrıs Rum Yönetiminin AB’ye Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla girmesine de ses çıkarılmamıştı... Gelinen noktada Kıbrıs konusundaki tavizkar tutumun mevcut hükümete yüklemesi haksızlık değil mi? Hükümet, bir adım önde politikasını olmayacakların görülmesi şeklinde değerlendiremez mi? - Türkiye geçmişte Kopenhag zirvesinde, önce de “gümrük birliğinde “ Rumların lehinde davranan müzakere sürecinin başlatılması kararına sert, net ve kesin bir tavır koymamıştır. Ve sadece onu protesto eden,o kararı tanımadığını ifade eden bir açıklama ile yetinmiştir. Arkasında 2004 yılında Helsinki de çözüm olsa da olmasa da Kıbrıs Rum yönetiminin başvurunun üyeliğe dönüşmesi kararının kabul edilmesini, zimmen Helsinki zirvesi kararlarını kabul etmiştir. Arkasından 12 –13 Kasım 2002 tarihindeki Kopanhang zirvesinde net tavır koymamak suretiyle Kıbrıs Rum yönetiminin Kıbrıs Cumhuriyeti olarak üyeliğinin kabul edilmesi ile esneklik gösterilmiştir. Ardından 16 Nisan 2003 tarihinde Katılım antlaşmasının imzalanmasına gözlemci olarak Atina’daki Türk Büyükelçisinin katılmasıyla antlaşmayı en azından dolaylı da olsa tanıdığını kabul etmiştir.Yani üyelik uygulamalarını.. Ardından malum 17 Aralık zirvesiyle ön koşul aline gelmiştir.Şimdi “protokolü imzalayacağım ama uygulamayacağım” diyor.. Uygulayacak.. Uygulamak zorunda kalacaktır.. Dolayısıyla bir süre sonra tanımaya gelecektir. Bir süre sonra da “evet ben Kıbrıs Cumhuriyetini fiilen de , hukuken de tanıyorum, adadan da askerlerimi şu koşullarla, şu şekilde çekiyorum” diye kabul etmek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla bir adım önde ve uzlaşır konumda görünmeye çalışılarak ilerleyen her türlü esneklik; Kıbrıs Meselesinde Rum - yunan ikilisinin ana hedefinin ve temel stratejisinin ne olduğunu anlamamak ve ona göre hereklet etmektir.Ve bunun önünü açmaktır. Şimdi az önce siz deniz ya..Avrupa birliğine girerek taksim tezinden vaz geçtik..Aslında bunu şöyle ifade edeyim.. Rum tarafını AB’ye girişinin bir tek siyasal amacı vardır. Oda şu hesabı yapmıştır: Eğer Kıbrıs Rum tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla AB’ üyesi olursa o zaman AB içinde istediği yere silahla ulaşmadığı hedefe ulaşabileceğini hesaplamıştır. ENOSİS, AB ARACILIĞIİLE GERÇEKLEŞTİ -Yani ne idi o hedef? Adanın bir Helen adası, Rum Cumhuriyeti haline dönüştürülmesi.. Türkiye’nin 1959-60 antlaşmaları ile ada üzerinde kazandığı hak ve statülerinin ortadan kaldırılması, Türklerin eşit Kurucu ortak statüsünün azınlık statüsüne düşürülmesi ve adadan Türk askerinin çekilmesi.. Dolayısıyla bu sonuca onların “işgal” dedikleri ortama son verilmek için ve Helen adası haline Kıbrıs’ı getirmek için AB’yi bir araç olarak görmüşlerdir. Ve bu hedeflerine de bu aracı kullanarak şu anda Güney Kıbrıs’ı dolaylı olarak ENOSİ’i gerçekleştirmiş, aslında bütün Kıbrıs’ı dolaylı olarak ENOSİS’i gerçekleştirmiş ama Kuzey üzerinde şuanda egemenliğinin merkezi hükümetin olmadığı kaydını da Katılım antlaşmasının ardından Kopenhag zirvesinde kayda aldırmıştır. Yani Kıbrıs şu anda bütünü ile AB’ye girmiştir. Ama sadece güneyi Yunanistan’la AB çatısı altında birleşmiştir. Nitekim Simitis, 18 Nisan 2003 tarihinde -AB Dönem Başkanı Yunanistan iken onun Başbakan olarak- ilk ziyaretini Kıbrıs’a yapmıştır. Kıbrıs’a AB dönem Başkanı olarak yaptığı ilk ziyarete Hilton otelinde “ENOSİS’i gerçekleştirdik” diye demeç vermiştir.. AB’ye girmesiyle GKRY taleplerinin talepleri artık AB talepleri şeklini aldı. Çünkü ortam müsait, elinde Veto hakkı var.
-
Nasıl olsa AB şemsiyesi altına girdim. AB
ülkesine kimsenin saldırı da bulunmayacağı göz önüne alındığını ya da AB’ye girdikten sonra iyi niyet
gösterisi diye de algılayacağımız şekilde silahlanmayı azalttı mı? Ben askeri
mi azattım, silahlanma yarışını kestim.. Eğitime, ağlığa vs harcama
yapıyorum.Hatta iddia ettiği gibi Türkler benim zaten vatandaşım onlara da şu
yardımları yapıyorum ..Şöyle kolaylıklar sağladım. Güney Kıbrısta rahatça iş
kurabilirler, içi olarak çalışabilirler, okurlar.. Ticaret yapabilir..
Havaalanlarını açtım her türlü uçuş
yapabilir limanlarımı kullanabilirler. Üniversitelerim var, Kuzeydeki
Türklerden öğretim üyelerine buyurun gelin üniversitelerimde ders verin diyebilir. Böyle kolaylıklar sağladı mı? -
Bir kere silahlanmayı asla durdurmadı. Günde ki buçuk milyon dolar
harcama yaparak hala silahlanmasını
sürdürmektedir.Ve aldığı silahlar savunma silahları değil saldırı silahı niteliğindedir.Dolayısıyla silahlanmasını durdurmuş değildir. Ama şunu diyor..Zaten ben
vatandaşlarıma karşı silahlanıyorum demiyor. “Ben Türkiye’ye karşı
silahlanıyorum “diyor..Ve her an Türkiye ile savaşmaya hazır.
“Çünkü, benim ülkem işgal altında
işgal sona erene kadarda sürdüreceğim”
diyor. Rum yönetimi Türk haklarını
tanımadığı sürece de silahlanmayı sürdürür.. Gemilerimizi limanlarına sokmuyor.Benim egemenliğimi kabul
etmeden limnları açmam diyor. Eğer iyi niyetli iseler bu
tür kolaylıkları sağlamış olmaları gerekirdi. Onlar Türklerle hiçbir şeyi
paylaşmak istemiyorlar. İyi niyet belirtisi görülmedi. Zaten Türkler aeyhine olan Anna
palanına da hayır diyerek bu
duruşlarını oraya koydular.. AB garantisine rağmen silahlanmalarını sürdürüyorlar.. Ve gelinen noktada
Türkiye’ye karşı ABD’de veto
silahını kullanır noktaya geldiler.. Uyum protokolünün imzalanmasına razı olmazlar, bunun uygulamasın da
isteyecekler, o zaman söyledikleri her
şeyi elde etmiş olacaklar.. Anana planında değişiklik demek, mevcut haline razı olmadıklarını
ortaya koydular.Bundan sonra bu planın görüşülmesi ile
Türk tarafından daha fazla koparma demek.. Benim adıma ticarete evet diyerek ticaret görüntüsü altında Türk
tarafını çözmeye çalışıyor. Dorudan ticarete hiçbir zaman izin vermedi, vermiyor.. -Peki gelinen noktada Türk tarafının kabahati yok mu? Kıbrıs’ta var olan düzeni
Sampson darbesi ile kendileri
bozdu. Kıbrıs Türkünü yok etme planlarını uygulamaya koydular.Darbe yaparak o
zamanın meşru devletini yok saydılar. Devlet başkanı olan Makarios’u
kaçırdılar.. Dolayısıyla Türk tarafı müdahale ederek Türklerin can güvenliğini
sağladı.Tartışılabilirdi, ancak
sınırlar da çizildi. Olaylar stabil hale gelmişti. Gel bu sınırları tartışalım
diyecekken tekrar Makarios’ un
Adaya cumhurbaşkanı olarak dönmesine razı oldu.Bu görüntü dünyada Meşru
devlet başkanı döndü, devletin düzenini bozanlar gitti ve devlet tüm
kurumları ile yerine oturdu. Artık Türklerde eskiden olduğu gibi Kıbrıs Cumhuriyetinin vatandaşları olarak
yaşasınlar bu ayrılıkçılıkta nerden çıktı
noktasına gelindi. Bu hata değil miydi. -Doğru..
Makarios’un adaya cumhurbaşkanı olarak
dönmesine razı olunmamalı idi. Fakat o
zaman bile güneydeki Türklerin Kuzeye, Kuzeydeki Rumların güneye taşınması anlaşması yapılmış mevcut
durum yani fiil durum kabul
edilmişti.. O zamanlar şartlarda bu günkünden daha uygundu. Biz
o zaman Makarios’u döndürmekle kalmadık, iki devlet temelli bir yapı oluşturmak istediğimizi
söyledik. Dorudan bağımsızlığa giden yolu tercih etmeliydik. Federasyon
dedik.Kuzey Kıbrıs Türk Federe devletini kurduk.. Daha sonra Rumlar yine de yanaşmayınca 1983 de
Kuzey Kıbrıs Türk cumhuriyetini ilan ettik ama yine de federasyon
temelinde birleşeceğiz dedik.. Kasım 2002 tarihinden sonrada
daha esnek bir politika izleyerek bu noktaya geldik.. Dilim dilim gitmesine seyirci kalamayız.. Bağımsız cumhuriyet için mücadele etmeliyiz.. -
Türk tarafında
vatandaşların çoğu Anan planına “Evet”
dedi.. Plana “hayır” diyen Denktaş
değil de Talat tarafı kazandı. Bu durumu nasıl izah ediyorsunuz.? -
Adadaki Türk
tarafı bunu Türkiye’nin işareti sayesinde yaptı.Halkımız şu kanaatte
Türkiye’nin bildiği bir şey var ki bize “evet
deyin” diye tavsiye
ediyor.Türkiyesiz olmaz, onunu dediğini yapayım diyerek yaptılar. Fakat bu sonuca gelişde şu da bir gerçek. Adadaki Türk halkı Türkiye’
ye hayır diyemezdi. Çünkü Türk halkı Türkiye’ye karşı mücadeleyi hiç
düşünmemiştir. Adadaki Türk halkı Rum –Yunan ikilisine karşı mücadele etmiş,
ve etmektedir. O onu bilur. Ama bir
gün gelip Türkiye’nin istediği tarzda çözümde hayır diyerek Bağımsız Cumhuriyet
şeklinde yaşama mücadelesi vereceğini aklından geçirmemişti. Belki de
eksiğimiz buydu.. -
Peki son sorum.. Sömürge yönetimini
görmüş, Akritas planlarını aşmış,
Sampson darbesinde büyük bir katliam
ve soykırımdan kurtulma mücadelesi vermiş.. Makarios gibi kurt ir
politikacıya, cin bir din adamına
karşı durabilmiş..Sonrasında da
adeta yedi düvele değil de tüm dünyaya karşı “Halkının hakları için”
durmuş bir kişi Denktaş bey bundan sonra
“halkım bunu istedi ne yapıyım” deyerek köşesine çekilip emekliliğini mi yaşar? -
Kendisi
söyledi.Mücadeleye daha rahat devam edeceğim diye..
::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
..................0000000000000000................. Rüyalarınız
hülyalarınız
Çocukluğunuzda ilk okulda e lisede hedefiniz ne idi? -şunu söylemekte yarar var diye düşünüyorum. Küçüklüğümde ilk okula başladığım sıralarda çok idaelim
yoktu.yani neolabilirim diyebir
düyşüncemolmadı. Fakat
şöyle i bir eylimi olduğun hissettim.Asker olmayı
tasarlıyordum.Yani subay olmayı
düşünüyordum. Liseye geçence lisede bu daha z çok somutlaştı askerlik kendi içinde netleşti.Havacı olmayı düşündüm. Ve liseyi bitirdiğim zamada kara harp
omkuluna müracaat yapmıştım ancak o
dönemde özellikle 1960 27 Mayıs devriminden sonra alınan bir karar yada çıkarılan
yasa ile sivilliseden mezun
olanların askeri harp okulunagirişlerie
son vermişlerdi.Dolayısıyla
bana gelen yahnıtta böyle bir şeyin mümkün olmadığını belirtişlerdi Dolayısıyla somut olarak gözümünönünde olan havacı olmayıyı, hedefine ulaşamadım. -lefkoşe doğumlusunuz.Sömürge devleti içinde doğmuş, daha sonra
bağımzsızlık hareketlirini gençlik
dönemleinde hissetmeyebaşlayan insansınız.Böyle bir ülkede doğmanın,büyümenin sizde negibi bir
izler bıraktı? Bunu türkiye gibi
bağımsız bir ülkede olalardüşünemeyebilir ama sizin çocukluk ve gençlik dönemlerinzde
yaşadığınız olaylar bağımszlıkla
bağımlılıkğı nasıl fark edeyordunuz_? -
Birkere şunu eziklikle başladık. -
Birinci ve ikinci sınıflarda
iken yani 1950- 51-52 yılları arasında okula gittiğimiz zaman
Cumartesi günleri tatil olduğu zaman
bayrak direğine İngiliz
bayrağı çekilirdi.Yaşa Kraliçe maşını okurduk. Pazartesileride yineingiliz bayrağını ingiliz marşı ile
indirirdik.. -
Fakat bizde bir kimlik özlemi,
Türk kimliğni aşatma duygusu ve Türkiyeye
müthiş bir özlem Ve dolayısıyla
kendi vatanımızı yaratma duygusu vermişti. -
Ondan sonraki yıllarda özellikle
1955 lerden sonra EOKA’nın yeniden
ENOSİS amaçlı olarak
başlattığı önce kısa bir süre ingiliz askerlerine saldırıları daha
sonraları Türklere karşı yoğunlaşan
saldırıları ile birlikte bu kez
Rumlara karşı mücadele duygularımız güçlendi.O dönemde önce İngilizlere
karışı olan tepkimiz ve mücadelemiz , daha sonra Rumlarla fiilen çatışmaya kadar varan mücadelemiz bizde o dönemin sloganı halinhe gelmiş “ya
Taksim ya ölüm” sloganı ile başlattığımız mücadelede ve bu doğrultuda patetes üzerine kıbrısı yapıp,orta yerinden
Kıbrıs’ı ikiye bölüp kaıtların
üzerine kırmızı mürekkeple baskı yapmak suretiyle çeşitli maçların
toplu etkinliklerin olduğu yerlerde
gidip o kağıtarı küçük küçük karalar şeklinde kesilmiş ve üzezerinde taksim edimiş
kıbrıs görüntüsünü savuruyorduk. -
Dolayısıyla bu bizde önce ilk
okul sonlardan itibaren olan o söylediğimiz duygularla birlikte
ortaokulda bu fiili taksim tezini
savunulması mücadelesi ve lisede
liseye girdiğimzde 1960
antlaşmaları gerçekleştiği izi-çin Kıbrıs cumhuriyetini korunması .. -
Dolayısıyla bizde o dönemde hala
etkilerini yaşadığımız bir türkiyeye bağlılık , Anavatan dediğimiz,
Anavatana gelmek, Anavatanda okumak
duygularımız giderek güçlenmiş durumda idi. -
- Ne tür olaylaa gülersiniz? -
Keh keh... -
Ne tür olaylara gülerimmmmm.....Bir kere çok anlamlı karikatürler olduğu zaman kendi başıma o karikatürlere
uzun süre gülerim. -
Belirli davranışlardaki
özellikle saf görüntülü
ifadelerle birlikte imaj olarak yüzünde beliren mimimklere çok gülerim.Bu mimikler alaylı anlamda
değil..Hoşua giden anlamda.Ve tabii
dolaısıylabir komik takım
etkinliklerde gülerim. -
Hiç ağladıız mı? -
-Ağlarım. Duygusal bir insanım. -
Örneğin bir kere çok duygusal
bir olala karşılaştığımda.Bu ulusal
düzeyde olur.Bağımzılık hareketi. Dmin az önce söylediğimiz..Sorduğunuz
soruyu dikkate aldığımızda ... -
Biz ortaokulda iken , ilk okulda iken özellikle ilk okul son
sınıflarda Türk filimleri görmeye başlamıştık Kıbrısta
..Ve o türk filimlerinde örneğin
istanulda boğazda geçen gemilerin,
feribotların , motorları gördüğümüzde
arkadaki Türk bayrağını gördüğümüzde orda duygulanırdık.Ayağa kalkar obayrak
görüntüsü gidenceye kadar alkışlardık. VE ağlardık.Böyle olayarda
ağlardık... -
Veya birde ben bir film sahnesinde çok duygusal sevgi gösterisi olduğu zaman o duygu ortamında
gözlerimden yaşarır ağlarım. Benzer
ayrılık sahneleride..Muhatapla
vedalaşırken içim dolar ağlarım .. Kendimi zor tutarım. -
|
/////////////////////////////////////////////////
Necati Çavdar’la ufuk turu...
Anayurt Gazetesi
KÖKSAL TOPTAN:
·
Türkiye’nin Hıristiyan dünyası ile barışması 2001
senesinde dünyanın gündemine gelmiştir.. Yani medeniyetler
çatışmasının ivme kavzamasının
beklendiği bir dönemde medeniyetlerin bir araya gelmesi, buluşması her iki taraf içinde yeni bir umut olmuştur.
·
Türkiye,
Müslüman dünyayı temsilen Avrupa
Birliği’ne büyük öneri getirmiştir.
·
Avrupa Birliği
çatısı altında bulunacak olan bir
Türkiye, bir milyar üç yüz milyonluk
İslam dünyasını temsilen ab’DE bulunmayı istiyor.
·
Şayet Avrupa
Birliği, Türkiye’nin elini itseydi. O zaman Avrupa birliği Hıristiyan kulübü
olurdu.
·
Bin yüz sene
sonra ilk defa iki medeniyetin buluşmasının, bir birine daha yakın
olmasının yolu açılmıştır.
·
Bizim
entelektüellerimize, aydınlarımıza, üniversitelerimize, sivil toplum
örgütlerimize çok ciddi görevler düşüyor. Ama Türkiye’nin belirli bir
disipline ihtiyaç vardı.
·
Biz üniter
devlet yapımızdan ödün veremeyiz.Kendi
milli menfaatlerimizden de ödün vermeyiz.Zaten biz bunları tartışmayız,
tartışamayız.
·
Avrupa Birliği’ne adaylığının Türkiye ‘ye
getirdiği bir takım özgürlüklerden,
demokratik alanın genişletilmesi, demokrasinin daha rahat işlemesi zemininden yararlanarak Türk insanını rahatsız edecek sözlerle
muhatap olacağız. Bir takım rahatsız
edici düşüncelere muhatap olacağız.
·
Ne kadar
düşünce söylenirse söylensin eyleme dönüşmeği takdirde, bana göre
insanları artık bu yüzden mahkum etmemek lazım.
·
Birinin
zorlaması.. Birinin bizi disipline etmesi
gerekiyor. O nedenle Avrupa Birliği’nin
baskısı, işlerin çabuklaştırılmasına neden oldu.
·
Beş sene, on
sene öncesine kadar Türkiye’nin, dünyanın konjektörü çok farklıydı.
·
Türk Ceza ve ona bağlı kanunların şöyle bir önemi var.
Türkiye bu kanınla ilk defa bir temel kanunu orijinal kanunu, Türk ürünü olarak yapıyor. Ve iddia
ile söylüyorum bundan sonra dünyada yeni bir
ceza kanun yapacak olanlar Türk
Ceza Kanunun referans kanun olarak göreceklerdir..
·
Biz TCK’yı
yaparken daha çok Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını esas aldık.. Bir çok alanda da Avrupa’nın
yapmadığı şeyleri yaptık.... Türkiye’de
bir takım hassasiyetlerin olduğunu, devam ettiğini kabullenmemiz lazım. O nedenle bazı alanlarda “ zaruretten” yapamadıklarımız var.
·
Önemli
sorunlarımız: Uygulamada karşılaştığımız aksaklıklar.. Birde kabul meselesi var.... Kafa olarak
kabul meselesi .....
............................000000000000000000000......................................
TBMM’de en fazla çalışan Komisyonlardan en önde olan özelikle AB süreci çerçevesinde çok fazla değişikliğe imza atan komisyonun, TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Köksal Toptan’la AB’nin sadece Türkiye için değil, İslam dünyası için önemini ve AB’ye gidilen yolda yapılan mevzuat değişikliğini konuştuk.
- Geçen dönem TBMM, Komisyonunuz ve siz Avrupa Birliğine giden yolda büyük efor ve emek sarf ettiniz.Ancak hiç beklemediğimiz halde 17 Aralık’taki Avrupa Birliği il görüşmeler sırasında sizi müzakerelerin merkezinde gördük.Oradan kamuoyuna yansıyan bir sözünüz dikkatimi çekti. “Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi; Türkiye için değil, İslam dünyası içinde önemli.Türkiye’nin Avrupa birliğinde olması sadece Türkiye’yi değil, Türk dünyasını, İslam dünyasını da ilgilendiriyor, etkiliyor” şeklinde bir sözünüz var.Suudi Arabistan’ın ya da Fas’n falanca platformda olması bizi neden etkiler? Türkiye’nin Avrupa Birliği’nde olması Fas’ı Endenozya’yı , Türkmenistan’ı İslam ülkelerini, Türk Cumhuriyetlerini ve İslam ve Türk topluluklarını, coğrafyasını neden ilgilendiriyor? Bu sözleriniz ne anlama geliyor?
-Dünya, 1450 yıldır İslamiyet’le tanışıyor.
Peygamber efendimizin tebliği çalışmalarını yaptığı dönemlerde zaman zaman çatışmalar görüyoruz. Ama bu çatışmaların din çatışması olmaktan çok başka nedenlere bağlı olduğu görülüyor.
Özellikle Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında çatışmalar olmadığını görüyoruz.
Ama dokuz yüzlü yıllara geldiğimiz zaman yani bundan bin yüz bin iki yüz sene öncesine gittiğimiz zaman yavaş yavaş Haçlı seferleriyle başlayan bir Müslüman - Hıristiyan çatışması görüyoruz.
Hıristiyan- Müslüman çatışması geçen bin yüz sene içerisinde zaman zaman haçlı seferlerinde olduğu gibi insanlık dramlarına da dönüşmüştür.Akıl almaz katliamları insanlık o dönemde yaşamıştır.
Daha sonra Hıristiyan dünyası başta kara Avrupası olmak üzere kendi içine dönmüş, 1789 Fransız ihtilalinden sonra, Amerikanın keşfinden sonra, Amerika Birleşmiş Devletlerinin 1776 da kurulmasının ardından , Amerika’da yaşayan insanlarla İngilizlerin çatışması... Avrupa’ya döndüğümüz zaman, Avrupa’nın kendi içinde derebeyliğin yıkılmasıyla ortaya çıkan o fedeol yapın 1789 Fransız ihtilali etkisinde kalarak hareket etmesi ..
Biraz daha öncesine gittiğimiz zaman orta çağda Rönesans hareketleri bittikten sonra yeniden özellikle 20 asra geldiğimiz, 20. asrın sonlarına yaklaştığımız zaman yine bir Hıristiyan Müslüman çatışması insanlığın önüne çıkmaya başladı.
Kimi İslam düşünürleri Hıristiyan dünyasının İslam dünyasının zenginliklerini kullandığını var saymıştır.
Buna karşılık Hıristiyan dünyasındaki bazı ilim adamları, özellikle Hantington’un medeniyetler çatışması kitabında öne sürdüğü gibi; Müslümanlık ve Hıristiyanlık dünyasının çatışmasının kaçınılmazlığı konusunda teoriler üretilmiştir.
İşte medeniyetler çatışımsına doğru dünya gidiyor mu diye, Hangtington’un kitabı tartışılırken; Dünya, 11 Eylül olayını yaşamıştır.
Amerika’ya yapılan saldırı, İslami terör etiketli, Tırnak içinde söylüyorum “İslami Terör “etiketli saldırı, dünyada yeniden Hıristiyanlıkla Müslümanlık çatışıyor izlenimini yaratmaya başlamıştır.
Giderek başta Amerika olmak üzere dünyada özellikle Hıristiyan kesimler İslamiyet, özellikle Kur’an-ı Kerim’de bütün güzellikleri, bütün iyilikleri insanlara öğütleyen bir dinin kitabının kabul edildiği İslam dünyasında Müslümanları sanki dünyada ne kadar kötü bir iş varsa, ne kadar terör olayı varsa onunla özdeşleşmiş bir izlenim yaratılmaya çalışılmıştır.
2001 DÖNÜM NAKTASI
Şimdi bu ortamda
Türkiye’nin Hıristiyan dünyası ile
barışması 2001 senesinde dünyanın gündemine gelmiştir.İlk defa tarihinde Müslüman dışişleri bakanları ile
Avrupa Birliği üyesi
ülkelerin dışişleri bakanları
Türkiye’nin daveti ile İstanbul’da bir araya gelmişlerdir.
Bu çok önemli bir buluşma
idi.Yani medeniyetler çatışmasının
ivme kavzamasının beklendiği bir dönemde medeniyetlerin bir
araya gelmesi, buluşması her iki taraf
içinde yeni bir umut olmuştur.
Ama tabi..Bunu daha ileri aşmalara götürülmesi lazım.
İşte bu aşama da Müslüman bir ülke olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği çok önem taşıyor .
TÜRKİYE MÜSLÜMAN DÜNYAYI TEMSİLEN AVRUPA BİRLİĞİNDE OLMAYI İSTİYOR
Ve bunca yıllık çatışma ve çarpışmanın ardından ilk defa Hıristiyan dünyası ile Müslüman dünyanın temsilcisi Türkiye bir birlerine elini uzatıyor.
Şimdi biz çoğu yerde söyledik.Türkiye, bin yüz senedir süren bir büyük kavganın, bir büyük mücadelenin, çatışmanın sona erdirilmesinin yolunu açacak eli uzattı bize denmesi lazım.
Şunu biliyorduk biz: Avrupa’nın fanatik Hıristiyan kesimleri, “Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan kulübüdür.O nedenle Müslüman bir ülke olan Türkiye buraya giremez, üye olmamalıdır”sözleri çok yankı bulmuştur.Çok taraftar bulmuştur.Hala Avrupa’da belirli kesimlerde bu temanın işlendiğini biz hatırlıyoruz.
Ama burada gerçekten Türkiye çok büyük bir adımı
atmıştır. Bu eli uzatmıştır. Ve , Müslüman dünyayı temsilen Avrupa Birliği’ne büyük öneri getirmiştir. Bu bir barışma, bu
bir uzlaşma bu bir Medeniyetlerin
uzlaşması bir araya gelmesi
projesidir.
Bu açıdan baktığımız zaman, Türkiye’nin atmış olduğu bu adımla bir büyük medeniyet adımı atıldığını görürüz.Ve ilk defa,tarihinde ilk defa bu iki medeniyet.... Müslüman ve Hıristiyan medeniyeti bir araya gelme imkanını bulma, bir çatı altında; adına kulüp deyin, birlik deyin., adına bir sosyal birlik deyin... ama bir isim altında bir araya gelmesinin yolu açılıyor.
Avrupa Birliği.. Bu çatının adıdır.
Avrupa Birliği çatısı altında bulunacak olan bir Türkiye, bir milyar üç yüz milyonluk İslam dünyasını temsilen orda bulunmayı istiyor.
O nedenle adına İslami terör denilen kimi Müslüman ülkelerde ortaya çıkan terör olaylarının en çok sıkıntı verdiği ülkelerin Müslüman ülkeler olduğunu düşünürsek, Suudi Arabistan, Irak, Suriye, Filistin , Afganistan..Yani İslami terör denilen terör cinsinden en çok sıkıntıyı, en çok ızdrabı Müslüman ülkelerin çektiğin düşünürsek, bu medeniyet buluşmasında yani Türkiye’nin Avrupa Bibriği üyeliğinden en çok memnun olması gereken ülkelerinde bu Müslüman ülkeler olması lazım geldiğini düşünüyorum
AVRUPA BİRLİĞİ, TÜRKİYENİN ELİNİ İTSEYDİ.O ZAMAN AVRUPA BİRLĞİ HIRISTİYAN KULÜBÜ OLURDU
Özellikle sayın Abdullah Gül’ün son Ürdün ziyaretinden aldığımız izlenimlerde Türkiye’nin bu duruşunun İslam ülkeleri açısından doğru okunduğunu da görüyoruz.Yapılan açıklamalar; Türkiye’nin Avrupa Birliği teşebbüsünden büyük bir mutluluk duyduklarını, Avrupa birliğinin; Türkiye’ye müzakere tarihi vermesinden de bu ülkelerin büyük bir mutluluk duyduklarını ortaya koymaktadır.
Özetleyecek olursak; ilk defa bu
iki büyük medeniyet, bir araya gelme imkanı buluyorlar.Bu iki medeniyetin
hiç biri kendilerine karşı uzatılan eli
ret etme hakkına ve lüksüne bana göre sahip değildir. Şayet Avrupa
Birliği, Türkiye’nin elini itseydi.O zaman Avrupa birliği Hıristiyan kulübü
olurdu.O zaman Avrupa Birliği global
terör değimiz terör hadiselerinden şikayet etme hakkını da ciddi şekilde kaybederdi.Ama bu
olmamıştır.Avrupa Birliği’nde sağduyu hakim olmuştur.
Ve bin yüz sene sonra ilk defa iki medeniyetin buluşmasının, bir birine daha yakın
olmasının yolu açılmıştır.
AVRUPA MEDENİYETİ İLE YOZLAŞMADAN UZLAŞMAMIZ LAZIMDIR.
_”Türkiye İslam dünyasını temsilen geliyorsa
olmaz.Ancak bizim şartlarımıza uymak, bizim normlarımıza uymak şartıyla
hayhay” diyen Avrupalılar var.
Türkiye’ de de “Bu haçlı saldırısıdır, Medeniyetler buluşmayacak medeniyetlerin dönüşmesi söz konusudur.” Deyerek endişe edenler var.Böyle bir tehlike var mıdır?
Böyle bir tehlikenin olmaması
için ülkede bir altyapı söz konusu
mudur?..
Veya Türkiye’nin dinamikleri, varsa böyle bir tehlikeyi karşılayabilir mi?
-Bana göre böyle bir tehlike söz konusu değildir.Tabi şunun altını çizmemiz lazımdır.Biz Avrupa medeniyeti dediğimiz medeniyetle yozlaşmadan uzlaşmamız lazımdır.Bunu becermeliyiz.O nedenle sık sık tekrarladığım bir şeyi burada tekrarlamak istiyorum.Biz Avrupa Birliği’ni kendi kimliğimizle istiyoruz.... Kendi geleneklerimizle istiyoruz... Kendi kültür hazinemizle, kendi binlerce yıldır devam eden alışkanlıklarımızla, kendi sağlam aile yapımızla , bu kimliğimizle biz Avrupa Birliği üyesi olmak istiyoruz.
Biz inanıyoruz ki bizim bu özelliklerimiz, Avrupa’ya zenginlik katacaktır.Avrupa’nın geçen zaman içerisinde kaybettiği özeliklerdir bunlar.
Bu özeliklerle Avrupa birliği yeniden tanışacaktır.
Elbette bizim de Avrupa Birliği üyesi olmakla tanışacağımız bir takım kültürler var.Bir takım yenilikler var.Biz onları biliyoruz. Biz onları bilerek Avrupa Birliği’ne üyeliliğine talip oluyoruz. Ama biz onlarla tanışırken, biz o kültürün yararlanabileceğimiz yönlerini kendi ülkemize getirirken, kendi insanımızla tanıştırmaya çalışırken kendi kimliğimizden ödün vermeden unu yapmayı becermeliyiz.Bu nedenle yozlaşmadan uzlaşmasını bilmeliyiz diye söylüyorum.
Bu bence zor değildir, imkansız değildir.Ama kendiliğinden olacak bir şeyde değildir.
O nedenle bizim entelektüellerimize, aydınlarımıza,
üniversitelerimize, sivil toplum örgütlerimize
çok ciddi görevler düşüyor. Ama
Türkiye’nin belirli bir disipline ihtiyaç vardı.
Türkiye Avrupa birliği tarihi almadan çok ciddi bir atak yaptı. Siyasi istikrardan da yararlanarak güven ortamı yarattı.Avrupa Birliğinden müzakere tarihi aldıktan sonra daha da artarak yükseliyor. Öyle ümit ediyorum ki müzakereye başladığımızdan sonrada bu ivme süratle yükselecektir.
Bence elbette biz üniter devlet yapımızdan ödün veremeyiz.Elbette biz kendi milli menfaatlerimizden de ödün vermeyiz.Zaten biz bunları tartışmayız, tartışamayız.Ama Avrupa Biriliği üyeleri ülkelerine baktığımız zaman bunlarda kendi milli menfaatlerinden ödün vermiyorlar.Kedilerini sıkı sıkıya koruyorlar.
Avrupa Birliği üyeliği Türkiye’nin parçalanmasına ,yok olmasına yol açacak bir süreç değildir.O sürece Türkiye de hiç kimse izin vermez.Hiç kimsenin aklından da böyle bir şey geçmez.
-Hiç bir tehlike olmaz mı?
-Hiç kuşku yok ki; Avrupa Birliği sürecinin Avrupa Birliği’ne adaylığının Türkiye ‘ye getirdiği bir takım özgürlüklerden, demokratik alanın genişletilmesi, demokrasinin daha rahat işlemesi zemininden yararlanarak Türk insanını rahatsız edecek sözlerle muhatap olacağız.Bir takım rahatsız edici düşüncelere muhatap olacağız.Ama biz bunlara alışmamız lazım.Fikirlerin serbestçe söylenmesi bizim sadece Avrupa Birliği üyeliği önündeki bir özelliğimiz olmaktan çıkmalı.Demokrat dünyanın, hür dünyanın özgür dünyanın bir üyesi olmakla yerine getirilmesi gereken mükellefiyetler olarak algılanmalı.
-Komisyon olarak Avrupa birliği
yolunda siz ne yaptınız?
Bu komisyon Avrupa Birliği
yolunda altı tane uyum paketi geçti.
Ceza mevzuatını değiştirdi.Ve her zaman bireyin hak ve özgürlüklerini öne alan
bir felsefeyle, anlayışla bunu takip
etti.Ama bunu Avrupa Birliği bizden istiyor diye değil, bizim insanımız bunlara
layık olduğu için bunları yapıyoruz.
Bu demokratik alanın, düşünce
özgürlüğü alanının İstismarı da
mümkündür.Bunu da kabul ediyorum.Ama istismar edilir diye insanımızdan bu hakları alamayız, alıkoyamayız.Çünkü ne kadar
düşünce söylenirse söylensin eyleme dönüşmeği takdirde, bana göre
insanları artık bu yüzden mahkum etmemek lazım.
-Siz eskidende
bu tür çalışmalar içinde oldunuz.Parlamenterlik, bakanlık yaptınız o
günleri yaşadınız..Bu tür değişiklikleri
daha önce neden yapamadık.Avrupa
Birliği sürecinde mi yapmamız gerekirdi? ..
Engelleri neydi? Varsa engelleyen dinamikler... O, dinamikler bu gün nasıl değişti. O günkü zorluklar neydi, bu
günkü kolaylıklar nedir?
-.......
-Sebebi Avrupa birliği mi?
-Hayır bana göre bunun iki tane temel sebebi var.
Bunlardan bir tanesi :
Bizim biraz fazla tembelliğe
düşkünlüğümüz... Bizim sorunları zamana yayma
alışkanlığımızdır.
Deyim biraz kaba.. Ancak,
merama mı başka anlatma imkanım yok..Yumurta kapıya dayanmadan biz ...
Maalesef, birinin zorlaması.. Birinin bizi disipline etmesi gerekiyor.O nedenle Avrupa Birliği’nin bu baskısı, bu işin çabuklaştırılmasına neden oldu.
Ama bir başka nedende bana göre şudur:
Beş sene, on sene öncesine kadar Türkiye’nin, dünyanın konjektörü çok farklıydı.Yani Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana daha 15 sene bile geçmedi.Şimdi bunu düşünecek olursak geçen on sene içerisinde Türkiye’nin kendi içindeki kendi dışındaki şartlarda çok ciddi gelişmeler, genişlemeler oldu.
Düşünün.On sene önce Türkiye tüm komşuları ile problemli idi. Suriye ile , İran’la, Irak’la Rusya ile problemli idi.Bulgaristan’la,Yunanistan’la problemli idi.
Şimdi bunların hemen hemen hiçbirinin Türkiye ile problemi yoktur.Yani Türkiye..
-Türkiye’nin bu ülkelerle problemi bu on sene içinde mi çözülüp ortadan kalktı , yoksa zaten mi yokmuş.. Algılayış mı değişti.?
-Dünya da bölgemizde ve Türkiye de yeni bir tehdit değerlendirmesi yapılıyor.Geçen gün bir askeri yetkilimizin güzel bir beyanatı vardı.”Türkiye için hiç kimse düşman değildir” diyordu.On sene önce böyle değildi.O nedenledir ki yeniden bir tehdit değerlendirmesi yapan Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkilerde çoğu şeyler bu gün yok.
-Yoksa Türkiye, çok şeyi vehimler üzerine mi bina
etmiş?
-Belki oda var.Ama sadece vehimlere de
işi yormamak lazım.. Düşününki, bu gün çok sıcak ilişkiler içinde olduğumuz
Suriye yıllarca terör örgütü başını orda besledi.Orda barındırdı.Orda korudu
Yani sadece vahimlerden kaynaklanmıyor.Ama bunların içerisinde kabul etmemiz lazım vehimde var. Kabul etmek
lazım.
Yunanistan süratle
silahlanıyordu.Avrupa Birlği’ni de arkasına alarak
silahlanıyordu.Silahlanmasının nedeni de;
ne Arnavutluktu, ne de Bulgaristan’dı.Türkiye idi. O nedenle vehim
olduğunu kabul ediyorum ama ciddi bir takım
tehdit ve tehlikeler kuşkusuz var idi.Ama bunların hepsi çok şükür ortadan kalkmıştır.Ama temel sebebin bana göre, bizim.. İş, çok
zor gelmeden bazı şeyleri çözme
konusundaki tembelliğimizdir diye düşünüyorum.
TÜRK CEZA KANUNU TÜRK ÜRÜNÜ
Biz geçen iki sene içerisinde altı tane uyum pakete çıkardık.Arkasından Türkiye’de ilk defa Adalet Akademileri kurulmasına dair kanun çıkardık.
Türkiye’de ilk defa İstinaf Mahkemeleri’nin kurulmasına dair kanun çıkardık.O arada Çocuk Mahkemeleri, bankacılık suçları onlarla ilgili mahkemelerin yargılamaları kanununu çıkardık. DGM’lerin yerine kurulacak mahkemelerle ilgili kanun çıkardık..
Ve çok önemli :
İlk defa bir temel kanunu, Türk Ceza Kanunu ve ona bağlı olarak diğer mevzuatla ilgili kanunları çıkardık.
Türk Ceza ve ona bağlı kanunların şöyle bir önemi
var.Şimdiye kadar Türkiye bir temel
kanunu yaptı.Daha evvel Türkiye, mevcut kananlarda değişiklik yapılarak yoluna devam ediyordu.Türkiye bu kanınla ilk
defa bir temel kanunu orijinal kanunu,
Türk ürünü olarak yapıyor.
TÜRK CEZA KANUNU DÜNYADA ÖRNEK
Türkiye ilk defa öyle bir temel kanunu, kendi siyasetçilerimizin, kendi akademisyenlerimizin, kendi hukukçularımızın kendi sivil toplum örgütlerimizin, baroların , üniversitelerin katkısıyla yapıyor.Ve iddia ile söylüyorum bundan sonra dünyada yeni bir ceza kanun yapacak olanlar Türk Ceza Kanunun referans kanun olarak göreceklerdir.Böylesine iddialı bir kanun.
Tabii. Bunu tamamlayan Ceza Mahkemeleri yargılamaları kanunu, Ceza İnfaz kanunu ve bunların uygulama kanunlarını da çıkardık.
Baktığımız zaman bu dönem içerisinde iki binden fazla maddelik bir kanun demetini yasalaştırdığımızı görüyoruz.Ve çok önemli bir nokta.Tüm bu kanunları biz Ak parti ve CHP ‘nin ittifakı ile gerçekleştirdik.Herkesin katkısını sağladık.Zamam zaman ortaya çıkan itilafları da arkadaşlarımızın da hoş görüsüyle , iyi niyetiyle çözerek gerçekten büyük sonuca ulaştık.Avrupa birliği yolunda, Avrupa Birliğini hayrete düşüren sonuçlar aldık.
-Bir çok zamana bağlı kanunları
çıkardığınızı söylüyorsunuz.Önümüzdeki dönem daha rahat çalışma imkanı olacak
galiba. Önümüzdeki dönem ne yapacaksınız?
Önümüzde ne var.Önümüzde de çok önemli kanunlar var.Ama zaman baskısı yok.Daha rahat çalışma imkanı bulacağız.1600-1700 maddelik ticaret kanununu bu yılın ilk altı ayında gelecek.500-600 maddelik olduğu söylenin borçlar Kanunu,YARGITAY; DANIŞTAY kanunu gelecek.İdari Yargılama Usul kanunu gelecek.Kabahatlerle ilgili, çocuk mahkemeleri ile ilgili kanun gelecek.Yani bizi uzun ve zor bir maraton bekliyor.
Ama büyük bir keyifle yapıyoruz.
Gerçekten Türk insanı için güzel şeylerin ortaya çıktığı zaman insan bundan da mutluluk duyuyor.
TÜRKİYE’DE
BİR TAKIM HASSASİYETLERİN OLDUĞUNU, DEVAM ETTİĞİNİ KABULLENMEMİZ LAZIM... BİR ÇOK KONUDA BİZ AVRUPA BİRLİĞİ
ÜYESİ ÜLKELERDEN DAHA İLERİ GİTTİK.
-Bazı yasalar geçerken çok demokratik olanının yayında , anti demokratik yasalar hatta geriye gidişler söz konusu oldu...Oluyor. Adalet Bakanı, zaman zaman bunların “zaruretler”gereği olduğunu söylüyor. Anti demokratik uygulamalara yol açabilecek yasalar bu gün düzeltilmezse ne zaman düzeltilecek? Tekrar gündeme gelerek düzenlemek de zor oluyor.Bu gün değilse ne zaman lazım olacak?
-Biraz öncede söyledim.On sene içinde Türkiye’de çok ciddi konjonktürel değişiklikler oldu.
Zannediyorum beş sene sonra, bu konjonktür dahada değişecektir.
Elbette Türkiye’de bir takım hassasiyetlerin olduğunu, devam ettiğini kabullenmemiz lazım.
Sayın bakanın “zaruretlerden” bunu kast ettiğini zannediyorum.
Yani kabul etmemiz lazım ki biz Avusturya gibi, Fransa gibi değiliz.Danimarka gibi değiliz.
Bizim hala çok problemli bir coğrafyada olduğumuzu unutmayalım.Bir buçuk seneye yakın savaşın sürdüğü bir barut fıçısının üstünde şu anda Türkiye..
Irak’ın üzerinde... Bölge her zaman problemli.Tarih boyu problemli..
Ortadoğu’ya baktığımız zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun 400 yıllık egemenliğinin dışında hep çatışma olmuş, Ortadoğuda.
Böyle bir bölgede bulunan Türkiye’de, Avrupa Birliğinin diğer üyesi ülkelerinden bir takım farklılıklarının, zaruretlerinin olmasını doğal karşılamak lazım.
Ama bir çok konuda biz
Avrupa Birliği üyesi ülkelerden daha ileri gittik.
Onu da söylememiz lazım.
Avrupa Birliği uzmanları bizim ceza yasasını inceledikleri zaman hayretlerini gizleyemediler.
Biz yasayı yaparken daha çok
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını
esas aldık.Bana bizim ceza usul
yasasıyla gerçekleştirdiğimiz husus için Alman
Adalet Bakanı “Biz daha bunu
yapamadık.Hala tartışma noktasındayız” dedi.Onların hala tartıştığı bir
noktayı biz , sanığın yayında avukat bulundurulmasını biz gerçekleştirdik. O
nedenle bazı alanlarda tırnak içinde “ zaruretten yapamadığımız”
alanlar var.Bir çok alanda da Avrupa’nın
yapmadığı şeyleri yaptık.
-Bazı alanlarda Avrupa Birliği, standardımıza uygun değil
derse, biz neden herkse eşit ve genel yasalar çıkarmıyoruz?
Daha geçen Bütçe kanununa,
kamuda insanlar çalışırsa emekli
ücretleri kesilir ancak şunlar çalışırsa kesilmez diye madde kondu. Bunların
zarureti olmaması gerekmez mi?
-.... O, Ekonomik zarurettir.
-Meclisin sağlık bölümü kalkıyor. Bazı kurumlar muaf tutuluyor.O
kurumlar piyasadan mal ve hizmet alıyor.Mal
ve hizmeti alırken bunları sağlayanlar neden tehlike olmuyor da, mesela iş doktora, hemşireye, ilaca gelince tehlikeli oluyor?
Bu tür
yasal ayrıcalıklarla bazı oliarşik odaklara imkan veriliyor gibi
görülüyor?
-Bütün dünyada bu tür istisnalar olabilir.
Tabii.... Ekonomik zaruretlere dayanan boyutu vardır.Bunların
bir kısmı Avrupa Birliğinden çok IMF ile konuşulan şeylerdir.
-Ama diğer kanunlarda da
oluyor?
-İşte Mastrih Kriterleri
dediğimiz kriterlerdir bunlar.Avrupa
Birliği müzakerelerinde işte bunlar
konuşulacak. Böyle bir şey kalmasa bizim hemen üye olmamız lazım.yoksa
müzakere etmeye gerek kalmaz.İnşallah
bunları çözer, daha çabuk gireriz.
-Buradan bir çok kanun çıkarıyorsunuz.Ancak, mesela
bir polis müdürünün emrindeki bekçiye
vereceği talimatla çözeceği konuyu bile sizin burada kanuna bağlanıyor. Bu
çıkan yasalar, gerçekten aşağıda uygulama zemini buluyor mu?
-İşte bunları göreceğiz.. Tabi önemli sorunlarımızdan bir tanesi uygulamada karşılaştığımız aksaklıklardır.Son çıkardığımız başta Ceza Kanunu olmak üzere Adalet Bakanlığı, bir eğitim çalışması başlattı.Ankara’da Ocak ayının üçünde başladı dokuzunda bitecek. Eğitimcilerin eğitim semineri.Bu önümüzdeki günlerde taşraya yayılacak.Eğitimciler diğerlerini eğitecekler böyle bir süreç başlıyor.
Birde kabul meselesi var....Kafa olarak kabul meselesi var....
...................00000000000000000000..................RÜYALARINIZ - HÜLYALARINIZ
..........
-
Kısa kısa
-
Kaç saat uyursunuz?
-
Yedi sekiz
-
Ne tür olaylara gülersiniz
-
Torunuma çok gülerim.Torunumun hareketlerine çoık gülerim.
-
Hiç ağladınız mı?
-
Babamın ölümüne..
-
İntihar etmeyi düşündünüz mü?
-
Hayır. Hiç..
-
Çocuklukta hedefiniz ne idi?
-
İlk okul üçüncü sınıfına kadar mühendis olmak,, daha sonra
avukat olmak.
-
Uçak, gemi, tren , araba , bunlardan hangisini tercih
edersiniz?
-
-Araba.
-
Bunlardan korktuğunuz var mı?
-
Uçak..
-
Spor yaptınız mı hangi tür spor yaptınız?
yaşımın gerektirdiği sporları yaparım.yürüyüş yapıyorum.tenis oynarım.
-
Şu anda devam ediyorsunuz,Tenis oynuyor musunuz.
-
Hayır.
-
Bu tempo içerisinde Spor yapma imkanını buluyor musunuz?
-
Evet
-
En son okuduğunuz kitap hangisidir?
-
Yorgun mayıs kısrakları Onu okuyorum.Yılmaz Karakoyunlu’nun
..
-
Gazete, kitap .. Günde kaç saat okursunuz?
-
En az iki saat üç
saat.Daha çok da olur.Benim işim o.İşim okumak.Okumak için mutlaka gece yatmadan bir saat, sabahleyin de bir
saat gazeteleri okurum. Geceleri de kitap okurum.Onun dışında değim gibi benim işim okumak olduğu için çok okuyorum.
-
Ekonomik anlamda soruyorum.İflas ettiniz mi, para
kaybettiniz mi maddi olarak sıkıntıya
girdiniz mi, bulunduğunuz yerden aşağıya,
çöküntüye düştünüz mü?
-
Tabii. zaman zaman.
Sıkıntıları yaşadım.12 Eylül 1980 Askeri darbesinden sonra milletvekilliği sona erince maaş sız kaldım emekli maaşımda yoktu .O
dönem sıkıntı çektim.
-
-İlk vekil seçildiğinizde neredeydiniz nere gittiniz?
-
İlk seçimde Zonguldak ta idim.Zonguldak milletvekili
seçildim.Bu seçimde de Zonguldak ta
idim.
-
milletvekili seçildiğinizi duydunuz.Sonra nere gittiniz?
-
Bir iki tanesinde partide idi isem, şükür namazı
kılmışımdır.Yahut da diğer arkadaşlarla
bir arada bunu sevincini paylaşmışızdır.Zaman zaman da istediğimiz sonuçları
alamamışızdır.Beraber üzülmüşüzdür.Her zaman ayni şey olmadı.
-
Anneniz döver miydi?
-
......... Annem bir iki defa
ders çalışmıyorsun diye dövdüğün hatırlıyorum.
Baba,
anne veağbi den sopa yemedim.Yani
annemin bir iki kere beni dövdüğünü hatırlıyorum.
Öğretmen
dayağı yediniz mi?
Bir iki
kere.Biri ilk okul dördüncü sınıfta diğeri orta okul üçüncü sınıfta..
-Kaç yaşında
ilaç almaya başlarınız?
Vitamin
kullanıyorum.İlaç anlamında hap
kullanmıyorum.Zman zaman
hastalandığımızda kullanıyoruz.
-Eğer
oldu iseniz kaç yaşında aşık oldunuz?
Ben karımla
ilk okul dördüncü sınıftan beri arkadaşız.
-Rüya görür müsünüz.
Görürüm.
Hatırladığınız
bir rüya var mı?
Yani gördüğüm rüyaları çok hatırladığım
söylenemez.
KARANLIKTAN,YALNIZLIKTAN
KORKARMISINIZ?
Korkmak
değil de rahatsız olurum , çekinirim.
Evde
yalnız kaldınız, müzik mi açarsınız ne yaparsınız?
Televizyon
seyrederim ama yalnızlığı çok sevmem.kalabalık ailede olduğumuz için, kalabalık
yaşadık yaşamak hoşumuza gider.
-En çok
hangi tür filmlerden hoşlanırsınız-
konusu
itibari el daha çok duygusal ağırlıklı filimler .birde kovboy filmleri severim.
-şarkı,
türkü söyler, resim yapar mısınız Güzel sanatların her hangi birinde
-O tarz bir
kabiliyetim yok.Doğru dürüst sesim güzel olmadığı için şarkıda
söyleyemem.Ama gençlik yıllarımda daha
sonra da arada bir şiiri yazarım.
Genel Başkan adayı..Bakan, Başkan...Köksal Toptan , "Ençok hocam denince hoşlanıyorum.."
m
NOT : Rüyalarınız hülyalarınız bölümü yayınlanmadı.
Zaten ilerde
“ünlülerin RÜYALARI – HÜLYALARI “ adıyla topluca bir kitap olarak yayınlamayı düşünüyoruz diye sormuştum.. ilkdefa burada yayınlanıyor..
KÖKSAL TOPTAN
“Milli
hedef, yeniden cihan devleti düzeyinde
mutlu, müreffeh lider TÜRKiYE'dir. Bu hedefin asıl sahibi büyük milletimizdir.
Tarih, onun böyle bir hedefe sahip olmaya hakkı olduğunun delili olan altın
sayfalarla doludur.
Bu hedefe ulaşabilmemiz için ihtiyaç duyacağımız en büyük güç kaynağı İNSAN’dır. Allah’in
diğer varlıklara üstün kılarak en mükemmel surette yarattığı insan.
Milli hedefimizin odağında insan var. Ne
yapılacaksa insanlarımız tarafından yine insanlarımız için yapılacaktır” diyen Köksal Toptan, 1943 yılında Rize`de
doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Zongultak`ta tamamladı. 1966 İstanbul Hukuk
Fakültesi`nden mezun olmuştur.
Üniversite döneminde 1963-1966 yıllarında İstanbul`da Adalet Partisi Gençlik Kolları
Başkanlığı yapan Toptan, Zonguldak`ta
serbest avukat olarak çalıştı. Çeşitli dernek ve kuruluşlarda kuruculuk yaptı.
Zonguldak Belediye Meclis Üyeliğinde bulundu. Adalet Partisi Zonguldak ilce ve
il yönetimlerinde görev aldı.
1977 yılında Adalet Partisi`nden Zonguldak Milletvekili
seçildi.
12 Kasım 1979 tarihinde kurulan Demirel hükümetinde Devlet
Bakanlığına getirilmiştir.
Toptan,
28 Eylül 1986 tarihinde yapılan ara seçimlerinde Zonguldak 2. Bölgeden Doğru
Yol Partisi Milletvekili seçildi. 1987 Milletvekili Genel Seçimlerinde ise Zonguldak 1. Bölgeden yeniden milletvekili
seçilerek ve üç buçuk yıl Doğru Yol
Partisi Grup Başkanvekilliği görevini yürüttü.
1991 Genel
Seçimlerinde, yeni il yapılan Bartın`dan yeniden milletvekili seçilmiş ve Süleyman Demirel’in Başbakanlığı’nda
kurulan DYP-CHP koalisyon hükümetinde,
Milli Eğitim Bakanlığına getirildi.
13 Haziran 1993 Büyük Kongresinde Tansu Çiller karşısında DYP Genel Başkanlığına`na aday olan ve seçimi
kaybeden Toptan, 1995 yılında bir süre
Kültür Bakanlığı yapmış, 1995 Genel Seçimlerinde Zonguldak’tan yeniden milletvekili seçilmiştir.
Toptan, 3 Kasım 2002 seçimlerinde Ak Parti Zonguldak
milletvekili olarak parlamentoda yeniden yer aldı.
AK Parti iktidarı
döneminde TBMM Adalet Komisyonu Başkanı
olarak görev yapmaktadır.
Evli, üç çocuk sahibidir.
(7.1.2005 Cuma saat 15.TBMM Adalet komisyonu başkanlığında)
Not:::
Anayurt Gazetesi'nde yayınlandı
…………..
/////////////////////////////
Karaman Milletvekili
Mevlüt Akgün ile "dili" konuştuk
NECATİ ÇAVDAR’LA UFUK TURU....
YARA, DİLİM....
Kuşatılıyor ana dilim
Yapılmıyor; konuşma, bilim
Türkçe gidiyor; yara, dilim
Birlik,dirlik olur; dilim, dilim
Bilindiği gibi dilimizin kirliği, kullanım alanlarının daralması, özellikle
gençlerimizin ifade edeceğini birkaç kelime ile sınırlı hale getirerek adeta
dilsiz kalması.. Ticari alanda, ilanlarda reklamlarda, tabelalarda hangi ülkede
olduğumuzu şaşırtacak derecede dil kirliği söz konusu.. Kökü tarihin
derinliklerine inen ve bu gün üç yüz milyon nüfusu bulan bir milletin dilinin
bu halde olması hem üzücü hem de başta kültür emperyalizmi olmak üzere bir çok
saldırılara insanımızı açık hale getiriyor. Bu gün bizimle aynı nüfusa sahip
Fransa’da dili koruyan yasalar var.Ve Fransızlar bir başka dili bilse bile
öncelikle kendi dillerini konuşuyor yada sizi Fransızca konuşmaya mecbur
ediyorlar. Hele hele Devlet görevlileri, başkalarının yaptığı gibi başta
İngilizce olmak üzere muhatapları ile bildikleri dili konuşmayarak gerek
ülkelerinde gerekse resmen misafir olarak gittikleri ülkelerde mutlaka kendi
dilleri ile konuşuyorlar. Eğer muhatapları Fransızca bilmiyorsa tercüman
aracılığı ile konuşup, anlaşarak dillerini öne çıkarıyorlar. Böylece 70-80
milyonluk Fransız’ın dilini en geniş alanda kullanıyorlar, yaygınlaştırmaya
çalışıyorlar.. Bu gün 300 milyon insanın konuştuğu, Orta Avrupa’dan yola çıkan
bir insanın Çin Setti’ne kadar başka bir dil bilmese bile rahatça analaşabileceği
dil olan Türkçe ise giderek darılıyor dünya dili olmaktan öteye gidiyor.Bunu
çok kere kendi ellerimizle sağlıyoruz. Ülke olarak Kıbrıs meselesi için yoğun
çaba sarf ettiğimiz dönemde; Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından
Türk ve Rum taraflara kabul etmesi için sunulan bu “Annan planı da ne? diye bir
bakalım istedik. Ancak başta Dışişleri Bakanlığımız olmak üzere bir çok kamu
kurumundan “ Bizde Türkçe’si yok.Üzerinde İngilizce olarak çalışıyoruz”
cevabını aldık.Fakat Birleşmiş Milletler’in elektronik adresine (Web sitesine )
girince üzülerek gördük ki, orada “Annan planı”, İngilizce, Türkçe ve Grekçe
konmuş.
Benzer durumu AB Anayasası konusunda da yaşadığımı ifade etmeliyim.
Peki bunları Türk halkı, Türkçe bilenler bilmeyecek de kim bilecek? ...
Başkaları bizim insanımıza ve dilimize bizden daha mı saygılı?...
Bunun sebebi ne?...
Dilimizin bu halden kurtarılması için çare yok mu?..
Elbette var. Karamanoğlu Mehmet beyin diyarından ses geldi. AK Parti
Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün, adeta “yara” olan dilimiz Türkçe ile ilgili
bir kanun teklifi hazırlayarak TBMM’ye sundu. Bu teklifin eksiği vardır,
fazlası vardır. Tartışılır, varsa eksikler giderilir. Fakat böyle bir yasa
teklifi, TBMM’de parlamenterlerimizin önünde duruyor.Siyasal erki kullanan
İktidarın ilgisini bekliyor.. Dilimizle ilgili somut bir adım atan, kanun
teklifi hazırlayan Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün ile böyle bir teklifi
hazırlama gerekçesini konuştuk..
SPOTLAR:
§ Öncelikle Türkçe kullanılması şart koşulmalıdır.
§ Türkçe’den sonra olmak şartıyla diğer dillere de izin verilmelidir
§ Tedbir alınması durumunda yurttaşlarımızın daha zengin, daha güzel, daha
millî bir dil kullanmaya özen gösterecekleri de açıktır.
§ Anayasada devlet dilinin Türkçe olması, ülke içindeki her türlü resmî
toplantı ve gösterinin de Türkçe yapılması gerekliliğini ortaya çıkarır.
§ Sözlü yayın organlarında (radyo ve televizyonlarda) görev yapan sunucu ve
spikerler, güzel konuşmada ve kelimelerin doğru telâffuz edilmesinde en etkili
kişilerdir.
§ Özel radyo ve televizyonların yayın hayatınâ başlamasından önceki dönemde
TRT; spiker ve sunucuların seçiminde ve eğitilmesinde gerekli özen ve titizliği
göstermekteydi.
§ Özel radyo ve televizyonlarda ise bu özen ve titizlik gösterilmemektedir.
§ Dil; bir milletin kültür aynası, sürekliliğinin en önemli dayanağı,var
oluş sebebi, kendi varlığını tanımlayabilme aracı, dünü-bugünü-yarını…
§ Dilini unutan veya dili unutturulan bir milletin düşüncesinin
olamayacağına inanıyorum. Düşüncesi olmayan bir millet ise,ne kendisini
tanımlayabilir ne de kendisini yeni nesillere tanıtabilir.Kendisini yeni
nesillere tanıtamayan bir millet ise,yok olmaya mahkumdur. Dünya tarihinde dili
bozulduğu, unutturulduğu için özünü yitiren, geçmişini unutan hatta yok olan
milletler vardır. Tarih sahnesinde,Türkleri maddi güçle yok edemeyeceklerini
bilen bazı düşman devletlerin,Türk dilini hedef almaları,dilimizi bozmak ve
geçmişinden koparmak için yaptıkları hain planlar boşuna değildir.. Sayın Akgün
siz TBMM’ne Türkçe’mizle ilgili bir kanun teklifi verdiniz.Böyle bir teklife
niçin gerek duydunuz?
-Böyle bir kanun teklifine iki yönden ihtiyaç var. Birincisi, Anayasamızın
3. maddesinde, “Türkiye Devletinin dili Türkçe’dir." hükmü yer almaktadır.
Ancak dille ilgili herhangi bir yasanın bulunmayışı Anayasamızın bu hükmünü
boşlukta bırakmaktadır. Dilimizle ilgili Anayasa hükmünün yasal olarak kapsamı
ve neler yapılıp yapılmayacağı açıkça belirtilmesi gerekir. Ülkemizde, her
alanda görülen yaygın yabancı dil kullanımları, anayasamızda böyle bir hüküm
yokmuş izlenimi uyandırmaktadır. Oysa anayasanın bu hükmü, "değiştirilemez
ve değiştirilmesi teklif edilemez" hükümler arasına konulacak kadar önemli
sayılmıştır. İkinci gerekçemiz ise; özellikle iş yeri adlarında, markalarda,
çarşıda pazarda hayatın her alnında dil yanlış kullanılıyor. Her hangi bir dil
ya kullanılmamalıya da kullanılıyorsa doğru kullanılmalı. Öte yandan da
ülkemizde Türk dilinin öğrenim ve kullanılmasında büyük bir kayıtsızlık ve
umursamazlık olduğu açıktır. Liseyi, hatta yüksek öğrenimi bitiren gençler
Türkçe’nin en temel eserlerini dahi okuyup öğrenmeden, dillerinin önemini
kavramadan yetişmekte; dili doğru kullanma becerisini kazanmadan meslek
hayatına atılmaktadırlar. Türkçe’nin önemini ve güzelliğini kavrayamayan
insanların ona karşı dikkatli ve titiz olmaları da tabiî ki beklenemez. Bunun
sonucu olarak radyo ve televizyonlarda da telâffuz hataları gün geçtikçe
artmaktadır. Oysa okul yanında, belki ondan da önemli olarak basın yayın organları
da dilin doğru ve güzel kullanılmasında etkili olan araçlardır. Basın yayın
organlarındaki yanlış kullanımlar, çok çabuk bir şekilde ve dalga dalga geniş
halk kitlelerine yayılmakta, insanları olumsuz yönde etkilemektedir. Türkçe’ye
karşı kayıtsızlık, iş adamlarımızı ve esnafımızı da etkilemekte; imal edilen
mal ve ürünlerin adlarında, ticarî unvan ve adlarda yabancılaşma sür'atle
artmaktadır. Bir zamanlar sadece büyük şehirlerin belli semtlerinde görülen
yabancı iş yeri adları şimdi Anadolu şehir ve kasabalarına dahi yayılmakta,
ülkemiz âdeta Türkçe kullanılmayan bir ülke görünümüne bürünmektedir. Ticarî
unvan ve iş yeri adlarında yaygın olarak görülen Türkçe’den uzaklaşma ve
yabancılaşma; hem ülkede sanki Türk dili kullanılmıyormuş derecesinde bir görüntü
meydana getirmekte, hem de Türk diline karşı yurttaşlarda var olması gereken
bilinç ve duyarlığını zedelemektedir.' Bu bakımdan ticarî kuruluşların ad ve
unvanları ile mal, ürün ve hizmet adlarının Türkçe olması zorunluluğu
getirilmeli ve bunun daha kuruluş ve başvuru safhasında Sanayi ve Ticaret
Bakanlığınca sağlanması gerekir. İş yerlerinin levha ve tabelâlarında,
camekânlarında ve diğer yerlerinde; ambalâj ve etiketlerde; ürünlerle ilgili
kullanma kılavuzlarında ve çeşitli kitapçıklarda; makine, alet ve edevat
üzerindeki yazı ve uyan levhalarında öncelikle Türkçe kullanılması şart
koşulmalıdır.
-Bir çok üreticimiz ürünlerini dış pazarlarda da satacaklar, ülkemize gelen
turistlerin durumu da dikkate alındığında sizin teklifiniz kabul edildiğinde insanlar
sınırlamaya zorlamaz mı?
-Hayır. Öncelik o ülkenin diline verilmeli. Bu gün çağdaş ülkelerin
hepsinde durum bu. Japonlar, Koreliler, Çinliler özellikle Fransızlar kendi
dillerinden vazgeçmiş değiller ki... Kendi dilimize dil kuralları çerçevesinde
öncelik verilir. İkinci üçüncü- beşinci dilin kullanılması yasaklansın
demiyoruz ve istemiyoruz.. Zaten bir çok yer ve alanda ikinci bir dilin
kullanılması tamamen yasaklanamaz. Çünkü ülkemize çok sayıda turist gelmekte ve
bunlara dünyada yaygın olan dillerle hitap etme zorunluluğu bulunmaktadır.
Gönül ister ki bizim dilimiz bilinsin, bizim dilimizle misafirlerimizle
anlaşalım.bu mümkün olmadığındandır ki ülkemizin önemli bir döviz kaynağı olan
turistlere anlayabilecekleri dillerle ulaşmanın zarureti açıktır. Bizim
isteğimiz, yabancı dillere sınırlama getirilmesi ve yabancı dillerle yazılacak
bölümlerin, Türkçe’nin önüne geçmesini önlemek.kanun teklifimizde bunu
sağlayacak hükümleri koyduk. Ticarî faaliyetlere ait duyuru, ilân ve reklâmlar
iş yerleriyle sınırlı değildir. Yazılı ve sözlü yayın organlarında ve iş
yerlerinin dışında da duyurular, ilânlar, reklâmlar yapılmaktadır. Bu
nedenlerle her türlü ilân, reklâm ve tanıtımda da öncelikle Türkçe kullanmak
zorunluluğu getirilmeli ve ancak turistlere hitap edebilmek maksadıyla,
Türkçe’den sonra olmak şartıyla diğer dillere de izin verilmelidir.
-Bu gün kullandığımız dil İngiliz,Fransızca kelimelerin
istilasında.Geçmişte de Arapça ve Farsça yoğunlukta idi.Türkçe kullanmanın
zorunlu olması durumunda hangi kelimenin Türkçe olup olmadığı konusunda bir
problem çıkmaz mı?
-Ticarî unvan ve iş yer adlarında kullanılması zorunlu olan Türkçe
konusunda tereddütler uyanabileceği şüphesizdir. İnsanlar hangi kelimelerin
Türkçe sayılıp sayılmayacağı konusunda her zaman tereddüt edebilirler. Buradaki
ölçü, kelimelerin kökeni olamaz; dilimize girmiş, insanlarımız tarafından
kullanılan ve manası anlaşılan kelimeler Türkçe sayılır. Nitekim bütün bu
kelimeler Türkçe sözlüklerde madde başı olarak yer almışlardır. Bir anayasa kuruluşu
olan Türk Dil Kurumunun hazırladığı Türkçe Sözlük'ün son baskısının bu konuda
ölçü olarak alınması uygun görülebilir.. Çünkü bu sözlükte madde başı olarak
yer alan kelimeler, kökeni ne olursa olsun Türkçe sayılmıştır. Ayrıca
sözlüklerde yer almayan Türk kültür ve tarihine ilişkin özel adların
kullanılmasına izin verilmiştir; Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının kendi
işletmelerinde kendi adlarını kullanabilmelerine de imkân sağlanmıştır.
Sözlükteki kelimelerin ve özel adların bir araya getirilmesi ile veya bunlardan
kısaltmalar yapılmasıyla da ticari unvanlar, adlar; mal, ürün ve hizmet adlan
oluşturulabilir. Bu konularda tereddüt edilmesi durumunda başvuru merci olarak
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu olabilecek sorunları çözebilir.
-Kimileri diyor ki; “Bu dil. İsteyen istediği gibi meramını ifade etsin.”
Sizce dil neden önemli?
-Dilin, milleti oluşturan''en önemli unsurlardan biri olduğu bilinmektedir.
Dolayısıyla dildeki çözülme, bozulma ve yabancılaşma milletin oluşumunu da
etkiler. Millet fertlerini birbirine bağlayan dil, önemini yitirdikçe fertler
arasındaki bağ ve yakınlık da zayıflar; bunun sonu çözülme ve ayrılma
isteklerine kadar gider. Kısaca özetlediğimiz bu gerekçelere dayanılarak Türk
dilinin kullanımına ilişkin bir kanunun hazırlanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Bu
kanun ticarî kuruluşların ad ve unvanlarında; mal, ünvan ve hizmetlerin
adlarında ve sunulmasında; resmî yazışma, sözleşme ve toplantılarda Türkçe
kullanılmasına ait hükümleri içine alır; insanların konuşma ve yazılarında
kullanacağı kelimelerle ilgili değildir. Kelimelere müdahale, kanunun temel
amacı olan millî birlik ve bütünlük yerine, toplumda yeni kavgalara yol
açabilir. Ancak kanunun öngördüğü tedbirlerin alınması durumunda
yurttaşlarımızın daha zengin, daha güzel, daha millî bir dil kullanmaya özen
gösterecekleri de açıktır.
-Teklifinizde belediyeleri etkileyen bölümlerde var.Buna neden gerek
duydunuz?
-Dilin yanlış kullanımının takibi ve bu hükümlere uyulmaması durumunda
uygulanacak ceza bu maddede belirlenmiştir. İş yerleri; dükkân ve mağazalar,
özellikle buralardaki levha ve tabelâlar birçok bakımdan belediyelerce
denetlenmektedir. Bundan dolayı bu hükümlerin de belediyelerin sorumluluk
alanları içinde belediyelerce yürütülüp denetlenmesi uygun görülmüştür. Ancak
yazılı yayın araçlarındaki ve belediyelerin sorumluluk alanları dışındaki
uygulamalarda valilikler ve kaymakamlıklar görevlendirilmiştir. Sadece
belediyeler ve diğer yerel yönetimler değil bütün resmî kuruluşlarda ve
noterliklerde her türlü belge, sözleşme ve yazışmanın Türkçe hazırlanmasını
öngörmektedir. Mademki anayasamıza göre devletin dili Türkçedir; o hâlde her
türlü resmî belge, sözleşme ve yazışma da Türk dilinde hazırlanmalıdır. Ancak
çeşitli belge, sözleşme ve yazışmalarda muhataplar; başka ülkeler, o ülkelerin
kuruluş ve yurttaşları olabilir. Bu durumlarda yabancı dile izin verilmiştir.
Tabiî ki yabancı dildeki belge, sözleşme ve yazışmaların da Türkiye Cumhuriyeti
uyruklu muhataplar için ülke içindeki dağıtımında yine Türkçe şartı aranmaktadır.
Anayasada devlet dilinin Türkçe olması, ülke içindeki her türlü resmî toplantı
ve gösterinin de Türkçe yapılması gerekliliğini ortaya çıkarır. Ancak uluslar
arası toplantı ve gösterilerde Türkçe yanında başka dillerin de kullanılmasına
ihtiyaç olabileceği açıktır. -Peki ülkemizde vatandaşımız olan azınlıklar var
onlar bu kanundan nasıl etkilenecek?
-Azınlık statüsüne tabi Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının dinî ayinleri
için hiçbir yasaklama ve kısıtlama söz konusu değildir.
-Teklifiniz yaslaşırsa neler getirecek ?
-Bu kanunla getirilen diğer hükümler, ülke içinde Türkçe’nin kullanımını
yaygınlaştırabilir; sözlü yayın organlarında dilin doğru kullanımını
sağlayabilir. Ancak Türkçe’nin yurttaşlar tarafından zengin bir kelime
kadrosuyla; doğru ve güzel olarak kullanılmasını sağlayamaz. Ana dilinin
zenginlik ve güzelliğinin farkına varmayan, bunun bilincinde olmayan insanların
da Türkçe’nin kullanılması konusunda duyarlı olacağı düşünülemez. Bunun da ilk
ve orta öğretimde sağlanması şarttır. Bilindiği üzere orta öğretimde öğrenciler
kendilerini tamamen üniversite giriş sınavlarına göre ayarlamaktadırlar.
Üniversite giriş sınavlarında dille ilgili sorular bulunmakla birlikte bu
sınavlar test yöntemi ile yapıldığı için öğrencinin dili kullanma becerisini
ölçmemektedir. Dolayısıyla, Türk dili ve edebiyatı derslerinden elde edilecek
başarının yüksek öğretime girişte özel bir ağırlığının olması gerekmektedir.
Ancak bu şekilde öğrencilerde Türk dili ve edebiyatı derslerine önem verme
konusunda bir istek uyanabilir. Memur alımında da Türkçe’nin değerlendirmeye
konu olması, bu derslere ilgiyi artıracaktır. Bu yaptırımlar olmadığı takdirde
öğrencilerin Türk dili ve edebiyatı derslerine ilgi göstermesi ve Türkçe’yi
istenilen ölçüde öğrenmesi mümkün olmaz.
-Televizyonları etkileyen önemli bir maddeniz var. Buna niçin gerek
duydunuz ve neler getirecek?
-Biliyorsunuz sözlü yayın organlarında (radyo ve televizyonlarda) görev
yapan sunucu ve spikerler, güzel konuşmada ve kelimelerin doğru telâffuz
edilmesinde en etkili kişilerdir. Özel radyo ve televizyonların yayın hayatınâ
başlamasından önceki dönemde TRT; spiker ve sunucuların seçiminde ve
eğitilmesinde gerekli özen ve titizliği göstermekteydi. Özel radyo ve
televizyonlarda ise bu özen ve titizlik gösterilmemekte; kelimeleri doğru telâffuz
edemeyen, vurgu ve tonlama hataları yapan, hatta mahallî ağız özellikleriyle
veya yabancı aksanıyla konuşan kimseler sunucu ve spiker olabilmektedir. Bu
kadar önemli ve özel bir mesleğin rastgele edinilebilmesi düşünülemez. Bu
bakımdan teklifimizde sunuculuk ve spikerliğin belgeye bağlanması
öngörülmüştür. Sunuculuk belgesinin yetkili bir kurulca verilmesi öngörülmüş ve
bu kurulun "Sunuculuk Belgesi Kurulu" adını taşıması uygun
bulunmuştur. Maddede kurul üyelerinin,kimler arasından ve hangi kurul ve makamlarca
seçileceği belirtilmiştir. Sunuculuk Belgesi Kurulunun oluşmasında tek bir
kurumun ağırlığı yerine konuyla ilgili çeşitli kurumların katılımı
öngörülmüştür. Türk Dil Kurumu ve üniversitelerin ilgili bölümleri dil
konusunda . en yetkili akademik kuruluşlardır. Devlet Tiyatroları ile Türkiye
Radyo Televizyon Kurumu sanatçı ve spikerleri, Türkçe’nin doğru telâffuzunda en
yetkili uygulayıcılar olarak düşünülmüştür. Gazeteciler Cemiyetlerinden
katılacak birer üye ile basının katılımının sağlanması amaçlanmıştır. Sunuculuk
Belgesi Kurulunun malî kaynağının Radyo Televizyon Üst Kurulu Bütçesinden
karşılanması düşünüldüğü için bu kurulu temsil eden bir üyenin de Sunuculuk
Belgesi Kurulunda bulunması uygun olacağı kanaatini taşımaktayız.Ve teklif
ettiğimiz maddelerde bu kurulun nasıl çalışacağı,yetkileri gibi konular açıkça
belirtilmiştir.
-Bu yasayı hazırlamakta Karaman milletvekili olmanızın ve Karamanoğlu
Mehmet beyin etkisi nedir? Karaman ilimizin yetiştirdiği en önemli tarihi
kişiliklerden biri olan Karamanoğlu Mehmet Bey yayınladığı fermanla: “Bugünden
sonra divanda, dergahta, mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil
kullanılmayacaktır” demesinde, Türk kültürünün korunması ve gelecek nesillere
aktarımında ve de millet olma bilincinin sağlanmasında dilin önemini vurgulamak
yatmaktadır. Dil; bir milletin kültür aynası, sürekliliğinin en önemli
dayanağı,var oluş sebebi, kendi varlığını tanımlayabilme aracı,
dünü-bugünü-yarını…Kısacası her şeyidir. Dilini unutan veya dili unutturulan
bir milletin düşüncesinin olamayacağına inanıyorum. Düşüncesi olmayan bir
millet ise, ne kendisini tanımlayabilir ne de kendisini yeni nesillere
tanıtabilir. Kendisini yeni nesillere tanıtamayan bir millet ise,yok olmaya
mahkumdur. Dünya tarihinde dili bozulduğu, unutturulduğu için özünü yitiren,
geçmişini unutan hatta yok olan milletler vardır. Tarih sahnesinde,Türkleri
maddi güçle yok edemeyeceklerini bilen bazı düşman devletlerin,Türk dilini
hedef almaları,dilimizi bozmak ve geçmişinden koparmak için yaptıkları hain
planlar boşuna değildir.. Türkçe’mizin, yaşamımızdaki değeri ve önemi açık
seçik belliyken bugün, aklın ve mantığın kesinlikle alamayacağı birtakım
olaylar ve uygulamaların yaşanması bir milletvekili olarak beni üzmüş ve bu
kanun teklifini vererek hem vatandaş hem de milletvekili sorumluluğunu yerine
getirdim. Yunus Emre gibi bir dahinin Türkçe’yi ölümsüzleştirdiği ; her yerde
Türkçe konuşulması için ferman veren Karamanoğlu Mehmet Bey gibi bir Türkçe
sevdalısının yetiştiği bu topraklarda öz dilimiz Türkçe’mizin, yolunu şaşırmış,
anlayış ve kavrayış yoksunu bazı çevreler tarafından ikinci plana itilmesi, hor
görülmesi beni son derece üzmektedir.. Her vesileyle Türkçe’nin
vazgeçilemeyecek öneminden ve önceliğinden söz eden Atatürk, dilimizi
milletimizin özü saymış ve “devlet kurumlarının” sorumluluğuna dikkat
çekmiştir. Bu nedenle Karamanoğlu Mehmet Beyin 727 yıl önce yayınladığı ünlü
fermanıyla, Gönüllerin sultanı ve dost yüreklerin şairi Yunus Emre’nin ise,
berrak dili, sevgi ve hoşgörüsüyle, nice büyük dil üstadının değerli
katkılarıyla günümüze kadar gelişerek ve olgunlaşarak ulaşan Türkçe'mize sahip çıkılması
gerekmektedir.
......................000000000000000000000000000.........................
MEVLÜT AKGÜN KİMDİR?
Türkiye Büyük Millet Meclisi 22. Dönem Karaman Milletvekili olan
Akgün, 1966 yılında Karaman’da doğdu. Akgün, İlk,orta ve lise tahsilini
Karaman’da yaptı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra
Karaman’da Serbest Avukatlık yaptı. Karaman Barosu Yönetim Kurulu Üyeliği,
Karaman Belediye Meclis Üyeliği ve 3Kasım 2003 Milletvekili Genel Seçimleri ile
başlayan 2002-2004 yasama döneminde TBMM Başkanlık Divanında Kâtip Üyeliği’de
yapan Akgün 2004 yılında Mecliste ve Karaman ilinde yapmış olduğu çalışmaları
nedeniyle Meclis Haber Dergisi tarafından Yılın Başarılı Milletvekili ödülünü
almıştır. Akgün, evli ve üç çocuk sahibidir.
........................0000000000000000000000000......................
KARAMANOĞLU MEHMET BEY VE FERMANI
Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen ve burada beylikler ve devletler kuran Türk
boylarının başka ulusların değerlerini kabullenip, başta dil olmak üzere kendi
değerlerini terk etmeye yöneldikleri ve bu yönelişi âdeta marifet saydıkları
bir dönemde Karamanoğulları Beyliğinin üçüncü ve en ünlü hükümdarı olan
Karamanoğlu Mehmet Bey 13 Mayıs 1277 tarihinde bir ferman yayınladı. Türk
dilinin yeniden Devlet Dili olarak ilân edildiği bu ünlü Ferman Türkçe’nin
gelişmesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
..............000000000000000000..............
NOT: Bu bölümü, istersiniz kullanırsınız
...........
Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün ve arkadaşlarınca hazırlanarak TBMM
Başkanlığı’na sunulan yasa teklifi şöyle:
TÜRKÇENİN KULLANILMASINA İLİŞKİN KANUN TEKLİFİ BİRİNCİ BÖLÜM
Amaç ve Kapsam Amaç Madde 1- Anayasamızın 3. maddesine göre Türkiye
Devletinin "dili Türkçe’dir." Bu madde anayasamızın "değiştirilemez
ve değiştirilmesi teklif edilemez" hükümleri arasındadır. Devlet dili
olarak Türkçe, bu ülkede yaşayan insanların tek bir millet olmasında en önemli
unsurlardan birini oluşturur; Türk milletinin birlik ve bütünlüğünü temsil
eder. Öte yandan Türk dili, Türkiye'de ve Türkiye dışında yaşayan bütün
Türkleri birbirine bağlayan kutsal bir bağdır. Bu kanunun amacı, Türkiye
Cumhuriyeti dahilinde Türk dilinin kullanımını düzenlemektir. Kapsam Madde 2-
Bu kanun; ticarî kuruluşların ad ve unvanları ile her türlü mal, ürün ve
hizmetlerin adlarında; ticarî belge, ilân ve reklâmlarda; her türlü resmî
yazışma ve sözleşmede; toplantı ve gösterilerde; ana dili eğitimi ve
değerlendirilmesinde; radyo ve televizyon sunuculuğunda Türkçe’nin
kullanılmasıyla ilgili ilke ve düzenlemeleri kapsar.
İKİNCİ BÖLÜM
Ticarî Faaliyetlerde Türkçe Ticarî Kuruluş ve Ürünlerde Türkçe Madde 3-
Ticarî kuruluşların ad ve unvanları i1e mal, ürün ve hizmet adlarının Türkçe
olması ve yeni Türk al~;abesiyle yazılıp okunması zorunludur. Bu konu, Sanayi
ve Ticaret Bakanlığınca yürütülür ve denetlenir. İş yerlerine konulacak levha
ve tabelâlarla ambalâj ve etiketlerde ticaret unvanı ve adları ile sunulan mal,
ürün ve hizmetlerin adları ve bunlarla ilgili diğer bilgiler öncelikle Türkçe
olarak yazılır. Levha, tabelâ, ambalâj ve etiketlerde ikinci bir dilin
kullanılması durumunda yabancı dilde olan bölüm, Türkçe bölümden önce ve onun
üstünde olamaz; kapladığı alan Türkçe bölümün yarısını geçemez. Levha ve
tabelâlarında ikinci 'bir dil kullanan ticarî kuruluşlar ilân ve reklâm
vergisini dört kat olarak öderler. Mal, ürün ve hizmetlerin sunuluş ve
tanıtılmasında; kullanmâ tarifesi veya kitapçığında; bunlârla ilgili fatura,
makbuz ve diğer belgelerde de Türk dilinin ve yeni Türk alfabesinin
kullanılması zorunludur. Sunuluş ve tanıtımda; kullanma tarifesi veya
kitapçığında; fatura, makbuz ve diğer belgelerde başka diller kullanılacaksa
bunlar ilgili kitapçık ve belgelerde Türkçe’den sonra yer alır. Ticarî
kuruluşların ad ve unvanları ile mal, ürün ve hizmetlerin adlarının Türkçe
olmasında ölçü, Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük'ünün son baskısında madde başı
olarak yer almış bulunmaktır. Türk kültür ve tarihine ilişkin özel adlarla
Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının adları, ticaret unvanı; iş yeri, kuruluş,
mal, ürün ve hizmet adı olarak kullanılabilir. Türkçe sözlerden ve özel
adlardan kısaltmalar ve birleştirmeleri yapılabilir. Tereddüt durumunda
başvurulacak yer Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumudur. Türkiye'de iş
yapan yabancı fırmalarda; yabancı fırmalarla ortaklıklarda; Türkiye'de satışı
yapılan, isim hakkı alınmış yabancı mal; ürün ve hizmetlerde Türkçe unvan-ve ad
zorunluluğu aranmaz. Ancak Türkiye'de satışı yapılan her türlü mal ve ürüne ait
kullanma kılavuzlarında ve ilgili diğer kitapçıklarda başka diller yanında
Türkçe açıklama bulunması da zorunludur. Ayrıca makine, alet ve edevat üzerinde
bulunan bilgi ve uyarı levhalarıyla yazılarının da Türkçelerinin bulunması
zorunludur. İlân, Reklâm ve Tanıtımda Türkçe Madde 4- Her türlü ilân; reklâm ve
tanıtım öncelikle Türkçe’yle yapılır. Zorunlu olarak başka dillere yer
verilmeyişi durumunda önce Türkçe, soma diğer diller kullanılır. Yaptırım Madde
5- Bu bölümdeki hükümlere uyulmaması durumunda yasağa konu levha, tabelâ ve
yazılar ilgili belediyece ortadan kaldırılır; ayrıca yetişkinlere ait asgarî
ücretin aylık brüt tutarının on katı para cezası uygulanır. Eylemin bir yıl
içinde tekrarı hâlinde bir önceki cezanın iki katı alınır. Yazılı yayın
araçlarındaki ve belediyelerin sorumluluk alanları dışındaki ilân, reklâm ve
tanıtımlar kaymakamlık ve valiliklerce izlenir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Yazışma ve Toplantılarda Türkçe Yazışmalarda Türkçe Madde 6- Kamu kurum ve
kuruluşlarında; kamu tüzel kişiliklerinde ve noterliklerde her türlü belge,
sözleşme ve yazışma Türkçe hazırlanır. Muhatapların yabancı uyruklu olması
durumunda yabancı dilde yazışma ve sözleşme yapılabilir; ancak bu belgelerin de
Türkiye Cumhuriyeti uyruklu muhataplar için ülke içindeki dağıtımında
Türkçelerinin kullanılması zorunludur. Toplantı ve Gösterilerde Türkçe Madde 7-
Kamu kurum ve kuruluşlarınca, kamu tüzel kişiliklerince düzenlenen . her türlü
toplantı ve gösteri Türkçe ile yapılır. Bu hüküm azınlık statüsüne tabi Türkiye
Cumhuriyeti yurttaşlarının dinî ayinlerini kapsamaz. Uluslar arası toplantı ve
gösterilerde Türkçe yanında başka diller de kullanılabilir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Türkçe Eğitimi ve Değerlendirilmesi Madde 8- İlk ve orta öğretimde
öğrenciler, ana dili öğretimine ait zorunlu Türkçe, edebiyat, dil bilgisi,
kompozisyon gibi derslerden başarılı olmadıkça yıl sonu başarı ortalaması ile
veya herhangi bir kurul kararı ile başarılı sayılamazlar ve bu derslerden
başarılı sayılmadıkça mezun olamazlar. Bu derslerden başarısız olânlar af
kapsamlarına alınamazlar. Türk dili ve edebiyatıyla ilgili derslerden lise ve
dengi okullarda elde edilecek başarı; yüksek öğretime girişte genel
değerlendirmenin yüzde onundan aşağı olmamak üzere değerlendirmeye katılır.
Memur alımı için yapılan sınavlarda Türkçe bilgisi de yoklanır; buna ilişkin
değerlendirme notu, genel değerlendirmenin yüzde' yirmisinin altında olamaz.
BEŞINCI BOLUM
Sunuculuk Belgesi Belge Zorunluluğu Madde 9- Radyo ve televizyonlarda
spikerlik, sunuculuk ve haber sunuculuğu yapanlar; Türkçeyi yanlışsız telâffuz
ettiklerini gösteren bir "sunuculuk belgesi"ne sahip olmak
zorundadırlar. Sunuculuk Belgesi Kurulu '. Madde 10- "Sunuculuk
belgesi", "Sunuculuk Belgesi Kurulu" tarafından verilir.
Sunuculuk Belgesi Kurulu; Türk Dil Kurumu üyeleri arasından Türk Dil Kurumu
Bilim Kurulunca seçilen 3, Devlet Tiyatrosu sanatçıları arasından Kültür
Bakanlığı Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğünce seçilen 2, üniversitelerin Türk
Dili ve Edebiyatı, Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi veya Çağdaş Türk Lehçeleri ve
Edebiyatları bölümleri öğretim üyeleri arasından Yüksek Öğretim Kurumu Genel
Kurulunca seçilen 2, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu tarafından seçilen 1,
Türkiye Radyo Televizyon Kurumu sunucu ve spikerleri arasından Türkiye Radyo
Televizyon Kurumu Genel Müdürlüğünce seçilen 1, Türkiye Gazeteciler Cemiyetince
seçilen 1 ve Ankara Gazeteciler Cemiyeti tarafından seçilen 1 (toplam 11) üyeden
oluşur. Kurul, sekreterlik ve yazışma hizmetlerini görecek yeterli sayıda
personel' çalıştırır. Görev Süresi Madde 11- Sunuculuk Belgesi Kurulu
üyelerinin görev süresi altı yıldır. Üyeliklerde herhangi bir sebeple boşalma
olduğu takdirde o üyeyi seçen Kurul veya makam, boşalma tarihinden başlayarak
en geç bir ay içinde yeni üyeyi seçer. Boşalan üyeliğe seçilen kimse, yerine
seçildiği üyenin süresini tamamlar. Başkan ve Başkan Yârdımcısı Madde 12-
Sunuculuk Belgesi Kurulu, üyelerinin seçiminin tamamlanması tarihinden
başlayarak en geç bir ay içinde toplanır ve üyeler içinden bir başkan seçer.
Başkan, üyeler arasından kendisine bir başkan yardımcısı seçer. Başkan ve
başkan yardımcısının görev süresi üç yıldır. Toplanmâ ve Değerlendirme Madde
13- Sunuculuk Belgesi Kurulu, yeter sayıda başvuru üzerine toplanarak
başvuruları değerlendirir. Sunuculuk Belgesi Kurulunun çalışma ve değerlendirme
ilkeleri ayrı bir yönetmelikle belirlenir. Malî Kaynaklar ve Üyelerin Malî
Hakları Madde 14- Sunuculuk Belgesi Kurulu üyelerinden her birine ödenecek
toplantıya katılma ücreti, her toplantı için devlet memur aylıkları kat
sayısının 15000 ile çarpılması sonunda elde edilen tutardır. Bir yılda on
ikiden fazla toplantı ücreti ödenmez. Sunuculuk Belgesi Kurulu üye ve
personeline 'ödenecek ücret ve aylıklar ile Kurulun diğer masrafları Radyo ve
Televizyon Üst Kurulu bütçesinden karşılanır.
ALTINCI BÖLÜM
Geçici Hükümler Geçici Madde 1- Türkçe olmayan ticari ad ve unvanlar ile
konu ile ilgili levha ve yazılar, bu kanunun yürürlüğe girmesinden başlayarak
en geç 6 ay içinde değiştirilir. Geçici Madde 2- Bu kanunun öngördüğü
yönetmelikler kanunun yürürlüğe girmesinden başlayarak en geç 6 ay içinde
hazırlanır. Geçici Madde 3- Sunuculuk Belgesi Kurulu, üyelerinin seçiminin
tamamlanması tarihinden başlayarak en geç iki ay içinde yeter sayıda toplantı
yapar; mevcut spiker, sunucu ve haber sunucularından hangilerine belge
verileceğini belirler. Yürürlük Madde 15- Bu kanun yayımlandığı tarihte
yürürlüğe girer. Madde 16- Bu kanunu Bakanlar Kurulu Yürütür.” .
Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün, Dil yaremize çareleri anlatıyor
///////////////////////////////
MİLLİ İRADEMİ, OLİGARŞİMİ ?
Hakimiyetin sadece Allah’a ait olduğu idraki içinde
ki bir toplum ve onu emanet olarak yüklendiği
şuurunda olan bir hükümdar idaresinde Milli hakimiyetin gereği elbette
düşünülemezdi. Çünkü idare edilen ve edenin bir rahatsızlığı yoktu. Mühim olan
halkın kendi haklarının elinden alınmadığı ve kendinden bildiği idare şekli o
kadar mühim değildi. Adı saltanat olan ancak halka daha yakın,cumhuriyet olan
ama krallardan daha kral yönetimler ve
işçi iktidarı denilen ancak diktatörlük olan idareler tarihte çeşitli
yerlerde görülmüştür.
Batı toplumunda
halk kendisine zulmettiğini
düşündükleri yöneticilerine karşı
ayaklanarak ve bu uğurda çokta kan
döktü. Kavga ve karışıklık sonunda
yönetilen ve yöneten birbirinin
varlığını tanıyarak yönetimin
yetkilerini sınırlayan bir toplumsal
uzlaşmaya varıldı. Bunun sonucunda da
Anayasalar ortaya çıktı. Bizde bu
ihtiyaç hissedilmediği için olacak
hakimiyetin kimde olması tartışması geç başlamış. Ancak Tanzimat’la
beraber artık batı karşısındaki aşağılık
kompleksi ile dünyaya ait her türlü
iddiasından vaz geçen Osmanlı üst bürokratı Avrupalı gibi olmak adına
onun kurumlarını da getirmek ve padişahın iradesini sınırlamak için çalışır. Bu
sırada Yeni Osmanlıcılarda denilen guruptan Ali Suavi Halk egemenliğinden
bahsetmekte, Namık Kemal’de Londra’da
yayınladığı “Hürriyet “ gazetesinde”Hakimiyet-i Ahali”yi ön gördüğü yazılar
yazmaktadır.
MECLİS-İ
MEBUSAN
Osmanlının
Avrupalı olması için ilan edilen Tanzimat’ı yeterli görmeyen Batıcı
ve her türlü yerli değerleri kökten red
edicilerin yönetimi ele geçirmek
için; 30 Mayıs 1876 da Sultan Abdulaziz’i saf dışı bırakmasından
sonra, zamanın güçlü adamı Mithat Paşa
V. Murat’ı Kanun-i Esasiyi hayata geçirmek için tahta çıkardı. V. Murat,
sonunun komplo intihar süsü ile öldürülen Sultan Abdülaziz’e
benzeyeceğinden korkarak delirir. Bu nedenle V.Murat’ın tahta kalma süresi sadece 93 günle sınırlı
kalır. Bu defa pazarlık sonucu Kanun-i Esasiyi
ilan edeceğini vaat eden Sultan II. Abdulhamit 19 Ağustos 1876 da meşruti yönetimi kabul ederek
tahta geçirilir. Mithat Paşa’da sadrazam olur. Onlara göre batı kurumları
getirilir ve çok hukuklu bir yapı içinde
din dil ve ırk fark etmeksizin tüm Osmanlı tebaası insanlar eşitlik içinde yönetime katılırlarsa
Osmanlının mukadder olan çökmesi
engellenmiş olacaktı.
BU TOPRAKLAR
İLK MECLİSLE TANIŞTI
23 Aralık 1876 da Meşrutiyet’in ilanından sonra bu topraklarda ilk Meclis, "Meclis-i Umumi" (Genel
Meclis) adı altında ve iki meclisli olarak, 20 Mart 1877'de çalışmalarına
başladı. İki dereceli seçimler sonucu oluşan "Heyet-i Mebusan"
veya "Meclis-i Mebusan"
(Milletvekilleri Heyeti), 69'u Müslüman ve 46'sı Müslüman olmayan 115 üyeden
oluşuyordu. Doğrudan doğruya padişahça atanan "Heyet-i Ayan" veya
diğer adıyla "Meclis-i Ayan" (Seçkinler Heyeti) ise, 26 üyeden
kurulmuştu. Genel Meclis'in çalışmaya başlamasından kısa süre sonra 23 Nisan
1877'de Rusya, Osmanlı Devleti'ne savaş açtı. 93 harbi de denen Osmanlı-Rus
savaşı sırasında ki olumsuzluk nedeniyle Heyet-i Mebusan 28 Haziran 1877'de
meclis padişah tarafından fesh edildi. Ardından yapılan seçimler sonucu 13 Aralık
1877'de, toplanan yeni meclis de yenilgi nedeniyle hükümetin ağır
bir şekilde eleştirilmesi ve
meclisin hükümeti denetimine alma
ve hükümetin meclisin siyasal sorumluluğunu girme yönünde gelişen olaylar nedeni ile 14 Şubat
1878'de “fevkalede haller “ gerekçesiyle
I. Meşrutiyet meclisi süresiz tatil edildi. Meclis-i Mebusan 1.devre 3,5
ay, kinci devrede ise 2,5 ay toplanabildi. Meclisin tatili 30,5 yıl sürdü.
Abdulhamid’in
müslüman milletvekillerinin eğitim düzeyi ,meselelere hakimiyetsizliği
ve gayrı müslüm milletvekillerinin
Osmanlının bölünmesi için çalışan
yabancı devletlerin millet vekilleri gibi davranması sonucu; türk ve
Müslümanlara gidiniz milyletin
evlatlarını yetiştiriniz ve gelin meclisi açamıl diye tatil etitği
söylenir.Gerçektende Abdulhamit batılı
anlamda okullar açarak milletin yletişmesini sağlamaya çaılştığı görülür.
Bu dönemde ki Anayasaya göre aynı zamanda
dini otorite “halife”olan ve dokunulmaz kabul edilen padişahın yetkisi
fazla, meclisinki gayet dar tutulmuştu. Meclisin çıkardığı kanunlar padişahın onayından geçmek
mecburiyetinde idi. Padişahın bunu ne zaman
onaylayacağına dair bir madde de yoktu. Milletvekillerinin yasa teklifi
bile Padişahın onayından geçiyordu. Meclisi toplama yetkisi olan padişaha
süresiz dağıtma yetkisi de tanınmıştı.
II.MEŞRUTİYET MECLİSİ
Dış ve iç tazyikler nedeni ile 23 Temmuz 1908 de yeniden meclis toplantıya
çağırıldı. II. Meşrutiyetin
ilanında başlangıçta gizli bir ihtilal teşekkülü olan İttihat ve
Terakki Cemiyetinin etkisi büyük oldu.
II.Meşrutiyet 23 Temmuz 1908’den başladı 13 Nisan 1909’a (31 Marta) kadar devam etti. İkinci devre ise
31 Mart vakası nedeniyle Hareket ordusunun İstanbul’a gelişi ve Abdulhamit’ in ihtilalcilerin denetimindeki meclisin sıhhati çok tartışılan kararı ile tahtan indirilişinden İstanbul’un
işgalini kadar sürer. Ancak esas Meşruti idare ilk dokuz aylık dönemdir.
31 Mart vakasından sonra ülke hep
sıkıyönetimlerle idare edilmiş ve meçlisin üzerinde belli düşüncedeki askerin gölgesi var olmuştur. Ancak 1913 de yapılan darbe ile
Yürütme üzerinde meclis değil de parti hakim olmuştur. İttihat ve Terakki'nin
tek parti diktatörlüğü, demokratik gelişmenin önünü tıkayan önemli nedenlerden
birini oluşturdu.Yürütme ve yasama tam bir parti
hakimiyetini getirerek baskı rejimi kurdu denen Abdulhamit idaresine
rahmet okutulmuştur.
1l.Meşrutuyiet döneminde de Anayasa
l876 anayasası idi. Anayasa, 1909, 1912, 1914, 1916 yıllarında sekiz kez
değiştirildi. Bu yolla, 1876 Anayasasının yapısı önemli değişikliklere uğradı. Değişiklikler
sonucunda, padişahın zararlı faaliyetleri iddiasıyla vatandaşları yurtdışına
sürgün etme hakkı kaldırıldı. Basın özgürlüğü genişletildi. Vatandaşlara
toplantı ve dernek kurma özgürlükleri tanındı.
Artık siyasî
partiler de kurulabilecekti. Ayrıca, hükümet Meclis'e karşı
sorumlu
tutulmuştu. Padişahın dilediği zaman Meclis'i dağıtması hükmü
sıkı kayıtlar altına alındı. Gensoru kurumu
yerleşti. Padişahın yasama
yetkisine belli sınırlar getirildi. Meclis üyelerine
doğrudan doğruya kanun
teklifi verme
hakkı tanındı. Meclis Başkanını, padişah müdahalesi
olmadan
Meclisin seçmesi kabul edildi. Hükümet artık Padişaha değil meclise karşı sorumlu idi. Bakanlar
kurulu toplu veya tek tek meclisin onayı
ile tayin ediliyor ve düşürülebiliyordu. Bir padişah tahta çıktığı zaman,
Meclis-i Umumi önünde Anayasa hükümlerine uymaya ve
millete sadakat yemini edecekti. padişahında yasaları veto etme yetkisi sınırlandırıldı. Meclisin
padişah tarafından fesh edilmesi de ayan meclisinin onayına bağlanmıştı.
Bu dönemin genel karakteri yürütme yasamadan ayrı ve yürütme yasamaya karşı sorumluluk esası idi.
Meşrutiyet
meclisinde şu partiler yer aldı
İttihat ve Terakki
Hürüyet ve İtilaf
Ahrar
Sulh ve Selamet
Sosyalist Parti
Vahdeti Milliye
Milli Ahrar
23 Aralık 19919 da da Sosyal Demokrat Partisi
kurulmuştur.
SON OSMANLI MECLİSİ
İttihat ve Terakkicilerin hesapsızlğı yüzünden
girilen l.Dünyasavaşının son yılında 3 Temmuz 1918'de VI. Mehmet (Vahdettin)
Osmanlı Devleti'nin
son padişahı olarak tahta çıkmıştı. Birinci Dünya
Savaşı yenilgiyle sonuçlandı. 30 Ekim
1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi'nden sonra da. Birinci dünya
savaşında İttihat ve Terakki Hükümetinin sorumluluğu dolayısıyla meclis 21
Aralık 1918'de Meclis-i Mebusan
padişah Vahdettin tarafından fesh edildi.
Yeni seçimlerden sonra Meclis-i Mebusan en son 12
Ocak 1920 de toplandı. Düşman işgali
altındaki bölgelerde 172 kişinin
seçildiği tahmin ediliyordu. Zamanın gözlemcileri seçimlerin tarafsızlıkla
yapıldığında birleşiyorlar. Toplantı 72 kişiyle toplandı. 72 kişiyle çoğunluk sağlanıp sağlanamayacağı
düşünülmedi. Padişah rahatsız olduğu için padişah adına İçişleri bakanı damat Şerif Paşa açılış
nutkunu okudu. Bu nutkun özeti şöyle idi” vatan ve millet çıkarına aykırı
olarak umumi savaşa katılmakta
uğradığımız felaket herkesin gözü önündedir...Ben ve milletim savaşı çıkaranların, meşru olmayan hareketlerinden
ve savaş sırasındaki kötülüklerden sorumlu değildir. On dört aydan beri savaşı
bıraktığımız halde ülkemizin bazı bölgelerinin işgal olunması, memlekette
normal durumun geri dönmesine engel
olmaktadır. ..Yasama ve yürütme kurullarının devletin haklarını ve
çıkarlarını korumakta beraberlik içinde
bulunarak, milletimizin şerefini koruyacak bir barışın sağlanacağını, işgal
altındaki yerlerin kurtulacağını umuyorum. Bunun için her türlü ayrılmadan,
bölünmeden kaçınarak bütün milli istek ve çabaların vatanın kurtuluşu yolunda
birleştirilmesi gerekir. “ dedi.
MUSTAFA KEMAL MECLİS-İ MEBUSANA BAŞKAN OLMAK
İSTİYOR.
25 Ocak günü 25 milletvekili daha meclise katıldığı
için geçici başkanlığa Celalettin Arif bey seçildi. Mustafa Kemal
Ankara’da kalmak şartıyla meclise başkan
seçilmeyi ve mecliste Müdafaayı Hukuk gurubunun kurulmasını teklif
etti. Müdafaayı Hukuk gurubunun
yerine Rauf beyin başkanlığında Felahı
vatan gurubu kuruldu. Bu gurup Mustafa
Kemal’in başkan seçilmesini usule ve kanuna aykırı görülerek sakıncalı
gördü. Mustafa Kemal’de kendisinin başkan seçilmesiyle Anadolu hareketinin meclis
tarafından meşruluğunu göstermek ve Meclis-i Mebusan’ın dağılması veya
dağıtılması ihtimali halinde de meclis başkanlığı görevini kullanmak istiyordu.
Meclisi Mebusan’ın en büyük hizmeti işgal altında ki başkente toplanması ve bu şartlar
içinde Sevr anlaşmasına karşı Misak’ı Milliyi ilan etmesidir.Misak-ı
Milli istiklal harbine ve sonrasına hukuki zemin teşkil edecektir. Meclisin
Felah’ı vatan gurubunda görüşülerek hazırlanan
Peyman-ı milli “ yani “milli yemin” olan Misak-ı Milli, Edirne Mebusu Şeref
bey tarafından 17 Şubat 1920 de “Türk milleti ya bu ahdin şartlarını yerine
getirecek yada bu yolda şerefle silinip gidecektir, fakat esir olmayacaktır.”
sözleri ile okunarak Meclis-i Mebusan
tarafından oy birliği ile kabul edildi.
18 Martta İstanbul’un işgali ile ve bir
çok üyesinin tutuklanarak Malta’ya sürülmesi sonucu19 Marta ittifakla meclis çalışmalarına ara vermiş, İşgal
kuvvetlerinin baskısı karşısında
padişahta resmen 11 Nisan 1920 de meclisi
dağıtmıştır.
TBMM
EGEMENLİĞE GEÇİŞ
Anadolu’da ise 19 Mayısta ,Anadolu’ya gönderilen
ve Smsunda karaya çıkan Mustafa
Kemal ve arkadaşları 21/22 Haziran 1919 günü millî egemenliğe gidiş planı sayılacak ünlü
"Amasya Tamimi"ni yayınladı.Bu kısa fakat anlamlı belgede,
"milletin bağımsızlığını, yine milletin azmi ve kararının
kurtaracağı" kesin bir dille belirtiliyor, bu amaçla Sivas'ta millet
temsilcilerinin katılacağı büyük bir kongrenin toplanacağı duyuruluyordu.
Doğu illeri adına, 23 Temmuz'da Erzurum'da bir
kongre toplanacak, o tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas'a
gelebilirlerse, Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sivas genel Kongresi'ne
katılmak üzere hareket edeceklerdi.
4 Eylül 1919da toplanan Sivas kongresi, Erzurum
kongresinin karalarını teyit ediyordu. Halk tarafından bütün felaketlerin
sorumlusu sayılan İttihat ve Terakki partisine
tepki olarak delegeler vatan ve milletin mutluluk ve esenliğinden başka kişisel amaç
gütmeyeceklerine, İttihat ve Terakki Partisinin
dirilmesine çalışmayacaklarına ve
siyasi partilerin politik isteklerine hizmet etmeyeceklerine yemin ettiler.
Bu düşünce kongre karalarına da yansıyarak
9.maddede”Milli kurtuluş amacında olarak meydana gelen topluluğa(Anadolu ve
Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti ) adı verilmiştir. Bu cemiyet her türlü
particilik ve kişisel tutumlardan arınmıştır.”şeklinde yer aldı
MECLİS DİNİ TÖRENLE
AÇILACAK
Erzurum, sonrada Sivas kongrelerinde reis seçilen
Heyeti Temsiliye reisi sıfatıyla Mustafa
Kemal Paşa, İstanbul’un işgalinden üç gün sonra ; 19 Mart 1920 de Milli
iradeyi oluşturacak olan Büyük Millet
meclisi için her sancaktan beş üye seçilmesini isteyen bir genelge yayınladı. 19 Mart genelgesine
göre, seçimler Genel Meclis, Belediye üyeleri, Müdafa-i Hukuk kurulları ve ikinci seçmenler tarafından yapılacaktı. Mustafa Kemal Paşa 21
Mart’yayınladığı yeni genelgesinde;
“Meclis açılmadan Hacıbayram Camiinde
hep birlikte namaz kılınacak,Kuran okunacak, Namazdan sonra da Sakalı şerif ve
kutsal bayrak ziyaret edilerek kurbanlar kesilecektir. Vilayet merkezlerinde
hatimler indirilecek ve Buhari şerif okunacak, hutbe sırasında Halife ve
Padişahımızın adları söylenirken onun ve memaliki şahanenin ve tebaai
melukanelerinin kurtarılmaları ve mutlu olmaları için dua okunacaktır.”diyerek olağanüstü meclisin 23 Nisanda dini törenle açılacağı ve vilayetlerde de
dini tören yapılmasını istiyordu. “
Vatanın bağımsızlığını,Hilafet ve saltanat makamlarının kurtarılmasını sağlayacak olan Meclisin Cuma
günü açılması bu günün kutsallığından yararlanmak içindir.
23 nisan 1920 de Cuma namazı kılındıktan sonra,
Sinop Mebusu Abdurrahman Efendi kafilenin önünde yürüyerek başının üstünde
yeşil bir örtülü rahle taşıyordu. Rahlenin üzerinde Kur’an-ı Kerim, Sakalı Şerif vardı. Kortejin önünde de Tevhit
bayrağı olduğu halde Meclisin açılacağı
İtithat ve Terakki Kulübü olarak yapılan binaya gelindi. Burada yapılan
duadan sonra Meclis. Saat 13.45'de,
Ankara'ya gelebilen 115 milletvekili Meclis salonunda toplandı.
KUTU ...KUTU. KUTU
Parlamento geleneklerine göre, en yaşlı üye olan Sinop
Milletvekili Şerif Bey (1845), Başkanlık kürsüsüne çıktı ve aşağıdaki konuşmayı
yaparak Meclis'in ilk toplantısını açtı.
Burada Bulunan
Saygıdeğer Insanlar,
Istanbul'un
geçici kaydiyle yabancı kuvvetler tarafından işgal olunduğu ve bütün temelleri
ile halifelik makamının ve hükümet merkezinin bağımsızlığının yok edildiği
hepimizce bilinmektedir.
Bu duruma baş
eğmek, milletimizin, teklif olunan yabancı köleliğini kabul etmesi demektir.
Ancak tam
bağımsızlık ile yaşamak için kesin olarak kararlı bulunan ve ezelden beri hür
ve başına buyruk yaşamış olan milletimiz, kölelik durumunu son derece ve
kesinlikle reddetmiş ve hemen vekillerini toplamaya başlayarak Yüksek Meclisimizi meydana getirmiştir.
Bu Yüksek
Meclisin en yaşlı üyesi sıfatıyla ve Allah'ın yardımıyla milletimizin iç ve dış
tam bağımsızlık içinde alın yazısının sorumluluğunu doğrudan doğruya yüklenip, kendi
kendisini yönetmeye başladığını bütün dünyaya ilan ederek, Büyük Millet
Meclisi'ni açıyorum.
....................
KOMUTANLAR
ŞEYHLERLE OMUZ OMUZA ÇALIŞTI
Meclis
Meclis-i Mebusan’dan katılan
üyelerle yeni seçilen üyelerden
oluşuyordu İşgal altındaki İstanbul’dan
gelen milletvekilleri Anadolu’ya
geçmekte Büyük zorluk çekiyorlardı. Bunları Sultantepe’deki Özbekler
Tekkesi Şeyhi Ata Efendi Anadolu’ya geçiriyordu.
24 Nisan 1920 de
ise 120 kişi ile toplanan Meclis, Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal Paşa seçerken , Başkan vekilliklerine Konya’da ki Mevlevi Çelebisi Abdülhalim Efendi, Kırşehir’deki
Hacı Bektaş Çelebisi Cemalettin
Efendi ve son Osmanlı Mebussan Meclisi
Başkanı Celalettin Arif bey
seçilmişlerdir. Meclis kendi ismini kendi koydu. Meclis hemen çalışmaya
başladı ancak 12 Ağustos 1920 de 209 kişi ile toplandı. Meclisin tamamı 300 kişi olarak düşünülmüştü. her kesim ve
görüşten insanlar mevcuttu. Öyle ki 3
Mayısta kurulan meclis hükümetinden sonra 9 Kasımdan sonra komünist Nazım
bile değil meclise, meclis başkanının
seçtiği ve meçlisin onayladığı 11 kişilik
hükümete bile girmiştir. General Fahri Belen Meclisin yapısını şöyle
değerlendiriyordu:”Meclise seçilen
mebusların arasında hocalar ve şeyhler %20
oranında ise de, önemli bir değer taşıyorlardı. Bunlar Osmanlı toplumunun belirli halk önderleri, etrafta ilgi toplayan insanlardı.
Mecliste sonra başlayacak guruplaşmada, komünistler bile hoca ve şeyhleri kendi
yanlarına çekmek için çaba
harcayacaklar:Mecliste yapılan başkanlık
divanı için de iki tarikat büyüğü ikinci başkan olarak yer alacaktır.”
HAKİMİYET KAYITSIZ
ŞARTSIZ MİLLETİNDİR.
Meclis Milli Egemenliğin kabul edildiği 20 Ocak 1921
kadar 9 aylık sürede padişaha bağlılığı
konusunda en ufak bir tereddüt göstermemiştir. Büyük Millet Meclisi Kendisini
son Osmanlı Mebusan Meclisinin devamı
saymakta idi. Bunu Celalettin
Arif Bey ortaya koymuş, Mustafa kemal
Paşada kabul etmek zorunda kalmıştı .O
nedenle bu döneme lll.Meşrutiyet’te
denebilir.
MECLİSİN ÜSTÜNDE GÜÇ YOK
Meclisin adı "Büyük Millet Meclisi" olarak
konulmuştu. Bu ad herkesçe benimsedi. Daha sonra ilk kez 8 Şubat 1921 tarihli
Bakanlar Kurulu Kararnamesinde de yazılı olarak, "Türkiye Büyük Millet
Meclisi" (TBMM) adı kalıcılık kazandı.
Meclis savaş
şartlarına rağmen milli egemenlik çerçevesi içinde yasama ve yürütmeyi elinde
tuttu. Bakanlar kurulu kendi içinden ve tek tek seçilerek oluşturuldu. Meclis
başkanı aynı zamanda icra Vekilleri heyeti başkanıdır. Ayrı bir devlet
başkanlığı yoktur. Yürütme ve devlet başkanlığı
görevleri de meclis başkanlığının görevleri içindedir. Osmanlı döneminde
meclisin yürütmenin kontrolünde başlayan
görüntüsü giderek yürütmeyi kontrol eder konuma
geçmişken, TBMM de direkt yürütme meclisin kontrolündedir. 21 Ocak 1921
de yürürlüğe giren “Teşkilatı Esasiye Kanunu ile millî egemenlik ilkesine dayalı ilk Anayasa
yürürlüğe girdi. tüm yetkileri TBMM ‘ne veriyor ve Meclis hükümeti esasına göre
çalışıyordu. 1921 Anayasası 23 maddeden oluşan oldukça kısa bir metindi.
TBMM, milli egemenliği hiçbir şart ve kısıtlama olmadan kendisi temsil ederken
yeri geldiğinde yargı dahil tüm devlet
görevlerini kendinde toplayan bir hüviyet içindedir. Bu tam meclis üstünlüğü
anlayışı uygulamasıdır. Meclis ve meclis üyeleri bu esaslara uymaya azami gayret gösterdiler.
Milli hakimiyet prensibi üzerinde adeta
titrediler. Harp şartlarına rağmen Bu esaslar dahilinde çalıştılar. Daha sonra ki uygulamalarla hep
yasama organının yetkileri kısılarak yürütmeye verme şeklinde gelişerek
yürütme içinden doğduğu meclisten
koparak güç kazanan konuma geçti.
Birinci mecliste
ve özellikle ikinci mecliste ayrı
ayrı partiler olmamasına rağmen iktidarı birinci gurup çoğunluk sistemine göre
çıkıyordu. Muhalefeti de ikinci gurup temsil ediyordu.
1924 ANAYASASI
29 Ekim 1923 de
Teşkilat-ı Esasiye’ de anayasa
değişikliği denecek bir değişiklikle rejim değişiyordu. Bundan sonra artık demokratik bir yönetim değil, halkı
yukardan aşağıya şekillendiren bir
anlayış hakim olacaktır. 24 Anayasasıyla bir cumhurbaşkanlığı makamı oluşuyor,
meclis başkanlığından ayrılıyordu. Cumhurbaşkanı başbakanı oda bakanları seçiyordu ancak TBMM onayına sunuluyordu. Artık meclisin bir
parçası olan icra vekilleri döneminden
Cumhurbaşkanlığı-başbakanlık ve bakanlar kurulundan oluşan hükümet dönemine
geçiliyordu. Cumhuriyetle birlikte yasama ve yürütmeyi elinde bulunduran ve
savaş kazanan meclis, ancak yürütmeyi denetleyecekti.
HAKİMİYETİ MİLLİYEDEN TEK PARTİ YÖNETİMİNE
Birinci meclis gerçekten hem teşkil bakımından hem de temsil
bakımından Milli hakimiyetin tam
anlamıyla sembolü olmuşken, ikinci meclisle bu yapı anayasaya rağmen tek kiyşi
ve tek parti yönetiminin merkezi konumunu daha doğrusu, partide alınan
kararların kabul yeri durumuna
düşürülmüştür. Daha sonra CHP kurulacak ve tüm kararlar önce CHP gurubunda
görüşülüp kabul edildikten sonra hükümet ve meclise dikte ettirilecektir. Artık
meclis değil ama tek parti diktatoryası
hakimiyeti söz konusudur. Milletvekilleri seçimden öte CHP’nin tayin ettiği
memurlar haline gelir. Çünkü tüm iktidar
CHP ‘nin elindedir. Valiler ve kaymakamlar bile
partinin memurudur. İllerdeki valilerden istenen mebusları vilayet ve
belediyelere konan sandıklarda ikinci
seçmene genel merkezden gelen listeler onaylattırılır. Artık bu devrede ortada
halk yoktur. Parti ve yönetiminin
kararları geçerlidir. Bir iki
küçük denemelere rağmen muhalefete izin verilmemiş ve çok şiddetli bir biçimde muhalefet
bastırılmıştır. Bu konuda İstiklal Mahkemeleri önemli rol oynamıştır. İç
isyanlara karşı kullanılmak üzere
kurulan bu mahkemeler sonradan siyasi
muhalefeti tepelemekte kullanılmıştır. Tıpkı bu günkü meşhur 312. Maddenin bölücülük için
çıkarılmasına rağmen siyasi liderlerin tasfiyesinde kullanıldığı gibi..
Bu anlayış
değişikliği meclisin çalışma biçiminin
aksine binalara da yansımıştır. Birici meclis binası şuan bile Kurtuluş Savaşı
Müzesi olarak hayatiyetini
sürdürürken, Aslında Cumhuriyetin de
ilan edildiği bina 1. Meclis binası
olmasına rağmen 15 Ekim 1925 de geçilen ikinci meclis binası “Cumhuriyet
“müzesi olarak sergilenmektedir. Bu öylesine binalara sinmiş ki; 2. Meclis
Binası aslında Mebus kulübü ve CHP parti binası olarak inşa ettirilmiş ve 2. Mecliste
yapılan yasa calışmaları da artık tek lidar ve tek partinin kararlarının
meşruiyet dayanağı olarak başvurulan bir kurum olarak tarihteki yerini alacaktı. Mecliste halka rağmen
halk için bazı yerlerde alınan
kararlar oylanırken, halkın değişimi için meclis bahçesine yarım küre
şeklinde bir sahne yaptırılarak
halka buradan Riyaset-i Cumhur
Orkestrasının çaldığı batı musikisi
dinlettiriliyordu.
Türkiye cumhuriyetinin ilk anayasası 2. Meclis tarafından yapılarak yürürlüğe konmuş 1960 ‘a kadar
devam etmiştir. Bu dönemde:
1.Meclisin üstünlüğü anlayışı ve egemenliği kullanan
tek organdır.2.Cumhurbaşkanının görev süresi meclisin süresiyle aynıdır, yeni
meclis yeni cumhurbaşkanını da seçer esası benimsenmiştir.3.Meclis yasaları
yorumlama yetkisine sahiptir. 4.Yasaların anayasaya uygunluğu için bir yargı
denetimi söz konusu değildir. 5.hiç kimseye meclisi fesh etme yetkisi
verilmemiştir. Bu yapısıyla Anayasa güçler birliğini esas alır. Buna göre
yasama yetkisini direkt, yürütme yetkisini ise
cumhurbaşkanı ve Bakanlar kurulu eliyledir. Bakanlar kurulunun ataması cumhurbaşkanının elinde ancak göreve
başlaması meclisin güven oyuna bağlıdır.
Cumhurbaşkanının veto yetkisi vardır ancak, yasaları kabul etmeme durumu yoktur.
Meclisi de fesh edemez. Meclis bakanlar kurulunu tek tek ve toplu olarak
denetler ve düşürebilir.
Cumhurbaşkanının TBMM’ne başkanlık etmesi sadece
törenli toplantılar için geçerlidir.
Mustafa kemal ve İsmet zamanında ki
dönemde Cumhurbaşkanları aynı zamanda iktidar partisinin mutlak
yöneticileridir o yüzden yürütmenin esas başı cumhurbaşkanıdır Buda anayasa ile
çelişkilide olsa iki liderin tarihi
özelliği bu çelişkiyi kapatmıştır.Bu uygulama biçimi siyasal
iktidarı meclis değil partinin ve dolayısıyla liderinin kullanmasını getirmiş, tek şef dönemi
damgasını vurmuştur. Parti genel başkanı
olan Cumhurbaşkanları parti disiplini ile meclisi yönetmiştir. Hükümet
şefin sekreteryası, mecliste onay makamı konumuna inmiştir. Tartışmalar meclis
yerine ya Cumhurbaşkanının sofralarında yada CHP gurubunda yapılmaktadır. Meclis
adeta devre dışıdır.
DEMOKRASİYE GEÇİŞ
BATININ İSTEĞİ İLE OLDU
1945 de büyük savaş bitince, İtalya’da diktatör Duçe
ve Alman Fühleri Hittler yoktur. Diğer taraftan da Komünist Rusya ‘nın güçlü lideri Stalin Doğu
Anadolu’dan toprak istemektedir. Artık dünyada demokrasi rüzgarları esmekte ve
dünya o yönde şekillenmektedir.
Türkiye’de kendisini demokrasi cephesi
içinde görmek ister. Ancak Türkiye’nin içinde bulunduğu tek parti ve tek
şef zihniyetinin baskıcı rejimi
demokrasiye uymaz. Bu yüzden demokrasi cephesine bağlı ülkeler
sistemimizin kendilerine uydurulmasını
ister. Diğer yönden de Türkiye içinde yer almaya karar verdiği sisteme
uymamaktadır. Mecburen İnönü
"“ebedi milli şef" unvanını bırakmak zorunda kalır. İnönü Tekşef ve tekparti “yönetimindeki Türkiye’nin
sistemini anlatmak için”Komşularımızda serbest seçimler olup dururken, ben
onları gıbta ile takip ederdim.Bizde de
böyle olsa derdim”diye izah eder.
BEYAZ İHTİLALE GİDEN YOL
CHP’nin liberal kanadına mensup isimlerden Celal
Bayar, Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve Adnan Menderes CHP yönetimine bir dörtlü
takrir vererek Anayasanın uygulanmasını, meclis hakimiyetini ve
demokrasi isterler. Takrir CHP’de sert tartışmalar meydana getirir. CHP,
önce Adnan Menderes ve Fuat Köprülü
olmak üzere Refik Koraltan’ı partiden attı. Bunun üzerine Celal Bayar önce
milletvekilliğinden sonrada CHP’den istifa etti. Böylece “Dörtlü takrir” CHP’nin bölünmesini ve
yeni partinin yolunu açar. İnönü’den
izin alarak Demokrat Partiyi parti
kurarlar. Adeta kuruluş CHP’nin ikiye bölünmesi şeklinde olur. Demokrasiye
susamış ve tek parti diktatörlüğünden bıkmış olan halk Demokrat Partiye
”Muvazaa” gözüyle baksa demokrasi adına
bu partiye akın eder. Eski yönetim
elindeki iktidarı kolayca vermeye
niyetli değildir. Valiler ve kaymakamlar
il ve ilçelerinde aynı zamanda CHP’nin parti başkanları idi. İlk defa
CHP’liler halkın karşısına çıkıyor ve oy istiyordu. Bozuk Anadolu
yollarında at, eşek sırtlarında köylere
kadar gitmek mecburiyetinde idiler. Bu yüzdende demokrasi denen şeye lalnetler
okuyorlarak bu işleri başlarına saran demokratlara söylemediklerini
bırakmıyorlardı. Ankara’da Meclisin hemen karşısındaki Karpiç’te buzlu
viskileirni içmek yerine dağ köylerinde
,tezek kokan kahvelerde CHP’li monşerler için köylülerin elini sıkmak zor
şeydi.
21 Temmuz 1946 seçimlerini açık oy gizli sayım esasında yaptırarak CHP
ve İnönü nün iktidarına zemin hazırlanır. Ülkede sıkıyönetim vardır ve 1946 seçimlerinde
hakim teminatı da yoktur. DP bu şartlarda yinede sandıktan Meclise taşınmıştır.
Büyük Millet Meclisi 5.8.1946 da
toplandığında CHP’li milletvekilleri
solcu oldukları iddiasıyla meclis salonunun soluna, DP’liler de Meclisin sağına oturdular. Sıra
cumhurbaşkanı seçimine gelince DP’liler İnönünün Cumhurbaşkanı olması halinde
CHP’den ayrılmasını isterler. Bayarın gerekçesi”Parti başkanının aynı zamanda
devlet başkanı olmasının idare
mekanizmasının işlemesine engel olduğu” idi. CHP Genel Başkanı İnönü
Radyoda konuşmasında “Bu günkü Anayasaya göre doğru olan, Parti
başkanının Cumhurbaşkanı olmasıdır. Bu başkan partisi ile beraber düşer. Muhalifler beni yüceltip
partimi kaybettirmek istiyorlar.”der. Karşı tezlerini Bayar radyodan halka
duyurmak ister.Acak izin verilmez çünkü radyo sadece iktidarın emrinde ve onun sesidir. İnönü hem cumhurbaşkanı olur
hem de CHP genel başkanlığı devam eder. Ancak yinede batıda esen demokrasi
rüzgarı ile demokratik adımlar atmaktan da geri kalamaz. İnsanların din ve
vicdan hürriyeti üzerindeki baskılar azalır. Genel Kurmay bu dönemde MSB’
lığına bağlanır.
YETER SÖZ MİLLETİN ...........!
Ancak 14 Mayıs 1950 de yapılan
serbest seçimlerde “Yeter söz milletin” sloganı ile millet Demokratları
destekleyerek kansız bir devrim
gerçekleştirir.
1950 den sonra ise 1924 Anayasası geçerli olduğu halde Bayar cumhurbaşkanlığına
geçerken parti genel başkanlığını bırakmıştır. Halkın temiz oyları ile elinden
iktidar giden Eski Cumhurbaşkanı ve CHP Genel başkanı İsmet İnönü,Cumhurbaşkanı
Celal Bayar’a Cumhurbaşkanlığını
devrederken”Hayatım emniyette mi “diye sormuş, oda “Devr-i sabık
yaratmayacağız” diye eski hesapların üzerine
sünger çekmiştir.
Bu dönemde parti genel başkanı başbakan
olmuş,yetkiler kendisinde toplanmış, cumhurbaşkanı daha sembolik bir konuma
geçmiştir. Yürütme Başbakan Adnan
Menderes’in şahsı ile özdeş hale gelmiştir. Meclisin yapısı iktidar ve
muhalefet eksenine oturarak batılı demokrasiye biraz yaklaşılmıştır.
Bu dönemde 24 Anayasasının “meçlis üstünlüğü” ilkesi
tartışmalara neden olmuştur. Çoğunluğu elinde bulunduran iktidarın her kanunu çıkardığı ve muhalefetin sesini
kıstığı söylenmiştir. DP’nin kurduğu
tahkikat komisyonları ile
muhalefetin yok edildiği dillendirilmiştir. Kriz azınlığın haklarının garanti
edilememesi ve yasaların yargı denetimine kapalı olması nedeniyle çıkmıştır.
MİLLİ HAKİMİYETE SON VERENLER HÜRRÜYET BAYRAMI İLAN ETİTİ
CHP ve
elindeki iktidar nimeti alınan bürokratların işbirliği ile kışkırtılan
genç subaylar 27 Mayıs 1960 da hükümeti
devirerek Millet egemenliğine son vermiştir. Artık egemenler onlardır. Akıl
hocalarıda CHP. Tüm DP kadroları saf dışı edilerek Başbakan Adnan Menderes ve
iki bakanı asılmış,Cumhurbaşkanı ömür boyu yasaklı hale getirilmiştir. Atatürk
adına Atatürk’ün en büyük eserim dediği TBMM’sini kapatılır ve onun anayasasını
rafa kaldırdılar. Darbeyi yapan Cunta”Milli Birlik Komitesi”adıyla kendisini
kapattığı TBMM’ yerine koydu. Beyaz bir ihtilalle 14 Mayıs 1950 de halk iradesini Meclise
taşıyan Demokrat parti bunu”demokrasi bayramı” ilan etmeyi düşünmezken, meşru
idareyi bir baskınla alaşağı eden
Cuntacılar, milli irade gaspına Hürriyet bayramı adını verdiler ve törenlerle
zorla millete kutlatmaya kalktılar. Eğer bu demokrasi dönemi milletin kendilerine emanet ettiği silahı
kullanarak”ihtilal kansız olmaz “diye
milletin seçtiklerini idam ederek demokrasi yolunu tanklarla kesmeselerdi, bir daha ne Talat
Aydemir ayaklanması ne 9 ve 12 Mart ne,12 Eylül nede 28 Şubat yaşanırdı.
Cuntacılara
anlı şanlı aydınlar! fetva
vererek cuntacıların milli irade
gasbınnı meşruiyetini ispata kalktılar. Millete rağmen bir idare oluşturmak için demokrasiyi bir
başka biçimde katlettiler. Daha sonra kendi aralarında da bölünen cunta o
atmosferde hiçbir zaman milli irade ile iktidar olamayan CHP’nin seçim
kazanacağını var sayarak 61 anayasasını
oylatarak seçimlere gitti. Halk yinede
DP çizgisindeki partilere oy verdi. İnönü koalisyonla ancak iktidar oldu.
Darbeci genç subayların emrine giren tek
orgeneral Cemal Gürselde Cumhurbaşkanı.1965 Seçimlerinde de AP tek başına
iktidara geldi.
ANAYASASINDA
CHP DAMGA
1961anayasasının en büyük özelliği 60 öncesi çok
dile getirilen çoğunluk diktasının önüne geçmek ve CHP’nin damgasını
taşımasıdır. Anayasa hazırlanırken tüm DP kadroları ve sempatizanları
dışlanmıştır. Buda halkın hoşnutsuzluğunu neden olmuştur.
1961 Anayasası
ile Meclis üstünlüğü sona eriyor, kurumlar hakimiyeti ön palana
çıkıyordu. Meclis Milli egemenliği kullanan tek organ olmaktan çıkarak, yürütme
ve yargı organlarının yanında başka
güçlere de kapı açmıştır.
Yürütme
yasamadan hukuken koparılmış. Bağımsız
bir kurum haline getirilmiştir. Cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulunca kullanılan yürütmenin bakanlar kurulu meclise karşı sorumlu hale
getirilmiştir. Yasama yürütmenin güdümüne girmiştir.
1971 MUHTIRASI
1960 darbesinden
sonra yapılan seçimlerde
darbecilerin baskılarına rağmen
istedikleri sonuç alınmamış,halk DP nin devamı olan partiyi iktidar yapmıştır.
Bu nedenle halk iradesini saf dışı bırakmak üzere çeşitli darbe teşebbüsleri
gerçekleşti. Cunta meraklıları ordu
içinde odaklaştı. Bunlar bazı küçük olayları neden göstererek 9 Mart’ta
ihtilal yapmak isteyen komünist cuntanın
darbesi önlenmiş 12 Marta daha
yumuşak ve Askeri Şura kararları
şeklinde “Muhtıra” geldi.
Süleyman Demirel
Başbakan,Ecevit CHP genel sekreteri idi.
İsmet paşa
Muhtıracıları “Yeni çericilikle suçluyordu.
Demirel
şapkasını alıp çekildi.
Askerlerin beğenmediği bazı partiler
kapatılırken,askerlere yakın başbakanlar
ve bakanlar bulundu. Meclis kapatılmadı ancak askerlerin istedikleri yürütmeyi
güçlendirecek değişiklikleri yapmaktan da geri kalmadı.
1973 den sonra
dönülen normal yönetimlerde
çoğunluk iktidarı sağlanamadı.
Birinci dönemde
yürütme meclis çoğunluğu nedeniyle denetimden uzak,ikinci dönemdede
meclis te çoğunluk olmadığından yasa çıkaramaz
icraat yapamaz konumdadır.
12 EYLÜL VE MGK
12 Eylül 1980 de
yönetime el koyan beşli askeri konsey,anayasayı rafa kaldırarak ,meclisi
kapatarak kendileri yasa koyucu olarak TBMM binasına yerleştiler. ”Çanağı
pislettiler “nitelemesini yaptıkları tüm siyasal kadroları saf dışı etiler.
Bunların başında MGK ‘lı dönemin olmazsa
olmaz diye baktığı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve
Başbakan Ecevit’e vardı.Ve bu kadro ömür boyu siyaseten yasaklanmıştı.
1960 anayasasına
bir tepki olarak hazırlatılan 1982
anayasası yürütmeyi güçlendirici ve bireysel özgürlükleri kısıtlayıcı
bir konumdadır.
Darbe lideri Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olarak
devamı düşünüldüğünden ; Cumhurlaşanının
yetkileri çoğaltılırken, sorumsuz
hale getirilmiştir. yetkisine karşılık
ne meclise nede halka karşı sorumlu bir durumdadır. Uzmanlar bu günkü
Cumhurbaşkanı yetkisi ve sorumsuzluğu karşısında Meşrutiyet Padişahlarından
daha yetkili ve sorumsuz olduğunu söylemektedirler.
Cumhurbaşkanı ABD’de olduğu gibi bir çok kamu
kuruluşlarının başkanlarını atıyor ve yargı mensuplarını tayin ediyor. Ancak
ABD’de cumhurbaşkanı halka sorumlu bizde
değil. Hatta bunların bazılarını
kongrenin onayını alarak atamaktadır.
Sonuç olarak,27 Mayısta Milli hakimiyetin yegane kaynağı TBMM kapatılarak
kurumlar egemenliğine geçilmiş,1971 de
Yürütme ve Meclis muhtıra ile karşılaşmıştır. Anarşik ortam bahanesiyle 12 Eylülde yine TBMM kapatılarak
kurumlar daha da yetkili ve sorumsuz
hale getirilmiş TBMM’nin üstüne çıkarılmıştır.28 Şubat süreciyle de adeta
fiilen MGK iradesiyle yönetilmeye devam edilmektedir. Türkiye’de haklar üst
yönetimin lutfu olarak verildiği için bir türlü milli irade, milli hakimiyete
dönüşmemektedir. Milleti milletten fazla düşündüğünü iddia edenler tarafından
millet çeşitli şekillerde kuşatılmaktadır. Anacak batıdan gelen tesirlerle ve
batının çıkarına uygun bazı düzenlemelere gidilmektedir.
..................................................................................................................
......Kutu kutu...Kutu..
Tek parti döneminde
iki kez başarısız demokrasiye
geçiş için tecrübe yaşandı. Yönetimin başında olanların arkadaşları yine
yönetimin izni ile önce Cumhuriyetçi Terakki Perver Partisini kurdular.
Halkın CHP yerine bu partiye ilgi göstermesi üzerine İzmir
Suikastı bahane edilerek demokrasi denemesi boğuldu. Daha sonra 12 ağustos 1930 da Eski Başbakanlardan Fethi bey’in lideri
olduğu Serbest Cumhuriyet Fırka’sı halkın
ilgisi karşısında iktidarını kaybedeceğinden çekinen CHP yönetimimin
baskısıyla 17 Kasım 1930 da kendi kendini fesh etti. Muhalefet isteklerinin
izini tümden silmek için 23 Aralık 1930 da meydana gelen Menemen komplosu ile halkın gözü
korkutularak “Tek parti” iktidarı perçinleştirilmeye çalışıldı. Tüm demokrasi
talepleri bu günde olduğu gibi “İrtica “öcüsüyle engellendi. Demokrasi taleplerine “Tek
parti” aydınlarının temsilcisi ve o
zamanki zalim devletin sözcüsü olan
Falih Rıfkı Atay: ”Demokrasi Türkiye’de hacı hoca saltanatıdır.”diyordu. Oysa
bu lafı söylediği zamanlarda, yurdumuzda “hacı hoca “ kalmamıştı. En
güçlüleri asılmış, kalanlara sürülmüş ve
işten atılmıştı
...................................................................................................................
KUTU... KUTU ...KUTU..... KUTU.
Demokrasi yolunu açan Dörtlü Takrir’den
1 Haziran 1945 tarihinde CHP Gurup
Başmkanlığına İzmir Milletvekili Celal
Bayar,İçel Milletvekili Refik
Koraltan’ınKars Milletvekili Fuat Köprülü ve Aydın Milletvekili Aydın Menderes
imzası ile verilen “Takrirde”Mukaddes Kurtuluş savaşımızdan doğmuş olan Türkiye
Cumhuriyetinin dünyanın belki en demokratik anayasasını meydana getirdiği ve bu
sayede gerek ferdi hürriyetleri gerek milli murakabeyi en geniş surette
sağlamak imkanını verdiği, talihsiz serbest fırka tecrübesinden sonra siyasi
hürriyetlerin bir takım tahditlere uğratıldığı, ikinci dünya savaşının başlamasıyla pek tabi
olarak,siyasi hürriyetlerin bir kat daha
tahdide tabi tutulduğu ve bu surette teşkilatı esasiye kanununun
demokratik ruhundan biraz daha uzaklaşıldığı ”belirtilerek Demokrasinin
gerçekleşmesi için gerekli gördükleri
tedbirleri şöyle sıralıyorlardı:
“1.Milli hakimiyetin en tabi neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan meclis
denetimini, anayasamızın yalnız şekline değil ruhuna da tamamı ile uygun olarak
tecellisini sağlayacak tedbirlerin
aranması,
2.Yurttaşların siyasi hak ve hürriyetlerine ilk teşkilatı esasiye kanunumuzun
gerektirdiği genişlikte kullanabilmeleri imkanının sağlanması
3.Bütün parti çalışmalarının yukarıdaki esaslara
tamamıyla uygun bir şekilde yeni baştan düzenlenmesi”
//////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////
kutu .............kutu.............kutu.......kutu
TÜRK PARLEMENTERLER BİRLİĞİ BAŞKANI:Zeki Çeliker
-Milli egemenlik Meclise nasıl
yansıyor,buun önünde engeller var mı,varsa çözüm nedir?
MECLİS LİDERLER
SULTASINDAN KURTARILMALI
-Hangi
seçim sistemi ve Siyasal Partiler Yasası
olursa olsun Milli iradenin yegane tecelligahı TBMM’dir
Milli iradenin gerçek manada meclise yansıması;
seçim sistemi ve Siyasi Partiler Yasasında yapılacak değişiklikle azami ölçüde
sağlanması mümkündür. Ancak milli
iradenin önündeki en büyük engel şu anda siyasal oligarşisi
ve lider sultasıdır.
Lider sultasına son vermek için:Seçim ve Siyasi
Partiler Yasas’ında yapılacak değişikliklerle ön seçim, dar bölge sistemi ve iki dereceli meclis sistemi getirilmelidir.
Partiye kayıtlı bütün partililerin hakim teminatında
yapacakları ön seçimle siyasi partilerin göstereceği milletvekilleri
belirlenmeli, ancak vatandaşa bu listelerde tercih imkanı verilmelidir. Ancak
bu yöntemle mecliste bu günkü milletten
uzak görüntüden kurtulmuş olur. Böyle
bir sistemle Meclis saygınlığını artırır,vekiller milletin vekili olur. O
Meclis de kendini millete karşı sorumlu
tutar. Yüzünü millete dönmeye mecbur hisseder. Şuanda uygulanan genel merkez ve
liderler oligarşisiyle gerçek manada
demokrasiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Meclisi millete daha da yaklaştırmak
ve sorumlu duruma getirmek gerekir.
ANAYASA MAHKEMESİ TBMM’NİN YERİNİ ALMAMALI
1961 ve 1982 Anayasaları kuvvetler ayrılığı ilkesini
getirmiştir. Yargının daha da bağımsızlaştırılması gerekir. Tayinle teşekkül
eden Anayasa Mahkemesi TBMM’si üzerinde olmamalı. Anayasa Mahkemesinin yerine
senetonun getirilmesi gerekir. Şuanda son söz Anayasa mahkemesinindir.
Buda demokrasiye ters düşer. Senetonun yeniden teşkili bir süzgeç görevi
görmesindendir. Yasalar o süzgeçten
geçtikten sonra Anayasa mahkemesine gitmesi gerekir.Aksi halde Anayasa mahkemesinin sözü TBMM’in üzerinde oluyor.Temyizide mümkün
değil.Sanki son sözü TBMM değil Anayasa mahkemesi söylüyor. Meclisin
çıkardığı yasaları Anayasaya
aykırılığı için Senetoda denetlenmesi gerekir. Bu durum tayinle oluşturulan Anayasa mahkemesinin
yapısı bakımından önemlidir.
CUMHURBAŞKANINI HALK SEÇSİN VE SORUMLU OLSUN
-Cumhurbaşkanının
şu anki konumu ve seçimi için ne düşünüyorsunuz?
-
Cumhurbaşkanına bu günkü yetkiler
verildiği zaman onun direkt millet tarafından seçilmesi gerekir. Millete karşı
sorumlu olması mutlak lazımdır. Şuan uygulanan
sistem sorumsuz yarı başkanlık sistemidir. Süleyman beyin tekrar tercihi yedi yıldır verdiği imtihandan
kaynaklanmaktadır. Onun tecrübesi bu noktaya getirmiştir. Bu günkü
Cumhurbaşkanını seçim sistemi ihtilal anayasasından kaynaklanmaktadır. O zaman
çok gerilerde kalmıştır. Sorumsuzluk şahsın iradesine ve bunu kullanmasına bağlıdır. Ancak bu kişilere bağlı
olmamalı, sisteme kişiler bağlı
olmalıdır.
-
Bir kesim Cumhurbaşkanını eğer millet
seçerse farklı netice çıkar deniyor. Öyle olur mu?
-Millet rüştünü
ispat etmiştir. Milletten korkmamak lazımdır. Sosyal ve kültürel meziyete sahip
olan Türk milleti seçme ve seçilme konusunda geniş bir kültüre sahip olmuştur.
Milletin seçmiş olduğu her zaman iyi
olmuştur. Milletin seçtiklerinden de korkmamak gerekir. Ama muayyen kişilerin
seçtiği milletvekillerinden oluşan
meclis yapısı 28 şubat süreçlerini doğuruyor ve devam ettiriyor.
///////////////////////////////
MÜMTAZ SOYSAL
DAYATMA YAPILIYOR
İlla falanca kişiyi seçeceğiz diye dayatma
yapılıyor. Şimdi Anayasada değişiklik yapmaya ve bu değişikliği de bir nevi
rüşvetle yapmaya kalkıyorlar. Aslında bu meclis seçilirken gündemde
Cumhurbaşkanlığı için değişiklik yapmak ve sayın Demirel’in yeniden seçilmesi
yoktu. Keşke bunu isteyenler seçimlerde bunu da halka söyleseler ve ona göre oy
alsalardı. Ama şimdi bir dayatma ile karşı karşıya kalıyoruz Tüm anayasalar
dayatma ile gerçekleşti. Dayatma Türk sistemleri içinde değişik şekilde oluyor.
Ya Milli Birlik Komitesi ya askeri konseylerce yada onların atadıklarının dayatması
biçiminde oluyor. Veya doğrudan doğruya 12 Eylülde olduğu gibi 5 kişilik
konseyin son sözü ve dayatması biçiminde oluyor. Bundan sonrada da buna dayatma
görünümü vermemek için bir çeşit referandum yapılıyor. Ama oda aslında bir
çeşit dayatma oluyor. Çünkü seçenekler belli ya buna evet diyeceksiniz ya
askeri rejim kalacak deniyor. Buda bir dayatmadır.
Bunlar yerine
normal yerden gitmek yani böyle bir anayasa yapılacaktır yani böyle bir meclis
seçiyoruz diyerek öyle bir meclisi seçmek ve son sözü ona söyletmek gerekir.
:FELAKET OLUR
Fırsatı ganimet
bilip sistem değişikliğine gidebilir. Ancak kısmi anayasa değişikliklerinden
hayır gelmez. Şimdiki cumhurbaşkanının görev süresini bir daha uzatalım
anlayışıyla yapılan değişiklik,gerekli karşı ağırlıkları getirilmeden yapılırsa
felaket olur. Çünkü bir daha seçilecek
olan Cumhurbaşkanı”Bana 7 yıl
katlandılar,bütün bunları bilerek yeniden seçtiler, demek ki
katlanmayacakları şey yoktur” diyerek her şeyi yapmaya kalkar.
///////////////////////////////////////
22.Mayıs 2000, Anadolu gençlik dergisi için
MİSYONERLERİN MİSYONU
Geçenlerde bir arkadaş “ Ankara’da, Strazburg
Caddesinde giderken birisi bana kaset hediye etti. Eve gittiğimde bunun bur
Hıristiyan propagandasında kullanılan kaset olduğunu anladım” dedi. Biz Kitap
fuarlarında adeta bedava dağıtılan İncil
ve Hıristiyanlığa ait diğer propaganda
malzemeleri biliyorduk. Üniversitelerin amfilerinde de benzer faliyetlerin
olduğunu duyuyor idik. Ama son günlerde bu faaliyetlerin arttığı çeşitli
kişilerce de söylenir oldu. Hatta birkaç sene evvel Dikmen Hürrüyet Caddasinde
açılan bir kilisenin gençleri “Yurt dışına götüreceğiz, maddi kaynak bulacağız
”diye çağırdığını, ancak bunun daha sonra kapandığınıda duymuştuk.
Benzer bir kilisenin ise Çiğdem Mahallesinde faaliyette olduğunu da yerinde
gördük. İnternette “ İncil.com”la başlayan adreslerde Hıristiyanlık propagandasına yönelik “bedava filim ve incil” anoslarınıda..
Dükkanınızda veya evlerinize gelerek size nezaketle “Niçin Allah’a
inanmalıyız” diyerek tepliği yaparak o
günkü ibadetini yerine getiren ‘Yahova Şahidi’ne rastlarsanız hiç şaşmayın.
Tüm bunlar bu coğrafyada yeni değil.
Osmanlının son zamanlarında iyice faliyetlerini
artıran Misyonerlerin olduğunu biliyoruz. O kadar ileri gidilmiş ki, yıllardır
kütüphanemi zenginleştiren Şamlı Hüseyin El Cisr’in “Risale-i Hamidiye”si gibi ciltlerle
kitaplar misyonerlerin iddialarına karşı yazmış.
Misyonerlik kelime anlamı ile Hırıstiyanlığın propagandasını üstlenen insanlara ve kurumlara verilen ad. Haçlı seferlerinde Müslüman milletlerin kılıç zoru ile Hırıstiyan yapılamayacağını
anlayan hırıstiyanlar budefa mettod
değiştirerek masum ve haklı bir görüntü
içinde uzun vadeli bir plan çerçevesinde yürürlüğe koymuşlar.
Son zamanlarda bedava yayın,kaset vs
dağıtımı ve evlerde iş yerlerinde ziyaretler şeklinde görülen misyoner
çalışmalarında Hıristiyanlıların büyük gayret gösterdikleri gözleniyor.
Uzmanlar bu faaliyetlerin dünya çapında bir teşkilat olarak yürütüldüğünü
belirtiyorlar. Bu faaliyetler özellikle dinin ihmal edildiği insanların bir
kaos halinde ektili olduğu da kesin.
Prof.Dr.Abdurrahman Küçük “Misyonerlik hangi şarta olursa olsun, bütün
yolları imkanları kullanarak bir başka ülkenin, bir başka dinin mensuplarını
kendi tarafına katabilme veya en azından kendi ülkesinde proplemli hale
getirmeyi kendisi için görev bilen insanlar, teşkilatllı ve organize kuruluşlardır.”diye
tarif ediyor.
Misyonerlerin çalışmaları sonucu bir
çok insanın artık mahkemelere müracaat
ederek din değiştirdiğini vurgulayan
Küçük, Türkiye ve Türk dünyasında yoğunlaşan Budist, Yehava
Şahitleri, Behaileri ve Hırıstiyan
misyonerlerinin ittifak içinde oldukları
bir propaganda noktası bulduklarını belirterek ”Bu propaganda; ben müslümandım.
Kur’an okudum tatmin olmadım,İslam beni tatmin etmedi. İncil’i, Kitabul
Mukaddes’i okudum, ondan sonra aradığımı orada buldum. Bunu tanıdıktan sonra
görüşlerim değişti” şeklinde olduğunu belirtiyor.Küçük yine misyonerlerin
insanlarımıza “seni yurt dışına
göndereceğiz,yüksek tahsil yaptıracağız,iyi iş bulacağız “vaatleri ilede
yyaklaştaklarını söylüyor.Küçük misyonerlerin
Türkiye’yi hedef seçmesini ise”Türkiyesiz bir türk dünyası,Türkiyesiz
bir islam dünyası hedefleniyor.Hedef islamdan koparılmış bir Türk dünyası, ve
İslam Dünyasından koparılmış bir türkiye
özleminin kademe kadame uygulanmasıdır.”diye açıklıyor.
Uzmanlar açıkca bir dini telkin şeklinde yürütülen isyonerliğin yanı sıra gayet masum adlar altında yapılanlarıda var.Bunların en başarılı kesimini ise Yahava Şahitleri oluşturuyor.
Küçük bunlar hırıstiyanlığında ötesinde;Mesihi inançla insanları kurtarmak
adıyla ortaya çıkıyorlar.İslam Dünyasında,İslam temeli üzerine dayanarak da
ortaya çıkanlar var.Bunların Türkiyedeki uzantıları var.Mesala,Yahova
Şahitleri,Bahailik,Maunculuk,Yedinci gün Advendistleri...gibi.”
Küçük “Fransız misyoner Prof. Jean Daneleu, Hıristiyan misyonerliği,
özellikle ilahi bir görev olarak kabul ettiği
üç kadamede ela alır.Bir,önce bir yerde kiliseyi dikmek.İki,kiliseyi
yaşatmak.Ama kiliseyi yaşatmak için en önemli şey, Üç,o ülke insanlarından taraftar bulmak. O kültürle
bütünleşmek,o kültürle bütünleşemezseniz kalıcı olmanız mümkün
değildir.”
Misyonerlik faaliyetlerini sürdürenler
bazen bir okul, hastane görevlileri, barış gönüllüleri veya ilmi kimliğe bürünmüş oryantalistler olarak
karşımıza çıkmaktadırlar. Tüm bunların ortak çabası insandaki doğuştan mevcut olan inanma ihtiyacının
harekete geçirilerek o ihtiyaca cevap veren tek yolun kendi dinleri olduğunu
kabul ettirmektir.
Bu hedef kabul ettirildikten sonra ise arkasından
gelen kabul etirenlerin
kültürel,siyasi,iktisadi ve benzeri emparyalit diğer hedefleridir. Bu konuda
Demirtaş Ceyhun Misyonerlerin
hedeflerini şöyle ortaya koyuyor: ”Hıristiyanlık kapitalizmin emrine resmen
girmiştir. Sömürge düzenlerinin kurulmasında ve yürütülmesinde,tek geçer
akçedir. Ayrıca kapitalizmin ve emperyalizmin
gizlenmesinde,şirin gösterilmesinde de
önemli bir maske görevi
görmektedir. Bu aldatıcı durum, ne yazıktır ki, yüz yıllar boyunca, geri kalmış
ülkelerce gereği gibi anlaşılamamıştır.
Misyoner teşkilatlarının arkasındaki sermaye çevreleri görülemediğiğinden,
sorun bir metafizik olay olarak ele
alınmış ve soyut bir Müslümanlık/ Hıristiyanlık savaşı olarak irdelenmiştir....
Misyonerlik teşkilatı ile el ele vermiş Batı
Kapitalizmi,Tazimat’ın ilanından sonra, Anadolu’da çağına yakışır bir
ulusal bir kültürün kurulmasını engellemek için,yoğun bir kültürel sömürü
gelişterme faaliyetine girşmişti....
...Oysa sömürgeciler, kültürümüzü bütün tarihis bağlarından koparacak,
yozlaştıracak ve kendi kültürlerinin bir
uydusu haline getirecek anlamdaki bir eğitim olitikasını,daha ilk
aşamada Babıali’ye kabul ettirmişlerdi. Bu tarihten sonra, kiliselerin
gölgesinde, rahip ve rahibelerin yönetimindeki yabancı okullar,ardı ardına
mantar gibi çoğalmışlardı.
Fransiscain,Dominicain,Jasute,Capucain,Lazariste,Assomption,Salesien,Fille de
la Chrite vb tarikatların üyesi rahip
ve rahibelerin kurup yönettikleri bu
yabancı okullardan,kuruluş yılları şöyle
tesbit edilebilenleri bir incelediğimizde,bu sömürgeci eğitim
politikasının, ekonomik sömürgeliştirme hareketine tamamen paralel bir
dorultuda geliştiğini açıkça görmekteyiz.”(1)
ISLAHAT FERMANI BİR MİSYONER
FAALİYETİ İDİ
Bir başka yazarda Osmanlı’nın çağı yakalaması amacıyla yapılığı iddia
edilen meşhur Islahat Fermanı’nın
yapılış gayesi için şu tesbitlerde bulunuyor: “O günlerde Dışişleri
Bakanı Palmersone, Londra Sefareti
sırasında yeteneklerini yakından tanıdığı Mustafa Reşit Paşa ve arkadaşları
vasıtasıyla, geniş bir “ıslahat proğramı’nı
sultana sundu. Bu arada ünlü
İngiliz Ticaret Antlaşması(1838) ilede imparatorluğu,tam anlamı ile açık
Pazar haline getirmeyi ihmal
etmedi.Antlaşma o güne kadar İngiltere’nin yabancı ülkelerden elde ettiği ayrıcalıkların en üstünlerini
sağlıyordu.Yapılacak şey, bu anlaşmadan geniş ölçüde yararlanarak, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde sürekli köprü
başları kurmaktı... Bu köprü başlarında,hizmetlerinden en fazla
yararlanılacak kimselerin, Leventenler
ile Azınlıkların olduğu kesindi.”(2)
Atilla İlhan’da bu Lord
Palmostane’nin “...Türkler’e Müslümanlıkları açısından, hiçbir şekilde taraftar
değilim.Eğer Hırıstiyan
yapılabilirlerse,son derece mutlu olabilceğim”sözlerini aktararak Misyoner
faliyetleri için şu tesbitte bulunuyor:” Laiklik çerçevesinde günümüzde Türkiyede Hıristiyanlık propagandasının
yapılması gerektiğini savunun...O ‘insan
hakları tacirleri, gözlerini dünyaya açtıkları zaman; onlara ,bunun ne anlama
geldiği bir önceki kuşak tarafından, pek güzel
anlatılmıştı.Anlayana sivri sinek saz anlamayana davul zurna az.... Bu
gün İzmir’de,Trabzonda, yada
İstanbul’da,’ Ümmet-i Muhammedi’ -gizli veya açık- harıl harıl İncil’i
tanımaya, İsa’yı sevmeye kimler çağırıyorsa yine onlar..”
Diyeceksiniz ki, hangi okullar?
”
Bu tür çalışmalar Osmanlının paylaşım asrında daha yoğun olarak görüldüğü
gibi günümüzde Türkiye ve Türk dünyasına
yöneldiği de bir gerçek.
Katolik misyonerler 17. Asırdan itiberin Osmanlı ülkesinde faaliyetlerini
yoğunlaştırıyor. Hıristiyan Misyonerleri uzun zaman Türkler üzerinde etkili olamayınca işi dini azınlıklar üzerinde
yoğunlaştırıyorlar. Bunun üzerine
Ermeni Patrikhanesi Osmanlı devletine
“Bu misyonerler Osmanlı devletinin birliğini ve dirliğini bozacaklar”diye
şikayet ediyor. Devlet tedbir alıyor bunlar Osmanlıyı terk ederek doğuya çekiliyorlar. Ancak Hırıstiyanların
bir birine göstenmedikleri hoş görüyü gösteren
osmanlının bu tavrından istifade ile çalışmalarını sürdürüyorlar.. Daha sonra Osmanlıya batı
baskısı ile azınlık okulları
açtırılıyor. Okullardan sonra katolik kilisesinin yanında İngiliz ve Amerikan desteği ile İstanbulda
ilk Protestan Kilisesini 1846 yılında açıyorlar. Devlete protestanları resmen 1850 de millet statüsü
tanıyor. Misyonerler Osmanlıda Okul,hastane ve basın –yayın faliyetleri
sahalarında çalışmalarını sürdürüyor. Bu çalışmalar neticesinde Osmanlıda “milleti Sadıka “denen Ermenilerin 130 yıla
yakın sürecek isyan fitili
ateşleniyor.Misyonerlik merkezlerinin başlangıçta ispanya ve Portekiz iken
sonra dünyadaki güç dengelirinin değişmesine paralel olarak İtalya ve Fransa
daha sonra İngilternre ve ABD.ye kayıyor. Uzmanlar bugün ise büyük ölçüde ABD olmak üzere
Hollanda,İsviçreve Almanya bu tür faliyetlerin merkezleri olarak görülüyor.
Osmanlıda ilk Amerikan Proteston
okulu 1824 de Beyrut’ta açılıyor.Özellikle Hırıstiyan Arapları etkilemeye
çalışıyordı.Arap milliyetçimliğini idealogları bu okullarada yetiştirildi.Daha
sonra bu okullar tüm Osmanlı coğrafyasına yayılmıştır.
1894 de Sadece Elazığ da protestonların açtığı okul sayısı 83 tür.1900lerde
Amerikan misyoner okul sayısı 417 örenci sayısı ise 17500 civarındadır.
19. yüzyılda Osmanlı cağrafyası üzerindeki misyoner okullarının dağılımına
baktığımızda petrol coğrafyası olduğu çok iyi görülür.Bunun da ötesinde batının
“Şark meselesi”de bu konuda önemli bir etkendir.
Yine Brezinski’nin meşhur “ Yeni çatışma bölgeleri” teorisi dikkate
alındığında misyonerlerin de bu bölgelerde karagah kurduklarıgörülmektedir.
1960 ihtilalinden sonra büyük çapta
barış gönüllüleri adıyla misyonerlerin özellikle Doğu anadolu bölgesinde
faaliyetlerine şahit oluyoruz.
1980 darbesinden sonrada özellikle
Doğu ve güney doğuda bir kısım insanlarımızı hırıstiyanlaştırmaya
yönelik faliyetlerde dikkatlerden kaçmıyor.
Osmanlıda Misyoner okulları
Tevfik Çavdar Osmanlıdaki misyoner
okulları için şunu söylüyor: “Osmanlının batış yıllarında,Memalik-i Şahane’de
Faaliyet halinde bulunan başta The Curch
Missonary Society olmak üzere,17
İngiliz; başta Jesute’ler,Capucine’ler ve Fransiscain’ler olmak üzere,80
Fransız; Deutcher Palastina Verein başta olmak üzere,10 Alman; başta American
Board of Mission olmak üzere, 4 Amerikan misyoner teşkilatı vardı.”
Osmanlı imparatorlğu döneminde ,Beyrut Ünüversitesi,İstanbul Kız ve Erkek
kollejleri ve İzmir Kollejinden başka yakın doğuda 500’den fazla
Amerikan okulu vardı.Ana okulundan ünüversiteye dek, her derecesi bulunan bu öğretim kurumlarında,25 binden çok öğrenci
okumaktaydı. Kapitülasyonlar sisteminin kalkışında, ancak bu okullardan ancak
birkaç tanesi Cumhuriyet türkiyesine intikal etmiştir.
Bu yabancı okullar için Mehmet Emin Yurdakul’un tesbitleride
şöyledir...”Yabancı okul,gençlik üzerinde politik bir etki kaynağıdır.Bu okullar dersleri ve
yetiştirme şekilleriyle, Türk gençliğini bağlı bulunduğu toplumdan yüz çevirtip;başka toplumlara sevgi
gösteren, yabancı bir ideale doğru sürükleyen kuruluşlardır.Yabancı okulların
daha az olmayan bir kötülüğüde, üçretlerinin çok yüksek oluşundan
ötürü,buraya yalnızca zengin ve yüksek sınıftan ailelerin
çocuklarının gönderilmesidir.Demokrasi için sınıf ahlakından daha şanslı bir şey yoktur:Zengin sınıf
çocuklarının, halkın çğunluğundan ayrı
bir eğitim görmesi,sonuçları çok tehlikeli olan sosyolojik bir
hatadır.Ülkenin(Türkiye)nin en büyük liderlerine bakınız; İçlerinden hiç biri
yabancı okullardan birinde okumuşmudur?” (2)
1928 lerde Bursa’da ki Amerikan okulunda,hocalarının tesirinde
kalarak üç kız öğrencinin hırıstiyanlığı
seçtiği tesbit edilir.Buna benzer olaylar Merzifon ve Sivas’da ki Amerikan
okullarındada rastlanır.Bunun üzerine hükümet bu okulları kapatmaya karar verir.O
zamanki ABD Ankara Büyükelçisi Mr. John Grew,hiç olmassa bunların devamı
için bir hayli.çaba sarf eder. İki rum
öğrencinin Türk bayrağını yırtma küstahlığı göstermesine rağmen Ecevit’in
okuduğu Robert Kolleji kapanmaktan
kurtulur.
Bu durumu Büyük elçi Grew
hatıralarında şöyle dile
getiriyor”...Olayın Türkler için
taşıdığı anlam,birkaç öğrencinin
hırıstiyan olması değil;fakat dini bir sorunun milliyetçiliğe aykırı bir
yöneliş olarak yorumlanması idi. Hükümeti bu kadara şiddetli bir şekilde
harekete yöneltende budur..Ana neden Kültür uygarlıkçılığıdır.Hırıstiyanlığın
kendisi,dinsiz bir hükümetin gözünde pek
önem taşımaz.Türk öğrencilerine Hırıstiyanlık
telkini yapılmasının,gerek türk halkı gerek Türk hükümeti gözünde
tehlikeli olan yönü,bu din hakında sadece tartışma yapılmasının bile çabuk etki
altında kalan gençlerin,Türk devletine karşı manevi bağlarını koparması ihtimalidir” (4)
Misyonerler yalnız Ümmet-i Muhammed üzerinde değil,Rum, Ermeni, Süryanı ve
diğer Ortadosklar üzerinde de,arı gibi çalışıyorlar.
.........
1-Demirtaş Ceyhun-Haclı Emperyalizmi-1967
2-Tevfik Çavdar, görüşme isteğimizi
kabul etti anacak kitaplarımda bile resim kullanmıyorum diyerek
nezaketle resim çekme isteğimizi kabul etmedi.Osmanlıların yarı sömürge
oluşu-1970-Yeniden gelecek adıyla yakında tekrar otur karşısına çıkıyor
3.Yeni Gün dergisi
4-John Grew-Atatürk ve İnönü-1928
............
Günümüz misyonerleri içinde en aktif olan guruplardan biriside Yahova
şahıtleri..
Bir gün dükkanımı açarken bir kişi
saygılı bir eda ile “Hayırlı işler”dedi.
Ne var bunda ki.
Buyurun diye dükkana davet ettim. ”Biz şurda komşuyuzda demez
mi?Baktım komşular arasında hiç
görmediğim bir kişi.Hayretimi
görünce.Pasajda aliminyum doğrama kapıyı göstererek şurada dedi.
Ne var orda deyincede çok tedirgin bir eda ile”Bizim ibadet salonumuz
varda”
Allah Allah..İbadet salonu.Cami,Kilise,Havra ve ibadet salono.
Sonra açıkladı.Kendisi yahova Şahidi imiş.Cevap verdim.Biz
müslüman olarak her inananın innadığı gibi yaşaması ve ibadetlerinide en özgür
bir şekilde gerçekleştirmesinden yanayız.”dedim.
Sonra başkaları ile de tanıştık.
Ben Müslüman onlar Yahova şahidi olarak
ilişkilerimizi sürdürüyoruz. Bazı
kimliğinde müslüman yazan tanıdık
kişilerinde Yahova şahitlerinin ibadet salonlarına gittiğine şahit
oldum.
Bu vesile ile ibadet salonlarına giderek
onların düşünce tarz ve tebliğ metotlarını,ibadet şekillerini
gözlemlemeye çalıştım.
İbadet salonlarına öyle hemen herkesi almıyorlar.Önce dıarda irtibat kurup olgunlaştırdıktan sonra birinin referansı ile alıyorlar.
İbadethaneleri öyle alışıldığı gibi kilise veya havra gibi değil sanki
bir sosyal aktivite gerçekleştirilen
mekan şeklinde tanzim edilmiş.İçeri girenler her hangi bir dini mekana
girdiğini bile bilmiyor.Her hangibir Müslüman buraya ibadet yapaçak havası
olmadın ve dini bir toplantı havasını hissetmedin rahatlıkla
girebilir.Toplantılara katılabilir.Müslümanlar camiye giderken ben müslümanca
ibadet edeceğim diyor.Kiliseye gidenler Hrıstiyanca,Havraya gidenlerde Yahudice
..Ama bunlarda hiçbir şey belli değil.Bunların toplantıları her hangi bir
dernek veya sosyal aktivite şeklinrde olduğu için bunlara insanların kanmaları
normal.Bunlar ilk etapta neden Allah’a iman etmek gerekir,neden ibadet
etmeyliyiz.Neden yalnızca Allah’a bağlanmamız gerekir gibi metotlarla
yaklaştığı için insanlara ürkütücü gelmiyor.
İnsanlara Allah İnancından yola çıkarak yaklaşıyorlar.İlk zamanlar
kesinlikle müslümanların imanları ile ilgili bir konuya girmek şöyle dursun
onları rencide edecek bir kelime hatta
“Tanrı “ sözcüğünü bile ağızlarına
almıyor ve selamıda “Selamün aleyküm”diye veriyorlar.
Bir tiyatro salonu ve bir kürsü başka bir şey göremiyorsunuz.
“Kule” diye bir yayın organları var. Görüşlerini dünyanın neresinde olursa
olsun bu dergi formatında
yayınlıyorlar.Kule bizde “Gözcü Kulesi”adıyla çıkıyor.Onlar “Tarassut
Kulesi”de diyor. Kule Amerikada ne
diyorsa Her yerde o şekilde çıkıyor.Bütün lisanlarda aynı dergi çıkıyor onu
değiştiremiyorlar.Tek söz tek irade
biçiminde örgütlenmişler.Önce merkezleri ABD’nin Pisttsburg kentinde idi.(1889-19099 Daha
sonra merkezleri ABD’nin Brooklyn’a
taşındı.1909-19126) daha sonra taşındıkları New York kentinde devasa binaları
ve merkezleri var. Buraya dünya merkezi iyorlar.Merkezde Hz.İsa adına
ömür boyu görev yapan ve Hz.
İsanın 12 havarisine izafeten 12 kişilik
idari kurul var.Tüm Yehovaları onlar idare ediyor.
İnançlarına bakılırsa karma bir inanç sistematiği var. Akide olarak Yahudi
ve Hırıstiyan bazı metotlar yönündende Müslümanlara yaklaşıyor.
Yahova Şahitleri ilk defa adlarını 1800lerin sonunda ABD’li bur işadamı Charles Tez Russell ile
duyurdu.Rusell, gençliğinde dini eğtim
aldı ancak sonra kilisenin öğretilerine
karşı çıktı.O düşüncesini Hz.İsanın yeniden geleceği ve Kıyametin kopmasıyla
ilgili Armegedon üzerine kurdu. Russell
,ortağı bir zengin işadımı ile çıkardığı
dergide Hz.İsa’nın 1878 de
geleceğini yaydı.Anacak Hz.İsa
gelmedi.Ortağından ayrılan Russel bu defa Siyon’un Tarassut Kulesi”dergisini
çıkardı.Russell 1891de fikirlerini yaymak için dünya turuna çıktı.Bu arada
osmanlı ülkesi Mekadonya’yada geldi.Anılarında bu gezi ile ilgili
olarak”Türkiye,İtaya,Avusturya ve Almanlya’da
bize umut verecek bir şey göremedim.”diyecektir.
Russel,İncilin okunmasıyla gerçeğin bulunamayacağını ancak kendisine
bildirileni yazdığını iddia ettiği Siyonun Tasarrut Kulesindekilerin okunarak
gerçeğin anlaşılacağını söyler.Russell’den beri Yahova Şahitleride bu şekilde
devam ederler.
Russell’in çıkmayan kehaneti
Mısırdaki Piramitlerin kapılarından ilahi alametler çıkaran Russel,buradan
ildi ettiği3416 rakamı ona göre 1894 dür.Bu tarihi felaketlerin başlangıcı
ve kendisine bildirilen ilahi vahye göre 1914’ü kıyametin
“Armegedon’nun”kopuşu olarak ilan eder.Kıyamet kopmaz ama inananları hayal
kırıklığına uğrar.Russel bunun üzerine 1914’ü
alametlerin başlangıcı olarak revize eder.
Eğer kıyamet kopsa idi ne olacaktı?
Onlara göre Kıyamet kopacak,bütün insanlar ölecek ama Yahava şahitleri
arasından secçilen 144 bin kişi göğe çekilecek bunlar Gökteki Krallığın sahibi
Hz.İsa ile dünyayı yönetecekler .Tanrıları Yehova bin yıldaha insanlara hayat
hakkı tanıyacaktı.Bu bin yıl içinde Yehavanın isteği gibi yaşıyanlar ebedi
dünya cennetinde kalacak diğerleri yok
olacaklardı.
Yehovalar hala bu revize edilen tarihlere rağmen böyle düşünmeye devam
ediyorlar
Russell 29 Ekim 1916 da bir yolculuk
esnasında trende ölür.Yerine ise Hakim Rutherford geçti. Russell’in eski
müritleri ile fikri çatışmaya giren Rutherford kendini ömür boyu başkan
atadı,topluluğun tüm malvarlığana el koydu ve kendine inananlara 1931 de “Yahova Şahidi” adını
verdi.Rusell’den farkı incil ve Tevrattan yeni yorumların yanında “kapı
kapı tepliğ”metodunu uyguladı.
Rutherford’da 11.Dünya savaşının Kıyametin kopmasına neden olacağını
duyurarak ,müritlerine evlenmemeleri ve cocuk sahibi olmamalarını
öğütler.Hz.İshak,Hz.Yakup ve Hz.İbrahim’nin ve Tevratta ismi geçen
peygamberlerin dirileceğini söyleyerek onları misafir etmek için San Diago’da
muhteşem bir malikane yaptırır.Peygamberler gelmez ama o orada ölene kadar yaşar.
Her gelen ayrı tarih verir
1960larda Yehovaların bayşında Koren vardır.Bu insanrda Kıyametin kopuşunun
1975 baharında olacağını müritlerine müjdeler.
Bu tarihte inananlar malını
mülkünü satarak kıyameti bekler ama kıyamet kopmaz.Koren’den sonra Yehovaların
başına geçen Frrederick Franz,tarih vermekten
ağzı yanmış olacak ki bir tarih vermez.Sadece kıyametin beklenmesi ni
tavsiye eder.
......
Yehovalar :
Cennet ve cehenneme inanmıyorlar.
Kıyametten sonra Hz.İsa’nın emrinde 144 bin Yehovanın yönetiminde dünyayı
idare edeceklerini söylüyorlar
Kan ve organ nakli yasak
Bayrak vemilli marş günah.
Her türlü ideoloji ve savaş yasak
Silah ve askerlik yok
............
Hırıstiyanlar önce kabul etmediler.Almanlar ikinci dünya savaşında Yahudi
diye öldürdüler.
........
Türkiyede Yahova şahitleri önce Ermeni ve Rumlar arasırnda yayıldı.Ancak 1959 da Subay bir babanın çocuğu Mete Süer’in Yehova olmasıyla ilk Türk Yahava Şahidi unvanını alır.Yahova şahitleri kendileri bir karar vermiyorlar. Süer,Türkiyedeki Yehova teşkilatının başı.
Basınla ilgili konularda Kule Yayınları sorumlusu Mete Süer yetkili. Bizde
ona sorduk.Süer ağzı sütten yanmış hesabı yoğurdu üflüyerek yiyor.Sorular
yazılı ve cvaplarda yazı ve imzalı işti soru işte cevapları:
Sayın
Mete Süer,
Bir haber de kullanmak için aşağıdaki sorularımızı cevaplarsanız sevinirim.
Selamlar
Necati Çavdar
Muhabir
1.
Yahova Şahitliği bir din
midir,yoksa Hıristiyanlık veya Yahudiliğin bir mezhebimidir?
2.
Ana öğretisi ve temel kitabı nedir?
3.
Sizi Hırıstiyanlık ve Yaühidilikten ayıran temel noktalar nedir?
4.
İsmlam’a bakışı nedir?
5.
Hz.Musa, Hz İsa kabul edildiği halde neden HZ. Muhammed kabul
edilmiyor?
6.
Kur’an – Kerim’e itirazlarınız nedir?
7.
Yahova Şahitlerinin ibadet şekli ve yeri nerdelerdir?
8.
Türkiyede tahminin ne kadar inananı vardır, kaç ibadet salonunuz
vardır?
9.
Her isteyen Yahova olabilir mi?
10. Belli bir merkeze ve kişiye
bağlımısınız?
11. Maddi kaynağınız nedir?
12. Niçin Kule dergisi dünyanın her yerinde aynı basılıyor, tek
merkez ve tek bir düşünce yayma isteği insan iradesi ve birey özgürlüğü ile ne
derece bağdaşıyor? Bu bir nevi bireye baskı değil mi dir?
13. Tebliğ metotlarınız nedir?
14. Yahova şahitlerinin
kıyametin hemen kopacağını söyledikleri
ve bunun için geçmişte birkaç tarih verdikleri doğrumudur?
15. Ve sizin eklemek istediğiniz
görüşler
...............................
1.Sizin
resimleriniz.
2
İbadet şeklini gösteren resimler. Özellikle Ankara’daki ibadet salonunun olursa iyi olur.
Resimler
için adres: Hükümet Caddesi. Hilal Sokak No:10/6-7
Röportaj
Soruları için:
Fax.0312-23153
01
E- Mail:
ncavdar @hotmail.com
:ncavdar 25@hotmail .com.
Sayın Necati Çavdar Bey,
Sorularınızı özet olarak cevaplamaya gayret edeceğim. Daha detaylı bilgiler
için yayınlarımızdan faydalanabilirsiniz.
1-Yahova Şahitliği bir din midir, yoksa Hıristiyanlık veya
Yahudiliğin bir mezhebimidir?
-Yehova Şahitliği müstakil bir dindir. İslam aleminde Tevrat, Zebur ve
İncil diye bilinen Mukaddes Kitabın öğrettiği dindir. Musevi ve Hıristiyan
alemiyle hiçbir bağlantısı yoktur. Konuyla yakından ilgilenmemiş kişiler,
Yehova’nın Şahitlerini, Yehova kelimesi (Tanrı’nın Mukaddes Kitapta geçen özel
ismidir) İbranice olması nedeniyle Yahudi ve İsa’ya iman etmeleri nedeniyle de
Hıristiyan âlemiyle ilişkileri olduğunu zannedebilir. Ancak Yehova’nın
Şahitlerinin inancını inceleyen kişiler bunun doğru olmadığını bilirler.
Yehova’nın Şahitlerinin Yahudilikle ve Hıristiyan âlemiyle ilişkisi kesinlikle
yoktur. 3. Sorunuza cevap verirken bunu ayrıntılı olarak açıklamaya
çalışacağım.
2-Ana
öğretisi ve temel kitabı nedir?
-Yehova’nın şahitlerinin özelliği insan düşünce veya yorumlarına dayanmadan
ve onların etkisi altında kalmadan salt Mukaddes Kitabın kayıtlarına sadık
kalmalarıdır. Mukaddes Kitap, ilk insanın kendi özgür iradesiyle seçtiği
Tanrı’ya itaatsizlik yolu nedeniyle günaha düştüğünü ve böylece hayat hakkını
kaybettiğini, tüm zürriyetine ölümü geçirdiğini anlatır. (Mukaddes Kitabın
Romalılar bölümü 5. Bap 12. Ayet) Tanrı, kendi koyduğu prensipleri çiğnemeden
insanı bu ölümden kurtarmak üzere bir düzenleme yapmıştır. Bu düzenleme aynı
zamanda insanın böyle bir yol seçmesine neden olan Şeytan’ın ortaya attığı
evrensel davanın halledilmesini de sağlayacaktır. Dava, Tanrı’nın insandan bağlılık talep
etmekte haklı olup olmadığı ve Şeytan’nın
insanın zor karşısında Tanrı’ya sadık kalamayacağı iddiasının doğru olup
olmadığı şeklinde özetlenebilir. (Eyub 1:9, 10; 2:4, 5) Şeytan, insanın
Tanrı’ya bağlı olmadan da mutlu olabileceğini iddia etmiştir. Adil Tanrı
Şeytan’a bu iddiasını ispat etmek üzere fırsat tanımıştır. Böylece yüzyıllar
boyunca kusurlu ve dolayısıyla ölümlü insanlar Şeytan’ın da yönlendirmesiyle bu
ortamı meydana getirmişlerdir. İsa Mesih, Yehova’nın özel düzenlemesi sayesinde
kusursuz olarak (tıpkı Adem’in günah işlemeden önceki hali gibi) doğmuş, ölene
kadar Tanrı’ya sadık kalmıştır. Suçsuz olarak ölümüyle tüm insanlık için bir
fidye olmuş, böylece ona iman edenler için sonsuz hayat kapısını açmıştır. İsa
Mesih ölümünü takip eden üç gün içinde diriltilmiştir. Şimdi ise İsa, bu ortamı
oluşturan tüm kötülüğü ve buna sebep olanları ortadan kaldıracak Tanrı’nın
gökteki Krallığının kralı olarak gökte hüküm sürmektedir. Bu sistem ortadan
kaldırıldıktan sonra yeryüzü cennet haline getirilecek, Tanrı’ya sadık
insanlar, bu olaylar sırasında hayatta iseler ölümü hiç tatmadan daha önceleri
ölmüş olanlar ise diriltilerek bu cennet yeryüzünde ebediyen yaşayacaklardır.
(Vahiy 21:3,4)
Mukaddes Kitabın temel olarak anlattıklarını bu şekilde özetlemek
mümkündür.
3.Sizi yahudi ve Hırıstiyanlıktan
ayıran temel noktalar nelerdir?
-Yahudi âlemi İsa’yı Tevrat’ta geleceği bildirilen Mesih olarak kabul
etmez, Hıristiyan âlemi ise İsa’yı üçlük öğretisine göre üç şahıslı Tanrı’nın
ikinci şahsı olarak görür ve böylece İsa’ya Kadirimutlak Tanrı olarak inanır.
Oysa bu iki görüş de Mukaddes Kitaba aykırıdır. İsa vaat edilen Mesih’tir ve
yeryüzünde kusursuz fakat tam bir insan olarak yaşamıştır. Kadirimutlak Tanrı
tektir ve ismi Yehova’dır. Bu çok önemli özellik dışında her iki dinsel
sistemde Mukaddes Kitap dışı birçok inanış vardır. (Ruhların ölümsüzlüğü,
cehennemde ölülere işkence, kader, putlara tapınma, ruhban sınıfı v.b)
Yehova’nın Şahitleri Mukaddes Kitap dışı hiçbir öğretiye inanmazlar.
5. Hz. Musa ve Hz İsa’yı kabul ettiğinz halde neden Hz.Muhammed’i kabul
etmiyorsunuz?
6-Kur’an – Kerim’e itirazlarınız nedir?
Bu Sorularınız konumuzun dışında
olduğu için hepsine ortak bir cevap vermek istiyorum.
-Yehova’nın Şahitleri insanları Mukaddes Kitabı tetkik etmeye teşvik
ederler. Mukaddes Kitabı inceleyen kişiler gerçekleri kendileri göreceklerdir.
Zaten önemli olan da budur. Ayrıca konuştuğumuz İslam âlemine mensup birçok
kişinin Kur’an’ı okumadığını gördük. Onlara Kur’an’ı okumalarını tavsiye
ediyoruz. Kur’an’ı okumakla Mukaddes Kitabı da okumaları gerektiğini
anlayabilirler. (Bakara Suresi 4 ve 41. ayetler. Kur’an’ı Kerim’de Tevrat Zebur
ve İncil’in Allah’ın kelamı olduğunu belirten en az 64 ayet vardır.)
7- Yehavo Şahitlerinin ibadet şekli ve yeri nerelerdir.?
-Diğer konularda olduğunu gibi Yehova’nın Şahitleri bu konuda da Mukaddes
Kitabın rehberliğini takip ederler. Mukaddes Kitap, Tanrı’ya ruhta ve hakikatte
tapınmak gerektiğini bildirir. (Yuhanna 4:23) O sebepte Yehova’nın Şahitleri
tapınmalarında şekilperestliğe asla yer
vermezler. İbadet için toplandıklarında, ilahi ve dua ile ibadete başlarlar,
Mukaddes Kitaba dayanan konuşma ve müzakereler yapar ve ilahi ve dua ile
ibadetlerine son verirler. (İbraniler 10:24, 25; I. Korintoslular
14:26-33) Aynı zamanda Mukaddes Kitap
hakikatlerini diğer insanlara ulaştırmak da ibadetin bir kısmıdır.
8-Türkiyede tahminen ne kadar Yahova şahidi var ve kaç
ibadet yeriniz mevcut?
-Türkiye’de 1600 kadar kişi Yehova’ya hizmet etmektedir. Belirli büyük
ibadetlere 2600’dan fazla kişi katılır. Bu yaklaşık 1000 kişinin de Mukaddes
Kitabı incelemekte ve Yehova’nın amacına uygun yaşamak üzere gayret etmekte
olduğunu gösterir. Ülke çapında 15 ibadet salonu vardır.
9-Her isteyen Yahova Şahidi olabilir
mi?
-Evet, ancak önce Mukaddes Kitabı incelemeli, Tanrı’nın amacını öğrenmeli,
sonra yaşam şeklini Mukaddes Kitapta belirtilen yüksek ahlak standardına
uydurmalı, daha sonra özgür iradesiyle kendisini Tanrı’ya vakfetmelidir.
10-Belli bir merkez ve kişiye bağlımısınız?
-Yehova’nın Şahitleri asla bir kişiye bağlanmazlar. Mukaddes Kitap
Tanrı’nın düzen sahibi olduğunu O’na hizmet edenlerin de bir düzen içinde
olması gerektiğini gösterir. (I. Korintoslular 14:33) Ülkemizdeki Yehova’nın Şahitlerinin dinsel
açıdan en yüksek mercii Temsil Heyeti’dir. Ben bu heyette yayımlama işleriyle görevliyim.
O sebeple yayınlarda benim ismim geçer, fakat benim diğer Yehova’nın
Şahitlerinden hiç bir üstünlüğüm yoktur. Yehova’nın tüm Şahitleri eşittir. İbadetlerde hiç kimsenin özel yeri yoktur.
Kimseye özel itibar gösterilmez. “Çünkü Allah indinde şahsa itibar yoktur.”
(Romalılar 2:11) Kürsüde ibadet sırasında konuşma veren bir kişi “bence” diye
söze başlayıp kişisel fikirlerini söyleyemez. Ancak Tanrı’nın sözlerine dayanan
düşünceleri aktarabilir. Bir nasihat veya teşvik sözü söylediğinde bunun Mukaddes
Kitaptaki hangi ayete dayandığını belirtir. Herkes kendi Mukaddes Kitabından
bahis konusu ayeti açar ve okur.
11-Maddi kaynağınız nedir?
-Giderlerimiz Yehova’nın Şahitlerinin yaptığı bağışlarla karşılanır.
Cemaatte görev yapanlar ücret talep etmezler. Dinsel görevler için para
ödenmez.
12-Niçin Yahovaların yayın organı
Kule Dergisi dünyanın her yerinde
aynı basılıyor, tek merkez ve
tek bir düşünce yayma isteği insan
iradesi ve birey özgürlüğü ile ne derece
bağdaşıyor? Bu bir nevi bireye baskı değil midir?
-Mukaddes Kitap, şöyle nasihat ediyor: “Aynı sevginiz olup bir yürek olarak
bir şeyi düşünerek, aynı fikirde olasınız.” (Filipililer 2:2)Bu nasihate uygun
olarak tüm dünyada 230’dan fazla ülkede bulunan Yehova’nın Şahitleri aynı
fikirdedirler. Aralarında fikir ayrılığı yoktur. O nedenle Yehova’nın
Şahitleri, mezheplere, tarikatlara bölünmemiştir. Evrenin Yaratıcısı, Her Şeye
Kadir, Tek Tanrı’ya tapan kişilerin tam bir birlik içinde olması beklenmez mi?
13-
Tebliğ medotlarınız nedir?
-İsa Mesih insanların ayaklarına giderek vaaz etti. Birinci yüzyılda O’nu
takip edenler de aynısını yaptılar.
Bugün Yehova’nın Şahitleri gene aynı metotla, yani bizzat insanlara gidip
birebir görüşerek vaaz ediyorlar. (Matta 9:35)
14-Yahova Şahitleri Kıyametin hemen kopacağını söyledikleri ve bunun için
geçmişte birkaç tarih verdikleri doğrumudur?
-Yehova’nın Şahitleri bugün de “kıyamet” veya bu ortamın yok edilişinin çok
yakın olduğunu söylüyorlar. İsa Mesih son günlerle ilgili peygamberliğini
bildirdiği zaman şöyle dedi: “Bütün bu şeyleri görünce bilin ki o yakındır,
kapılardadır.” (Matta 24:33) İsa’nın peygamberliği 1914’te başlayan olaylara
işaret ediyordu. Dolayısıyla Mukaddes Kitap son günlerin 1914’ten itibaren
başladığını gösteriyor. Fakat gün ve saat hakkında İsa şöyle dedi: “Fakat o gün
ve saat hakkında ne göklerin melekleri, ne de oğul, yalnız Babadan başka kimse
bir şey bilmez.” (Matta 24:36)
Sayın Necati bey, hepimizin yaşadığı süre içinde belirli sorulara net
cevaplar bulması gerekir. Neden doğdum, niçin yaşıyorum, niye öleceğim,
öldükten sonra ne olacak,Tanrı neden kötülüğe müsaade ediyor. Bu hayati
soruları gerçeklere dayanmayan, hayal mahsulu hikayelerle yanıtlamaya çalışmak
insanın kendi kendini aldatmasından başka bir şeye yaramaz. Hangi yanıtın
gerçeğe dayandığını söyleyebiliriz. Bu sorulara cevap vermeye kim yetkilidir?
Tanrı değil mi? O yüzden herkesiTanrı’nın yazılı sözü olan Mukaddes Kitabı
okumaya davet ediyoruz. Bize inanın demiyoruz, lütfen okuyun, araştırın doğruyu
mutlaka bulacaksınız diyoruz. Bir tek hayatımız var o da hızla bitiyor.
Vaktimiz bitmeden bu araştırmayı yapmalıyız. Önce Tanrı’nın varlığından emin
olunmalı, sonra Mukaddes Kitabın O’nun ilhamla yazdırdığı kitabı olup olmadığı
araştırılmalı, bundan emin olduktan sonra da sıra Mukaddes Kitapta yazılanlara
göre yaşamaya gelir. Hiçbir Yehova’nın Şahidi anasından Yehova’nın Şahidi
olarak doğmamıştır. Hepimiz araştırarak, uğraşarak, kafa yorarak hakikati bulduk. Biri bu zor iş
diyebilir, ama değmez mi? Biz değdiğini gördük. Tanrı’ya tereddütsüz bir
imanımız var, sonsuz hayat ümidimiz var. Mukaddes Kitaptan Tanrı sevgisini ve
komşu sevgisi öğrendik. Tanrı’nın yolunda yürüdüğümüzden eminiz. (Matta
22:37-39) Sahip olduğumuz sevgi, bizi öğrendiğimiz hakikati başkalarına da
karşılık beklemeden aktarmaya sevk ediyor. 18.05.2000
İçten sevgi ve selamlarımızla
//////////////////////////////////
https://www.facebook.com/notes/necati-%C3%A7avdar/misyonerlerin-misyonu/1803117533033056/
2.Necati
Çavdar - Misyonerlerin Misyonu - Edebi.Net
www.edebi.net/index.php/edebi-eserler/1617-necati-cavdar-misyonerlerin-misyonu
Geçenlerde bir
arkadaş “ Ankara'da,Strazburg Caddesinde giderken birisi bana kaset hediye
etti. Eve gittiğimde bunun bur Hıristiyan propagandasında .
Not : Kadem
Ozalit Sahibi Salih bey, 14 Mart 2019 günü aradı..
Sen akıllı
adamsın..Aklını kullan.
“La İlahe İlallah
..Muhammeden Resulullah” de Hz. İbrahim.. Hz. Musa.. Hz İsa ..Hz. Adem’den tüm
peygamberleri..”tasdik eden” HzMuhamed’e uy..Ebediyen kurtul” diyerek İslam’a
davet ettim.
Sohbet ettik..
Mete Süer’in geçen hafta öldüğünü söyledi.. Ermeni Patriği Mutafyan ve Mete
Süer .aynı zaman diliminde ölmüş..
//////////////////////////////////////
Necati Çavdar bir gönderi paylaştı.
Kafirler dediler
ki: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara
koparın." (Fussilet /26
........
SALİH ERSOY: E zana yapılan saygısızlığı kınıyorum
Bu gün sabah, aşağıda ki yazımda iznini almadığım için ismini vermedğim gayri
müslüm vatandaşlarımızdan 80 yaşındaki Salih bey aradı.
Ezan pravakosyonunu da konuştuk..
İNsanların kutsalarına butür çirkin saldırılarıkabul edilemez bularak
kınadığını ve üzüntülerini belirtti.
Yazımda ismini vermedim dediğimde verebilirsin..yıllar önce yazdığın yazıyı
hala saklarım dedi..
Başka bir dine inandığını gizlemeyen bir insanın saygısına bak..
Güya aynı inançtan olduğunu iddia edenlerin haline..
Rabbim, Salih bey ve onun gibi farklı dine inanalara,
Ezan protestosu yapan gizli imansızlara HİDAYET nasip etsin..
Kendini bilmez ahmaklara da akıl fikir ihsan etsin..
Milletimize toptan sabır vesekinet versin..
14 Mart 2019
.................
KİMLİKSİZlİK
Yıllar önce idi..
Angara Maltepede ki kilisenin PAPAZ/yöneticilerinden Salih ismli biri dedi ki
" Kimliklerimize dinimizi yazmıyorlar..
Dedim ki " Keşke yazsalar.. Yazılması gerek"
Çok şaşırdı...
"Ben başkaları gibi senin de karşı çıkacağını düşünmüştüm.. Çünkü kime
anlatsak karşı çıkıyor.. Anam- babam İSLAM diye benim de kafa kağıdında İSLAM
yazıyor"dedi..
" Bunda şaşıracak bir şey yok... Dİn değiştiren, kim olursa olsun gidip
kafa kağıdına kendi dinini yazdırmalı..
Çünkü, şurada trafik kazası olsa ve yada sen geberiversen..Kafa kağıdına
bakarak işlem yapacaklar..Maltepe camii imamının önüne koyacaklar..
O da devlet memuru olduğu için inancını sorgulamdan ve itiraz da edemeden Er
kişi niyetine duracak...
Cemaat de imamına uyacak ..
Ve ben senin kafir olduğunu bilmeden NAMAZ kılacağım...
İradesiyle Allah'a İSYAN etmiş, RAHMETİ red eden birine RAHMET dileyeceğim...
Oyüzden de sen ve senin gibilerin dini ne ise onun yazılması tarafındayım ki
her kes inancına göre muamele görüp, Camiye
İmama değil de kendi dini müsesesesine götürülsün..
Bizler de yanlış iş yapmamış olalım.."
Adam HAK vererek bu fikrime sevinip daha da şaşırdı..
"Şaşırma..
Bu benim dinimin gereği..
Allah, hesabını görmek kaydıyla İNSANı kendine inanmak yada ret etmekte ÖZGÜR
kılmış..
Ve bu yüzden senin ve senin gibilerin kendi dininin gereğini en kamil mamünada
yerine getirmeni savunurum..
Ne olursa olsun kendi inancını açıklayabilmeli..
Tek şart kimse kimseyi kendi gibi inanmaya yada davranmaya ZORLamamalı.."
dedim...
Rahatladı...
Her zaman şüpheyle, çekinerek konuşan Papaz SALİH, hep saygı çerçevesinde rahat
bir komşuluk ilişkisi sürdürdü..
Şu EZAN a ve onun simgelediği İNANÇ sistemi olan İSLAM a düşman olanlar hemen
kafa kağıtlarına kendi inandıkları sistemimyazdırmalılar..
DEVLET de yazmalı..
Ki İNANANLAR, yanlış iş yapmasın...
Hİç değilse öldüklerinde İSLAM gibi işlem yapılmasın..
//////////////////////////////
YÖK'ÜN BİLM TARİHİNE YENİ HEDİYESİ: 0>400
YÖK"ün üniversitelerde yapılan seçimlerde 400 oy alan kişiyi değil de kendine oy vererek diğer öğretim üyelerinden sıfır oy alan kişiyi rektör adayı olarak Cumhurbaşkanına sunmasına tepkiler sürüyor.
YÖK DÜNYA MİZAH EDEBİYATINA GİRMEK İSTİYOR
Gül " YÖK'ün son kararı kara mizahtır. Galiba YÖK üyeleri dünya mizah edebiyatında yer almak istiyorlar " diyerek YÖK'ün son kararını değerlendirmeye bile değmez buldu.
YÖK TÜRKİYE'YE YÜKTÜR
Arınç"YÖK'ün son kararını "yanlış" bulduğunu söyleyerek" Bu kararla YÖK Türkiye'de yük olduğunu bir kez daha göstermiştir.Ne kadar demokrat olduklarını göstermeleri yönünden de önemlidir .Cumhurbaşkanı YÖK başkanını görevden almalıdır."dedi.
YÖK HER TÜRLÜ DAYATMA VE ANTİ DEMOKRATİK UYGULAMALARIN KAYNAĞI OLDU
Çelik' "82 Anayasası ile oluşturulan oligarşik kurumlardan biri ve en kötüsü YÖK 'tür. YÖK her türlü dayatmacılığın ve anti demokratik uygulamaların kaynağı oldu. "dedi. Cumhurbaşkanı bu keyfi tutumu derhal reddetmelidir.. Sayın Cumhurbaşkanımız hukuka bağlılığın gereğini yerine getirerek YÖK başkanı ve ekibini derhal görevden alınmalıdır."diyerek YÖK'ün bu ekipten kurtarılarak ciddi bir operasyona tabi tutulmasını istedi.
Günay"YÖK sistemi ile ilgili ciddi sıkıntılar var. Olanları yadırgıyorum. YÖK'ün son rektör adayları ile ilgili kararı iyi bir fırsat olmuştur"diyerek YÖK'ün tamamen değişmesini istedi.
Necati çavdar
YÖK"ün üniversitelerde yapılan seçimlerde 400 oy
alan kişiyi değil de kendine oy vererek diğer öğretim üyelerinden sıfır oy alan
kişiyi rektör adayı olarak Cumhurbaşkanına sunmasına tepkiler sürüyor.
YÖK DÜNYA MİZAH EDEBİYATINA GİRMEK İSTİYOR
MHP İstanbul Milletvekili Mehmet Gül ,YÖK'ün rektör
adaylarını belirleme usulünü "
YÖK'ün son kararı kara mizahtır. Galiba YÖK üyeleri dünya mizah edebiyatında
yer almak istiyorlar .YÖK 'ün bu kararını başka
bir biçimde değerlendirmek,üzerinde konuşmak bile yanlış. Her şey
ortada" diyerek YÖK'ün son kararını değerlendirmeye bile değmez buldu.
YÖK TÜRKİYE'YE YÜKTÜR
FP Gurup Başkan vekili Bülent Arınç"YÖK'ün son kararını
"yanlış" bulduğunu söyleyerek" Anayasamıza göre kapıcının oyu da cumhurbaşkanımızın oyu da
eşittir. Siz sadece kendine oy vererek bir oyu olan ama diğer
arkadaşlarından hiç oy almayarak sıfır
oy alanı dört yüz oy almış kişinin üstünde değerlendiremezsiniz. Bu davranış
hem demokratik düşüncenizi hem de diğer insanlara olan saygınıza da gösterir.
Bu kararla YÖK Türkiye'de yük olduğunu
bir kez daha göstermiştir."dedi.
DEMOKRASİ ANLAYIŞLARINI SERGİLEDİLER
Arınç"Öğretim üyelerinin kendi aralarındaki seçimin hiç
bir kıymetinin olmadığını kabul etmekle ne kadar demokrat olduklarını
göstermeleri yönünden de önemlidir .Ayrıca seçim neticesinde yüksek oy alan
öğretim üyelerini ' rejim düşmanı' olarak nitelenmesi doğru yasal ve haklı bir davranış değildir. YÖK üyeleri rektör
adaylarını böyle indi mütalalarla
görevlerde engelleme yerine
suçladığı insanların ' ne
yaptığını, nerede yaptığını yargı
karaları ile ortaya koymaları gerekir. Somut olarak ortaya bir şey koyamadan üniversitelerde öğretim üyeliği yapan
insanları Kemal Gürüz ve ekibi sorumsuzca hareket ederek suçluyor.
"diyerek Kemal Gürüz ve ekibinin artık bardağı taşırdığını belirti.
CUMHURBAŞKANI GÜRÜZ VE EKİBİNİ GÖREVDEN ALSIN
"Yeni cumhurbaşkanımız hukukun gereğini yerine
getireceğini defalarca ifade etmiştir. Sözlerinin gereğini yerine
getirerek YÖK başkanını görevden
almalıdır. Çünkü ortada YÖK araştırma Komisyonun Kemal Gürüz ve 21 arkadaşı
hakkında suç duyurusu söz konusudur. Ayrıca ÖSS'de meydana gelen olaylar ve
rektör adaylarını belirleme biçimi çok açık bir şekilde bu ekibin işbaşından
uzaklaştırılmasını gerekli kılıyor" diyen Arınç,YÖK başkanı Kemal Gürüz ve
ekibinin Cumhurbaşkanı tarafından görevden el çektirilmesi gerektiğini söyledi.
YÖK HER TÜRLÜ DAYATMA VE ANTİ DEMOKRATİK UYGULAMALARIN
KAYNAĞI OLDU
"YÖK her türlü dayatma ve anti demokratik uygulamaların
kaynağı oldu"diyerek YÖK uygulamalarına tepkilerini ortaya koyan DYP Van
milletvekili ve TBMM Başkanlık Divanı Üyesi Doç.Dr. Hüseyin Çelik' de "82
Anayasası ile oluşturulan oligarşik kurumlardan biri ve en kötüsü YÖK 'tür. YÖK üniversiteler arası standardı
sağlamak için düşünülmüştü. Ancak düzeni alt üst etmiştir. Rektör seçimleri
yapılıyor,sonuca uyulmuyor. Bu konuda da bir standardı yok. Böylece YÖK her türlü dayatmacılığın ve anti demokratik uygulamaların kaynağı oldu.
"dedi.
ÜNÜVERSİTELERE FİTNE SOKAN YÖK BAŞKANI VE EKİBİNİ
CUMHURBAŞKANI GÖREVDEN ALMALIDIR
Çelik"Üniversitelerde
rektörler dorudan seçilir ve herkes bunu kabul eder. Ancak bu
yapılmayarak sıfır oy alan bir kişi 400 oy alan kişinin yerine aday yapılmış.
Bu yapılamaz. Böylece üniversitelere YÖK
eliyle fitne girmiştir." Cumhurbaşkanı bu keyfi tutumu derhal
reddetmelidir. YÖK'ün mantığı ciddi olarak
birliği ve düzeni bozmaktadır. Herkes bu memleketin selametini
düşünmektedir. Yine üniversitelerdeki her insan en az YÖK başkanı ve üyeleri
kadar vatan severdir. Vatan severlik konusunda kimse kimseyi ölçemez. Eğer
üniversitelerde muzır insanlar görevde
ise neden görevinde tutulmaktadır. Kaldı ki hiç bir yargı kararı olmadan
insanlar suçlanamaz. Sayın Cumhurbaşkanımız hukuka bağlılığın gereğini yerine
getirerek indi suçlamalara prim vermeyerek mahkeme kararı olmadın suçlanan insanların
itibarını da düşünerek YÖK'e engel olmalıdır. YÖK başkanı ve ekibi derhal görevden
alınmalıdır."diyerek YÖK'ün bu
ekipten kurtarılarak ciddi bir operasyona tabi tutulmasını istedi.
YÖK SİSTEMİ TAMAMEN DEĞİŞTİRİLMELİ
Son CHP
Kongresinde Genel Başkan adayı olan
Ertuğrul Günay"YÖK sistemi ile ilgili ciddi sıkıntılar var. Öğretim
üyeleri kendi rektörlerini seçebilmelidir. Seçilenlerde atanmalıdır. Ancak YÖK
sistemi içinde bunun mümkün olmadığı da görülüyor. Olanları yadırgıyorum.
YÖK'ün son rektör adayları ile ilgili kararı iyi bir fırsat olmuştur. Bu
kararla birlikte YÖK sistemi tamamen ele alınarak yeni baştan oluşturulmalıdır."
“YÖK KOMİSERLİĞİ”NE TEPKİLER DİNMİYOR
Mesele Samsun 19 Mayıs Üniversitesi'nde oyların yüzde 57'sini alan Prof. Osman
Çakır'ın yerine yüzde 13 oy alan Prof. Ferit Bernay'ın atanması olayı üzerine
Çakır'ı destekleyen öğretim üyeleri bu kararı protesto ederek Ankara’ya kadar yürüdüler. Ankara’da YÖK Başkanı Kemal Gürüz ile görüşen öğretim üyeleri
Cumhurbaşkanından randevu alamadılar. Başbakan Ecevit’te önlerine kurulan polis engelini aşarak
Ankara’ya gelen heyetten haberi olmadığını söyleyerek”Haberim yoktu. Yaş
Toplantısında idim”demekle yetindi.
Cumhurbaşkanı
Necdet Sezer, 9 Eylül Üniversitesinde rektör atamasını YÖK’ün istediğini
değilde en yüksek oy alanı atadığı halde 19 mayıs Üniversitesinde tersini
yaptı. Prof.Osman Çakır "Atatürkçü değil" atanmadığı söylenirken Çakır'ın kendisi "271 Atatürkçü, laik,
çağdaş oy nereye gitti?" diye soruyordu. Eşi Doç. Dr. Semiha Çakır’da :
"Eşimin bir suçu çıkarsa çıkıp kendimi yakarım. Büyük önder Atatürk'ün
aşığı olan eşimin bu şekilde onuru kırılmıştır." dedi.
CUMHURBAŞKANI KENDİ KOYDUĞU KURALA UYMADI
YÖK’ün tutumunu eleştiren DYP Genel Başkan Yardımcısı ve eski
YÖK Başkanı Prof.Mehmet Sağlam”YÖK yasası mutlaka değiştirilmeli ve YÖK islah
edilmelidir. Rektör seçimleri kişilerin tasarurfuna bırakılmayarak mutlaka
sisteme bağlanmalı. Demokraside essas olan seçim ve sonucuna saygılı olmaktır.
Öğretim üyeleri arasında en yksek oyu alan rektör seçilebilmelidir. Şimdiki sistemde
bu olaylar kişilerin şahsi inisiyatifine bırakılıyor ki bunun demokratik
anlayışla bağdaşır yönü yoktur”dedi.
Sağlık-İş Genel Başkanı Mustafa Başoğlu
ise”YÖK’ün tutumundan görülüyor ki
insanlar toplu olarak suçlanıyor. Ortada ne yargı kararı var,nede belge. Ama
insanlar suçlanıyor. En fazla rey alan rektör seçilebilmelidir. Sayın
Cumhurbaşkanı YÖK’e rektörler kararnamesini iade etme gerekçesine göre hareket
etmedi. Az oy alan kişiyi rektör yaptı. Şayet seçim yapılıyorsa uyulması
gerekir. Cumhurbaşkanı yaptığı atama ile koyduğu kuralı çiğnedi, yerine
getirmedi. YÖK kararnamesini iade gerekçesinde kendi koyduğu kurala uymalı
idi.”diyerek rektör atamalarında
demokrasinin çiğnendiğini söyledi.
EŞİ
BAŞÖRTÜLÜ DENEN REKTÖR ADAYININ EŞİ
BAŞÖRTÜSÜZ ve GÜVEN ERKAYANIN ADAMI OLDUĞUNU SÖYLÜYOR
DİCLE Üniversitesi eski Rektörü Prof. Mehmet Özaydın da 214 oyla birinci
seçildiği halde atanmayanlar arasında. Atanmama sebebi, "irticai
kadrolaşmaya göz yumması, karısının başının kapalı olması" gösterilen
Özaydın’ın eşi Sevim Özaydın
"Bu yanlış karardan dolayı Atatürk'ün kemikleri sızlıyor. Ben vefat eden
Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'nın yıllarca özel kalem müdireliğini
yaptım. Bu suçlamalar onun da kemiklerini sızlatır...
Diyarbakır'da kadınların imajını
değiştirerek laik demokrasi inancını geliştirdim..."diyerek eşi
Prof. Mehmet Özaydın asker kökenli olduğunu söylüyor. Bu gelişmeler üzerine
"irticai" olduğunu Yüksek Askeri Şura yıllarca nasıl atlamış?!”sorusu
akıllara geliyor.
RÖPORTAJ:
Necati Çavdar Eski Erzurum Milletvekili Doç.Dr. Ömer
Özyılmaz.
YÖK İMHA DEĞİL İSLAH EDİLMELİDİR Bir çok çevreler kurulduğundan beri hep tartışılan YÖK'ün tamamen kaldırılmasını savunurken
bir kısım çevreler islah edilmesi için
son olayları bir fırsat olarak görüyor. Bu son görüşü savunmalardan
biride eski Erzurum Milletvekili
Doç.Dr.Ömer Özyılmaz. Özyılmaz hem
bir akademisyen olarak, eğitim-öretimin içinde, hem de siyasetçi olarak
tartışmaları ve YÖK'ü yakından izliyor. Bizde YÖK’ün dünü ,bugünü ve yarınını
Özyılmaz ‘a sorduk: BU GÜNKÜ YÖK,İHTİLAL ŞARTLARINDA OLUŞTURULMUŞ OLUGARŞİK BİR KURUM -Bizde
YÖK'ün işlevi nedir? -Bizim ülkemize baktığımızda, bizdeki eğitim
yönetimi üst kuruluşu olan YÖK'ün , dünyanın değişik ülkelerindeki benzer
kuruluşlarla çok ayrı bir çizgi ve yapılanma içerisinde olduğunu görürüz.
Diğer ülkelerdeki eğitim yönetimi üst organları, üniversitelerde eğitim
öğretim faaliyetlerinin koordine edilmesi,
standart belirlenmesi, denetlenmesi ve
onlara. danışmanlık hizmetlerinin yürütülmesi ile meşguldür.
Bizdeki Y.O.K. yönetimi ise, bütün bu asli görevlerini ya terk etmiş veya
ihmal etmiş, kendisine asıl görev olarak da baskı ve dayatmalarla
üniversiteyi inzibat (sindirme) altına
almayı benimsemiştir. Böylece
bugünkü yapısıyla Y.O.K., üniversitelerimize destek değil,
köstek olmaktadır. Bunun sebebini de, Y.O.K.' ün kuruluş ve yönetiminin
oluşturulmasındaki anlayış ve düşünce ikliminde aramak gerekmektedir. Her şeyden önce Y.Ö.K., ihtilal döneminin ürünü bir
kuruluştur. Ayrıca 1980 öncesi üniversitelerdeki anarşi ve terör
oluşumuna karşı kurulmuş,
"tepki" kurumudur. Y.Ö.K.' ün kuruluş felsefesi tepkisellik üzerine
bina edilmiştir. Buna ek olarak belli birtakım anlayışlar dayatmacı
metotlarla üniversiteye dikte ettirmeyi esas kabul etmiştir.
Bütün bunları yapabilmesinin bir bakıma sigortası olarak da Y.O.K.
üyelerinin belirlenmesindeki usul görülmüştür. -Bu günkü şartlarda YÖK’e ihtiyaç var mı dır? -Bu günlerde YÖK çokça tartışılıyor. Bunun böyle
olmasında hem YÖK'ün 12 Eylül darbe
rejiminin ürünü olan bir
kaç oligarşik kumrumdan biri olması,
hem de uygulamaları ile kuruluş gayesine uygun bir tavır içinde bulunmasından
kaynaklanmaktadır. Ve kurulduğu günden beride tartışmalar sürmektedir. Bir
çok kesim YÖk'e duyulan öfkeden dolayı tamamen kaldırılmasını istiyor. Ancak
YÖK veya benzeri kurumlar bir
ihtiyaçtır. Tepki yerine islah etmek en uygunu diye düşünüyorum. YÖK'e
ihtiyaç vardır ancak, bugünkü baskı, korku ve endişe verici uygulamaları devam ettirmek ise, hem topluma, hem de o
insanlara yapılabilecek en büyük
kötülüktür. Çünkü bugünkü uygulamaları
bilim gösterdi ki, bilim insanının bilim üretmesini, toplumun da
üretilecek olan o bilgiden yararlanmasını engellemektedir. Bu durum ise, geri
kalışımızın en önemli sebeplerindendir. Öyleyse üniversitelerimiz
ideolojilerde arınıp demokratikleşmiş, özerk bir yapıda, özgür bir rekabet ortamına sahip
kuruluşlar haline getirilmelidir. Her insan bunu
gerçekleştirme konusunda topluma karşı
yükümlüdür.Eğitim – Böyle bir eğitim kuruluşuna ihtiyaç varsa nasıl
olmalıdır? -Eğitim yönetimi üst kuruluşu bizde olduğu gibi dünyanın pek çok
ülkesinde de vardır. Üniversitelerin, bir bütün olarak eğitim-öğretim
faaliyetlerinin kamu adına görevlendirilmiş "eğitim yönetimi üst
organı" tarafından planlanıp koordine edilmesi ve denetlenmesinde
elbette pek çok yarar vardır. Bugün ülkemizde olduğıı gibi dünyanın her
tarafında eğitim, yükselen bir değerdir. Herkes eğitimden yeterince nasibini
almak için uğraş veriyor. Bu çerçevede her kademede okullaşma oranı gün
geçtikçe yükseliyor. Her geçen gün çoğalan bu okulların gerek politikalarının
belirlenmesi, gerek yürütmede okullar arası birlik ve bütünlük sağlanması ve
gerekse denetim faaliyetlerinin yerine
getirilmesi için üst
kurullar oluşturulmaktadır. Bizim ülkemizde ilk ve ortaöğretim
kurumlanın bu manadaki eğitim yönetimi üst kurumu Milli Eğitim Bakanlığıdır.
Üniversitelerin eğitim yönetimi üst kurumu ise, üniversite ve yüksekokulların tamamını şemsiyesi altında bulunduran YÖK.'
dür. Böyle bir organa bugün gerçekten
ihtiyaç vardır. Zira sayıları yetmişi
geçen ve bundan
sonra da artma
potansiyelini bünyesinde bulunduran üniversitelerimizin hem
politikalarının belirlenmesinde, hem denetimin sağlanmasında, hem de
yürütmede birlik ve bütünlüğün oluşmasında koordinatör görevi yapacak bir üst
kurula ihtiyaç vardır. Şüphesiz burada
kastedilen "birlik",
"tek tiplik" veya "tekillik" değil,
"çoğulların" ve çoğulculuğun arasında bir koordine yi önermektir.
|
DEVLETTE SORUMSUZ KURUM OLMAZ
Diğer ülkelerde uygulama nasıl?
-Eğitim yönetimi üst organı bir okul değil, dolayısıyla bir üniversite ve
yüksekokul gibi araştırma ve eğitim- öğretim faaliyetlerinde bulunmaz.
Bu kurumun, profesyonel
bir "yönetim" ve "danışmanlık" kurumudur.
Dolayısıyla bu kurumun, teşkilatlanmasının, kuruluş gayesinin ve görevlerinin
çok iyi belirlenmesi gerekir. Her şeyden tince bu kurum, kamu adına bu
görevleri yapacağı için kamuya, halka karşı sorumlu olmalıdır. Nitekim dünyanın
değişik yerlerindeki uygulamalar da bu yöndedir. Hiçbir yerde bu kurum devletin
sorumsuz bir organına bağlanıp, ona karşı sorumlu hale getirilmemiştir. Aksine
eğitim yönetimi üst kurumunu halk, ya yerel ve ulusal bazda yaptığı seçimlerle
veya ülke yönetimi için seçtiği insanlar eliyle belirlemiştir. Esasen
demokrasilerde her kurum dolaylı ya da dolaysız olarak halka karşı sorumludur.
Eğer bir kurumun yöneticilerini halk
beliriyorsa, o kurumun yöneticileri
doğrudan halka karşı sorumlu olur. Şayet halkın seçtikleri eliyle bu belirleme
işi gerçekleşiyorsa, o zaman da bu yöneticiler, seçilenler vasıtasıyla halka
hesap verirler. Aşağıdaki tabloda, çeşitli ülkelerin yükseköğretime yönelik
eğitim yönetimi üst organlarının durumu şöyledir:
EĞİTİM YÖNETİMİ ÜST ORGANLARI
ÜLKE ADI EĞİT.BAKANLIĞI Y. ÖĞRT. B.LIĞI DİĞER
ALMANYA
X (FED/EYAL)
AZERBAYCAN X
B.KRALLIK
X
ÜNV.KONS
BELÇİKA
x (MEB) Y.ÖĞRT.KONS.
BREZİLYA
X
EYAL.EĞT.KUR.
BULGARİSTAN X
Y.ÖĞRT.KONS.
D ANİMARKA
X BÖLGE
REKTÖR.
FRANSA X (MEB)
GÜNEY A,FRİKA
X "
Y.ÖĞRT.KOMİSYON
HOLLANDA
X
İSPANYA X
İTALYA X
X
JAPONYA
X
-
PAKİSTAN
X (FEDIEYAL) -
S.ARABİSTAN X X
-Bu durumda YÖK'ün işleyişi
ne olmalı dır.
-Tabloda da görüldüğü
gibi
1-Eğitim yönetimi üst
organları büyük ölçüde o ülkelerin Milli Eğitim Bakanlıklarına bağlıdır. Esasen
bu, o kurumun ulusal iradeye karşı sorumlu olduğunu gösterir.
2-Bazı ülkelerde eğitim
yönetimleri, o ülkelerce oluşturulmuş olan bölgesel ve ulusal bazdaki eğitim
yönetimi üst organlarınca yürütülmektedir ki, oralar incelendiğinde bu
kuruların yerel ve ulusal irade tarafından oluşturulduğu ve ona bağlı ve
sorumlu oldukları görülür.
3-Dünyanın hiçbir
demokratik ve gelişmiş ülkesinde, eğitim yönetimi üst kurumunun üyelerini
'seçme ve atama işini, halka karşı sorumsuz olan Cumhurbaşkanı yapmamaktadır.
Çünkü bu konu bir üniversite sorunu olduğu kadar bir demokrasi soı-unudur. Demokrasilerde,
milli irade dışına çıkarılmış bir kurum olamaz. Şayet böyle bir durum olursa,
orada da oligarşik bürokratik adacıklar ve/veya bürokratik krallıklar
oluşabilir demektir ki, böyle bir oluşuma asla fırsat vermemek gerekir.
4-Halka karşı sorumlu olan
kurullar, halkın gözbebeği mesabesinde olan kurumalara karşı daha titiz, daha
demokratik ve daha yararlı olmaya çalışırlar. Aksi halde halk onların hesabını
sandıkta görür. Üniversiteler, halkın gözbebeği ve geleceği olduğu için, bu
kural orası için daha iyi işler.
-Bu ölçüler içinde biz hangi
ülkelere yakınız? -Maalesef biz bu konuda Küba,
Sudiarabistan gibi antidemokratik
ülkelerle yanyanayız. -YÖK'üyeleri demokratik usullemi atanıyor ki demokratik uygulama bekliyoruz? - Bizdeki eğitim yönetimi üst kuruluşu olan Y.Ö.K.
üyelerinin belirlenmesindeki usulün, dünyanın hiç bir demokratik ülkesinde
olmadığını görürüz. Diğer bir ifadeyle YÖK üyelerinin belirlenmesi, usul
yönünden
anti-demokratiktir. Dolayısıyla
demokrasi dışı usullerle oluştunılmuş
olan bu kurum, kurulduğu günden beri üniversitelerde baskı ve dayatmayı
kendisine şiar edinmiştir. Y.O.K. tarihine baktığımızda baskı ve dayatmanın
konjonktürel olarak değişik görüş ve düşünce sahiplerine yöneldiğini görürüz. Şimdi artık, kurulduğu günden beri, varlığı,
yönetiminin oluşumu ve uygulamaları
hep tartışılan bu kurumla ilgili olarak, radikal değişikliklerin
yapılması zamanı gelmiş de geçmektedir. Bu çerçevede değişikliğin, kurumun
isminden başlaması gerekir. Böylece ülkemizdeki eşitim yönetimi Ust kurumunda
yeni ve beyaz bir sayfa açılmış olur. -Peki nasıl bir değişiklik ve maksadı ne olmalıdır? - Demokratik usullerle belirlenecek olan bu yeni
kurumun, demokratik uygulamalarına
alem olacak yeni
ismi "ÜMVERSİTELER KOORDİNASYON BAŞKANLIĞI olmalıdır. Üniversiteler Kordinasyon Başkanlığı kurumunun
eğitim öğretim hayatımızdaki yeri, dünyanın değişik ülkelerindeki
kardeşleriyle aynı olmalıdır. Yani ideolojik ayırımcılıktan tamamen uzak
olarak, ülkemiz üniversiteleriyle koordine bir çalışma sonucu, bilim
üretiminde ve eğitim öğretim faaliyetlerinde standart belirlemek, bunları
bilimsel ölçeklerle denetlemek ve devletimizin üniversitelere aktardığı
ekonomik kaynağı, onlara adil ölçülerde paylaştırmak onun esas ve yegane
görevi olmalıdır. Bunun yapılabilmesinin ilk şartı ise, Üniversiteler
Koordinasyon Başkanlığının üyelerinin demokratik usullerle belirlenmesidir. YÖK ÜYELERİNİ MECLİS SEÇMELİ -YÖK'ün bu yapısı değiştirilmedir diyorsunuz.,nasıl değiştirilmelidir? -Bize göre
Üniversiteler Koordinasyon Başkanlığının
üyelerinin belirlenmesi, demokrasinin kalbi olan T.B.M.M.ce yapılması
en uygun olanıdır. Burada şöyle bir usul takibedilebilir. l5 kişiden oluşacak
olan Üniversiteler Koordinasyon Başkanlığının üyeleri 5 yıllığına seçilir.
Seçimde, adayları TBMM.de grubu bulunan partiler gösterir. 15 kişilik
üyelikler, partilerin TBMM Başkanlık Divanındaki ağırlıgına göre her partiye
tahsis edilir. Partiler de kendi kontenjanına düşen üye sayısının iki katı
üyeyi aday olarak TBMM Başkanlığına bildirirler. Sonra belirlenecek bir günde
TBMM.'de seçim yapılır. Yalnız her partitıin gösiereceği adaylar içerisinden,
o partinin kontenjanı adedince insanın o lisieden seçilmesi şart olmalıdır.
Böylece iktidar ve muhalefet ayrımı yapılmaksızın her parti, dolayısıyla
milletin büyük çogunlugu, Oniversiteler Koordinasyon Başkanlığı Üyelerini
seçmiş olurlar. |
İsmiyle, üyelerinin seçimindeki demokratik
yöntemlerle, yepyeni bir kurum olan üniversiteler Koordinasyon Başkanlığının
görevlerine gelince, bunun çok iyi belirlenmesi gerekir. Ne bölüm başkanı,
dekan ve rektörün görevini üstlenip orada huzursuzluklara sebebiyet verecek,
ne polis ve yargının yapacağı işleri kendine iş edinecek, ne hayali bir takım
düşmanlar icat edip insanlara boş yere baskı ve zulüm yapacaktır. Bunlar ve
benzeri, kendisini ilgilendirmeyen işleri, ilgililere havale edip, esas
kendisinin varlık sebebi olan işlere yönelmesi gerekir. Onlar da özet olarak: a- Üniversitelerle
işbirliği yaparak, oralardaki bilimsel çalışmalar ve eğitim-öğretim
faaliyetlerinde akademik standart belirlemek, b- Devletin üniversitelere ayırmış olduğu kaynağı,
çeşitli kalemler yoluyla ve adil ölçüler çerçevesinde üniversitelere
dağıtmak, C- Üniversitelerin, kanunun tahsis ettiği ekonomik
kaynağı kullandığı halde, belirlenmiş olan hedef ve standartlara ulaşıp
ulaşmadığını denetlemek, gözetlemek ve bunun yanında onlara danışmanlık
yapmak, d- Bütün üniversitelerdeki yönetim ve yürütme
işlemlerinde birlik ve bütünlük sağlamaya çalışmaktır. Burada dikkat edilmesi
gereken husus, üniversiteler Koordinasyon Başkanlığının tıpkı Y.Ö.K. gibi
kendi asli görevini bırakıp bir yürütme organı haline dönüşmesine fırsat
verilmemesidir. Ü.K.B. bir yürütme kurumu değil, koordinatör bir kuruluştur.
Asıl görevi ise, yukarıda anlattığım gibidir. Bu çerçevede beşer, onar yıllık
üniversiteler master planı hazırlatması ve üniversiteleri o master planında
belirtilmiş olan hedeflere ulaşmaya teşvik etmesi onun asli görevlerinin
başında gelmelidir.
|
Üniversiteler Koordinasyon Başkanlığı’nın kuruluş gayesi ise yukarıda belirtilen
görevleri yerine getirmek olmalıdır. Bu kurum hiç bir zaman ideolojik bir
saplantı içerisine girip de, devletin başka kurumlarının üstlenmesi gereken
görevlere talip olmamalıdır. Esasen her kurum kendi görevini tam olarak
yürütürse, artık bazı kurumların bazı şeyleri koruma ve kollama ihtiyacı da
ortadan kalkar.
Oooooooooooooooo--------------------------oooooooooooooooooo
Necati Çavdar
İKİ SICAK KONU VE...
16/07/1999 14:37:27
AYGÜN “ANKARA KAVURUYOR”
Ankara çok sıcak günler geçiriyor...
Adeta ortalık kavruluyor.... Ancak Ankara’daki yetkililerin aldığı karalarla
tüm Türkiye kavruluyor. İşçi, memur, emekli, esnaf ve Cumhuriyet tarihinde ilk
defa çiftçilerde sokaklarda... Tabanları kaynamasına rağmen ”Beşli çete”
Disk(Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu),Türk-İş,(Türkiyenin en büyük
işçi sendikaları
konferedasyonu.)TOBB(Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği),TESK(Türkiye
Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu),TİSK(Türkiye İşverenler Sendikası )’den
çıt yok. Hakkını yememeli TİSK Başkanı Refik Baydur, yeni eseri “Bizim Çete” kitabıyla meşgul. Bu şartlarda
ATO Başkanı SİNAN AYGÜN’ü ziyaret
ediyoruz. Aygün Ankara’da yerel olarak görülen bir sivil toplum kuruluşunun başkanı. Ancak
Aygün, hem Türkiye’nin en büyük ikinci
odasının başkanı hem de Melih Gökçek gibi Ankara yerelinde hizmet üretmesinin
ötesinde tüm Türkiye’de takip edilen
biri.
Aygün’e gönül isterdi ki sizi işlerin iyi yürüdüğü bir zaman ve bunun verdiği serinlik içinde
ziyaret edelim. Ancak bir sendika
lideri hükümetin ekonomik politikası ve buna karşı oluşan toplumsal
tepkileri kast ederek “Bu yaz sıcak
geçecek” demişti. Sendika liderimizin hava raporu uzmanı olup olmadığını
bilmiyoruz. Fakat bu yaz gerçekten kavurdu. İş alemi nasıl? diye soruyoruz.
Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu
mevsim normalleri üzerinde seyreden hava durumuna benzeterek"
Ankara Kavuruyor" diye özetledi.
Türkiye’nin çözülemeyecek meselesinin olmadığını belirten Aygün görüşlerini satırbaşları ile şöyle dile
getiriyor:”Türkiye büyük bir ülke. Her şeye rağmen düzelmeyecek ve
yönetilmeyecek bir yönü yok. Ancak yönetim sıkıntısı var. Ankara aldığı
kararlarla ülkeyi kavuruyor. Türkiye
suni gündemlerle meşgul ediliyor. Türkiye’nin esas gündemi ekonomidir. Bir an
önce “Çete,mafya,Ağaca, Koalisyon, Komisyon, Aklama ve haklama gibi gündemlerden uzaklaşarak ekonomiye dönülmesi
gerekir. TBMM tatilini kısa tutarak
Türkiye’nin asıl gündemi üzerinde çalışmalıdır.
Çünkü
işte SOS işareti veren ekonomik
veriler:
Bu yıl iki binden fazla üyemiz bize
baş vurarak işyerinin kepenklerini
kapattı. Bize bildirmeden kapatanların sayısıyla bu rakam dört bini geçer.
Bu aile fertleri ile Sadece 20 bin
kişiyi,her dükkanda 5 kişi çalışsa
toplam 100 bin kişinin işsiz kalması demektir. Bu arada bir anket yaptık işte
anket sonuçları:
Geçen yıl ki ciromuz azaldı. Geçen yılkı konumunu bile koruyamadım diyen : %64 - Karlılığım
azaldı diyenler : %83-Yeni yatırım yapmayacağım diyenler %92,3- Vergilerimizi
veremiyoruz diyenler :%81- Hiç siftahsız dükkan kapatanların oranı:%76 -Hükümetin bütçe hedeflerini yakalayamaz
diyenler:%88,8
ÜLKEYİ DURDURARAK ENFLASYON ÖNLENMEZ
Biz ülkemizin 25 yıldır enflasyon
şampiyonu olmasını elbette istemiyoruz. Böyle bir dereceyi de halkımız hak
etmemiştir. Bunda halkımızın bir suçu da yok. Ancak ülke durdurularak enflasyon önlenmez. Eldeki
tüm veriler ülkenin geri gittiğini gösteriyor. İnsanlar ekmek teknelerini terk
ediyor. Dükkanlar kapatılıyor.1945lerden sonra ilk defa ülkemiz eksi büyüme hızına
girdi. Bu ne demektir? Milli hasılada küçülme, yatırımlarda küçülme,
işsizliktir. Böyle ülke daraltılarak,
sıkarak enflasyon önlenmez.
DEPREM YAŞIYORUZ
“Geçen yıl üç tane deprem oldu.” Diyen Aygün’ün sözlerine karşı nasıl olur?diyecek oluyoruz.
O devam ediyor: “ Çünkü, birincisi
gerçek depremdi diğerleri ekonomik.
Deprem 5 milyar dolarlık bir zarar meydana getirdi. Ama bizden 16 milyar dolarlık kazanmadığımız parayı aldılar. Dolayısıyla üç
tane deprem yaşadık. Ülkeyi sürekli
sıkıyorlar.
VATANDAŞ TEHLİKE SAYILAMAZ
Türkiye’de önemli bir yönetim hatası da vatandaşların bir kısmının
tehlikeli sayılmasıdır. Vatandaş şu ve
bu nedenle tehlikeli sayıldığı için yatırım yaptırılmıyor. Ama IMF’den 300
milyon dolar almak için olmadık tavizler
veriliyor. Böyle bir mantık olmaz. IMF
yerine yurt dışındaki vatandaşlarımıza yönelseler milyar dolarlar alırlar. ve
bunun hiç bir riski de olmaz. Ama IMF’den alınacak üç beş kuruş için olmadık
siyasi bedel ödeniyor.
BİZİ
COTTERALLİ İDARE EDİYOR
- Diyen Aygün’e şaka ile siz de
artık içinde bilindiğiniz durumun
zorluğu için hükümet yerine Coteralliyi muhatap alsanız?diyoruz”Aygün “Maalesef
.. “diye cevabı yetiştiriyor. Ve devam ediyor:”Toplumun her kesimi ayakta ve bu
uygulanan ekonomik kararlara itiraz
ediyor. Hükümet kimseyi dinlemiyor. Ama
Cotteralli dinleniyor. Hükümet onun sesine kulak veriyor. Coteralli şu an
Türkiye’nin en muhterem adamı durumunda. Bizde onun sesimizi duymasını istiyoruz
. Ancak Coteralli’ ye 300 dolarla nasıl yaşanacağının izahını birilerinin
yapması gerekir.
DEVLET KENDİ HARCAMALARINI GÖRMÜYOR
Hükümet bizden
aldığı vergileri artırıyor.
Devlettir artırır ancak kendi
harcamalarını kısmak için tedbir almıyor. Bu gün en büyük kara delik kamu harcamalarıdır. Bunun
tedbirinin alınması gerekir. Kendileri memur fazlamız var diyordu. Kamuda gelen
giden hükümetler memur kadrolarını şişirmişler diyordu. Ama bu gün 70 bin kişi
alıyorlar bunu neyle izah edecekler?”
MEDYA GÜNLÜK GÜNEŞLİK GÖSTERİYOR
-Aygün’e söz arasında halkın
sıkıntı içinde olduğu görülmesine rağmen medyanın durumu iyi göstermesi
neden? diyecek oluyoruz. İşte medyayla arasını açmamak için ince elenip sık
dokunarak verilen cevap:“Medya ekonominin günlük güneşlik olduğunu gösteriyor. Ancak onlar ithalata bakarak bunu söylüyor. Yoksa
üretim bazında ülke SOS veriyor.”
ALMANYA’YA NE OLDU? ...EKSİĞİMİZ
DEMOKRASİ
Aygün’e sormaya devam ediyoruz: ” Bizim ekonomik sıkıntılarımızla demokratik sıkıntılarımız arasında bir bağ görüyor musunuz?”
-“İkinci dünya savaşı öncesinde
Almanların milli hasılası kişi başına 350 dolardı. Bizim 500 dolar. Onlar
savaşa girdi biz girmedik. Ama gelinen nokta açık. Buda gösteriyor ki bizde bir
şeyler eksik. Onlar demokrasiyi erken yakaladı. Biz hala demokrasi yönünden sıkıntılıyız. Açıkça görünüyor ki ülkede demokrasi eksikliği
kalkınmayı da engelliyor. Bunu görmek için son zamanlardaki demokrasi
uygulamalarını ve ekonomik verileri yan yana koyun gerçek ortaya çıkar.
Kalkınmayı yakalamak için demokrasi önündeki tıkanıklarında açılması gerekir.
Baskılar artıkça ekonomide zora giriyor.
NİÇİN YAKALANMIYOR
-Bu gün kredi borcunu ödemeyen çiftçi
icra takibi yapılıyor, kimide hapse giriyor. Ama batan bankalarda “malı
götürenler”yakalanamıyor. Niçin?
-Bunun mantığı yok. Bir gecede bankaları boşaltanların yakalanmamaları mümkün değil. Batan bankalar için 5 milyar dolar harcandı. Depremin faturası da 5 milyar dolardı. Bunun için evi,arabası olandan ve tüm kesimlerden boğazına basılarak paralar toplandı. Ancak beş banka deprem için toplanan paraları paraya eş değer parayı bir gecede alıp götürdüler. Bunun sorumlusu kimlerdir, niçin yakalarına yapışılmıyor? Ben bilgisayarımın bir tuşuna bastığımda kim borçlu ortaya çıkıyor da devlet kendine kazık atanı bilmiyor mu? Onları neden teşhir etmiyor? Efendim ticari sır diyorlar. Böyle ticari sır olmaz. Onun arkasına saklanmasınlar. Birde kamuda görev zararı deniyor. Bu zararları milletin sırtına yüklüyorlar. Görev zararı olmaz. Yapanların yanına kar kalması için böyle diyorlar. Zarar ettirene ödetmek gerekir. Veya zararı kim yaptıysa yakasına yapışılmalıdır.
SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI SUSKUN
-İşçi,memur ve çitçi gibi tüm sosyal
kesimler sokaklarda. Ancak bir zamanlar
hiçte işleri olmadığı halde sokaklara çıkanlar ve bildiriler yayınlayan bazı sivil toplum kuruluşları bu gidişten
memnun gibi sessiz. Gerçekten sivil toplum kuruluşları ne kadar sivil?
Aygün bu soru karşısında biraz
duruyor. Belli ki tabanlarının
sesini yüksek sesle yukarı intikal
ettirmeyen “sivil toplum kuruluşlarından “ rahatsız ..-“Sivil toplum
kuruluşları sıkıntılarını dillendirmelidirler. Herkes kendi evinin önünü
temizlese mesele biter. Herkes konuşmalıdır. Biz konuşuyoruz konuşmaya da devam
edeceğiz. Başkalarının da konuşması gerekir? Neden susuyorlar onlara sormak
gerekir.” diye cevaplıyor.
/////////////////////////////
KURBANIN DERİSİ ,TACOY’UN DİRİSİ
TAÇOY’DAN HESAP SORULSUN..!
Necati Çavdar-Ankara
“Uçuşa elverişli olmadığı” Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü Raporu ile uçuşları durdurulan Türk Hava Kurumunun (THK)
uçaklarında uçmak zorunda bırakılan ve
bu yüzden şehit olan pilotların aileleri
feryat ediyor.”Evlatlarımızı ölüme gönderenlerden hesap sorulsun.!”
THK’nun Atatürk tarafından çok
güzel gayelerle kurulduğunu söyleyen aileler”Atatürk Türk çocuklarının
havacılık alanında yetiştirilmesi ve dünya çocukları ile yarışması için THK’nu
kurdu. Bunun için milletimiz çok ulvi duygularla kurban derilerini ,fitre ve zekatlarını bağışlayarak destek oldu.
Ancak yöneticileri eliyle bu kurum hem
maddi hem manevi zararlara sokuldu. Kamuoyunda bu yöneticiler yüzünden kurum
yıprandı. Buna kimsenin hakkı yoktur. Kurumu bu hale getirenlerden mutlaka
hesap sorulmalı. Evlatlarımızın ölümüne
sebep olanlar gerekli cezaya çarptırılmalıdır.”diye kurumun başındakilerden
yetkililerin hesap sormasını istediler.
Anadolu Ünüversitesi Havacılık Bölümünün ilk uçuşu yapan pilotu
Serhan Uzun 27 Mayıs 1995’te Dromader M-18 tipi zirai ilaçlama uçağının Eskişehirde düşmesiyle
şehitolmuştu.Kendisinden önce bu tür
uçakların düşmesi sonucu 6 pilot daha şehit olmuştu. Serhan’ın babası
Neşat Uzun “Benim oğlum Serhan
yedincisi. Oğlumdan sonra üç arkadaşı daha şehit oldu en sonun da bir albayın
oğlu yine bu tür ucağın kullanılması sonucu
şehit olmasından sonra uçuşlar durduruldu. Bir pilotun yetişmesi hem biz
aileler için hem de devlet için kolay olmuyor. Biz onu ne şartlarda yetiştirdik.Benim
çocuğum bizim şartlarımızı da düşünerek
Eskişehir’de yemeklerini sadece simitle
geçiştirirdi.Ama onu tam faydalı olacakken bozuk uçaklarda mahvettiler.”dedi.
TAÇOY İSTİFA İLE KURTULMAMALI
”Oğlumun şehit olmasından sonra biz
neye uğradığımızı bilemedik.Dolayısıyla her her hangi bir araştırma yapamadık.
Bizi o psikoloji ile hemen cenazenin defni için sıkıştırdılar. Sanki bir an
önce işis bitirmek istiyorlar gibi bir metod uyguladılar. Akşam telefon geldi
biz zaten yıkıldık. Eskişehir’e bile gidemedik. Alelacele memleketimiz olan
Nevşehir’e giderek orada defin yaptık. Atatürk
bu müesseseyi Türk havacılığının gelişmesi için kurmuş ancak
yöneticiler bu hale getirdiler.
Sorumlularının cezalandırılmalarını istiyoruz .THK Türk Milletinindir.
Ancak kurumu yönetenler parçası dahi
bulunmayan uçakları alarak ölümlere
sebep oldular. Taçoy istifa etmekle kurtulamaz. Yaptıkları yanlışlarnın
bedeli vardır.Bu yanlışları cocuklarımız canlarına mal oldu .THK gibi nadide
bir kurumu Atatürk kurmuş kimin eline bırakmışta ,bunlar karartmış.Taçoy ve tüm
yönetimi olaylardan sorumlu .Bu ülkede
bunların hesabını soracak bir yetkilisi yokmu.?”diye soran Uzun
“Şimdiki gelen yönetimden bu güzel
kurumun bunlardan hesap sormasını,evlatlarımızın hakkını savunmasını
bekliyoruz.”diyerek yeni THK yönetiminden konunun araştırılarak hesap sormasını
istedi..
Uzun ,kurum çalışanları üzerinde
baskıların olduğunu dile getirerek”Bu olaylardan sonra çoğu pilotlar kurumdan
istifa ederek başka yerlere geçmek zorunda kaldılar. Bazı arkadaşlarını da
konuşacak, gerçekler ortaya çıkacak diye başka yerlere adeta sürüldüler.
Oğlumdan önce uçağa aynı uçağa kullanan
Alper Yalçın ismindeki arkadaşı “Bir daha ben bu uçaklara binmem demiş.Onu da
İstanbul’a sürdüler .O çocuğu bizimle
konuşturmadılar. Onun üzerinde çok baskılar vardı. Defalarca aramamıza rağmen
telefonlarımıza çıkmadı. Bir daha beni aramayın demiş. Olaydan sonra deli gibi
oldu dediler. Serhan’ın en yakın arkadaşı idi .O bir çok olumsuzlukları biliyordu. Ama
söyleyemedi,söyletilmedi. Bir yıl önce istifa ettiğini öğrendik. Uçakların
düşüşünü TKH genellikle pilotaj hatasına bağladı. Ancak bir miktar para almamız
dolayısıyla susmamız içinde 60/40 oranında pilotlar suçlu gösterildi.”diyerek
THK’da yaşananları anlattı.
YÖNETİCİLER SORUMLU
THK’ uçaklarında şehit olan pilotun
ailesi şunları dile getiriyor:
-Bu uçakları kullanabilmek için pilotların belli bir eğitimden geçmeleri gerekirken bu
yapılmamış. Uçaklar konusunda uzmanlaşma sağlanmadan çocuklarımız kullanmaya
zorlanmış.
-Uçaklar daha yeni kullanımında
arıza vermeye başlamışlar .GAP’ın açılışında ki ilk seferde bile motoru durmuş
- Bu uçakların uçamayacağına dair sivil Havacılık
tarafından verilmiş uçamaz raporu olduğu
halde yine de uçurulmuş.
- Uçakların yedek parçası olmadığı
için yeteri bakımları yapılamamış .Çocuklarımız bakımları yapılmayan ve teknik
kontrolsuz uçaklara verildi.
UÇAMAZ RAPORU UÇTU
Ulaştırma bakanlığı Sivil Havacılık
Genel Müdürlüğünün 1982 de “Bu uçakların uçması sakıncalı” diye rapor
verilmesi üzerine uçaklar uçuşa
yasaklanması gerekirken rapor sümen altı
yapılarak ilgili rapor THK da “uçtu.”
RAPORLARI NE YAPTIN TACOY
Serhan Uzun’un uçağının düşmesinden önce THK uçaklarının ne durumda
olduğu gazete manşetlerine de geçmişti.
O dönemin gazetelerinde şunlar
belirtiliyordu:
-Uçakların teknik bakım eksikliği
ve yedek parça noksanlığı nedeniyle düştüğü rapor edildiği halde,THK çoğu
kazayı pilotaj ve hava muhalefeti olarak gösteriyorlar.
-Kazalarda THK filosunda bulunan
vedeğeri çok yüksek olan yirmi uçak kaybedildi.
-Bu kazalarda 17 kişinin hayatını
kaybettiğini,
-Bu
kazalardan sonra yapılan inceleme ve
araştırmalarda uçaklara teknik bakım yapılmadığı,yedek parça ihtiyacının temin
edilmediği ortaya çıktı.Sivil Havacılık genel müdürlüğünün dikkatini çektiğindenSivil havacılak 16
Haziran 1995 B.11.O.SHG.O.13.00.02.USD-342 sayı ile Ulaştırma bakanlığına
orasıda THK ya bildirerek uçuşların
derhal durdurulması isteniyor.THK Genel Başkanı Atilla Taçoy’un bu raporu sümen altı ettiği iddia ediliyor.
Kupür :Sivil havacılık bu uçaklar uçamaz dedi ama,Taçoy uçurdu.
Resim 1:Baba Neşat
Uzun.”Oğlumun hesabı sorulsun “
Resim 2.Safiye Uzun”Oğlum hep
şehitlik arzu ederdi.Ama ben oğlumun bile bile ölüme gönderilmesine
dayanamadım.
Annes Safiye ”Şehit olacağını
rüyasında görmüş. Dedesi Nevşehirli Abdullah Gürbüz’e bu gece Rüyamda Hz
.Fatımayı gördüm.Evimize misafirdi.”demiş.dedesi de ona “Uçağına baktır ve
abdest al.snamazını kıl”demiş.şehit olmayı çok isterdi.
-
Oğlum Türk havayollarının imtihanını kazandı ancak,kazandığını şehit
olmasından sonra öğrendik.haftaya gelip işbaşı yapsın dedi.tTelefon eden
görevliye o şimdi şehit dedim.
Biz kendisi ile gurur duyardık
övünürdük.O beni övvmeyin beni Allah övsürnderdi.Pilot elbisesi ile değil sivil
elbise ile gezmeyi tercih ederdi.,Gece namazına vecamiye devam ederdi.Maaşını alır
Çeçenistana,düşkünlere,amaliyat olanlara gönderirdi.
............................
|
DEVLET
DESTEĞİ İLE HALKIN KURBAN DERİLERİNE EL KOYAN THK'YA EL KONDU
Türk Hava Kurumu’ndaki yolsuzluk ve skandallar üzerine hükümet sessiz bir operasyonla kuruma el koydu.
THK'nın 18 Ekim 1994 tarihli ve 94/6127 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla kabul
edilen tüzüğü, 36. THK Büyük Genel Kurulu'na 5 gün kala 1 Kasım 1999 günü
Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlükten kaldırılmıştı. Resmi Gazete’de yayınlanan Bakanlar Kurulu kararı ile ,yolsuzluk
iddiaları üzerine soruşturmaları devam eden Türk Hava Kurumu’nun tüzüğü
yürürlükten kaldırıldı.
TOÇOY’UN KEMALİZM İSTİSMARI YETMEDİ
Söz konusu kararla Türk Hava Kurumu
yöneticileri Başta Genel Başkan
Atilla Taçoy olmak üzere tamamen devre dışı bırakıldı. Toçoy ve
yönetiminin kendilerinin “kemalist
olduğu için” çeşitli çevrelerce saldırıya uğradıkları yönündeki iddiaları,
THK’daki yolsuzluk ve suiistimaller
İçişleri bakanlığı müfettişlerinin hazırladığı THK raporu ile
kesinleşince geçersiz hale geldi.
Yönetim organlarının görevinin de sona ermesi nedeniyle kurumun yönetimi
başkanlığını Tümgeneral İbrahim
Büyükyumukoğlu, üyeliklerini ise avukat Olcay Mis ile emekli tuğgeneral Bican Erçakır'ın yaptığı üçkişilik bir kurula devredilmişti.. Bu
kurul ,Türk Hava Kurumu’nun yeniden yapılandırılmasına ilişkin tüzüğü
hazırlayarak Bakanlar Kurulu’na sunacak. Gerektiğinde kurul tarafından
belirlenecek şubelere ait organların havacılık faaliyetleri ile idari ve mali
işlere ilişkin görevleri ilk kongreye kadar devam edecek. THK yönetimine el
konması ile 6-7 Kasım 1999 tarihinde düzenlenmesi gereken
Genel Kurulu’da süresiz ertelenmişti.
///////////////////////
MAHİR KAYNAK :
Eldeki bulgular ve
Mumcunun öldürüldüğü yerdeki tatbikattan sonra elde edilen
resim nedir?
-Medyadan yansıyanlar ve
aktörlere baktığımızda Uğur Mumcu cinayetinin çözüleceğine ihtimal dahi
vermiyorum.
-İhbar
eden kişinin güvenilirliğine ve kişiliğine bakmak gerekir. Yusuf karakuş
kesinlikle güvenilmez birisi. Öyle durumlarda mantık aranır. Olayların gelişiminde mantıklı bir taraf yok. Zaten itirafçılar
elerine ne gelirse imzalayacak ve ne söylenmesi istenirse söyleyecek insanlar.
Bunlar zaten her şeye teşne ..
-Bunlar üç İran resmi
görevlisi bombayı koydu diyorlar.
Dünyanın hiç bir yerinde bu mümkün değildir. Aksi halde savaş çıkar öyle şey
olmaz.
-En ufak bir şüphem yok. Kesinlikle bundan bir şey çıkmaz.
-Tantan iyi bir polis olabilir. İyi niyetinden de şüphem yok
ancak istihbarat tan anlamadığı ortaya çıktı. Kendisini dolduruşa getirmişler.
Tantan’ı sıkıntıya sokmak için bir komplo olabilir.
ERGUN GÖKDENİZ:
İddia edildiği gibi
Bu olayın altından İran çıkar mı?
-Şu safhada İran demekte,İran yapmadı demekte yanlış.
FP ve bazı çevreler İran’la
ilişkileri bozmak için senaryo yapılıyor
demeye getiriyorlar.Buda yanlış.İranla aramızın bozulup bozulmayacağına
gelince,son zamanlarda ne zaman düzeldi ki? Kimi de derin devlet yaptı diyor. Bunun derinliği ne? Kim derin devlet?
Akit Gazetesi MİT belgesi diye belge yayınlıyor.Bu belge ne
zaman Akit’in eline geçmiş. Önceden vardı da
niçin şimdi yayınlıyorlar? Bu ve benzeri belgeleri onlara MİT servis yapıyor. Hedef
saptırıyorlar. Belki de bir kısım
çevreler celalleniyor.
Savcının elindeki iddiayı görüp ona göre yorumlamak gerekir.
EMNİYET İKİ PARÇA
Yayın yasağına rağmen
emniyette alınan ifadeler niçin
medyada yer alıyor?
- Şöhret olmak için. İstanbul polisi devre dışı dendi. Buda
yanlış bir tavırdı. Emniyet birimleri arasında her zaman çekişme olabilir.
Başka ülkelerde de bu böyledir. Son olayda Ankara emniyeti ile çalışıldığı için. İstanbul
emniyeti bu olayın şerefini paylaşamıyorum diye kıskançlıkla
medyaya bilgi sızdırıyor. Yayın yasağına rağmen kimsede takmıyor. Bu belge ve
bilgileri kim veriyor?
Uğuru öldürenin kim olduğunu bakmak için onun yazılarından
kimin rahatsız olduğuna bakmak gerekir. Özal zamanında bile bir çok kişiyi rahatsız etmişti. Uğur
ellindeki bilgileri sanki araştırarak mı buluyordu? Ona belgeleri MİT
veriyordu. MİT bir takım belgeler veriyor oda yazıyordu.
FEHMİ KORU KİMİN
TELKİNİ İLE YAZIYOR?
Basında bir sürü
olayı yorumlayarak yazan var. Mesela Fehmi Koru kimin telkinatı
ile yazıyor? Oda Uğur’u İran’lıların öldürmeyerek İsrail bağlantısı
üzerinde duruyor. Olayı saptırıyor.
HİZBULLAH
OPARASOYYONU LİLE YUMURTLAYAN TAVUK KESİLDİ.
Son yapılan
operasyonun ucu Hizbullah operasyonu ile
bağlantılı deniyor. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
- O operasyon hiç bir
şekilde tasvip edilemeyecek bir şov idi.
Şova yönelik bir operasyon idi.Velioğlu’nun yandakiler emniyetin ajanları
idi.Velioğlu’nu da onlar öldürdürmüştür.Hiç bir zaman yumurtlayan tavuk
kesilmez. Bazan bir oparasyon yıllarca sürebilir ama böyle bitirilmez.Veli
oğlunu yakın arkadaşları öldürerek
yumurtlayan tavuğu kestiler. Veli Oğlunun yakınnındakiler emniyetin
adamları olduğu için bazı bilgiler ellerinde olabilir. Savcının iddanamesine
kadar beklemek gerekir.
Savcılar iddianameyi hazırlayıp mahkemeye sunuyorlar ancak
bir çok nokta açık kalıyor. Bu olayda ucu açık olan maddelerden birisi
zanlıların İranlılar üzerinde yoğunlyaştırılması.İranlı dendimi mesele çözümsüz
hale geliyor. Onları nereden bulacak ve
nasıl sorgulayacaksınız. Bu mümkün değil.
Bir çok konuda İran resmi görevlileri yaptı veya yaptırdı
dendi ama devletin İstenmeyen adam ilan ettiği bir tane böyle İran resmi
görevlisi insan yok.Bunlar idare ateşe diyor ama bir şeyi bilmiyorvlar.
Elçiliklede Her ülkenin istihbarat
görevlisi idari ateşe olarak anılır.Onun görevi
zaten odur.Bizimde Mit ,ABD’de CİA
görevlileri elçilikmlerimizde
idari ateşe odlarak çalışırlar.
////////////////////////////////////////
CEYHAN MUMUCU:
UĞUR MUMCU CİNAYETİ ÜZERİNE
http://necaticavdar.blogcu.com/ceyhan-mumucu-ugur-mumcu-cinayeti-uzerine/16905095 13.05. 2000 - 10:12 Ceyhan mumcu: Konuşmak erken.Fazla bir şey çıkacağı kanısında
değilim.İddaname çıksın ona bir bakalım.Önemli olan bütün sonuca
bağlanmasıdır.Önemli olan ilk adım niteliği taşıyıp taşımaması
.Oonuda pazardan sonra göreceğiz. OLAYIN SEYRİ DEĞİŞEBİLİR -Belki yeni yeni isimler ortaya çıkıyordur.Olayın seyri
değişebilir.Bunlar hücre sistemi ile çalıştığı için bir yerde tıkanabilir. SADECE İRAN KAMUFLAJ OLABİLİR - Uzun
soluklu bir davadır. Önemli olan devlet kararlılığıdır. Bu güne kadar dost
ülkelere bir - şey
çıkarmayalım havası vardı. Veya o ülkeden bize zarar gelmez diye
düşünülüyordu. - Nusret
Demiral” Bunu çözemeyiz”diyordu. Niçin çözülemez?Yabancı örgüt işi olunca
kendi yurttaşınız ve aydınınız hedef tahtasımı?Uğur mumcunun katilinin
bulunmasından daha önemlisi bir daha cinayet işlemeyin,
yaptığınızda yanınıza kalmaz düşüncesinin hakim olmasıdır. Siyasetçiler
medyanında kışkırtması ile olayı aydınlatanları pişman
ederler bunuda biliyorum.Ama devletin kararlılığını görüyorum. - Güldal
Mumcu,”Ağar duvarın ötesine geçemeyiz dedi”diyor. Bu ne anlama geliyor? - Devletin
dayanışması. - Kimle
dayanışması? - Bir
birleri ile.Mehmet Cansever şunları şunları yapıyor deniyor.Adam
vali oluyor.Genel kurmay başkanı Ankara Valisine Uğur’u koru
diyor oralı olmuyor.Vali görevinde kalıyor.Nusret Demiral “bu yabancı örgüt
işidir .Cözemeyiz diyor. Ne kadar sorumluluk sahibi görevli varsa
terfi ediyor...Şimdi bile Adalet bakanlığı “Gözetim süresi kısıtlı
“diyor.Sanığı getirin diyorlar.Adalet bakanlığı getirmem diyor. Can güvenliği
ve devletin itibarı ile iligili,uluslar arası gözlerin üzerinde olduğu bir
dava açılıyor.Yinede git kardeşim ondan müsaade al,Adam
helikopterle gidiyor.Yorgunluk,dikkat dağınıklığı gibi şeyler.Oda dandik bir
şey.Onun evinde kaldı kalmadı gibi.Devlet onu getirse ne olur.Devlet bu
kadar hantal mı? - Argun
Çetin davasında MİT’e iş çabuklaşması için bir yazı yazılmış.Efendim Adalet
bakanlığına sormadan oraya yazı yazamasın diye yazı gönderiyorlar.Adalet
bakanlığına yazıncada farklı düşünülür.Milletin yüreği ağzına gelir.İşler
savsaklanır.Ben bakan olsam böyle bir şey olsa ben cebimden para
verir taksi bile tutarım.Adalet bakanı neden yardım etmiyor.Bir
sanığı Ankara’ya getirtmiyor. - Saatler
sayılı.Göz altı süresi sınırlı.Bu zaman kaybı sırasında belki savcı bir
isme,bir işarete daha ulaşır...Artık bunları toplum sorgulamalı. Çağdaş
toplumda usul suç en kısa zamanda en çabuk nasıl aydınlanıyorsa
öyle bitiriliyor. - DGM,Adalet
Bakanlığına ,orası başka yere orada bilmem ne. Başbakanlığıa,Başbakan
müsteşara o yardımcısına..Bunlar iş mi?Bunların hepsinin makamını mı
tanıyalım, saygı değer paraflarınızı öğrenelim.Ne var bunda
Türkiye’de savsaklanıyor. - İTİRAFÇI
KENDİNE SAYGISI OLMAYAN İNSANLARDIR - İtirafçı
ile bir şey aydınlanmaz. - İtirafçı
kendi geçmişne ve kendine saygısı olmayan insanlardır. İtirafçıdan
ben çok korkarım. Adaleti çok yanıltırlar. Bunun çok örnekleri tarihte görülmüştür. - İtirafçı
kim kendisine kazık attı ve kime kızdı ise ise onu söylüyor. Kendi
örgütü içinde öyle kimini kolluyor kimini kollamıyor. - HİZBULLAH
OLSA BİLE TAŞERONDUR - Bu
tür insanların durumu belli dir.Bunlar adamı satar. Adamın anlattığına
göre:Bunlarla belli dolara anlaşıyorlar. Sonra başkasına gidiyorlar. - İran’nın
durumuna gelince. İran Humeyniden sonra sarsıntı içinde idi. Belki
de yönetime karşı guruplar İran’ın başı belaya girsin diye
kendilerini öyle tanıtmış olabilirler. - Başka
İstihbarat örgütleri yaparlar İran içine batsın diyebilirler.
İran’ın adını vererek yaparlar ama kendileri başka ülkelere iltica
etmek için yaparlar.İran’dan başka ülkele iltica eden altı milyon insan var.
İlticayı kolaylaştırmak için yabancı servislerin dediklerini yapmış
olabilirler. - Ben
başından beri söylemişim.Hizbullah olsa olsa
taşerandur.Bunu Çetin Emeç cinayetinde çok net söylemişimdir.Orada altın
kaçakçıları devreye giriyor. İşin içinde Ermeni,pavyonda garson,...Bunu
gördüğümde anladımki bir cinayet işlendiğinde
kamuflaj la birlikte palanlanıyor.Mutlaka bir iranlı ile yaptılarsa kendi rejimine düşman birini
bulmuşlardır. - İranda devrim olunca Savama’yı kuruyorlar ama istihbaratı
bilmiyorlar.Şah’ın istihbaratçıları ile gidiyorlar. - Bunun örneğinide veriyorum.Türkiye cumhuriyeti yurttaşları Bekir
çelenkler filan sovyetlerden para aldılar. - Neden bunu yaptılar? - Nasıl olsa Ülkücüler sovyetlerle iş yapmazlar diye düşünülürde
ondan.Kimsede TC’yi suçlamadı. - UĞUR İRAN’I RAHATSIZ EDECEK BİR ŞEY YAZMADI - Uğur mumcu iran’nın dikkatini çekecek bir biçimde iran’a
saldıran bir şey yapmadı. İran’ın çıkarını zedeleyecek bir şey yapmadı.Sonradan araya taraya bir yazısını buldum.O
yazısında diyorki İran dışişleri bakanı PKK ,ASALA ve kürtleri türkiyeye karşı uzlaştırmaya
çalışıyor diyor.Birtek şeyi var adamın “dandik Kürt devleti kurulmaz” Bu
yüzden bu aptallıklara girmiş olabilirler. Ama Uğur’un o yazısı 20
Ocakmış yazdığı gün. Terör ansiklopedisi için yazmış.Sonuna önsöz
koymuş.Yazıda öldükten sonra çıkmış. Dikkat
çekecek İran’ı rahatsız edecek bir yazısı yoktu.İran devrimine ABD ve
Şah karşıtı olduğu için memnundu. Devrimdir nihayet.Kendini
toparlarbulun diye.Onun için -Hasan
Mezarcı meselesini filan söylüyorlar ama o İranla
ilgil değildi.Suudi meselesi idi ki İranda Suudi ye yakın bir ülke
değil.Faizsis sermayeyi Suuduler finanse ediyordu.Rabıta filan ABDve Suidi
eksenli idi Uğurbey bunlarla uğraşıyordu. İRANA KAZIK O zaman İran’a kazık atmak içindir. Bu İran’a mal etmedir. Çamur atayım
iz kalsın günün birinde bende ABD...,Rusya her kimse bunun karşılığını
görürüm diyordur.İran rejimi sıkıntıya girsin,dünyaya yanlış imaj versin
diyordur. İran’da adamın karısını idam etmişler.Trende gördüm.Ben artık vatan
hayiniyim .Bu rejimin kötülütğü çin elimden geleni yapacağım
diyordu adam.Kaos dönemleri böyledir. Aklı başında bir iranlı
giderde ABD elçiliğini basar mı? |
|
11/12/2012 - Başlıksız Yorum
Yazar: NecatiCavdar |
NATO, Berlin duvarı yıkıldıktan sonra "tehdit
algısını "değiştirerek düşman rengini "kırmızı" dan
"Yeşil" e çevirdi... |
Konuşma ihtimali olanların hepsi öldürüldü
Mumcu operasyonunda İran'ın parmağı aranmıştı.
Gerçekten de İran'ın Devlet-i Aliyye zamanından beri ülkemiz aleyhine
faaliyette bulunduğu, hala PKK'yı desteklediği ve barındırdığı, Şii jeopolitiği
uğruna insanlığı ve İslam'ı kurban etmekte perva göstermediği iyi
bilinmektedir.
Şeytanın boynundaki madalyonun bir yüzü İsrail'i gösteriyorsa diğer yüzü İran'ı
gösterir.
Ama soğuk savaşın bitimiyle birlikte Türkiye'de tetiklenen suikast
operasyonları açısından sorumluluğu İran'a fatura etmek doğru değildi.
Bu arada İran'daki rejimi devirmeye çalışan ABD kontrollü Halkın Mücahitleri
Örgütü "Uğur Mumcu'yu İran destekli 'Müfreze 5000' isimli örgüt
mensuplarının öldürdüğünü" ifade etmişti.
İran'ın böyle bir suikastla herhangi bir siyasi menfaat temin etmesi mümkün
değildi.
Bizzat zamanın Ankara Emniyet Müdürü Mehmet Cansever Edirne Valisi'yken İslami
Hareket Örgütü diye bir örgüt olmadığını itiraf etti.
Bu tür suikast operasyonları hem İran'ın rejim ihracı hedefine hem de stratejik
çıkarlarına uygun değildi.
Uğur Mumcu, İran'ı eleştiren tek bir yazı yazmadığı gibi, bugün de tesettür
özelinde sürdürülen laiklik tartışmalarına ilişkin 1992 yılından sonra herhangi
bir yazısı yoktur.
Üstelik suikastın İran ve Türkiye'deki İslami kesimin aleyhine olduğu fevkalade
açıktır.
Suikasttan hemen sonra atılan 'kahrolsun şeriat' sloganları unutulmamalıdır.
Bu teşhisimiz Kışlalı, Aksoy, Dursun, Üçok ve Emeç cinayetleri için de
geçerlidir.
Aksoy, Üçok, Dursun, Emeç ve Kışlalı suikastlarının arkasında İran yoktu.
Sadece yapılan operasyonda yapay birtakım bağlantılar ve materyaller tesis
edilerek dikkatler İran'a çekiliyordu.
İran, bu tür suikastlarda yapılan operasyonun aktörlerince kullanılan bir
enstrümandı.
İran'daki muhafazakar kanadın önde gelen gazetelerinden Cumhuri İslami, MİT'e
ait olduğunu öne sürdüğü bir belge yayınladı. Gazete, Uğur Mumcu cinayetinin
arkasında MOSSAD ve CIA olduğunu savundu.
MİT'in Ergenekon sürecinde böyle bir belgeyi yalanlaması bir mana ifade
etmediği gibi, önemli olan savcıların bu iddianın hakikatini
araştırabilmesiydi.
Araştırılamadı.
E. Asb. Muharrem Tunç'a göre, "Mumcu, Talabani'ye verilmek üzere
hazırlanan 100 bin silahın PKK'ya satılması ile ilgili dosyayı ele geçirdi. Bu
dosyayı Mumcu'ya E. Albay Dursun Coşkun Kıvrak verdi. Mumcu'nun ölümünden sonra
bu dosya ortadan kayboldu."
Soruşturulmadı.
Mumcu, MİT'in Öcalan hakkında Sıkıyönetim Mahkemesi'ne göndermiş olabileceği,
"Bizim mensubumuzdur" şeklindeki bir belgenin peşindeydi.
Hala savcıların ilgisini bekleyen en temel konulardır bunlar.
Ve Mumcu operasyonuyla ilgili gerçeklere ışık tutabilecek önemli simalar bir
bir öldürüldü.
-Tevfik Ağansoy, "Çakıcı benden korksun, Mumcu cinayeti dahil her şeyi
anlatacağım" dedi. Çakıcı'nın adamlarınca öldürüldü.
-Mumcu dosyasını alan savcı Kemal Ayhan, Haziran 1995'te ölü bulundu.
-Mumcu'yu öldürdüğü öne sürülen Velid Hüseyin, yetkililerin sınır dışı
edildiğini söylemesine rağmen, Silopi'de zehirlenme sonucu ölü bulundu.
-Devletin ülkücüleri kullanmasını eleştiren JGK. Org. Eşref Bitlis, Mumcu
öldürüldükten 24 gün sonra 17 Şubat 1993'te "Zamanı gelince
konuşurum" dedi. Ama Bitlis, şüpheli bir uçak kazasında öldü.
-İst. Astsubay Hüseyin Oğuz'un "Mumcu cinayetinin planlayıcıları
arasında" dediği Cem Ersever öldürüldü.
-Umut Davası'nda yargılanan Muzaffer Dağdeviren, tahliye olduktan hemen sonra,
22 Eylül 2005'te Fatih'te öldürüldü. Dağdeviren'in, Kürşat Yılmaz ve Haluk
Kırcı'nın oluşturduğu çetenin üyesi olduğu anlaşıldı.
Muammer Aksoy, Mumcu, Üçok, Emeç, Madımak, Turan Dursun operasyonları ancak ve
ancak Ergenekon ağırlığında/ciddiyetinde bir özel soruşturma ekibinin kararlı
ve cesaretli operasyonlarıyla çözülebilir.
Devlet içindeki azmettiriciler ve failler tek tek bulunur ve sorgulanır hiç
kuşkunuz olmasın.
Yemin bile edebilirim size.
Ama bu medya varken o soruşturmalar da aynen Ergenekon gibi sulandırılır ve
duygu sömürüleri başlar.
Bir yandan Mumcu'lara Aksoy'lara ağlarlar, diğer yandan olayların tetikçilerini
ve operasyon kaptanlarını ortaya çıkarmak için yapılan operasyonları giyotine
yatırmak için her türlü yaygarayı yaparlar.
Onlar için Mumcu'nun, Aksoy'un, Emeç'in canından çok kalan "derin
diriler"in mevcudiyet ve itibarı önemlidir.
Bu arada aynı merkezli bu operasyonların failleri tespit edilirken oluşacak
gerilime siyaset de dayanamaz.
28 Şubat soruşturulurken bile "operasyon dalgaları"nın siyasal
iktidarca eleştirilen, KCK operasyonlarının yapılıp yapılmamasında tereddüt edilen
bir ülkede, bu tür karanlık entrikaların aktörlerini bulamazsınız.
Avrupa'da bulursunuz.
Ama siyasetin ve şahsi itibarların adaletten önde tutulduğu Türkiye'de değil.
Gültekin Avcı/ Bugün
http://gundem.bugun.com.tr/konusma-ihtimali-olanlarin-hepsi-olduruldu-yazisi-214502
0
0
0
//////////////////////////////////
13.05. 2000 - 10:12
Ceyhan mumcu:
Konuşmak
erken. Fazla bir şey çıkacağı kanısında
değilim. İddianame çıksın ona bir bakalım. Önemli olan bütün sonuca
bağlanmasıdır. Önemli olan ilk adım
niteliği taşıyıp taşımaması .Onu da pazardan sonra göreceğiz.
OLAYIN
SEYRİ DEĞİŞEBİLİR
-Belki yeni yeni isimler ortaya çıkıyordur. Olayın seyri değişebilir. Bunlar
hücre sistemi ile çalıştığı için bir yerde tıkanabilir.
SADECE İRAN KAMUFLAJ OLABİLİR
-
Uzun
soluklu bir davadır. Önemli olan devlet kararlılığıdır. Bu güne kadar dost
ülkelere bir
-
şey
çıkarmayalım havası vardı. Veya o ülkeden bize
zarar gelmez diye düşünülüyordu.
-
Nusret
Demiral” Bunu çözemeyiz”diyordu. Niçin çözülemez?Yabancı örgüt işi olunca kendi
yurttaşınız ve aydınınız hedef tahtasımı?Uğur mumcunun katilinin bulunmasından
daha önemlisi bir daha cinayet
işlemeyin, yaptığınızda yanınıza kalmaz düşüncesinin hakim olmasıdır.
Siyasetçiler medyanında kışkırtması
ile olayı aydınlatanları pişman ederler bunuda biliyorum.Ama devletin
kararlılığını görüyorum.
-
Güldal Mumcu,”Ağar duvarın ötesine
geçemeyiz dedi”diyor. Bu ne anlama
geliyor?
-
Devletin
dayanışması.
-
Kimle
dayanışması?
-
Bir
birleri ile.Mehmet Cansever şunları
şunları yapıyor deniyor.Adam vali oluyor.Genel kurmay başkanı Ankara
Valisine Uğur’u koru diyor oralı
olmuyor.Vali görevinde kalıyor.Nusret Demiral “bu yabancı örgüt işidir
.Cözemeyiz diyor. Ne kadar sorumluluk sahibi
görevli varsa terfi ediyor...Şimdi bile Adalet bakanlığı “Gözetim süresi
kısıtlı “diyor.Sanığı getirin diyorlar.Adalet bakanlığı getirmem diyor. Can
güvenliği ve devletin itibarı ile iligili,uluslar arası gözlerin üzerinde
olduğu bir dava açılıyor.Yinede git
kardeşim ondan müsaade al,Adam helikopterle gidiyor.Yorgunluk,dikkat
dağınıklığı gibi şeyler.Oda dandik bir şey.Onun evinde kaldı kalmadı
gibi.Devlet onu getirse ne olur.Devlet
bu kadar hantal mı?
-
Argun
Çetin davasında MİT’e iş çabuklaşması için bir yazı yazılmış.Efendim Adalet
bakanlığına sormadan oraya yazı yazamasın diye yazı gönderiyorlar.Adalet
bakanlığına yazıncada farklı düşünülür.Milletin yüreği ağzına gelir.İşler
savsaklanır.Ben bakan olsam böyle bir
şey olsa ben cebimden para verir taksi bile tutarım.Adalet bakanı neden yardım etmiyor.Bir sanığı Ankara’ya
getirtmiyor.
-
Saatler
sayılı.Göz altı süresi sınırlı.Bu zaman kaybı sırasında belki savcı bir
isme,bir işarete daha ulaşır...Artık bunları toplum sorgulamalı. Çağdaş
toplumda usul suç en kısa zamanda en
çabuk nasıl aydınlanıyorsa öyle bitiriliyor.
-
DGM,Adalet
Bakanlığına ,orası başka yere orada bilmem ne. Başbakanlığıa,Başbakan müsteşara
o yardımcısına..Bunlar iş mi?Bunların hepsinin makamını mı tanıyalım, saygı
değer paraflarınızı öğrenelim.Ne var
bunda Türkiye’de savsaklanıyor.
-
İTİRAFÇI
KENDİNE SAYGISI OLMAYAN İNSANLARDIR
-
İtirafçı
ile bir şey aydınlanmaz.
-
İtirafçı
kendi geçmişne ve kendine saygısı
olmayan insanlardır. İtirafçıdan ben çok korkarım. Adaleti çok
yanıltırlar. Bunun çok örnekleri tarihte görülmüştür.
-
İtirafçı
kim kendisine kazık attı ve kime kızdı
ise ise onu söylüyor. Kendi örgütü içinde öyle kimini kolluyor kimini
kollamıyor.
-
HİZBULLAH
OLSA BİLE TAŞERONDUR
-
Bu tür
insanların durumu belli dir.Bunlar adamı satar. Adamın anlattığına
göre:Bunlarla belli dolara anlaşıyorlar. Sonra
başkasına gidiyorlar.
-
İran’nın
durumuna gelince. İran Humeyniden sonra
sarsıntı içinde idi. Belki de yönetime
karşı guruplar İran’ın başı belaya girsin diye kendilerini öyle tanıtmış
olabilirler.
-
Başka
İstihbarat örgütleri yaparlar İran içine
batsın diyebilirler. İran’ın adını vererek yaparlar ama kendileri başka
ülkelere iltica etmek için
yaparlar.İran’dan başka ülkele iltica eden altı milyon insan var. İlticayı
kolaylaştırmak için yabancı servislerin dediklerini yapmış olabilirler.
-
Ben
başından beri söylemişim.Hizbullah olsa
olsa taşerandur.Bunu Çetin Emeç cinayetinde çok net söylemişimdir.Orada altın
kaçakçıları devreye giriyor. İşin içinde Ermeni,pavyonda garson,...Bunu
gördüğümde anladımki bir cinayet
işlendiğinde kamuflaj la birlikte palanlanıyor.Mutlaka bir iranlı ile yaptılarsa kendi rejimine düşman birini bulmuşlardır.
-
İranda devrim olunca Savama’yı kuruyorlar ama istihbaratı
bilmiyorlar.Şah’ın istihbaratçıları ile gidiyorlar.
-
Bunun örneğinide veriyorum.Türkiye cumhuriyeti yurttaşları
Bekir çelenkler filan sovyetlerden para aldılar.
-
Neden bunu yaptılar?
-
Nasıl olsa Ülkücüler sovyetlerle iş yapmazlar diye
düşünülürde ondan.Kimsede TC’yi
suçlamadı.
Bir başka örnekte Azerbeycan’daki darbe.O Türk devletinin bir kararı değildi.
-
UĞUR İRAN’I RAHATSIZ EDECEK BİR ŞEY YAZMADI
-
Uğur mumcu iran’nın dikkatini çekecek bir biçimde iran’a
saldıran bir şey yapmadı. İran’ın çıkarını zedeleyecek bir şey yapmadı.Sonradan araya taraya bir
yazısını buldum.O yazısında diyorki İran dışişleri bakanı PKK ,ASALA ve kürtleri
türkiyeye karşı uzlaştırmaya çalışıyor diyor.Birtek şeyi var adamın
“dandik Kürt devleti kurulmaz”
Bu yüzden bu aptallıklara girmiş olabilirler. Ama
Uğur’un o yazısı 20 Ocakmış yazdığı gün. Terör ansiklopedisi için yazmış.Sonuna
önsöz koymuş.Yazıda öldükten sonra çıkmış.
Dikkat çekecek İran’ı rahatsız
edecek bir yazısı yoktu.İran devrimine ABD ve Şah karşıtı olduğu için memnundu. Devrimdir
nihayet.Kendini toparlarbulun diye.Onun için
-Hasan Mezarcı meselesini
filan söylüyorlar ama o İranla ilgil
değildi.Suudi meselesi idi ki İranda Suudi ye yakın bir ülke değil.Faizsis
sermayeyi Suuduler finanse ediyordu.Rabıta filan ABDve Suidi eksenli idi
Uğurbey bunlarla uğraşıyordu.
İRANA KAZIK
O zaman İran’a kazık atmak içindir. Bu İran’a mal etmedir.
Çamur atayım iz kalsın günün birinde bende ABD...,Rusya her kimse bunun
karşılığını görürüm diyordur.İran rejimi sıkıntıya girsin,dünyaya yanlış imaj
versin diyordur.
İran’da adamın karısını idam etmişler.Trende gördüm.Ben
artık vatan hayiniyim .Bu rejimin kötülütğü çin elimden geleni yapacağım
diyordu adam.Kaos dönemleri böyledir.
Aklı başında bir iranlı giderde ABD elçiliğini basar mı?
NECİP FAZIL DAHİ , ANCAK BİZİM GİBİ İNSANDI
Necip Fazıl’ın
şairlik yönünü, edebiyattaki
yerini sanatçılar ve edebiyatçılar değerlendiriyorlar. Biz
Necip Fazıl’ın insani yönünü nasıldı?
Sorusunun cevabını arıyoruz. Bu sorulara cevap verebilecek çok az sayıdaki
insanlardan birisi “Devrin Neyzeni”
Hüseyin Üzmez’e sorduk... O, tabu mu idi.? O da ağlar ve güler mi idi? Madde
ile ilişkisi ne idi..? Hassasiyetleri nelerdi? Yani İnsan Necip Fazıl kim..? Tüm bunları Üzmez’e soruyoruz?
HAVYAR YOK HIYAR YESİN
-Necip Fazıl nasıl bir insandı,insani ilişkileri
nasıldı?
-Necip Fazıl 1,70 boylarında, orta
boylarda bir insandı. Pehrize çok riayet ederdi. Ekmek çok az yerdi. Yemeklerde
daha ziyade sebze yerdi. O kadar sıkıntılı bir insandı ki oturarak masa başında
yemek yediğini hiç görmedim. Bir seneden biraz fazla beraber hapishanede
kaldık. Hapishanede yemek yenecek masada yoktu, ama O oturupta yemezdi. Oradaki
mahkumların masalarına da oturup yemezdi. Ankara Cezaevi’nde iken genellikle
yemekleri dışarıdan gelirdi. Akrabaları dışardan getirirdi. Malatya Cezaevinde
iken 36 kişi idik. Malatya’da kalırken onunla temas edemezdik ama bize gelen
yemeklerin en iyilerini ona gönderirdik. Mesela tavuk mu geldi
butlarını yukarıya – O’na -gönderirdik. Hatta O’nunla ilgili bir hatıramızda
var şöyleki:
Malatya Cezaevinde kaldığı zaman
Necip Fazıl Malatya’nın misafiri sayılıyor. Necip Fazıl, Malatya’lıların
gönderdiği yemekler için demiş ki; “Daha
ne göndersinler bir havyarımız eksik.” Biz 34 Malatya ve Elâğzılı’lar başlaşa
verdik. Aradık taradık bu havyarın ne
olduğunu bilemedik. O zaman havyarı bilen yok. İletişim de bu kadar yaygın olmadığı için havyarı hiç duymamışız.
Havyarı bilmiyorduk. Sonra bir karar verdim. Dedim ki “Necip Fazıl, hıyar
istemiştir de bu dangalak gardiyan yanlış anlamıştır.” Bunun üzerine adamlara
bir çuval hıyar gönderdik.
Ankarada iken dışardan ki, özellikle
Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin soyundan olan insanlar sefer tası ile yemek
getirirlerdi. O sefer tasını koltuğunun
altına alır ve yürürken yerdi. Genellikle de sulu yemekler gelirdi. Tabi
sinirli bir insan, tiki de vardı. Kaşık bazan ağzına gideceği yerde dökülür,
bilmme ne olurdu. Üzeri yemek dökükleri ile kirlenirdi.
GÜLMEZ GÜLDÜRÜRDÜ
-Necip Fazıl nelere gülerdi?
-Necip Fazıl, gülmekten ziyade
güldürmeyi severdi ama öyle Osman ağbi-Serdengeçti-gibi basit espiriler
yapmazdı. Osman ağbi biraz Bektaşi meşrep bir insandı. Halkın anlayacağı türden
espiriler yapardı. Necip Fazıl şimdi doğaçlama diyorlar öyle cevaplar verirdi.
Mesela bir gün şöyle bir şey olmuş.
Gardiyanlara rica etmiş. Demiş ki “Kapılar kapandıktan sonra şurada biraz
gezeyim demiş. Gardiyanlar tamam demişler ama bir taraftan da hapishanenin köpekleri var. O köpekleri
serbest bırakmışlar. Köpekler eğitilmiş köpekler. Gardiyanlar kime saldır dese
ona saldırırlar. Necip Fazıl bakıyor ki Köpek üzerine hırlayarak ve öfke ile geliyor. Hemen içeri
kaçmış. Revirde yatıyordu. Revirin demir
kapısını kapatarak kolu indirmiş. Tabi bizimde haberimiz oldu. Olaya bayağı
güldük. Ertesi gün kendisine Üstad
“Köpekten çok mu korktun ?” dedim. Üstad
“Ne yapacaktım. Köpekle boğuşacak mıydım? Tabi kaçarım“ dedi. Doğru...
Güzel bir espiri yapmıştı.
ÇOK AZ GÜLERDİ
Necip Fazıl çok az gülerdi.
Espirilere fazla önem vermezdi. Mesela
bir gün şöyle bir şey oldu. Şeriat konusu tartışılıyor. Orada bir takım
kendilerini münevver zanneden aydınlar! da vardı. Necip Fazıl Şeriat için şunu söylüyor: Şeriatta şüphe yoktur.
Yani abdest aldığın zaman “ayağını
yıkadın mı yıkamadın mı” durumunda, yıkamışsındır. “Kolumun şu tarafına su
değdi mi değmedi mi” gibi bir şüphe
durumunda değmiştir. Derdi. Aslında bu Şeriatın bir inceliği çünkü sen ameline
güvenerek değil Allah’ın rahmetine güvenerek ancak kurtulabilirsin. Böyle
münakaşa epeyce sürdü. Öbürleri saçma filan diyor. Onlar itiraz ediyor Üstad
hep doğru söylüyor. Osman ağbi ranzada yatıyordu. Kafasını kaldırdı. ”Üstad
yeter. Allah’ın işi gücü yokta su senin şurana değdi değmedi onamı bakacak.” Dedi. Osman ağbi böyle
espiriler yapardı ama Necip Fazıldan böyle espiriler çıkmazdı.
Gene bir gün konferanstayız. Üstad
benim Çile adlı şiirim deyince Osman
ağbi “O Çile değil. Hile hile “dedi. Gerçektende hile tarafları var. O
taraflarını kitabımda okuyacaksınız.
Üstad, “Bana bak Osman” dedi “Beyazıt’ta ki kuşlar gibi üzerime pisliyorsun. Kuş pisliği diye
aldırmıyorum. Sana bir ceza veririm ki bir daha
altından kalkamazsın.” dedi ve arkasından ilave etti ”Fakat Osman’ın
cezai ehliyeti yok ki” dedi. Yani
“deli” demek istedi.
ÜSTAD
ÇOK AĞLARDI, HELEDE SECDELERDE
-Ağlar mıydı, ağalarsa hangi olaylar
karşısında ağlardı?
-Evet. Üstad çok ağlardı. Özellikle kendisi ile
ilgili insanı duygulandıracak bir şey
söylendiği zaman ağlardı. Mesela bir
adam mektubun içerisinde Üstad’a iki buçuk lira
para göndermişti. Mektubunda diyordu ki “Ben Gaziantep’te hamallık yapıyorum. Günde beş kuruş, beş
kuruş artırarak ancak bu kadar tedarik edebildim, bunu size gönderiyorum. Bana
dua edin” diye yazmıştı. Necip Fazıl o mektubu alınca çok ağlamıştı.
Birgünde Allah Rahmet etsin
hanımından mektup gelmişti. Diyordu ki hanımı “Elektriği, suyu kestiler bu günde bizi dışarıya atıyorlar.” Necip Fazıl, o mektubu aldığı zamanda
ağlamıştı.
Necip Fazıl’ın ağladığını çok gördük.
Bazen da secdelere kapandığı zamanda ağlardı. Ama hiçbir zaman insan üstü bir
insan değildi. Necip Fazıl’ın dediğim gibi secdelerde ağladığını gördüm. Necip
Fazıl’ın kendisine dokunan bir takım
mektuplar geldiğinde ve ince hareketler olduğu zaman ağlardı. Doğrusu güldüğünü hemen hemen hiç görmedim.
Gülmezdi. Evet büyük bir dahi, büyük bir şair idi. Bunda şek ve şüphe yok. Ama
bizim gibi insandı. Zaafları olan insandı.
O’NA SABRET DEMEK HAKARET
SAYILIRDI:”NEYE SABREDEYİM ,ZULME Mİ..?”
-Ne ye kızardı?
Mesela bunu kitabımda yazmadım ilk defa söylüyorum.
Necip Fazıl Üstada sabret demek ona büyük hakaret gibi gelirdi.
Ve “Neye sabredeyim, zulme mi
sabredeyim?” Derdi. Halbuki hapsaneye dayanamazdı. Ona sabret demeye
çekinirdik. Hapsanede ki bir saat ona
bir yıl, belki bin yıl gibi gelirdi. Hapsane ölçülerine göre münevver
birine, müdürlük yapmış birine saat sormuş. O da “12 ye
13,5 dakika var” deyince adama “akıl hastası” diye bağırmış. Adamı az
kalsın dövecekmiş. Adam dedi ki “Bu sizin üstadınız delimi nedir” dedi. “Yok
“dedim.”Dahidir.”.. “Ne oldu” dedim “Ben 12 ye 13,5 dakika var” deyince “akıl
hastası diye üzerime saldırdı” dedi.
Dedim ki: “Sen 12 deseydin, 12.15 deseydin ne kaybederdin. Sana tazminat
davası mı açacaklardı. Hapishanede zamandan çok ne var.?” Ve Necip Fazıl’ın bir
beytini söyledim ona ”Getir çaycı ilaç kokulu çaydan, dakika düşelim senelik
paydan” diye şiir yazan adamdır. Onun için dakikanın önemi var. Sen
niye o kadar cimri davrandın. Filan dedim.
-Üstadın tiki vardı, bu tik size bir
şey ifade edrmiydi?
-Evet.Yüzünde bir tik vardı. Bir şey
konuşacağı zaman o tik bir kerrat
cetveli gibi harekete geçerdi. Anlarsınız ki bir şeyler düşünüyor.
BİR BEN KALKMIŞIM ONUDA TERS
KALKMIŞIM
-Hatıralarınız arasında özellikle
sizinle ilgili bir bölüm var, anlatırmısınız?
-Hapsaneye gittiğimiz zaman etrafına
toplanıyoruz. Sakarya Şiirini ilk defa onun ağzından dinleyeyim dedik. Üstad
dedik. Şu Sakarya şiirini birde senin ağzından duyalım. Okudu en sonuna geldi.
”Yol O’nun varlık O’nun gerisi hep
angarya/ Yüzüstü çok süründün ayağa kalk
Sakarya” dedi. Sağ elinin üç parmağını üç gen şekline getirdi. ”Bir kişi
kalktı, o da amuda kalktı” dedi. Bir ben kalkmışım onu da ters kalkmışım.
ÜSTAD’DIN DIŞA DÖNÜK BİR HAVASI VARDI
Üstad
üstüne başına hiç önem vermezdi. Yani biraz daha söylemek istemiyorum ama dışa dönük bir
havası vardı. İçerde iken,bizim yanımızda iken elbisesi pismiş temizmiş
hiç önem vermezdi. Fakat mahkemeye
gideceğimiz zaman grand tuvalet giyerdi. Hepimizin de öyle giyinmesini isterdi.
Süleyman Çimenbaş isminde bir arkadaşımız vardı. Kendine göre şiirlerde
yazardı. Mesela Said Çekmegil için ”Dipsiz ambar boş külek, gidelim Çekmegile”
filan diye başlayan bir şiir de yazmıştı. O Süleyman ağbiye elbise bulunda ama
gravat bulamadık. Kendisi bir gravat buldu. Çadır bezinden gravat. Üstad şöyle
baktı baktı. ”Kardeşim senin gravat da
bir facia” dedi. Buradan anlıyorum ki dışarıya önem verirdi.
Bir ara Osman ağbi anlatmıştı. Osman
ağbi onun en yakın dostlarındandır. Ona çok sık gider gelirler. Necip Fazıl bir
tavşan, bir tosbağ yavrusu , birde tay besliyor. Evinde Hizmetçileri filan ...
Aristokrat bir hayat yaşamaya çok
hevesli idi. zaten kendiside
konaklardan gelmiş, öyle proleter takımından değil.
Annesi Giritli imiş. Fakat annem
Giritli demezdi. Annem “Güney’in scak kanını taşıyan” diye yazardı. Giritli
olsa ne olur. Hatta Türk olmasa ne olur? Onun için Nevcip Fazıl’ın dışa dönük
tarafları vardı.
PARA NECİP FAZIL’IN ELİNDE REZİL
OLDUĞU KADAR KİMSENİN ELİNDE REZİL OLMADI
-Para ile işkisi nasıldı?
-Para Necip Fazıl’a hiç dayanmazdı.
Para Necip Fazıl’ın elinde rezil olduğu kadar
kimsenin elinde rezil olmadı.
-Peki bu aristokrat yaşantıyı
nasıl ve hangi kaynakla sürdürürdü?
-O zamandaki Müslümanların
sayıları çok azdı. Bizim Müslümanlar Tabiri caizse Allah’tan çok Necip
Fazıl’dan korkarlardı. Bir gün şöyle bir hatıramız oldu. Hapishaneden çıkmışız.
Osman ağbi ben ve Necip Fazıl bir aradayız. Osman ağbi Necip Fazıl için para
kasası idi. Necip Fazıl Osman ağbiye döndü. ”Osman yine para krizi geçiriyorum.
paran var mı?” dedi. Osman ağbi ”Yok “
dedi. Bana hiç sormadı. Zaten bendede yoktu. Gelin öyleyse dedi.
Sultanhamam’da toptan kumaş satan bir
mağazaya girdik. ”Hacım ........”dedi. Hacı birden ayağa kalktı. Renk filanda
attı. Çünkü üstad saldırıyor da. Korktu.
”Çabuk para ver. Allah istiyor” dedi. Allah davası istiyor anlamında. Hacının
eli ayağı dolaştı “Allah para istiyor...!”
Hacı para kasasını boşalttı. yetmedi. Adam gitti civardan topladı
getirdi. Bir deste para verdi. Necip Fazıl, ”Allah’a ısmarladık. Hacı.....Bunu
senden kabul etmiyorum. Sana teşekkür bile etmiyorum bu Allah’tan geldi. Necip
kuluna Allah verdi “dedi.
Oradan çıktık. Parayı bizimle paylaştı. Üstad o parayı mutlaka bir günde
harcamıştır. Yani para onun elinde rezil olduğu kadar kimsenin elinde rezil
olmamıştır. Diyorlar ki üstad paraya önem verirdi. Hayır üstad paraya önem
vermezdi. Üstad parayı rezil etmek için sarf ederdi.
Rahmetli Menderes’ten yüklüce para almıştı. Bana Osman ağbi anlattı. Osman ağbiyi yemeğe
götürmüş. O zaman bir deste para .O
zamanın parası ile 165 bin lira. Büyük para bu gün trilyondan fazla. Karpiç
lokantasına gitmişler. Necip Fazıl, parayı deste ile çıkarıyor “Tırrrrrrrrr “
diye saçıyor. “Buna para derler para ..Toplaaaaaaaaa.”diyor. Garsonlar koşuyor
topluyor. Hepsine biner lira veriyor. Bu defa şef garson ve patronda toplamaya
başlıyor. Bir deste parayı böylece yok etmiş.
Para kaynağı konusunda Büyük Doğu’yu
çıkarırdı. Ama onun parası yetmezdi. Müslümanlardan para alırdı. Osman Ağbi ona
şöyle bir isim koymuştu.”Üstad
mukaddesat vergisi tarh eder-alır-“
Kayaklar bu idi, ama ona hiçbir
kaynak dayanmazdı. Osman ağbi bunun için adımız “Osman’sa Osmanlı imparatorluğu
değiliz ya..” diyerek ”Karun’un
hazineleri olsa dayanmaz. Para yok..”
derdi.
-Ne gibi zafları vardı?
-Çapkınlık meselesinde de başta
gitmek isterdi. Kendisi sevdiği bir hanımdan bahsetti. “Üstad çok güzel mi”
dediğimizde “Sileno Papani
gibi”dedi. O zamanın meşhur bir
artistine benzetiyordu.
KENDİNİ SEVERDİ
-Necip Fazıl kimleri severdi?
-Necip fazıl Allah’tan başka kimseyi
sevmezdi. Kendini severdi.İnsan olarak Allah Resulü ve sahabeleri elbette
severdi.
İyiki Seyit Abdulhakim Arvasi gibi
bir veli ile karşılaştı. Yoksa Necip Fazıl, kendi zamanında Müslüman olmadığı
kanaatini varırdı.
Çok uyanık bir insandı. Deha
kabilinde bir insandı. Sezişleri çok güçlü idi. Bir insana bir bakışta veya bir
söz söylendiği zaman o sözün altındaki altındaki, altındaki manayı sezer ve çıkarırdı. Ama çok insafsız
saldırıları vardı.
Mesala ben bir insan münafık olsa
dahi o münafıklığı kendisi tarafından isbat
edilmedikçe ben ona münafık demem. O tarafım Üstada benzemez. Osman
Ağbinin de öyle bir derdi yoktu. Kafirde olsa.. Hıristiyan’da, Müslümanda
olsa insandır. Sonunda Allah’ın huzuruna
gidecek ne uğraşıyorsunuz derdi. Osman ağbi böyle konuştuğu bir zamanda ben
haç çıkardım.”teşekkür ederim muhterem peder”dedim. “Ulan namussuz
ben papaz mıyım? Öyle karşımda haç çıkarıyorsun” dedi. Bende “Papaz gibi
konuşuyorsun” dedim.
-O’nun İslamla alakası nasıldı?
-Necip Fazıl’la bir buçuk seneye
yakın bir arada kaldık. İslam hakkında
onun kadar nezih ve en uygun kelimeyi
kullanan ikinci bir insana hayatımda rastlamadım.
Katiyen öyle Bektaşî’ce laf etmez, katiyen gevşek
laflar söylemezdi. Necip Fazıl İslam hakkında
daime en nezih,en ince en güzel kelimeler kullanırdı. Yani Necip Fazılını emsalsiz bir imana sahip
olduğuna ben şahsen kaniiyim .Allah indindede şahitlik ederim.
ONU DOĞRU ANLAMAK
Ama onun hakkında bir tespitim var
”Yekpare iman, mozaik amel” derdim.
Amelde hepimizin olduğu gibi Necip
Fazıl’ında elbette hataları vardır. Şimdi gençler zannediyorlar ki haşa
Bedüzzaman Hazretlerinin, Süleyman Hilmi Hazretlerinin veya Seyit Abdulhakim Hazretlerinin seviyesinde
ameli bütün bir mümin zannediyorlar. Evet imanı onların hiç birisinden geri değil. Ama amel bakımından
Necip Fazıl bizlerden farklı değil.
İSLAM DEMESİYDİ HEYKELLERİNİ
DİKERLERDİ
-Yaşantısında ilk başlangıç noktasının etkisi olmaz mı?
-Olabilir. Oradan buraya
gelmekte çok büyük meseledir ve eğer
aynı şekilde devam etse idi veya Necip Fazıl Müslüman olmasa idi veya cephe
değiştirmese idi Türkiye’de Atatürk’ün heykelleri kadar heykeli dikilirdi.
Necip Fazıl cehpe değiştirdiği için onun şairliğini de küçültmeye çalışıyorlar
ama küçültemezler.
Ondan bahsetmişken bir tek mızrağını
söyleyeyim ki kitaplık çapta bir takım sanat eserlerine bedeldir. Bir mızrağı
sadece:
“Nur topu günlerimin kanına girdim,
İlahi emaneti yedin bitirdim.”
Böyle bir mısrağı dünyada hiçbir şair
söyleyememiştir.
“Nur topu günleri...” O gençlik
“günlerimin kanına girdim”. “İlahi emanetin ..” İlahi emanet, nedir? İnsan oğlunun kendi vücududur. “...Yedim
bitirdim. “ Artık ihtiyarladım, diyor.
Allah gani gani rahmet eylesin
…………………………….
15 Haziran 2000
Hüseyin üzmez ‘e önceki ayda kendi ile yapılan
röportaj ve yeni sayı Anadolu Gençlik
Dergisini götürüyorum.
Her zamanki gibi pijamalı.
Masasının üzerinde maksim gorkinin
bir romanı var
Gorkiyi okuyorsun maşallah biz
okuyamıyoruz diyorum.
Daha önce okumuştum ..Bu son kitabı
..diyor..
...
Çorum eblebisi ikram ediyor.
Bir tarafımız alacalı oldu bak elim
bile alaca getirdi diyor.
Kaç lira aldığımı soruyor
söylüyorum.
Yazık diyor. Halbuki MGV başkanı iyi insan
Hep iyi insanlardır diyorum
............
Dergiye Bakıp beğeniyor. Baskısı
filan iyi dışarda da satılır diyor.
Röportajını okuyor..
İlgi ile takip ediyorum
Röportajında resim altını görünce birden irkilip “Ne demek bu diyor”
Siz bir ben anlamıştım diyordunuz
ya.. Onu kötü yazmışlar... Ses çıkarmıyor.
Merveyi görünce tiksinti ile
Bu kadın. Kolunda kulağında
milyarlarca takı
Neresi Anadolu kadını
Bende çingene koysalardı hiç
değilse ecevite değneği ile baş gelirdi.Anadolu kadını diyerek
savunulurdu.Şimdi kimse savunamıyor.
Doğru çingeneler namuslarına
düşkündür olabilirdi diyor.
Neden koydularsa diyor.Bende
Erbakanı kast ederek o koymuştur.
O sorumlu
Keşke bena sen sorumlusun
deselerdi. İyi ederlerdi diyor..
..............
Siyasi durumu soruyor.
Demirel bunarla oynayacak diyorum.
MHP kendine gelmek istiyor ama onu
getirenler hemen götürmez diyor.
Demirel değerlendirmesi yapıyoruz.
Hakkında ne yazmışsam hep doğru çıktı diyor.
Beni dinler diye ilave ediyor.
...........
Kemal isminde birisi ve birkaç kişi
geliyor
Akgün Er’den bahsediyor.
Alacaya un fabrikası için
alacalıları yemek istemiş.Alacalı biride içirin demiş.Nasıl olur içermi
Teklif etmişler
Senin karı ermeni ve ortadokx
değilmi?
İçmeden senin koynuna girermi
içersin demişler oda içmiş
Ertesbigün birdaha alacaya
gelememişde alacalılar kurtulmuş
Akgünün oğluda “Bu türkler dayılarımı
kesti “diye acayip Türklere kıcıktır diyor.
Daha neler
Hatipoğlununda Doğulu ve kürt
kökenli olduğunu savunuyor.Sarıkayaya sonradan geldiler. Hukuk fakültesinde
içerdi diyor.
..................,
Üzmez
Sadi somuncuoğlu için bir çok yazı
yazdım ama bakanlıktan düşünce aradı.Ağbi kılıç gibi keskin yazıyorsun dedi
Bende bunu bakanken yapsa idin ya
dedim diyor
Kemal bey onunda aslen alevi
kökenli olup öğleye kadar içtiğini söylüyor...
..
üzmezden izin istiyorum.
Yolcu etmek için çıkıyor. Karşı
çıkmama rağmen Ayakkabılarımı çeviriyor...
::::::::::::::::::::::::::::::
YERLİ
TALİBAN
Bilgisayarcıya
(Tempo Bilgisayar) gittik. Serim bey gelmemiş.
Bizim
bilgisayar bitmiş.. bilgisayarcı çırağı
Orhan’a bana yazıcısı lazım. Elim
ayağım kilitlendi.bilgisayarım yok yazı
yazamıyorum.Bir haftadır yazı yazamadım.
İnsanın
yazı yazamaması senin ağzına bant
çekilerek konuşmanın engellenmesi gibi bir şey diyorum.. Bizim bilgisayarı denerken
onların bilgisayarında dün akşamki
geziyi haberleştiriyorum.
Serim
geldi. Müsaade var değil mi dedim.Tabi ağbi neden olmasın..
Yalnız
Taliban’a mektup yazma geri tarafı her şey olur dedi..haber içinde iç
haberleşme, parti içi enformasyon dedi.
Haberi
bitirdim milli gazeteye faxlamak içih
serime götürdüğümde, orada oturan üç kişi
daha vardı. TRT’nin muhabirleri imiş.. Necati ağbi de gazeteci dedi.
Hangi
gazetede olduğunu sorunca Mahalli Gazete Anayurt’un yazarı olduğumu söyledim..
Serim
eskiyi de söyle ... Necati Ağbi Akit’in temsilci yardımcısı idi dedi.
TRT
muhabiri yerli tabibanın deyimini
kullanıca.Ne mümkün taliban eşek gibi elmirndeki teknolojişyi televizyonu
kullanmamış.Ama akit teknolojiyi kullanıyor dedim. Olsun 250 milyon
ABD’liyi korkudan titretiyorlar ya
dediler. Onlar aptallığından korkuyor. Talibanın ne bilgisayarı ne de
teknolojsi var. ABD yönetimi Talibanı büyüttü. ABDlelerin de korkacağı vardı
korttular.. Olanlar ortada dedim. Onlarda zaten ikiz kulelerin talibanın
yıktığını söylemek de zor dediler..
Bilgisayara ne ödeyeceğimizi sordum.Fiyat eskisi gibi çocuklaran
hesabı başka.Onlarada ister birşeyler
ısmarla.İstersen gönlünden ne koparsa dedi.
Cebimde
20 milyon vardı.On milyonunu biölgisayarın
disket sürücüsünü değiştirmişlerdi.Ondan kalan on milyon için
verdim.Geri kalanınıda çırak orhanla
bölüştük.Orhan’a bu gönlümden kopan değil.Cebimden kopan.Hakkını helal et
dedim.Oda memnuniyetini belirti.
.........
Gazeteye gittim kimse yok.
Aşağı
inerek Yunus Çelik’in dersaneye uğradım.
Şişman
arkadaşı orda.
Seni bir
yerlerden tanıyorum dyerek belkide partiden diyor. Bende parti ile ilgim fazla
değil deyince
Ben Yunus
için partiye takılıyorum.Yoksa beni açmıyor. Dalga dümen..Tarikatlarda öyle.ben
faruki dergahına bağlıyım...Orada
da dedikodu çok oluyor.Müslümanların işi gücü dedikodu diyor.
Yine
Bahri şahinin oğlu olduğunu söyleyerek babamı tanırsın her halde diyor.
Bilmediğimi söyleyince mescioğlu şirketinin sahibi olduğunu söylüyor.
O zaman
benim patron baban diyerek sigorta olayını anlatıyorum.Süleyman bey onun
dayısı imiş...
Babamda
fazla ilgilenmez ama Zeki bey nerde ise
o da orda.
Biz
partiye bu kadar yakınız ama yinede dikmen vadisinde aldığımız iş
dolayısıyla Melihle mahkemeliğiz.Üç
yıldır paramızı vermiyor diye dertleniyor..
Milli
gazeteyi eleştirerek ne gazeteye benziyor nede dağıtımı iyi , bende iptal ettirerek Zaman alıyorm.Hiç
değilse dolu dolu gazete diyor..
Ben camiye oradanda Ankara İl’in düzenlediği
geceye katılacağım deyince Zeki bey babamı da götürmüştür diyerek babam gitmek istelmiyor akma onlar götürüyor..Dedamandaki yemeğe 13 milyar
ayırmışlar kesin iki üç milyarını babama
yüklerler.. Öyle yapmasalar çağırmazlar bile diyor..
.......
Kocatepeye
gidip ikindiyi kılınca standları
geziyorum.İnsanlar boş oturuyor..
Haydar
Baş’ın standındaki çocuk; kitaplar geçen
yılkı fiyata diyerek geçen yılda beş milyondu şimdide diyor..
Bende
öyle olmalı haydar bey çelik tencereden desteklemeli diyorum. Kitabı
inceliyorum.Yarısı boş.keşyke her yeri dolu
yaparak yarı fiyata satsalardı.Kimserde alacak derman yok diyorum.Oda bu
güne gelmede hepimizin kabahati olduğun söyleyerek Ecevit’i kitidar yaptık oly
verdik diyor.Bende bu millet Ecevit’i hiç iktidar yapmadı ama ortaklarına
söyleyin diyorum..
.......
Yazarlar
Birliği Standında
Ihsan
Işık’ın yazarlar sözlüğü var. İhsan ışığın anlattığı gibi kapak değil.O kırmızı
zeminli bir kapak göstermişti.
Birkaç
yazara bakıyorum.
Kısa
biyografileri var.
Yaşar Kaplan’a
baktım. Akit’te yazıyor diye yazıyor.
Ihsan
ışığa şu yanlışları söyle diyorum.Genç adam not alıyor.:
1.
Kitap kapağı kırmızı değil..
2.
Yaşar kaplan bir karının Almanyaya kaçırdığı yazıllmamış
3.
Akit’ten ayrılalı bir yıl oldu yine de atkitte yazıyor demiş..
.......
Abdulkadir Gani Selçuk’la karşılaşarak
birlikte Dedeman’a gidiyoruz.
Gidip basın bölümüne oturuyoruz.
İlk defa Hoca tam saatinde yemeğe
geliyor.
Yine kısa konuşuyor.
Hocadan önce kürsüye çağrılan Zeki
bey, bir fıkra anlatarak “Sen den sonra
ortada vakvaklar ve kurbağlar kaldı” diyor.Hoca memnuniyetini belirten
jestlerle kafasını sallıyor ve ağzını büzerek gülümsüyor..
NTV’den Adem Kadal, “Ağbi medari iftiharımız konuşuyor.. Neden alkışlamıyorsun diyerek Zeki beyi alkışlamadığıma
dikkat çekiyor.Bende onun yağcısı değil danışmanıyım.Herkes görevini
yapıyor...Oda görevini..Beni bağlamaz”
diyorum.
Adem
sağlsun Zeki bey bana emanet verdi
sonra Necati beye ver dedi. Bende götürdüm ama yokmuşsunuz.Fevziye
hanıma verdim..Önemli bir şey yokmuş
diyerek Meclis genel Kurulunda yapılan gizli görüşmeden notları Adem’e vermiş
onu söylüyor..
Hürriyet’ten Turan Yılmaz, “seninkiler buraları
seçmezdi. ASKİ filan olurdu” diye soruyor. Bende “ASKİ’de Melih beyin programı varmış” diyerek “Melih
beyin vermediğini ima ediyorum...Ve “burası Demirel’in kalesi biliyorsunuz.
Demirel’de saadete gelecekmiş ondan burayı tercih ediyorlar” diyorum..
Altınsoy’da gelmiş.Necati Çelik’le aynı
masada.Necati Çelik’e değil de Altınsoya
gidip afiyetler dileyip hatır soruyorum.
Çelik kızarıp duruyor..
Az kalsın koruma ile muhabir arasında sigara kavgası çıkacaktı..
Yemek sonrası giderken Oğuzhan Asiltürk’le karlaşıyoruz. Nezaket
gösteriyor..Hatır soruyor. Hocanın az konuşması
iyi oldu.Hitabetide
Ecevit’le mukayese edildiğinde çok ileri diyorum..
Asiltürk...Allah....Allah ...diyerek
“Allah inşallah o günleri gösterir gibi söylüyor” Bunu çok samimi buluyorum..
.........
Vahdettin elbay orda.Çankaya ilçe
başkanı doç.Dr.halis bilge orda..
.......
Sincan belediye başkanı Rüstem beye
mektubu veriyorum..”Senin yazın cebimde”
diyor..
.........
Hüseyin Erdal... Önce geleni yemek
gerekmiş. Öğrendik ama çok geç oldu
diyor.. Sen resim çekip haber yapmak için para gerekli imiş bunu da geç öğrendik diyor... Bende her şey tamamen
duygusal diyorum...
.........
Zeki beyle karşılaşıyorum. “Sende
geldin mi?” diyor. Farukinin oğlu ile
birlikte.Ben camiye gidiyorum diyerek kacatepeye yöneliyorum..
Otelde dolaşan bir Afgan kıyafetli ile
gidiyorum.
Adı Muhammed... olan kişi Pakistan’dan
gelmiş..
“Ramazan bereket ama Afganistan’da
zulüm. ABD ve İsrail zulmü “ diyor..
...........
Namazı kıldıktan sonra Şeyh Faruki’nin oğlu ile Zeki bey camide..
Nereye gideceğimize dair bir
programımız yoktu.Bizde camiye geldik.
İstersen kitap fuarını gezelim mi
diyor.
Gezmeye karar veriyoruz.
Ayakkabımı almaya gittiğimde yine Pakistanlılarla karşılaşıyorum. Beş
kişiler...sevimli insanlar.. yarı Türkçe Arapça ve İngilizce anlaşmaya çalışıyoruz.. Camiyi güzel
bulduklarını söylüyorlar..
......
Zeki bey ve farikinin oğlu ile
birlikte birkaç stand dolaşıyoruz.
Camiden çıkanların kalabalığı var..”Bu saatte fazla dolaşamayız esnaf alışıverişte.Yarım
saat sonra kimse kalmaz ama tenha zamanda gelmek gerek diyerek geziyi kısa
kesiyoruz.
Yalnız yazarlar birliği standındaki
delikanlı beni tanıyarak mesajını Mehmet
Sılaya ilettim diyor..
Sılayla yemekte karşılaşmıştık.. Sılay
yeniden aday yapılmadığı için kızıyordu. Ama nedense eskiciler yanında yer aldı.
Ömer Öz yılmazda öyle.. Dr. Ahmet....
da
.......
“ÜLKENİN
İTİBARI MAKAM ODALARININ TANZİMDEN
GEZÇMEZ. ÜLKENİN TİBARI BORÇ ALMAMAKTAN GEÇER”
Tam çıkmak üzereydimki “Timaş standında
Hüseyin Üzmez kitaplarını imzalıyor” anosu yapıldı.
O sırada bir iki gencin “neresi diye”
dönerek TİMAŞ standını aradığını gördüm. Onların kendi tarifleri ile bende kısa zamanda standın yerini öğrenip yöneldim.
Gittiğimde Üzmez yeni yerleşiyordu.
Başında yarım sola eğilmiş oğlak derisi Çeçen kalpağı.. Sırtında deve tüyü poltasu.. Yine sol yanında katalitik soba önünde kitapları..
Bir iki kişiye imza ediyordu ki beni
görünce “Gel kardaşım. Buyur. Bir öpeyim” deyip öptü. Kolay gelsin filan
dedikten sonra gençlerin sorusunu cevaplandırıyor...
Bir delikanlı; “Tlevizyonda
anlattığınız iğne hikayesi bizi çok güldürdü” diyor.
Üzmezde
onun aslı öyle değildi. Ben onu
şey olmasın diye şey yaptım (Teville anlattınız yani) Evet aslı
şöyleydi::
Bir paşa (Bana dönerek eski asker olmamı hatırlatıp seninkilerden)
başörtüsüne karşı değiliz.İğneyi şöyle batırmalı filan diyor.Bir erde gelip
“komutanım iğne nereye batırılacak?” diye sorunca komutandan bir tokat
yiyor..Er tokatı neden yediğini beli
bilmiyor..” diyor.
Beni
gördü ya.. Başladı İsmail
Nacar’la ilgili anlatmaya..
“Bu gün
Selami ile birlikte
Kızılay’da karşılaştım.
Yaşar Nuri yazmış ki Hüseyin Üzmez diyor ki “İsmail,
değil kitap yazmak anasına mektup
bile yazamaz..”diye yazmış.
İsmail;
“Ben onu mahkemeye verdim.. Sende
ben böyle demedim diye yazıver. Çünkü kamuoyu senden böyle bir açıklama yapmanı bekliyor”
dedi. Bende “yahu ne açıklamasa yapayım.
Açıklama bekleyen kamuoyu değil sensin “
diye gülerek ekliyor.. “O İslamcı yazar diye
geçiniyor ama Onun değil kitabı
el kadar bile bir yerde yazılmış kağıdı yok.”diye keyifle anlatıyor..
“Sabah gazetesinden bir serseri benim
için gündüz İslamcı gece ise şişenin
dibine vuruyor yazmış. Onu mahkemeye verdim. İyi bir tazminat alsam da millete ziyafet versem.. Ben
hapsane de bile sigara dahi içmedim.
Adam sorhoş diyor” dedi.
Bende “ağbi o benim şiirimi okumuş öyle zannetmiştir.
Çünkü ben sana sarhoş...Çağın içmeden
sarhoş olan neyzeni demiştim” diyorum
keyifle gülüyor..
Tam
bu sırada Hüseyin bey nasılsın diye birden Turizm Bakanı Mustafa Taşar
belirdi..
Hüseyinağbi hemen ayagğa kalkarak Sayın bakan
hoş geldin diye hürmet gösterdi. O rahatsız olmamasını söyleyip bir
takım kitapların tümünden istedi...
Kültüre katkı dedim.Hüseyin ağbi sayın bakan eski arkadaşım dedi.. Taşyar
kitapların çoğunu okudum dedi. Bende diğerleri sizin için nostajik olur
ama can pazarını okursanız Hüseyin
ağbinim son haleti ruhiyesini anlarsınız
dedim.
Taşar, ağbi zahmet etme bir tanesini imzala yeter dedi..
Bu arada birkaç kez elektrikler
dışarıdaki yağmur ve rüzgar nedeni el gelip gitti. Bakan ne oluyo bu
elktiriklere demekten kendini alamadı..Belki de can güvenliği için endişeye
düştü..
Bu arada Hüseyin ağbi tanıyor musun
diye bana sordu. Ağbi nasıl tanımam.
Sayın bakanı makam odası tadilatından iyi tanırım dedim.
Taşar
onu abartılar. Boyalı basının tesirinde kalmışsınız. Gerçeği bilseniz
öyle konuşmazsınız. Şimdi açıklamanın yeri değil ama gerçek rakamı ortaya
koyacağım, o zaman böyle düşünmezsiniz dedi.
Bende sayın bakan Türkiye’nin itibarı filan
demişsiniz ama ülkeni itibarı
öyle makam odalarının tanzimden gezçmez.
Ülkenin tibarı borç almamaktan geçer dedim.
Sen de mi Malatyalısın dedi. Hayır
Allah’a şükür ki Çorumluyum dedim.
Zaten
Çorumlu olmasan yapmazsın. Senin yaptığını..deyince Çorumlu iyi yapar.
Çorumlu gibi yapılamaz da ondan dedim.
Seni iyi tanıyorum..tanıyorum da dedi.
Bende sizi tanıyorum..
Size gerçekleri görün diyoruz. kitap
alıp okumak istiyoruz. Alamıyoruz.. Adamlar geçen yılkı fiyattan kitap satıyor
yine alamıyoruz.. Okuyamıyoruz. Milletin hali harap. Çok istememize rağmen
alamıyor kitaba sadece bakıyoruz..dedim..Oda
evet öyle karşıda %50 indirim
diyor dedi..
Sonradan fark ettim..Bu arada
yanındakilerden biri bakan kitapları
alıpda elimizi sıkıp ayrılırken
işaretle sus gibi parmağını ağzına
tutarak lütfen diyordu..
Bende ona susmamın mümkün olmadığını
hatırlatırcasına “Ayasofya’yı unutma dedim.. Bakan kendine alınarak “tamam
tamam” diyerek gitti.
ANAP teşkilatlarının kısa boylu hızlı bir genci idi. (İntikam)
Yurdusevi’in filan arkasında dolaşırdı.. O kişi.. Biraz yaşlanmış ama.. Ayasofya’da karşılaşmış
ne yapıyorsun? dedğinde Namaz için yer alıyorum demiştim. Bir sürü cami var.
Elin kilisesinde namaz kılarak hadise çıkarma demiş, bende sert tepki
göstermiştim. O korkudan yanımdan ayrılmış. Ben de namazı Ayasofya içinde eda üst katta etmiştim...
Batesadüf bu ya birkaç gün önce bakanla
ilgili bir soru önergesi hazırlayarak bakanın marifetini Başbakan’a şu şekilde sormuştum:
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA
Aşağıda ki sorularımın
aracılığınızla Başbakan Mustafa
Bülent ECEVİT tarafından yazılı olarak
cevaplandırılmasını saygılarımla arz ederim.
M. Zeki ÇELİK
Ankara Milletvekili
1.Hükümetiniz
devleti küçültmek için yeni tasarruf tedbirleri alırken, bazı bakanlıklar hala
‘büyümeye’ çalışması hükümetin uyum içinde çalıştığının bir göstergesi midir?
2.Bazı bakanların bağlı kurumlarında “ 3 aydır maaş ödeyemediğini” söylediği bir
dönemde bir bakanın milyarlarca
liraya mal olan makam odası
tadilatı konusunda ne düşünmektesiniz?
3.Cümle
aleme IMF kanalı ile “para dilenildiği “ bir zamanda bu uygulama kamu kaynaklarının israfı değil midir?
4.Yine her alanda borç alındığı bilinerek içerde ve dışarıda “itibar sorunu yaşandığı” bir dönemde
bu harcamaların “Bakanlığın
dolayısıyla devletin itibarı” diye
açıklanabilir mi?”
--------------------000000000000000000000------------------------
NECATİ ÇAVDAR’LA UFUK TURU.... .
Yekta GüngörÖzden:
“CUHHURİYETİN KURBANIYIZ”
Bu hafta sizler için “Sorarsınız. Aklımın erdiğini söylerim.. Saydamlığı,
açıklığı seven bir insanım, terbiyesizliği değil.. Açıklığı severim,
müstehcenliği değil” diyen Anayasa Mahkemesi önceki başkanlarından Yekta Güngör
Özden ile sohbet ettik. Gerek Özden’in samimiyeti gerekse kendi konuşma
üslubunun ortaya çıkması bakımındın kimi dil kurallarına uymayan cümleleri
aynen korumayı hem kendilerine hem de sizlere saygı açısından uygun bulduk.
Kendileri için “Cumhuriyetin kurbanıyız” nitelemesi yapan ve “sayısal
çoğunluğun siyasal kararların istendiği gibi alınmasına yetmeyeceğini”söyleyen
Özden, kendi ifadesi ile”Kimi askerlerin (kurumu ayrı tutulmak şartıyla) tutumu
ve tavrı, yargının durumu ve demokratik kitle örgüleri konusunda uygulamalara
yorum getirmeyi başka bir söyleşiye bırakmak üzere dil, siyasetten ne umdu ne
buldu, Milli irade ve 28 Şubat gibi konulardaki görüş ve düşüncelerini
huzurunuza getiriyoruz..
--------------0000000000000000---------------
SPOTLAR:
Dil konusu, birisinin mutlaka böyle olur demeyle olmuyor..
İnsanım .Şerefli ve namusluyum..
Türküm Türkçü değilim..
Milliyetçiyim ırkçı değilim..
Atatürkçüyüm.Kürtçü değilim..
Meslek liselilere haksızlık edildi.
Düzeltsinler..
İki yılım o dernekte (ADD’de) geçti... Yirmi yıllık ömrüm bitti.. Yaptığım
çok güzel şeyler oldu. Şimdi yalancılar inkar ediyor. Neler neler yapıldı.. Ama
anlamadılar. Beni yordular.. Yıprattılar.
”Atatürkçülük rozette kalmış.. Ayda iki milyon lira ödentisini vermeyen
adamlar bana göre adam olmaz ki Atatürkçü olsun..
Siyasette; bir buçuk iki yılda..
Servetim gitti.. Sağlığım gitti.. Saadetim sarsıldı..
Milli irade ayrı şey , millet iradesi ayrı şey..
Bunlar hukuksal incelikleri olan , hukukçulara anlatılması gereken onların
tartışması gereken kavramlar ve konular.. Ve kurumlar..
Bu gün Bush, Amerikanın Erbakan’ı İnananı ile inandığı arasında elçisi
olmayan tek din Müslümanlıktır.
..................000000000000000..............
DİL..
-Bizi daha çok kelimelerle vurdular.Kelimelerle
sıkıntılara giriyoruz.. Bu gün Atatürk’ün nutkunu bile anlamıyoruz. Bu konuda
ne diyorsunuz?
- Bir ben öğretmen çocuğuyum.Beni bir özelliğim daha var. Dün gece mehtaba
çıkıp hep seni andım Öyle biran gelir ki mehtap seni “ şarkısını bilirsiniz. Bu
şiir enişteme yazılmıştır. Biz ailede hep böyle edebi anlatımlarla edebi
tartışmalarla yetiştik.Ve yazıyı ben dört yaşında öğrendim.Beş yaşında ilk
okula başladım. Dilim, Türkçe’ye alışkanlığım ve sevgim vardır. Ben on yıl orta
okulda Türkçe yurttaşlık bilgisi dersi verdim.. Türk Dil Kurumunun hem avukatı
hem üyesiydim. Dil derneğinin üyesiyim.Türkçe sözcüklerden yanayım.Arı dilden
yanayım..Ulusal dili ulusal kültürü benimseyen bir adamım. Ancak.. Derslerimde
çocuklara mutlaka iki şeyi başucunuzda mutlaka bulundurun diyorum. Bir
anayasa.. 82 Anayasası bana göre 61 anayasasının çok kötü bir kopyası olmasına
rağmen
– Bazı iyi maddeleri var elbet..genelde söylüyorum.
- Bir anaysa cebinizde çantanızda bulunsun. Hakkınız nedir.Ne
isteyeceksiniz, ne istemeyeceksiniz.. Ne yapacaksınız ne yapmayacaksınız...
Devlet ne yapar, ne yapmaz.Bilin. Biri de.. Mutlaka, Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927
de 36,5 saatte söylediği söylevi bulunsun. -İyi de Atatürk’ün okuduğu nutku
nasıl anlayacaklar? Bu gün konuştuğumuz dil, dün konuşulan dil değil..
Atatürk’ün o gün anlattıklarını bu gün anlamak elbette güçtür. O nedenle Hıfzı
Veldet Velidedeoğlu’nun Özer Ozankaya’nın ..Başkalarının ve benimde yaptığım
çeviriler var. Mutlaka Eskiyi söylemek zorunda değiliz ki?.. Eski sözcüklerde
bizim sözcüğümüz değil..Farsça, Arapça karışımı Osmanlıca.
-Şimdi gençler .hayretini, şaşkınlığını artık
cümlelerle ifade etmiyor..”Of oldum...Kal oldum” vs gibi bir kaç kelimeyle
yetiniyor. Dilde kelime hazinemiz daraldı.O anlamda soruyorum.
-Dili Türkçeleştirerek daralma değil. Türkçeleştirilerek ulusallaştırılıyor.Millileştirildi
eski dille ... Dildeki kirlenme iki yoldan oluyor. · Bir: Argoya çok dönüş
oldu.Gençler işin basitine kaçıyor.Okumadılar.. Eğitimin iyi olmadığından
.Eğitimde boşluklar, bozuklar olduğundan · Birde yabancı dilerin istilası dediğimiz
el atması oldu. Geçin bakın sokaklara.. .Tunalı Hilmiye.. Bazı yerlere..Otel
isimlerinden kebapçılara kadar .. Adam “Perdecci” yazmış.”Başka bir şey mi?
Anlamadım.Ne demek? Bu dedim. Efendim perdeci bu dediler.Perdci de ilgi çekeyim
diye yapmış.Dikkat edin şimdi: yani bir ürün reklam başladı “A” harfinin
ortasındaki çizgiyi koymuyorlar. · Bunlar kendi diline , kendi değerlerine,
kendi varlıklarına, kendi kaynaklarına özen göstermeyen şöyle böyle insanların
ortaya koyduğu sonuçlar. -Bu gün yasların dili de öyle, yeni çıkarılan
yasalarda yaşayan dil değil yaşamayan dil söz konusu.. -Yaşamayan eski dil
hakim.Yenisi değil..Sizin anlamadığınızı zannettiğiniz kelimeleri anlayanlarda
var.Sizin anladığınızı zannettiğiniz kelimeleri de anlayanlarda var. Dil konusunda;
doğal gelişmeyle, kirlenmeyi önleyerek eski sözcükleri atıp yerine yenileri
alarak ama bağlantıyı anlam yönünden kurarak yürüteceğiz. Eski kelimelerin
yerine yenisi bulunuyor.. Bulunanların çoğunu sevmiyoruz. .... Dil konusu,
birisinin mutlaka böyle olur demeyle olmuyor..
ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ..
-Biraz önce Atatürk milliyetçiliği dediniz.Atatürk
milliyetçiliği nasıl bir şeydir.Kaç metredir.Kaç gramla ölçeceğiz.Kime
diyeceğiz.herkes diyor ki ben en Atatürkçüyüm..Kahveye gittik. Vatandaş
kağıdını oynuyor..Askerlik yap demişiz.Yapmış.Vergi ver demişiz... Gücü varsa
vermiş.Siz yargıçsınız.Ben seni suçlu buldum demişsiniz.Tamam eyvallah demiş.
Gdip yatmış. Şimdi bu adam nasıl bir adam? Atatürkçü mü, Atatürk milliyetçisi
mi,milliyetsizi mi nadir.Bu insanı belirlemek için ne yapacağız?
-Söyleyeyim...Konuşacağız şimdi...Bakın..İstediğinizi yazın.. Müslümanlıkta
yalan söylemek var mı?..
- Yok.
..Müslümanlıkta adam öldürmek var mı ?..
- Yok..
Müslümanlıkta hırsızlık var mı?..
- Yok.
... Müslümanlıkta ırza geçmek var mı ?..
-Yok....
Müslümanlıkta çalmak var mı?
- Yok..
Sahtekarlık var mı?
-Yok
- Yok değil mi?.. Bu gün hanemizdekiler kimler?.. Müslüman değiller mi? O
nedenle Müslümanlığı suçlamak doğru değil.Bir yere geliyorum.O Müslüman olsun
veya olmasın İnsanın kendi yapısından kaynaklanan tezahürlerdir. Eskilerin
deyimi ile .. Bakınız. Milliyetçilik dediniz.... Gayet içtenlikle konuşuyorum..
Dostça.. Benim bir sözümdür..”Ne altın gelir, ne gümüş gelir.Dost gelir”.Bir
birimize inanmak orundayız.Sizin yarın ne düşüneceğinizi bilmiyorum.. Belki
Allah vermesin iki dakika sonra fenalık geçiririz..Belki ben geçiririm ..Siz
bana müdahale edeceksiniz..
-Çok önemli.
-Doğru değil mi? Birbirimize bakmak zorundayız.. Ben her zaman söylüyorum:
İnsanım .Şerefli ve namusluyum..Türküm, Türkçü değilim..Milliyetçiyim, ırkçı
değilim.. Atatürkçüyüm, Kürtçü değilim.
-Bunun ölçüsü ne?
-Dur.. Anlatacağım.Bakın bir daha söylüyorum.. Türküm Türkçü
değilim.milliyetçiyim ırkçı değilim.Atatürkçüyüm Kürtçü değilim. Müslüman’ım
İslamcı değilim..Dindarım dinci değilim.. Var mı ötesi? Benim tarifim bu.. Hem
milliyetçiyim.Hem Türkçü..Değilim.. . Irka ağırlık veren insanları ırklarından
dolayı değerli veya değersiz kılan adam değilim .O bizim elimizde değil.Önce
insanız.Sonra Türk, sonra Müslümansız.. İnsanlığınızdan vaz geçip hayvan
olmazsınız..Ama bir kötülük yapmışsak, hayvan gibi hitap edilebilir bize, değil
mi efendim? Peki Türklüğümüzden vaz geçsek.. -Tarihimizi değiştirip –Irkımızdan
vaz geçmiş değiliz.O kağıt üzerinde bizi tanımaya yarayan bir işarettir.
Pasaport gibi.. Amerikan tabiiyetinde yüzlerce Türk yok mu?.. Binlerce var..
Geçiyorum..Müslüman’ız diyoruz. İhtida eden var( din değiştiren)..Dün veya bu
gün gördüm.Gazetelerin birinde var. Bir hocanın çocuğu gitmiş Amerika’da dinini
değiştirmiş. Fikret’in oğlu gibi.. -Çok normal.. -Oraya geliyorum.. Fikret’in
oğlu Haluk gibi..Demek ki bu değerler bizim üzerimizde kalan , insanlığımız ve
ırkımız gibi kalıcı değerler değil..O halde geliyorum... Milliyetçilik
dediğimiz şey.. Kendi soyunun değerlerine sahip olup.Onun iyi geleneklerin
korumak, güçlendirmek, kötü alışkanlıklarımızı arındırmak başka ulusların
karşısında kendi bağısızlığını ödün vermeden korumak,..Ama başka ulusların
kötülüğünü istemeden dostça yaşamak ilkesi...Atatürk milliyetçiliği budur..
Birisini boğmak, istila etmek, işgal etmek değil..Anlatabildim mi?.. Sen
milliyetçisin yada sen milliyetçi değilsin gibi ayırmadım..Herkesin milli
değerlerini,ulusal değerlerini kendine özgü düşünmesinin dışında eğitim yolu
ile çocuklarımıza soyumuzun üstünlüklerini anlatmamız.Başka soyları aşağı
görmeden,dostluk ve bağımsızlık içinde yaşamayı anlatmamız gerekir.Özetle budur
milliyetçilik...
SİYASETTEN NE UMDU, NE BULDU ?
-Siz en üst hukuk kurumunun başındaki insan olarak
çeşitli görüşlerinizi açıklıyordunuz.. -Ama demin söyledim.yargıçlık
nitelikleri ve meslek gereklerine aykırı olmadan..
-Takdir
ettiğim bir şey var. Niye? Bir insanın hakikaten bir siyasal düşüncesi, yönetme
arzusu varsa bir siyasi partiye mi girecek, bir siyasal kuruluş mu teşkil
edecek. Etmeli ve oradan da halkın huzuruna çıkmalı.. Siz bunu yaptınız.
-Onu da anlatayım....Şimdi bakın.. Siz sorunuzu sorun söyleyeyim.
-Ne umdunuz, ne buldunuz?
- Tamam,şimdi oraya gelelim. Ben siyaseti sayarım... Sevmem.. 1951yılında
zamanın Adalet Bakanlarından Osman Şevki Çiçekdağlı ile uzun tartışmalar yapıp,
parti gençlik kollarının , ocakların açılması için mücadele vermiş insanlardan
birisiyim... 1953 yılında CHP Gençlik kolları kuruldu.Başkanımız Dr.. Suphi
Baykam’dı..Yönetim Kurulunda Altan Öymen vardı.ben vardım. Bülent Ecevit geldi
sonradan ..On beş kişiydik..Kızlı erkekli.. İki yıl orada çalıştım.Fakülteyi
bitirdim.Askere gittim.. 59 da, terhis olup geldim. Halk Partisi’nin üyesi
olarak Hukuk müşaviri oldum.Avukatlık bürosunun başında bulundum..Sonra..
Yüksek Danışma Kurulu üyesi oldum.Vedat Dalokay..Ahmet İsvan..Kemal Kayacan..
Başbakanlıkta müsteşar İsmail Erkan ben beş kişiydik. Tüzük gereği de -bu
nedenle - parti Meclisi üyesi oldum..Ama hukukçuluğuma leke sürecek hiçbir şey
bırakmadım. Hiçbir siyasi toplantıya katılmadım.Hiçbir siyasi istekte
bulunmadım. Hiçbir siyasi öneri almadım.. Rahmetli oldu. -Daha geçen
hafta-..Erturğrul Özkök’ün kayın pederi Hüdai Oral.. O bana 1967’lerde bir gün
telefon etti. Dedi ki “İsmt Paşa senden rica ediyor.Ankara il başkanlığın
alacaksın..” . “Peki” dedim..Üç saat sonra vaz geçtim. Evden çıkmadan.... İsmet
Paşa’ya bir “peki “demek zorunda kaldım....Ben bu işten vaz geçtim.ben bu işi
beceremeyeceğim” dedim.Açtım telefonu , “kusura bakmayın kabul etmiyorum”
dedim.Kestim ilişkimi. -1979 yılında ben Anayasa Mahkemesi Başkanlığından emekli
olmadan, Lojmanıma kadar gelerek benim emekli olduğum zaman siyasete girmemi
isteyenler, hatta emekli olmadan bırakıp, Halk Partisinin başına geçmemi
isteyenler oldu.Açık söylüyorum. Bunlar, eski milletvekilleri...Senatörler
geldi. Kendilerine “hayır” dedim...Daha evvel Anayasa Mahkemesine yeni üye
olarak girmişken 20 ay sonra ihtilal oldu.İhtilalden sonra rahmetli Sırrı
Atalay beni ziyaret etti.Oturduk. Dedi ki “Yektacığım, Başkanlar..” Kim dedim;
“başkanlar ?”.. “Eski” dedi. “Meclis Başkanları, Senato Başkanları.. Karar
verdik parti oluşumuna.. Seni aramıza koyacağız, söz “dedi. “Hayır...” dedim.
“Ben hukuk yolunu seçtim..Avukatlığı bıraktım.Yargıçlığa geldim...Örnek olmak
istiyorum.Burada mesleğime kendimi tam vereceğim dedim.kaldı ki benim varlığım yok.Siz
bana bir görev vereniz uçakla gidemem..Trenle gidemem.Otobüsle gitsem geç
kalırım.Dolmuşla gitsem şu olur.Benim verecek paramda yok.Benim bu görevleri
yerine getirecek ekonomik imkanlardan mahrumum..Beni bağışlayın dedim.”Anladım”
dedi gitti adam..Taaa bu 1981 de oluyor. Aradan yıllar geçip ben emekli
olunca..Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanlığı’nı bana zorla
verdiler..İstemedim.”Bazı olumsuzluklar yaşanıyor, bunları ancak sen
giderirsin” dediler..Sizin tanıdığınız insanları söyleyeyim.Uluç Gürkan..Önder
sav..Vural savaş..Profesörler..Bunların içinde ADD’nin o zamanki üyeleri.Vali
Aydemir bey.. Hepsi..Israr .. Israr.. Önce “evet” dedim.Sonra “hayır
“dedim..Bir hafta sor yeniden ısrar ettiler. “Evet” dedik.. İki yıl o dernekte
geçti.Yirmi yıllık ömrüm bitti..Yaptığım çok güzel şeyler oldu. Şimdi
yalancılar, çoğu inkar ediyor. Necati bey.. Subayların, hakim ve savcıların,
öğretmenlerin bakanlıklarından izin almadan üye olmaları kararını çıkarttım.İki
kapatılma davası vardı.Onları ret ettirdim.Vilayetlerin ve kaymakamlıkların
kapısı açıldı.Kız yurdu çalışmaya başladı..Antalya, Kayseri,Bursa şubelerine
bina satın aldık..Düşünebiliyor musunz? Neler neler yapıldı.. Ama
anlamadılar.Beni yordular..Yıprattılar.”Atatürkçülük rozette kalmış..Lafta
kalmış” dedim ayrıldım..Ayda iki milyon lira ödentisini vermeyen adamlar bana
göre adam olmaz ki Atatürkçü olsun..Ayda bir milyon lira ödentisini
vermiyor..Böyle olanakla çalışacağıma bıraktım.. Hukuk kurumuna geçtim.. Orada
da üstüme düşenleri yaptım..ADD’de tüzük yenilendi.Hukuk kurumunda da Tüzük
yenilendi..Çağdaşlaştırdık.Güncelleştirdik.Salonlar ..Hepsi yapıldı, ayrıldık
.Huhuk Kumu’na gitmeden ..Geliyorum.. Orada iki yıl kalıyorum.Israr diyorlar.
Bir daha olmuyorum.Baro Başkanlığında da öyle yaptım .72-74. bir daha olmadım..
ADD’de en çok oyu aldım.Genel Başkan olmadım.Yönetimin arkasına geçtim..Yürütme
kurulunu bıraktım.Başkasına verdim..Hukuk kurumuna “Yine ol, olmam.” Geldik.
Dediler ki iki arkadaş.İsmini de vereyi size.Vural Savaş’la Osman Özbek paşa..
Dediler ki “ Efendim, Türkiye böyle gitmiyor.. Partileşmek lazım. ....lazım.
Bunlar daha çok Halk Partisine yakınlık duyan arkadaşlardı.İkisini de sevdiğim
saydığım insanlardı. Ondan sonra ben bu işin siyaset yoluyla çalışmanın bana
uygun olmadığını söyledim.Gittiler geldiler olmayınca..Dediler ki bir gün
ikisi. Bir ikindi üzeri. ”Biz yarın deniz Baykal’a gideceğiz.” Dedim ki
“hayırlı olsun.Ama sakın benim adımı götürmeyin .Benim böyle bir isteğim
yok.Sizinle dostluğum arkadaşlığım bozulmasın. Size hayırlı olsun “dedim..Yani
oraya girdiniz diye ilişkimiz bozulmasın” dedim.”Siz oraya girersiniz, ben
girmem.” Bir gün sonra geldiler..Deniz Baykal’ın olumsuzluklarını anlatıp Deniz
Baykal’la bir şey olmayacağını.. Bakın ayrıntı ile anlatıyorum..Deniz Baykalla
bir şey olmayacağını yeni bir parti kurulmasının gerekli olduğun söylediler
Necati bey.. Bende kendilerine dedim ki.. Kuralım, muralım dediler.. En
nihayet.. Eski senatörler, milletvekilleri, belediye başkanları, emekli
valiler, bakanlar dahil 357kişiyi Dünya Ticaret Mekezi salonunda
topladık..Sekiz saat süren bir toplantı oldu..Vural Savaş bey, toplantının
başında Antalya’ya gideceğim diye ayrıldı. Toplantının yönetimi bana kaldı.Ben,
Sivas milletvekili eski meclis başkanvekili Mustafa Kemal Palaoğlu, Necdet
Uğur’un milli Eğitim Bakanlığı zamanındaki Orta Öğretim gGenel Müdürü Güler
Tanyolaç.. Üçümüz.. Dedik ki ”Halk partisinde yoğunlaşma olsun..Siyaset yapmak
isteniyorsa.Deniz Baykal anlayışı ve yönetiminin uzaklaştırılıp gerçek,
yarayışlı bir yönetim kurulmaya çalışılsın..Yeni parti
kurulmasın...Tartışma.tartışma..Bizim gibi “Yeni parti kurulmasın” diyenlerin
dışındakilerin oybirliği ile yeni parti kurulması kararı çıktı. Ben ..
geciktirdim. Bakınız.O sıra da 2 Haziran 2002 de ADD’nin son genel kurulu .Tam
ayrılıyorum.. Toplantıda kalp krizi geçirdim..Ayakta alkışlanan bir konuşma
yaptım..On beş gün hastanede yoğun bakımda kaldım..Yoğun bakımdan çıktım ikinci
gün Vural Savaş geldi..Birinci gün Erdal İnönü, geçmiş olsuna geldi bana..
.Sadece dost ve babasının avukatıyım diye..İkinci gün Vural Savaş geldi dedi ki
“ Ağbi ben bu..h.. işlerde yokum” dedi. -Ne demek oluyor bu? -“Antalya’ ya
gittim şöyle oldu.İzmir’e gittim böyle oldu.Ben siyasete girmeyeceğim “ dedi.
Etmeyin kardeşim, millet size güvendi..Biz seni genel başkan yapacaktık..İşte..
Falan yok.Ayrıldı..Sırf Atatürkçüler dağıldı demesinler diye, beceremediler
demesinler diye arkadaşların ısrarı üzerine genel başkanlık bana kaldı..
-Mecburiyetten? -Mecburiyetten.Bir buçuk iki yılda..Varlığım gitti.. sağlığım
gitti..Saadetim sarsıldı.. İçlerinde i emekli general, kimisi profesör.. hepsi
demiyorum.. tutarsızlıkları, kendi imzalarına sahip olmamaları..Verdiği
karardan dönmeleri, hepsi kendirleri protokol görüşmelerine katılıp, protokolü
onlar hazırlayıp,onların imzala dediklerinden daha iyisini Mümtaz Soysal’la
anlaşıp, getirdim.. Ve bunlar, birleşme kararı için yasal yönden 14 Şubat günün
belirledikleri halde o gün geldiler Necati bey,altmış kişi toplanmamız
lazım.Kurucuların yarısından bir fazlası..Ölenler oldu çünkü.57 kişi
toplandık.Üç kişiye imza attırmadılar.. Salondakilerden on ikisi kendi kabul
ettikleri birleşmenin, “Hayır “ diyecek adamlardı..Biz 45 kişi.Birleşme
kararını nasıl olsa alacaktık. Mümtaz Soysal’ın partisiyle
birleşecektik..(Koltuğu göstererek) Mümtaz Soysal burada oturdu.Ben hep burada
idim..( benim oturduğum yere göre oturduğu koltuk)Saadettin Tantan burada
oturdu.Çok çalışmalar yapıldı.Çok konuşmalar..Bir örnek bir öncelik olacaktı
dağınıklık gitsin diye..O gün sabote ettiler..Sinirlendim.Kürsüye çıktım.. Ne
amaçla partiye katıldığımı, görev aldığımı, ne umutla geldiğimi, ne duruma
düşürüldüğümü söyledim.İstifa ettim.Çıktım.. Saat 1,5 da oradan.eldim
Kavaklıdere postanesine .. Partiye de, Başsavcılığa da bir ki telgraf
çektim..Üyelik filan bıraktım .Bir yıl on gün oldu. Hiç bir ilişiğim kalmadı.
Eşim vce dostlarım hariç Türkiye de her şeyi terk ettim..
MİLLET İRADESİ ve MÜDAHALELER
-Türkiye’de iki defa ihtilal oldu. Bir defa Muhtıra
verildi.birde 28 Şubat denen kimisine göre post madem darbe, kimisine göre
müdahale oldu.Ama ben müdahale olduğunu düşünüyorum. -Tabii. -Ama her seferinde
vatandaş, muhtıralara, ihtilallere darbelere muhatap olanları bir şekilde
iktidara taşıdı.Menderes’e e karşı yapılan darbeden sora, “Gözümün içine bakın
ne değimi anlarsınız” diyen gurubu iktidara getirdi. 71 Muhtırasında Ecevit,”Bu
bize yapılmıştır” dedi.Onu getirdi. 80’den sonra yok edilen siyasi aktörler
daha sonra yeniden iktidara geldiler..Yani milletle yukardan müdahale uyumsuz
gibi görülüyor..
-Söyleyeyim....Hemen söyleyeyim. Efendim.. Ben hukuk dışılıkların
karşısındayım..
-Özür diliyorum..Elimde Atatürk ve hukuk diye bir
kitap var..Gelirken de baktım.. Atatürk millet iradesi, milli irade diyor..
-Bakın milli irade ayrı şey , millet iradesi ayrı şey.. Bunlar hukuksal
incelikleri olan , hukukçulara anlatılması gereken onların tartışması gereken
kavramlar ve konular.. Ve kurumlar.. Bir yere geliyorum. Bir .. Röportaj
benimle olduğu için benim görüşüm önemli.
-Sizin görüşünüzü soruyorum..
-Bana göre diyorum, katılır katılmazsınız.Herkes kendisine göre bir şey
söyleyecek.Bu gün benim görüşümü soruyoruz onu anlatayım. Bir ..Hukuk
dışılıklara karşıyım.Zorunlu olmadıkça, ulusun direnme hakkı diye bir kavramı
sık sık gündeme getirilmesine karşıyım.. Ben 1960 olayını bir devrim olarak
kabul ediyorum.. 1971, 1980 de olayına asla katılmıyorum..1980 olayı içinde
Evren paşa ile bir konuşmamızda “ Ben 12 Eylülden yana değilim. Ya12 Eylül’e
karşıda değilim.ya..ben 13 Eylül karşıyım dedim.İyi niyetle başlamış olsalardı.
İyi ihtilal yaparlardı. Üç..Herkes demeyim.İlgili olduğumu sanan kimseler ;
bizi suçlayıp yalan söylüyorlar. Enim 28 şubatla hiçbir ilgim yok..28 Şubat’ta
ben görevimin başında idim. Ne 28 şubat olayının olacağını biliyorum Necati
bey.Ne 28 şubat olayının öncesinde bir kışkırtmam, bir katılmam bir söz
birliğim.Bir davranışım oldu.Ne de ondan sonra olmadı..Hiçbir kime hiç bir
kanıt getiremez.. Ancak siz söylediniz.Sizi iyi dinliyorum ben..Müdahale
dediniz, ben onu müdahale saymıyorum.. Müdahaleyi..28 Şubat’ın oluşmasına sebep
olanlar kendi kusurlarını örtmek için müdahale gösterdiler.2 8 Şubatta bir zor
kullanılmadı. Kimse şunu yapın demedi. Hukuka ve Anayasaya aykırı bir şeyde
gündeme gelmedi.Ne geldi?.. MGK’nı gündeminde yarısı sivil yarısı asker olan
üyelerin en doğal hakları olan kendi görüşlerini açıklamaları sırasında bir
tarafın eksik bulunduğunu , öbür tarafın işine gelmemesine rağmen imzalayıp
benimseyip yürürlüğe koyduğu için onlar değil onların yandaşları dışarıdan
müdahale gösterdiler.. 28 Şubatta karalaştırılan 18 maddenin18’inde olması
zorunlu idi. İhmal edilmiş olaylardı onlar. Öğrenim yasası, giyim yasası,
irticaya karşı tavır.Bunlar bir devletin kendi varlığına yönelik saldırıları en
başta önlemesi gereken hususlardı.Ama idare savsaklıyor. Bir iktidar geliyor
kendine göre.. Eğitimde millilik kalmadı.Savunmada millilik kalmadı..Sanayide
millilik kalmadı.Dış ilişkilerde millilik kalmadı, yargıda kalmadı..Bunu açık
açık söyleyelim. Bunun için ..28 Şubatta MGK’da gündeme getirilip
tartışılanlar, orada kabul edilip imzalananlar.. İmzalamaya bilirlerdi de
..Hepsi MKG’nın hükümete tavsiyeleridir. MKG’nın doğrudan doğruya dayatması
değildir.Bunun kendi içinde kim kime dayatıyor.Müdahale değil..Ama
yapılmayanların sıcak sıcak gündeme getirilmesidir ve bizimle hiçbir ilgisi
yoktur.
-Çok net bir durum. Benim çocuğum iyi bir puanla
Anadolu Meslek Lisesi bilgisayar programcılığı bölümüne gitti. Hakikaten insan
olarak çok üzüntü duyuyorum. Izdırabını da çekiyorum.. Çocuğa demiştik ki bunun
geleceği var. Ancak 28 Şubatta Meslek liselerinin önü kesildi. İmam -Hatipler
öne çıktı. Ama öbür tarafta meslek liseleri .. Bu gün sanayici sıkıntıda.
Hakikaten büyük sıkıntı var.
-Hiç konuşmayın.. Ben sizinle beraberim..meslek liselerinin Türkiye için
yararı liselerden fazladır..Normal liselerden.Bak söylüyorum.Normal
liseler..Üniversiteye geçiş yolunda bir duraktır.
-Dünyadaki uygulamada öyle.
-Meslek liselerinin özeliği bir çok yönden daha fazla var..Üniversite
kapılarında yığılma oluşuyor.Meslek liselerine yönlendirme üniversite
kapısındaki yığılmaları azaltabileceği gibi bizim sanayinin ihtiyacı olan ara
elemanı da verecektir.. Ben bunların bilincindeyim. Şimdi İmam-Hatip okullarına
özel statü tanınası, öğretenlerin en iyilerinin oraya gönderilmesi, olanaklar
sağlanması meslek liselerinin İmam - Hatip kapsamında değil, İmam -Hatip
liselerinin meslek liseleri sayılması bu açmazı getirdi.Bunu ben yapmadım.Bunu
asker de yapmadı.
-Ama sıkıntıyı ben yaşıyorum. Yukarıdaki kavga ediyor
ama, gençler eziliyor..
-Bakın..Müsaade edin.Söyleyeceğim. Onu ben yapmadım..Askerde yapmadı..Onu
siyasetçiler yapıyor. Milli eğitim onların elinde.bakın hala İmam- Hatip
liseleri için puanlamalarda özel işaretler gösterilmesi dayatması var. Ne
gereği var efendim.. Niye bunları dayatıyorlar?... Hala yarım metrelik bez
için..Türban adı alında sıkma başı savunup kıyamet koparılıyor.. Evvelki gün
Berlin eyalet mahkemesi karar aldı”memurlar bile giyemez “diye..Hala getiriyor.
Şey diyor ki..Mehmet Ağar.. babasını tanırım. Zülkif bey.. Mehmet Ağar, 51
Ankara doğumludur..Babası bizimle top oynardı. Bak ben neler biliyorum..
Efendim oy toplayacağını zannediyorlar.Yumuşak karnı , inanç sömürüsü
Türkiye’nin . Efendim biz bunu sağlarız...Erkan Mumcu çıkıyor..”Özgürlüktür “
diyor, Af edersiniz..İnsanların aydınlığını azaltan.gevşekliğini daha sıkı hale
getiren şey özgürlük müdür? Mahkum etmek midir? Yanlış işlerdir
bunlar..
-Bende bir şey sorayım.. -Affedersiniz.Bunların
üzerinde durarak..eğitimi yozlaştırmanın anlamı yok.. Ama meslek okullarının..
-Şunu tamamlayayım müsaadenizle..Meslek okullarına kendilerinden beklenen,
ümit edilen özlenen düzeni, konumu vermek lazım..Onların önünü açmak
lazım.bundan yanayım.. Meslek okullarının kendi alanlarında üniversitelere
devamlarında hala bildiğim kadarı ile bir engel yok..
-var..
-Nasıl var?
-Şöyle var:
......... ..
-Acaba biz bu alanda dolduruşa mı geldik.Biz
başka bir şey yaparken , tartışırken AB’ye girişte işi yaramaz ada
niteliksiz,alt gelir guruplarında yaşamak zorunda kalacak, mesleksiz insanlar
haline getirilmiş gençleri 60’la daolduğu gibi AB’ni ağır işlerini yapacak
başka bir projenin unsuru mu yapıldı?
-Buyük Ortadoğu Projesinin ileri karakolu durumuna getiriliyoruz..Bakın
bana göre Recep Tayyip’in son Bürüksel toplantısında, NATO’da verdiği söz
yaptığı yardım var ya. ....
İRTİCA VE BAŞÖRTÜSÜ
-Siz irtica konusunda duyarlısınız..İrtica diyorsunuz
ama..Bu gün bir çok batı ülkesinde ya da modern olduğu iddia edilen, sanılan
ülkelerin gerek anayasalarında gerek kanunlarında gerek uygulamalarında bizden
çok ağır şeyler var.Mesela bu gün bir İsrail. Teokratik devlettir.Kimse
olmadığını inkar edemez.
-Hayır teokratik devlet değil. Dinci parti ile işçi partisinin ortaklığı
var.
-Fakat yasaların üzerinde hahamların kararı söz
konusu..
-İran’da da var.
-Fakat İran model olarak alınmıyor.
-Anladım.Ama İsrail’i de kimse model olarak almıyor..O da ölçü değil. Bu
gün Bush, Amerikanın Erbakan’ı
-Danimarka’ya baktım.Kral, Evengelist kilisesinin
temsilcisidir. Vs.
-Evet.. Gelenekleri var..İngiltere’de..
-Buralarda sorun olmuyor.Ama bizde irtica kılıfı
içinde irtica kelimesini arkasından sıkıntı oluyor. Şunu söylüyorum.Bir
başörtülü, veya kara çarşaflı ya da tamamen her şeyini kapatmış bir insan. Ama
bu ilim üretiyor.. Bu düşünce üretiyor.. Bu insanlara da faydalı ..Gitmiş bir
ağaç dikiyor..Bunun eylemi mi güzeldir.Yoksa çağdaşlık ölçüsü neyse bilmiyorum
ama çırıl çıplak ..Sokaklarda yıkıyor yakıyor..Kırıp döküyor.Size yumurta
atıyor..Bu mu faydalı, öbürsü mü.?
-O zaman ikisini ayıralım. Bir: Eylemleri ayrı değerlendirelim..Giysileri
ayrı değerlendirelim.Ben aklı başında bir insanın bir hayvanı tekmelemesini,
bir çocuğa tokat atmasını uygun bulmam. Bir yere geliyorum..Ben onu uygun
bulmadığım gibi ağaç dikerek fakire yardım ederek çalışarak yaptığı iyiliğe
rağmen onun kara çarşaf içinde gezmesini uygun bulmam.
-Geziyorsa gezsin.. Ne mahsuru var? -
- Tamam.Biz bir yerden geldik bir yere gidiyoruz.Gediğimiz yer teokratik
monarşi..Yani dinsel ağırlıklı kişisel yönetim..Mutlakıyetten meşrutiyete
geçtik..Daha bu giysiler Osmanlı imparatorluğu zamanında Abdulhamit’in bile
yasakladığı giysilerdir. Çarşaf yasağını Abdülhamit getirmişti daha evel..
müdahale etmişti. Niye? İnsanların özgürlüğünü giysi biçimiyle, o yolla
gölgeleyen atılımlardır. Neden dinsel ağırlığı ve yoğunluğu olmamasına karşın
kimi yobazın ve softanın ortaya çıkarak insanların daha çok oyunu çekerek d..
eder.Onların içinde her zaman ağaç diken, her zaman dikiş diken..Her aman sökük
diken insan yok.. Tamamlayayım müsadenle...Ben deminden de söyledim.Yoksa ben
sözünden dönen adam değilim. Yoksa Taha Akyol’un dediği gibi bu özgürleşmeymiş,
bu bireyselleşmeymiş., Müslümanlıkta.nerden çıktı? Zaten Müslümanlığın aslı
bireyselleşmedir.Bireyselliktir Neden? Dikkat ederseniz.. İnananı ile inandığı
arasında elçisi olmayan tek din Müslümanlıktır..O halde Müslümanlık,
kişiseldir..
-Yanlışa karşı yanlış diyelim..Ancak bunu düzenlemek,
Devlet müdahalesiyle halletmek -Şimdi geliyorum.Bakın..şimdi bu
1970lere geldik biz..1923’lerden1970’lere geldiğimizde böyle bir sıkıntı var
mıydı?.. Hiç kimse söyleyemez. Yoktu.Hiç siz türban yaygarası duydunuz mu?
Başörtüsü sorunu .Hayır yoktu.Niye yoktu? Köylerde kasabalarda Necati
bey,annelerimiz, teyzelerimiz.Bacılarımız kardeşlerimiz..
-Burada bir şey soracağım. Doğru yoktu.O zaman okuyan
nüfus azdı.
-Okunduğu için mi türban örtünüyor şimdi?
-Okuyan azdı.Şu anda zaten okumayan ve kamu hizmeti
vermek istemeyenler için bir sıkıntı yok zaten..Her hangi bir kamu kurumunda
elinde süpürge ile kamu hu-kurumunu temizleyen, kamu kurumu yetkilisine hizmet
eden için bir sıkıntı yok.Ama aldığı eğitimi, donanımı ile bir kamu hizmeti
vermek istediği zaman sıkıntı ortaya çıkıyor. Örneğin PTT’de size pul kesecek
biri başörtülü.Bunun ne mahsuru var.?
-Neyin?
-Birisi sizin evi, bahçeyi süpürürken bir sıkıntı yok.
Ama kamu kurumunda hizmet üretirken niçin sıkıntı olsun?
-Bakın devlet bir bütündür.Açık söyleyeyim.Devlet bir hukuk
devletidir.Devlet hukuk devletidir.Hukuk kurallarına göre yönetilir.Din
kurallarına göre değil.. bakın..Müsaade edin.. bunların üzerlerinde durdukları
örtü..Evelce de vardı PTT’de .. .PTT’de oturup da süpürge süpüren, çay getiren
kadınların örtüleri vardı.Öyle değildi.Şimdi. siyasal simge durumuna
getirdiler.Yani biz inançlıyız,.dindarız.İnancımızın gereği başımızı örtüyoruz..Görevde
de bunu yaparız.Görevde inanç geçerli değildir. Herkesin inancı içinde..İş
değişiyor burada..Bakın 1970 de böyle bir yaygara yoktu..Oraya geliyorum..
-Göreve mi bakacağız, görev yapana mı bakacağız?
-Yani gözlükçü iyi gözlükçü ise, üretiyor, iyisini en
iyi o yapıyorsa.. O her yerini kapatsın bana ne?
-O niye? Devlet hiyararşik biçimde olmak zorundadır.Yargıçların giysisi
var..Savcıların giysisi var.Polisin , subayın giysisi var.. Özellikleri var
bunların..Devlet memurunun gerektiği nitelik giysiyle beraberdir ve bir
bütündür..Hatta zaman zaman sakalı bıyığı yasaklarlar. Niye askerde bıyık
yasak?
-Yasak değil.
-Ne zaman kaldırdılar? Gene yasak.
-Yasak değil, komutanın arzusu diyorlar, diğerleri de
kesiyor..
-Müsaade edin.. Yasaklar yalnızca... Hukuk dediğiniz şey, yazılı kural
değildir ki..Hukuk, sözlü kuralların topluluğudur. İngiltere’nin anayasası var
mı.
-Hayır.. yok..
-Oraya geliyorum. Devlet bütünlüğü içerisinde görünme esastır. Şimdi
söylüyorum 70yılına kadar okullarda okuyan kızlarımız ahlaksız mıydı, inançsız
mıydı.70 yılına kadar ders veren öğretmenlerimiz, ders veren üniversite
hocalarımız..-
Bak iyi dinliyorum.Hiç unutmadım.Yerine bulamadım.- hocalarımız ahlaksız
mıydı, inançsız mıydı? Yok..hayır... bakın ayrım getirildi. Dinler
birleştiricidir. Kaynaştırıcıdır. Uzlaştırmacıdır. Anlaştırmacıdır. yanlış
söylüyor muyum.
-Hayır..
-Peki ..Ne oluyor?.. “İnancımız gereğidir” deyince , örtmeyen inanmıyor
gibi oluyor.Yanlış işler bunlar..Dinde.. Böyle bir zorunluluk dinde de yok.Açın
Ali İmran suresi 20. ayeti.Muhkem ayetler Müteşabir ayetlerdir diye ayırır.
Müsaade edin bitiriyorum.. Nerden geliniyor? O zaman sana uymazsa sen
zamana uy kuralı vardır. Oraya geliyorum.
-Onu başörtüsünü giyecek olan bilsin.Yani o seçimini
yapsın ..
-Dediğin konuda da öyle..Ziynet yerlerini örtünüz sözünü ...
-Peki..Ülkemizin vatandaşı olan Sihler olsa .Onarda
erkekler için başörtüsü takmak mecburi.Adamın inancı o..Ona kamuda iş
vermeyeceğiz, onun eğitiminden, bilgisinden kamu alanında yararlanmayacağız mı?
-O da kamuda çalışırsa, başını açacak.
. ........................0000000000000000....................
YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN’DEN İNCİLER:
Kutu kutu....
..........
§ Özden, Hukuk devletinde kuralların eşit uygulanması gerekirken yapılmadığını,
hukukun eşit uygulamamasından üst düzeydeki kamu görevlilerinin de etkilendiği,
mağdur edildiğini, protokol açısından önde olanlara göre arkada olanların daha
çok imkanlara sahip olabildiğini, kimi uygulamaların bir çok kamu görevlisini
ya da emeklisini “ damalı eşek konumuna “ getirdiğini ifade ediyor.
§ Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış bir kişinin Orduevlerine alınmadığını
ya da alınması için özel bir belgenin neden gerekli olduğunu sorguluyor..
§ Özden” Düşüncenin kafanın içindeki serbest.Ancak yazıya dönüştü mü,
konuşuldu mu sınırı olmalı..düşünce sınırsız değil.” görüşünde..
· “Anne baba ile, evlatla evlenme, ekmeğin üzerinde oynamanın düşüncesi
olur mu? diye soran Özden Elbette bu tür düşüncelerin sınırı olur.. diyor..
· Misafire hizmeti bizzat yapmaya özen gösteriyor.Terliği kendi eliyle
veriyor ve alıyor. · Ayrılırken pardösümü tutuyor.”bunun mümkün olmadığını,
hiçbir kimseye böyle bir yük yükleyemeyeceğimi” söylüyorum. Ancak, “ İsmet
İnönü, .pardösümü giymekte yardım etmek istedi. Ben gencecik birisi O, İsmet
İnönü. Kabul etmedim..Dur misafire hizmet ederek insan olduğumu anlamama
yardımcı ol dedi. Kabul ettim” şeklinde İnönü’nün lafını söyleyerek, misafire
hizmet etmeyi insan olma vasfı ile eş değer buluyor..
· Erbakan’ı ziyaret eder misiniz? diye soruyorum. “Tabii ziyaret ederim”
diyen Özden “Başkanlıktan ayrıldığımda Şevket Kazan esenlikler dileyen telgraf
gönderdiler, göndermesi gerekenler ve hatırlaması icap edenler bir şey
yapmadı..” diyerek bir onu, birde Genel Kurmay Başkanlığının nezaket
gösterdiğini üstüne basarak söylüyor. ·
Özden, bana kendi yazdığı makalelerden oluşan “Kuvayı Milliye Ateşi” isimli kitabını “Sayın Necati Çavdar’a iyi
dileklerimle “ diyerek imzalayıp veriyor.
Bende kendisine Recep Tayyip Erdoğan’ın hapsaneye girdiği gün yazdığım “ Git yiğidim,sultanlık beratını alda gel”
gibi 28 Şubat’ın mağdur ve mazlum duruma getirdikleri ile ilgili yazdığım
şiirlerden oluşan “28 Şubat Türküsü” isimli
ve kitap ile Çığlık isimli kitabı (Sayın Yekta Güngör Özden’e şeddeli
“ilticacıdan” saygılarımla) diyerek imzalayıp takdim ediyorum. Benim
kimilerince “irticacı” gibi görüldüğüm imasına “Olur mu öyle şey,
estağfurullah” diyerek karşılık veriyor.
............0000000000000...................
Not: 5-6 Mart 2005 tarihli Anayurt Gazetesinde yayınlandı
Yekta Güngör Özden'e "28 Şubat
Türküsü.." hediye.
O, bana Kuvayyi Milliye Ateşi'ni veriyor.
Bende ona "Şeddeli ilticacıdan Yekta Güngör
Özden'e" diye yazarak hadiseler oldukça yazılan ve o
hadiselerle ilgili şiirlerden oluşan 28 Şubat Türküsü' ismini verdiğim
kitabı hediye ediyorum..
"irtica" ne kelime..Bu
kelime olsa olsa cahiliye dönemine dönüşü anlatır.
İnananlar ..
Biz Hakka "iltica "
etmedik mi..
……………..
Yekta Güngör Özden;
Necati Çavdar'ın yazarı olduğu ANAYURT gazetesini inceliyor.
Yekta Güngör Özden;
Necati Çavdar'ın yazarı olduğu ANAYURT gazetesini inceliyor.
“Cumhuriyetin kurbanıyız” nitelemesi yapan Özden, Özbek Paşa ve Vural Savaş’ı ‘vefasızlık’la
suçladı
Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta
Güngör Özden, bir dönem birlikte hareket ettiği Yargıtay eski Başsavcısı Vural
Savaş ve emekli Tümgeneral Osman Özbek’i ‘vefasızlık’la suçladı. Cumhuriyetçi
Demokrasi Partisi’nin Savaş ve Özbek’in talepleriyle kurulduğunu söyleyen
Özden, “Bana parti kurdurup kendileri çekildi.” dediYekta Güngör
Özden bin pişman!
http://www.haber7.com/siyaset/haber/80841-yekta-gungor-ozden-bin-pisman
28 Şubat sürecinin hızlı isimlerinden, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta
Güngör Özden, samimi itiraflarda bulundu. Özden, Vural Savaş ve Osman Özbek
için ne dedi?
14.03.2005 07:41GÜNCELLEME 14.03.2005 07:41
Bana parti kurdurup kendileri çekildi
Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğu dönemde 28 Şubatçılarla birlikte hareket eden
Yekta Güngör Özden, emeklilik günlerindeki 'Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD)
Başkanlığı' ve '2 yıllık siyaset denemesiyle' ilgili olarak çarpıcı itiraflarda
bulundu. Özden, '2 yıllık siyaset dönemimde servetimi, sağlığımı saadetimi
kaybettim. Başsavcılığa da bir telgraf çektim.. Üyeliği filan bıraktım. Bir yıl
on gün oldu. Hiçbir ilişiğim kalmadı. Eşim ve dostlarım hariç Türkiye'de her
şeyi terk ettim.. ADD Başkanlığı'nı bana zorla verdiler. 2 yılım ADD'de geçti,
20 yıllık ömrüm bitti. 2 milyonluk aidatını ödemeyen kişi, adam olamaz ki,
Atatürkçü olsun!' dedi.
Özden, Anayurt gazetesinden Necati Çavdar'a ilginç açıklamalar yaptı:
'1979 yılında Anayasa Mahkemesi üyesiyken, lojmanıma kadar gelerek benim emekli
olduğum zaman siyasete girmemi isteyenler, hatta emekli olmadan bırakıp, Halk
Partisi'nin başına geçmemi isteyenler oldu. Açık söylüyorum. Bunlar eski
milletvekilleri... Senatörler geldi. Kendilerine ?Hayır' dedim... Daha evvel Anayasa
Mahkemesi'ne yeni üye olarak girmişken, 20 ay sonra ihtilal oldu. '
ADD BAŞKANLIĞI'NI BANA ZORLA VERDİLER
'Aradan yıllar geçip ben emekli olunca.. Atatürkçü Düşünce Derneği
Başkanlığı'nı bana zorla verdiler.. İstemedim. ?Bazı olumsuzluklar yaşanıyor,
bunları ancak sen giderirsin' dediler.. Sizin tanıdığınız insanları söyleyeyim.
Uluç Gürkan..Önder Sav.. Vural Savaş, profesörler.. Bunların içinde ADD'nin o
zamanki üyeleri. Vali Aydemir Bey.. Hepsi.. Israr.. Israr.. Önce ?Evet' dedim.
Sonra ?Hayır' dedim.. Bir hafta sonra yeniden ısrar ettiler. ?Evet' dedik..'
2 YILIM ADD'DE GEÇTİ 20 YILLIK ÖMRÜM BİTTİ!
'İki yıl o dernekte geçti. Yirmi yıllık ömrüm bitti.. Yaptığım çok güzel şeyler
oldu. Şimdi yalancılar, çoğu inkâr ediyor. Subayların, hakim ve savcıların,
öğretmenlerin bakanlıklarından izin almadan üye olmaları kararını çıkarttım.
İki kapatılma davası vardı. Onları reddettirdim. Vilayetlerin ve
kaymakamlıkların kapısı açıldı. Kız yurdu çalışmaya başladı.. Antalya, Kayseri,
Bursa şubelerine bina satın aldık.. Düşünebiliyor musunz?
Neler neler yapıldı.. Ama anlamadılar. Beni yordular.. Yıprattılar.
?Atatürkçülük rozette kalmış.. Lafta kalmış' dedim ve ayrıldım..'
'Ayda iki milyon lira ödentisini vermeyen adamlar, bana göre adam olmaz ki,
Atatürkçü olsun.. Ayda bir milyon lira ödentisini vermiyor.. Böyle olanakla
çalışacağıma bıraktım..'
SAVAŞ VE ÖZBEK PAŞA'NIN TALEBİYLE PARTİ KURDUK
'Hukuk Kurumu'na geçtim.. Orada da üstüme düşenleri yaptım.. ADD'de tüzük
yenilendi. Hukuk Kurumu'nda da tüzük yenilendi.. Çağdaşlaştırdık.
Güncelleştirdik. Salonlar.. Hepsi yapıldı, ayrıldık.. Hukuk Kurumu'na
gitmeden.. Geliyorum.. Orada iki yıl kalıyorum. Israr ediyorlar. Bir daha
olmuyorum. Baro Başkanlığı'nda da öyle yaptım, 1972-74. Bir daha olmadım..
ADD'de en çok oyu aldım. Genel başkan olmadım. Yönetimin arkasına geçtim..
Yürütme kurulunu bıraktım. Başkasına verdim..
Hukuk Kurumu'na ?Yine ol, olmam.' Geldik. Dediler ki, iki arkadaş, ismini de
vereyim size. Vural Savaş'la Osman Özbek paşa.. Dediler ki, ?Efendim, Türkiye
böyle gitmiyor.. Partileşmek lazım...' Lazım. Bunlar daha çok Halk Partisi'ne
yakınlık duyan arkadaşlardı. İkisi de sevdiğim saydığım insanlardı.
Ondan sonra ben bu işin, siyaset yoluyla çalışmanın bana uygun olmadığını
söyledim. Gittiler geldiler, olmayınca.. Dediler ki, bir gün ikisi. Bir ikindi
üzeri. ?Biz yarın Deniz Baykal'a gideceğiz.'
Dedim ki, ?Hayırlı olsun. Ama sakın benim adımı götürmeyin. Benim böyle bir
isteğim yok. Sizinle dostluğum, arkadaşlığım bozulmasın. Size hayırlı olsun'
dedim..?Yani oraya girdiniz diye ilişkimiz bozulmasın' dedim. ?Siz oraya
girersiniz, ben girmem.' Bir gün sonra geldiler.. Deniz Baykal'ın
olumsuzluklarını anlatıp, Deniz Baykal'la bir şey olmayacağını.. Bakın, ayrıntı
ile anlatıyorum.. Deniz Baykal'la bir şey olmayacağını, yeni bir parti
kurulmasının gerekli olduğunu söylediler.
Ben de kendilerine dedim ki.. ?Kuralım, muralım' dediler.. En nihayet.. Eski
senatörler, milletvekilleri, belediye başkanları, emekli valiler, bakanlar
dahil 357 kişiyi Dünya Ticaret Mekezi salonunda topladık.. Sekiz saat süren bir
toplantı oldu.. Vural Savaş bey, toplantının başında ?Antalya'ya gideceğim'
diye ayrıldı.
Toplantının yönetimi bana kaldı. Ben, Sivas milletvekili eski meclis
başkanvekili Mustafa Kemal Palaoğlu, Necdet Uğur'un milli Eğitim Bakanlığı
zamanındaki Orta Öğretim Genel Müdürü Güler Tanyolaç.. Üçümüz.. Dedik ki, ?Halk
Partisi'nde yoğunlaşma olsun.. Siyaset yapmak isteniyorsa, Deniz Baykal
anlayışı ve yönetimi uzaklaştırılıp, gerçek, yarayışlı bir yönetim kurulmaya çalışılsın..
Yeni parti kurulmasın...' Tartışma, tartışma.. Bizim gibi ?Yeni parti
kurulmasın' diyenlerin dışındakilerin oybirliği ile yeni parti kurulması kararı
çıktı. Ben.. geciktirdim.'
SAVAŞ GELDİ, ?BEN BU PARTİ İŞLERİNDE YOKUM ABİ' DEDİ
'Bakınız. O sırada, 2 Haziran 2002'de ADD'nin son genel kurulu. Tam
ayrılıyorum.. Toplantıda kalp krizi geçirdim.. Ayakta alkışlanan bir konuşma
yaptım.. Onbeş gün hastanede yoğun bakımda kaldım.. Yoğun bakımdan çıktım,
ikinci gün Vural Savaş geldi.. Birinci gün Erdal İnönü ?geçmiş olsun'a geldi
bana... Sadece dost ve babasının avukatıyım diye.. İkinci gün Vural Savaş
geldi, dedi ki, 'Abi ben bu... işlerde yokum' dedi.?
Antalya' ya gittim şöyle oldu. İzmir'e gittim böyle oldu. Ben siyasete
girmeyeceğim' dedi. ?Etmeyin kardeşim, millet size güvendi.. Biz seni genel
başkan yapacaktık.. İşte.. Falan yok.' Ayrıldı.. Sırf Atatürkçüler dağıldı
demesinler diye, beceremediler demesinler diye arkadaşların ısrarı üzerine
genel başkanlık bana kaldı..'
'Mecburiyetten genel başkan oldum. Birbuçuk-iki yılda..Varlığım gitti..
Sağlığım gitti.. Saadetim sarsıldı..'
Vakit
…………..
Özden,
Özbek Paşa ve Vural Savaş’ı ‘vefasızlık’la suçladı.
28 Şubat sürecinde önemli roller üstlenen isimlerin iç hesaplaşması sürüyor.
Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, bir dönem birlikte hareket
ettiği Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş ve emekli Tümgeneral Osman Özbek’i
‘vefasızlık’la suçladı.
YUKARIDAKI HABERLE ILGILI DIGER YORUMLAR
son pişmanlık
28 Şubat sürecinde çok iyi şeyler yaptığını sanıp sonradan sağlığını ve
servetini kısaca ömrünü harcadığını ifade eden cümleler bence duyulan
pişmanlıktır. Sayın Savaş ve Özbek çıktıkları yolda Özdeni tek
bırakmışlar,çünkü onlarda çıkartılan bu yaygaraların bir şey getirmeyeceğini
anlamışlardı.Bir bardak suda kopartılan fırtına suyun dökülmesiyle dinmişti.Bir
yere gelemeyeceklerini biliyorlardı.Aslında olup bitenlerden kimse kazançlı
çıkmadı.Sadece o süreç içinde isim yapıp ses getirmek vardı. O da zaten geçici
idi.Atatürkçülük ardına sığınan kişiler için bunlar bir zemindi.Kendilerinden
saymadıkları kişileri fena sıkıştıracaklardı.Ancak görünüyorki eştikleri kuyuya
düştüler.İmam-Hatiplerin önünü kapakalım derken Özdenin oğlunun düştüğü durumu
okuduk.Buna yorum yapmaya gerek yok sanırım. esin
POLİTİKA 15.03.2005 SALI
Özden, Özbek Paşa ve Vural Savaş’ı ‘vefasızlık’la suçladı 28 Şubat
sürecinde önemli roller üstlenen isimlerin iç hesaplaşması sürüyor. Anayasa
Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, bir dönem birlikte hareket ettiği
Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş ve emekli Tümgeneral Osman Özbek’i
‘vefasızlık’la suçladı. Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi’nin Savaş ve Özbek’in
talepleriyle kurulduğunu söyleyen Özden, “Bana parti kurdurup kendileri
çekildi.” dedi.
Özden, 2 yıllık siyasi deneyimini de bir cümleyle özetledi:
“Servetimi, sağlığımı ve saadetimi kaybettim.
” Kendisiyle ilgili suçlamaları cevaplayan Vural Savaş, ‘hafızası yanıltıyor’
karşılığını verirken, Özbek polemiğe girmek istemedi. Bir süre önce Vural Savaş
da, 28 Şubat’ın mimarlarından Orgeneral Çevik Bir’i ‘Amerika ile yakın ilişki
kurmak ve Atatürkçü olmamakla’ suçlamıştı.
Yekta Güngör Özden’in 4 Mart’ta Anayurt gazetesine yaptığı açıklamalar dün
Anadolu’da Vakit gazetesi tarafından gündeme taşındı.
Atatürkçü Düşünce Derneği’ne başkan olması için Vural Savaş ve Uluç Gürkan’ın
ısrar ettiğini anlatan Özden, “2 yılım ADD’de geçti, 20 yıllık ömrüm bitti. İki
milyon liralık aidatını ödemeyenler vardı. Bunlar adam olamaz ki, Atatürkçü
olsun.” ifadesini kullandı. Parti kurmak için Savaş ve Özbek Paşa’nın kendisini
ikna ettiğini kaydeden Özden, sözlerini şöyle sürdürdü: “Dediler ki, ‘Efendim
Türkiye böyle gitmiyor. Partileşmek lazım.’ Ben onlara, siyaset yoluyla
çalışmanın bana uygun olmadığını söyledim. Daha sonra Savaş ve Özbek, Deniz
Baykal’la görüştü. Baykal’ın olumsuzluklarını anlatıp onunla bir şey
olmayacağını söylediler. Yeni parti kurulmasının gerekli olduğunu ifade
ettiler. Parti kurma sırasında Savaş beni terk etti. Vural Savaş geldi dedi ki:
‘Abi ben bu işlerde yokum. Siyasete girmeyeceğim.’ Ben de ona ‘Etmeyin
kardeşim, millet size güvendi. Biz seni genel başkan yapacaktık.’ dedim. Ama
ayrıldı. Sırf, ‘Atatürkçüler dağıldı’ demesinler diye arkadaşların ısrarı
üzerine genel başkanlık bana kaldı.”
Zaman’ın sorularını cevaplayan Vural Savaş ise Özden’i terk etmediğini
savundu. Politikaya sıcak bakmadığını, sadece siyasetle ilgilenenleri
desteklediğini kaydeden Savaş, Özden’in ‘Deniz Baykal’la görüştüler’ iddiasını
da yalanladı. Eski Başsavcı, Yekta Güngör Özden’in ADD başkanı olması için Uluç
Gürkan’la birlikte ısrarda bulunmalarının da söz konusu olmadığını söyledi.
Yekta Güngör Özden, Anayasa Mahkemesi başkanlığından ayrıldıktan sonra ilginç
isimlerden telgraf almış. Kendisini hatırlaması gerekenlerden ses çıkmadığına
dikkat çeken Özden, teselliyi kapattığı Refah Partisi’nin lideri Necmettin
Erbakan ve dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın gönderdiği mesajlarda bulmuş.
Telgrafı doğrulayan Kazan, bunun ‘insani münasebetlerin gereği’ olduğunu
belirtti: “Garip bir şey yok. Vaktiyle bizim konuşmalarımıza cevap
yetiştiriyordu. Hatta kendisini Anayasa Mahkemesi başkanıyken, bu
konuşmalarından dolayı ‘reddedelim mi’ diye düşündük; ama reddetmedik. İyi
niyetle hareket ettik. Emekli olduktan sonra da böyle bir telgraf çektik. Bu, bizi
değil, onu mahcup eder.”
Emekli Tümgeneral Osman Özbek, 17 Nisan 1997’de dönemin başbakanı
Necmettin Erbakan’a yönelik ağır eleştirisiyle ismini duyurdu.
Oğlum da meslek lisesi mağduru
Yekta Güngör Özden’in çarpıcı açıklamalarından biri de meslek liseleriyle
ilgili. 28 Şubat’la birlikte meslek liselerine kısıtlama getirilmesi Özden’in
oğlunu da mağdur etmiş. Oğluna, “Meslek liselerinin geleceği var.” diye öğütte
bulunan Özden, yaşadığı durumu şöyle anlatıyor: “Benim çocuğum iyi bir puanla
Anadolu meslek lisesi bilgisayar programcılığı bölümüne gitti. Hakikaten insan
olarak çok üzüntü duyuyorum. Izdırabını da çekiyorum. Çocuğa demiştik ki ‘bunun
geleceği var.’ Ancak 28 Şubat’ta meslek liselerinin önü kesildi. Bugün sanayici
sıkıntıda. Hakikaten büyük sıkıntı var.”
15.03.2005 Emre Soncan İstanbul Zaman
Gönderen Necati
Çavdar zaman: Cuma,
Ekim 28, 2005 Hiç yorum yok: Bu yayına verilen bağlantılar
14 Mart 2005 Haber 7 com Yekta Güngör
Özden bin pişman!
28 Şubat sürecinin hızlı isimlerinden, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta
Güngör Özden, samimi itiraflarda bulundu. Özden, Vural Savaş ve Osman Özbek
için ne dedi?
14 Mart 2005 07:41 Bana parti kurdurup kendileri çekildiAnayasa Mahkemesi
Başkanı olduğu dönemde 28 Şubatçılarla birlikte hareket eden Yekta Güngör
Özden, emeklilik günlerindeki "Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD)
Başkanlığı" ve "2 yıllık siyaset denemesiyle" ilgili olarak
çarpıcı itiraflarda bulundu. Özden, "2 yıllık siyaset dönemimde servetimi,
sağlığımı saadetimi kaybettim. Başsavcılığa da bir telgraf çektim.. Üyeliği filan
bıraktım. Bir yıl on gün oldu. Hiçbir ilişiğim kalmadı. Eşim ve dostlarım hariç
Türkiye'de her şeyi terk ettim.. ADD Başkanlığı'nı bana zorla verdiler. 2 yılım
ADD'de geçti, 20 yıllık ömrüm bitti. 2 milyonluk aidatını ödemeyen kişi, adam
olamaz ki, Atatürkçü olsun!" dedi. Özden, Anayurt gazetesinden Necati
Çavdar'a ilginç açıklamalar yaptı:"1979 yılında Anayasa Mahkemesi
üyesiyken, lojmanıma kadar gelerek benim emekli olduğum zaman siyasete girmemi
isteyenler, hatta emekli olmadan bırakıp, Halk Partisi'nin başına geçmemi
isteyenler oldu. Açık söylüyorum. Bunlar eski milletvekilleri... Senatörler
geldi. Kendilerine ?Hayır' dedim... Daha evvel Anayasa Mahkemesi'ne yeni üye
olarak girmişken, 20 ay sonra ihtilal oldu. "ADD BAŞKANLIĞI'NI BANA ZORLA
VERDİLER" Aradan yıllar geçip ben emekli olunca.. Atatürkçü Düşünce
Derneği Başkanlığı'nı bana zorla verdiler.. İstemedim. ?Bazı olumsuzluklar
yaşanıyor, bunları ancak sen giderirsin' dediler.. Sizin tanıdığınız insanları
söyleyeyim. Uluç Gürkan..Önder Sav.. Vural Savaş, profesörler.. Bunların içinde
ADD'nin o zamanki üyeleri. Vali Aydemir Bey.. Hepsi.. Israr.. Israr.. Önce
?Evet' dedim. Sonra ?Hayır' dedim.. Bir hafta sonra yeniden ısrar ettiler.
?Evet' dedik.
."2 YILIM ADD'DE GEÇTİ 20 YILLIK ÖMRÜM BİTTİ!
"İki yıl o dernekte geçti. Yirmi yıllık ömrüm bitti.. Yaptığım çok güzel
şeyler oldu. Şimdi yalancılar, çoğu inkâr ediyor. Subayların, hakim ve
savcıların, öğretmenlerin bakanlıklarından izin almadan üye olmaları kararını
çıkarttım. İki kapatılma davası vardı. Onları reddettirdim. Vilayetlerin ve
kaymakamlıkların kapısı açıldı. Kız yurdu çalışmaya başladı.. Antalya, Kayseri,
Bursa şubelerine bina satın aldık.. Düşünebiliyor musunz?Neler neler yapıldı..
Ama anlamadılar. Beni yordular.. Yıprattılar. ?Atatürkçülük rozette kalmış..
Lafta kalmış' dedim ve ayrıldım..""Ayda iki milyon lira ödentisini
vermeyen adamlar, bana göre adam olmaz ki, Atatürkçü olsun.. Ayda bir milyon
lira ödentisini vermiyor.. Böyle olanakla çalışacağıma bıraktım..
"SAVAŞ VE ÖZBEK PAŞA'NIN TALEBİYLE PARTİ KURDUK"
Hukuk Kurumu'na geçtim.. Orada da üstüme düşenleri yaptım.. ADD'de tüzük
yenilendi. Hukuk Kurumu'nda da tüzük yenilendi.. Çağdaşlaştırdık.
Güncelleştirdik. Salonlar.. Hepsi yapıldı, ayrıldık.. Hukuk Kurumu'na
gitmeden.. Geliyorum.. Orada iki yıl kalıyorum. Israr ediyorlar. Bir daha
olmuyorum. Baro Başkanlığı'nda da öyle yaptım, 1972-74. Bir daha olmadım..
ADD'de en çok oyu aldım. Genel başkan olmadım. Yönetimin arkasına geçtim..
Yürütme kurulunu bıraktım. Başkasına verdim.. Hukuk Kurumu'na ?Yine ol, olmam.'
Geldik. Dediler ki, iki arkadaş, ismini de vereyim size. Vural Savaş'la Osman
Özbek paşa.. Dediler ki, ?Efendim, Türkiye böyle gitmiyor.. Partileşmek
lazım...' Lazım. Bunlar daha çok Halk Partisi'ne yakınlık duyan arkadaşlardı.
İkisi de sevdiğim saydığım insanlardı.Ondan sonra ben bu işin, siyaset yoluyla
çalışmanın bana uygun olmadığını söyledim. Gittiler geldiler, olmayınca..
Dediler ki, bir gün ikisi. Bir ikindi üzeri. ?Biz yarın Deniz Baykal'a
gideceğiz.'Dedim ki, ?Hayırlı olsun. Ama sakın benim adımı götürmeyin. Benim
böyle bir isteğim yok. Sizinle dostluğum, arkadaşlığım bozulmasın. Size hayırlı
olsun' dedim..?Yani oraya girdiniz diye ilişkimiz bozulmasın' dedim. ?Siz oraya
girersiniz, ben girmem.' Bir gün sonra geldiler.. Deniz Baykal'ın
olumsuzluklarını anlatıp, Deniz Baykal'la bir şey olmayacağını.. Bakın, ayrıntı
ile anlatıyorum.. Deniz Baykal'la bir şey olmayacağını, yeni bir parti
kurulmasının gerekli olduğunu söylediler.Ben de kendilerine dedim ki..
?Kuralım, muralım' dediler.. En nihayet.. Eski senatörler, milletvekilleri,
belediye başkanları, emekli valiler, bakanlar dahil 357 kişiyi Dünya Ticaret
Mekezi salonunda topladık.. Sekiz saat süren bir toplantı oldu.. Vural Savaş
bey, toplantının başında ?Antalya'ya gideceğim' diye ayrıldı.Toplantının
yönetimi bana kaldı. Ben, Sivas milletvekili eski meclis başkanvekili Mustafa
Kemal Palaoğlu, Necdet Uğur'un milli Eğitim Bakanlığı zamanındaki Orta Öğretim
Genel Müdürü Güler Tanyolaç.. Üçümüz.. Dedik ki, ?Halk Partisi'nde yoğunlaşma olsun..
Siyaset yapmak isteniyorsa, Deniz Baykal anlayışı ve yönetimi uzaklaştırılıp,
gerçek, yarayışlı bir yönetim kurulmaya çalışılsın.. Yeni parti kurulmasın...'
Tartışma, tartışma.. Bizim gibi ?Yeni parti kurulmasın' diyenlerin
dışındakilerin oybirliği ile yeni parti kurulması kararı çıktı. Ben..
geciktirdim
."SAVAŞ GELDİ, ?BEN BU PARTİ İŞLERİNDE YOKUM ABİ' DEDİ"
Bakınız. O sırada, 2 Haziran 2002'de ADD'nin son genel kurulu. Tam
ayrılıyorum.. Toplantıda kalp krizi geçirdim.. Ayakta alkışlanan bir konuşma
yaptım.. Onbeş gün hastanede yoğun bakımda kaldım.. Yoğun bakımdan çıktım,
ikinci gün Vural Savaş geldi.. Birinci gün Erdal İnönü ?geçmiş olsun'a geldi
bana... Sadece dost ve babasının avukatıyım diye.. İkinci gün Vural Savaş
geldi, dedi ki, "Abi ben bu... işlerde yokum' dedi.?Antalya' ya gittim
şöyle oldu. İzmir'e gittim böyle oldu. Ben siyasete girmeyeceğim' dedi.
?Etmeyin kardeşim, millet size güvendi.. Biz seni genel başkan yapacaktık..
İşte.. Falan yok.' Ayrıldı.. Sırf Atatürkçüler dağıldı demesinler diye,
beceremediler demesinler diye arkadaşların ısrarı üzerine genel başkanlık bana
kaldı..""Mecburiyetten genel başkan oldum. Birbuçuk-iki
yılda..Varlığım gitti.. Sağlığım gitti.. Saadetim sarsıldı.."
Vakit
RÖPORTAJ:
NECATİ ÇAVDAR/ FP Genel Başkan Yardımcısı
VEYSEL CANDAN
CANDAN : KENDİLERİ VESAYET
ALTINDA. “HAYALİ KARARNAME” İLE SEZER’E BASKI KURUYORLAR. HESAP SORACAĞIZ
-Kamuoyunun tepkisini çeken KHK’yi
Sayın Cumhurbaşkanı imzalamadı. Hükümet ısrar ediyor. Gelinen noktayı
değerlendirir mi siniz?
-Hükümetin bu tavrı ile
Cumhurbaşkanlığı makamı ile kendi
arasında güven bunalımı oluşturmuştur.
Cumhurbaşkanı Sezer, hukukun gereğini yaptı. Gerekçesini de açıklardı. Ancak
hükümet millete ve Meclise yaptıramayacaklarını , gurup kararı alarak guruplarından
geçiremeyecekleri anladıkları bir yanlışı Cumhurbaşkanı kanalı ile yapmaya
kalktı. Önce “ haberim yok” dedikleri sonra ne dense “vesayet altında olduklarını” ortaya koyan
bir tavırla savunmaya başladıkları
“Hayali kararnameyi” imzalaması için Sezer’e baskı kuruyorlar.
ALIŞMALILAR,SEZER HUKUKUN GEREĞİNİ YAPTI
Son 30 yılda 604 KHK çıkmış. 200
tanesi Meclisten geçmemiş. 605.si geri
dönüyor. Hükümet her gönderdiğini geçirme anlayışından vaz
geçmeli,Cumhurbaşkanının yanlış yapıyorsunuz uyarısını dikkate almalıdır.
Cumhurbaşkanı, sizin getirdiğiniz düzenleme ile
yapacağınız işler için yeterli yasa var. Eğer yine de yapmakta ısrarlı iseniz TBMM’ne gidin diyor. Bunun
içinde gerekçelerini tek tek sayıyor. THK’lerinde Cumhurbaşkanından geri dönmesine alışmalılar.
Cumhurbaşkanı hukukun gereğini yaptı.
MİLLİ İRADE TECELLİ ETTİ.
-Cumhurbaşkanı iade gerekçesinde,
bu tür düzenlemelerin TBMM kararı ile olması gerektiğini belirtiyor. Hükümet
niçin Meclise gitmiyorda illa KHK ile düzenleme yapmak istiyor?
-Çünkü bu kararnamenin içeriğine benzer bir kanun tasarısı daha önce
meclis gündemine getirildi. Ancak Anayasa
Komisyonu ret etti. Hükümette İçişleri Komisyonundan buna benzer
tasarıyı geri çekti. Dolayısıyla bu
konuda TBMM’de milli irade tecelli etti. Hükümetin getirmek istediklerine TBMM’den geçit yok. Hatta kendi guruplarında
karar alarak buöyle bir kanunu geçirme imkanları var. Onlar gurup kararı alarak
böyle bir antidemokratik yasayı
çıkaramayacaklarını bildiklerinden böyle
bir KHK ‘yı Cumhurbaşkanına
imzalatarak memur kıyımı yapmak istemekteler.
HÜKÜMETLE MİLLİ İRADE ARASINDA
SÜRTÜŞME VAR
Bu kararname ile Hükümetle Cumhurbaşkanı makamı sürtüşme haline getirildi. Aslında bu kararnameye Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz haricinde herkes karşı. Bu anlamda sürtüşme hükümetle Cumhurbaşkanı arasında değil, Hükümetle parlâmento ve
milli irade arasındadır.
HÜKÜMET KIYIM YAPAR
-Bu kararnamenin sadece
düzenleme şekline değil, içeriğine de karşısınız. Peki tepkiniz neden?
-Hükümet Bu KHK ile iktidar
1.Siyasi görüşüne uymayanlara kıyım yapar.
2.İstemediği memuru tasfiye eder, siyasi kadrolaşmaya gider,
3.Hak isteyenleri işten atar. Birisi bu ücret yetmiyor dese yandı. Bu
anlamda Sendika kurmak isteyenleri veya
sendika üyelerini işten atar. Örgütlü ve
konuşan toplumun önü kesilir. Böylece devletin memurunu hükümet memuru haline
getirir.
HÜKÜMET ANAYASA SUÇU İŞLEDİ
Hükümet öte yandan,bu kararnameyi hazırlamak ve cumhurbaşkanının ileri
sürdüğü hukuki gerekçeleri dikkatte almamakla Anayasanın “hukukun
üstünlüğü”ilkesini çiğnemiştir. Memurlara kısıtlama getirmek için şuanda
geçerli olan yasalarda gerekli düzenleme ve yetki mevcut. Bu yönde
düzenlemeler ilgili yasalarda mevcut ve
yasa ile yerine getirilme şartına rağmen Hükümet KHK ile bunu yapmak
istemiştir. Anayasa Türkiye Cumhuriyetini “Demokratik, ve sosyal bir hukuk devletidir” diye tarif ediyor.
Hükümet, bu tutumu ile Anayasanın laiklik ilkesini öne çıkarmak adına
“demokratik ve sosyal hukuk devleti “ilkesini
yani hukukun temel ilkelerini çiğnemiştir.
Toplumdaki konsensüsü bozmuştur. Bunun sonucuna katlanması gerekir.
GENSORU VEREREK HESAP SORACAĞIZ
-Yani bu son cümleniz ne anlama geliyor?
-Biz FP olarak, hükümet bu KHK ile meclisten aldığı yetkiyi kötüye
kullandığı ve yetkisini aştığı için
hükümet hakkında gensoru vereceğiz. Çünkü hükümet Meclisin verdiği
yetkiye dayanarak maksadını aşan
tasarruflarda bulunmak istemiştir, hükümet yetkiyi kötüye kullandı.
GÜNDEMDEN DÜŞTÜ
-KHK için başka bir mücadele biçiminiz var mı?
-KHK olayı bitmiş
ve gündemden düşmüştür. Cumhurbaşkanına giden KHK Cumhurbaşkanı tarafından
gereği yerine getirilmiş ve imzalanmamıştır. KHK konusu kapanmıştır. Artık
ülkenin gündeminde bir KHK yoktur. Biz yapılan yanlışın, TBMM’nin verdiği yetkinin hükümet tarafından yanlışa
kullanılmasının yani “yetki gasbının”
hesabını soracağız. TBMM vereceğimiz gensoru ile konunun bir iki
gün enine boyuna tartışılmasını
sağlayarak milli iradenin tecelligahı olan TBMM’nin hükümet hakkında bir karara
varmasına yardımcı olacağız.
////////////////////////////////
OYA AKGÖNENÇ
KONUŞMASI
APO’YU KORUYANLAR ONORE EDİLDİ
Server Vakfı’nda “Dış Politika
Konularına Bakış” konulu bir konuşma yapan
Doç. Dr. Oya Akgönenç, dinleyicilerine dış politikada ufuk turu yaptı.
Akgönenç, Tükiye’yi ilgilendiren dış ilişkilerde önemli açılamalarda bulundu.
Rusya, Türkiye ve Çeçenistan
konusunu işlediği bölümde Akgönenç, “Puttin, genç, dinamik ve çok hırslı bir
kişi olarak Rusya’yı eski gücüne ulaştırma peşinde bu rüyasını gerçekleştirmek
için, Çeçenistan’ı ezerek kendine bağlamak istiyor. Rusya haricindeki eski
Sovyet Cumhuriyetlerinden bağımsızlık kazananların başındakilerin tamamı eski
KGB başkanlarıdır. Bunlar arasında ailelerinden yakın ilişkler ve birbirinden
kopamayacak zinicirler vardır. Puttin Orta Asya’da eski KGB’li arkadaşlarına
güvenerek birliktelik oluşturmak istiyor. Niçin o devletlerin başında eski KGB
başkanları vardı denecek olursa, çünkü; O devletler bağımsızlıklarını
kazandıkları sırada yeterli elit yoktu.” dedi.
Türkiye ve Türk
Cumhuriyelerinin ilişkilerini değerlendiren Akgönenç, bizim orada etkimiz
istenilen gibi olmadı, biz hazır değildik, o bölgelere gidenler tecrübesizdi. O
devlere gittiğimizde bizi hararetle kucakladılar ancak, yüzyıllarca boyunduruk
altında yaşamış o insanlar artık hür olmak istiyorlardı. Bizim de kendilerini
hegomanya altına alabileceğimizi düşünerek uzak durdular. Ayrıca, orada bulunan
insanların sıkıntıları maddi değil manevi idi. Biz bunu zamanında
kavrayamadık,”şeklinde konuştu. Türkiye’nin Orta Asyada başarısızlığı üzerine
İsrail ve ABD, kendi çıkarları için bizi komisyoncu yaparak o bölgeye girdiler.
Ancak biz komisyonumuzu bile isteyemedik. O bölgedeki tesirimiz gittikçe
azaldı, diyerek Orta Asya’daki başarısızlığımızı ortaya koyan Akgönenç,
Kafkasya’nın önemli geçiş kapısı olduğunu ve bunun içinde Ruslrın bölge
ülkelerine çok büyük baskılar sürdürdüğünü söyledi.
ÇEÇENİSTANA YARDIM ETMEK VİCDAN VE TARİH BORCUMUZDUR
Rusların ABD ve Avrupa Birliği
ülkelerinin Kafkasya’daki operasyonları için “biz terörizm ve fudemantalizm ile
mücadele ediyoruz ve sizi de bu teklikeden koruyoruz” diye kandırmaya
çalıştığını belirten Akgönenç, “Ruslar, Kafkas Ülkeleri liderlerine yönelik
sabotajlarla onları sindiyor. Öte yandan Puttin, Almanlarla anlaşmaya çalışarak
ABD’ye karşı bir güç olmak isteyen Almanya’yı kendi yanına almak istiyor.
Eskiden beri yakın doğu politikası izleyen Almanya, petrol bölgelerine inerek
güçlenmek içinRuslarla müttefikliğe hazır. Bizim için Kafkasya ve Çeçenistanın
hayati ehemmiyeti vardır. Çeçenistanda Rusların işlediği insanlık suçuna karşı
Çeçenistan’ın yanında olmamız vicdan ve tarih borcumuz” olduğunu söyledi.
TÜRKİYE’NİN HEDEFİ YOK
Akgönenç, Sovyetlerden
bağımsızlığını kazanan devletlerle bizim ve diğer ülkelerin ilişkilerini
değerlendimeyi şöyle sürdürdü: “Bizim günlük politika yaparak hedefsiz dış
politikamızın aksine Orta Asya’da Rusya’nın, Batının, İsrail’in hesabı var.
Onlar 10 sene sonrasının, 25 sene sonrasının, 50 sene sonrasının planını
yapıyor. Türkiye ise uzun vadeli bir plandan yoksun, tereddütler içinde günlük
politika ile meşgul. Hedefimiz yok. Türkiye’nin tereddütü karşısında Kafkas ve
Orta Asya Ülkeleri ihtiyatla yaklaşarak Rusya’yı da gücendirmek istemiyor, onun
için o ülkeler Rusyaya yakın duruyor. Ancak bizi biraz rahatlatan unsur,
hürriyeti seçenlerin yeniden o kapana sıkışmama ümidi. Bir de diğer hesabı olan
devletlerin o bölgenin Rusya’nın etkisine girmemesini sayabiliriz.”
ÇİN DEVLET BAŞKANI NE YAPTI DA
LİYAKAT NİŞANI VERİLDİ?
Akgönenç, Çinin bölgedeki
etkisini değerlendirirken şöyle konuştu: “Çin çok yakından takip edilmelidir.
Korkunç ve çalışkan bir nüfusa sahip, tüccar bir millet. Çin’in Orta Asyada
gözü var. Bunun içinde o devletlerle yakın ilişki kurmak istiyor. Kendi
egemenliğindeki Doğu Türkistan’daki soydaşlarımızı asimile etmek için elinden
gelen her şeyi yapıyor. Hatta atom denemelerini bile o bölgede yaparak,
soydaşlarımızın fiziki şekillerini bile bozmuş durumda ama biz Çin devlet
başkanına acele Liyakat Nişanı verdik. Peki bu adam madalyayı ne yaptı da hak
etti. Bunu anlamış değiliz bir izah eden Türk yetkili de henüz ortaya çıkmadı.”
SEZER’İN
ECO ZİRVESİNE KATILMAYIŞI SON DERECE YANLIŞ VE BÜYÜK BİR HATADIR
Akgönenç, Cumhurbaşkanı
Sezer’in İranda toplanan ECO zirvesine katılmayarak Esat’ın cenaze törenin
katılamasını hata olarak niteleyerek, konuşmasına şöyle devam etti: “İran’da
yapılan ECO zirvesi İran’la ilgisi olmayan K.K.T.C.’den diğer Orta Asya Türk
Cumhuriyetlerine kadar geniş katılımlı Türkiye ve Pakistan’ın önderliğinde
kurulan üye ülkeler ve bölgenin ekonomik işbirliğini amaçlayan bir kuruluştur.
Ancak, basın mollalara niye gitsin diye yaygara koparınca dış işleri
bakanlığının gitmenizde fayda var, uyarısına rağmen, Cumhurbaşkanı ilk
ziyaretimi mollalara mı yapacağım anlayışıyla ECO zirvesine katılmadı. Bu
katılmayış, son derece yanlış bir adım, büyük bir hatadır.
Bunun böyle olduğu da sonradan ortaya çıktı. ECO zirvesi bittikten sonra, İran’a gitmemesini isteyen İç İşleri Bakanlığı Umut Operasyonu nedeniyle İran’ı suçlayıcı aşıklamaların aksine elimizde dilil yok dedi. Basın hedefine ulaştı. Ama Türkiye açısından büyük bir imkan kaçtı. Çünkü, ECO zirvesine katılan ve çoğunluğunu Türk devletlerinin oluşturduğu bir platformda, onlara Tükiye rehberlik edebilirdi. Bugün Orta Asyada Türkiyeden çok Rusya var, İran var, Çin var hatta İsrail var. Ama malesef Türkiye yok. Sanki Türkiye menfaatlerini değil, kendine düşmanlık edenlerin pelinde imiş gibi bir izlenim veriyor. Deprem dolayısıyla Türk ve İslam dünyasından gelen yardımları tırlarla gümrüklerden sokmazken, günlerce İsrail’in kendi vatandaşlarını kurtarmak için giriştiği operasyonları milletin önüne getiriyorlar. Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin hayati çıkarı olan ECO toplantısına katılmıyor, ama Hatay’ı kendi toprağı sayan ve Apo’yu yıllarca besleyen Esat’ın cenazesine katılıyor. Bize dost olanların karşısında, düşman olanların yanındaymış gibiyiz. Ne yaptığımızı bilmiyoruz. Apo’yu koruyanlar onore edildi.Belki de Suriye’nin İsrail ile girdiği barış sürecinin devamı için Cumhurbaşkanı gitmiş olabilir. Sayın Sezer, toplumda oluşan tepkilere rağmen Suriye’ye giderek ne konuşulduğu açıklanmalıdır. Şu anda İsrail süriye’den işgal ettiği topraklar kendine kalmak şartıyla anlaşmak istiyor. Bizi kendi yanında kuvvetli müttefik göstererek Suriye’ye gözdağı vermek istiyor. Aynı zamanda İsrail şu anda Harran’da büyük toprak satın alıyor. Ancak, su meselesi dolayısıyla Türkiye ile Suriye arasında bir çatışma çıkabilir, çünkü Lozan’ı imzalayan İngilizler sizi yalnız bırakmayacağız demişlerdi. Bu sizi rahat bırakmayacağız manasındadır. Hatta çok yakın bir zaman önce sizin doğu sınırınız tam olarak tesbit edilmedi, manasına gelen laflar etmeye başladılar. Ama biz tüm bunları unutmuş bir politika izliyoruz. Çok daha acısı dış olaylar, iç olaylara kurban edildi. Bunun sebebi de bizde, bir araştırma gurubu yok. Araştırmaya ayırdığımız fonları da, ya bina yapımına yada başka amaçlar için kullanarak ülkenin istikbaline yönelik çalışma yapamıyoruz. Ama yabancılar, inatla iddialarından vaz geçmiyorlar.” Dünyadaki gelişmeleri tahlil eden Akgöneç, “şu andaki siyasi şartlar, ikinci dünya savaşını doğuran şartlara çok benziyor” diyerek sözlerini tamamladı.
Yorumlar
Yorum Gönder